Nietzsche ve
Deleuze’de Bireyleşme ve Kolektivite
Alex Ressel 2014
1. Özet
Bu
çalışma, üç temel metin, Fark ve Tekrar, Nietsche'nin Felsefesi ve Güç İstenci
ile yakın bir bağlılık ve Nietzsche ve Deleuze'ü esinlendiren temel düşünürlere
atıflar aracılığıyla Deleuze'daki bireyleşme (individuation) ve Nietzsche'deki
oluş (becoming) kavramlarını açıklar. Umarım bu kavramlar, sanatsal ve politik
pratiğe yönelik felsefelerinin bazı implikasyonlarını açıklamada bir araç
olarak, Deleuze ve Nietzsche'deki bireyleşme süreçlerini anlamak açısından bir
zemin sağlar. Çalışma bireyin varoluşunu, bireyleşmenin sürekli bir duygulanım
durumunda fiilileşen yarıkararlı bir sorunsal olarak sanalda bulur. Daha
sonraki amaç, Balibar'a atıfla, bireylerin işlevlerinin nasıl kolektif
olacağını anlamak için bir tutunma noktası önermek ve sanat pratiklerinin
kendilerini nasıl kurgulamak ve kollektifleştirmek yoluyla küresel sermayeyle ilişkisini
tartışmak için, Osborne'a başvurur. Dahası, çalışma her şimdi ve burada (hic et
nunc) jestine bir değer katma ve oluş olarak varlığı anlamanın öneminin altını
çizen bir etik bulmayı amaçlar.
3. Kısaltmalar
Listesi
DR
– Difference and Repetition, Deleuze
NP
– Nietzsche and Philosophy, Deleuze
CPR
– Critique of Pure Reason, Kant
BGE
– Beyond Good and Evil, Nietzsche
GS
– Gay Science, Nietzsche
LN
– The Late Notebooks, Nietzsche
WP
– Will to Power, Nietzsche
Z
– Thus Spoke Zarathustra, Nietzsche
4. Giriş
Tek bir çevrim bana
günlük işaretlerin şifresini geri verir ve sonra ayrılmamı sağlar, temsil
ettiği olayı kendime açıklamaya çalışır çalışmaz beni tekrar işaretin
merhametine bırakır.
Klossowski, Nietzsche and the Vicious
Circle, 64
Çalışma
ilk olarak sistematik biçimde Nietzsche ve Deleuze'ün felsefelerindeki kilit
uğrakları ayrıntılandıracak ve bireyleşme prosedürlerini ve implikasyonlarını
gerçekte nasıl inşa ettiklerini tartışacaktır. İkinci olarak, ilgili toplumsal
fenomenlere atıfta bulunarak, Nietzsche ve Deleuze'ün kavrayışlarına
bağlanmamıza hangi hareketlerin izin verdiğini açıklayacaktır.
a. Malzeme
Çalışma Nietzsche'nin Güç
İstenci'ndeki argümanlar üzerine ve
Deleuze'ün Nietzsche üzerine kitabı
Nietszsche ve Felsefe ve
Deleuze'ün Fark ve Tekrar çalışmasına odaklanacaktır. Güç
İstenci (Genellikle FT olarak kısaltılacak), Peter Gast, Ernst Horneffer ve
August Horneffer tarafından bir kitap haline getirilmiş olan, yayımlanmamış
notları içerir. Kitabın Nietzsche'nin
magnum opus'u olduğu iddia edilse de,
yine de notların şeması ve dizilimin editörün elinden çıktığı
bilinmelidir. Aslında kitabın yapısı, Deleuze'ün Fark ve Tekrar'da ilan ettiği ölçüde kuşkuludur, ancak yine de
Deleuze, Nietsche ve Felsefe'de (NF)
bu kitaba geniş ölçüde atıflarda bulunur. Bu notlar, çalışmamızda Nietzsche'nin
paha biçilmez olan düşüncesi açısından değerli ve önemli bir kavrayış sağlar.
b. İncelmenin
İlgisi
Deneme
bireyleşmeyi sürekli olarak zaman üzerinde yer alan bir süreç olarak ve bireyin,
sorunsal bir idealin gerçekleşmesi gibi anlaşılan anlamda bireyleşmiş bir özgülüğü
(haecceity) son noktasına ulaşamayan bir süreç olarak ele alır. Bu, başkasıyla
ve çevreyle göreli iletişim içinde, sürekli tekrar tanımlama sürecinde içerili
bir birey anlayışına yol açar. Dünya haline
sanal / ideal sorununa bir çözüm olarak taşınan ve çevrelerinden
etkilenen varoluş aracılığıyla hareket den bir birey kavramlaştırması,
kolektivite için özel bir önem taşır. Bu, bireyler, kolektivite ve toplum
arasındaki iletişimin, varlığın ontolojik tutarlılığından kaynaklandığı
anlamına gelir. Özünde bu, varlığın sürekli yenileşinin bir parçası olarak başkalarıyla
olan ilişkilerin önemini gösteren etik bir felsefedir. Bunun önemi ve sanatsal
ve politik pratik için implikasyonları son bölümde incelenmiştir.
6. Oluş olarak varlık
Temel yanlış gözlem, bir şeyi yapan, bir
şeye katlanan, bir şeye 'sahip', bir niteliğe 'sahip' olduğuma inanıyor
olmamdır.
,a. Nietzsche'nin Oluş'una bir Giriş
Nietzsche,
varlıkların varoluş doğasının, oluş olarak, ısrarlı bir biçimde giderek
kendinden farklılaşan, asla kararlı bir noktaya ulaşmayan, sürekli bir akış
olduğunu keşfetti. Bir oluş süreci olarak varlık figürü, bireyi sürekli bir
oluşum bağlamında sahneler. Varlığın içsel güçleri yanı sıra, başkası, bütün
sanat deneyimleri ve çevresi, varlığın özü üzerinde doğrudan etkiye sahiptir.
Deleuze Nietzsche'yi ontolojik tekanlamlılık teorisyenleri olarak Duns Scotus
ve Baruch Spinoza arasına yerleştirir. Statik varlık kavramlaştırması
varlıkların Platoncu anlamda ideal biçimlerin kopyaları olduklarını ima eder,
bu konu daha sonra denemenin 7b bölümünde tartışılacak.
b. hakikat
kıvrımları
Nietzsche
dünyanın, sürekli bir akış sürecindeki güçlerin oluşumunu daha katı bir biçimde
algılamaktan çok, genelde nedensel ilişkiler içindeki durağan nesneleri kapsadığını
iddia eder. O bunun değer ilişkileriyle ve gerçeğin değerlemesiyle
yaratıldığını saptar: "çünkü, eğer başarmak istiyorsak inançlarımızda
kararlı olmalıyız, 'gerçek' dünyayı oluşun ve değişimin dünyası değil bir
varlık dünyası haline getirdik" (WP, §507). Nietzsche bunun, sürekli
olumsuzlama içinde hareket eden etkisel ve tepkisel çoklu güçler içeren beden
olarak bir yanılsama olduğunu açıklar.
Bu
varlık anlayışı, açıklayıcı olmaktan çok yorumlayıcı gerçeklik anlayışına
yakından bağlıdır: hiç bir gerçek yoktur, her şey kavranamaz, yakalanması zor
bir akış içindedir; göreli olarak en dayanıklı olan şey
-kanaatlerimizdir"(WP, §604). Nietzsche bize bir nesne hakkında bir gerçeği
soruşturan her girişimin zorunlu olarak onu belirli bir biçimde yorumladığını
ve onu bir değerleme hiyerarşisi içine yerleştirdiğini bildirir ve bize gerçeği ortaya çıkarma yönteminin her
zaman bir nesnede keşfedilen her şeyin yargı yoluyla içeri alınan bir konuma
götüreceğini gösterir. Nietzsche düşüncenin hakikati ortaya çıkarmaya
çalışmaması fakat yaratması gerektiğine inanır, "yaratıcı konumlama,
biçimlendirme, şekillendirme, üstesinden gelme, istekli olma" (WP, §605)
bunlar anlam vermektir; hiyerarşik bir değerleme değildir. O filozofun
"bir hedef belirlemesi ve gerçekleri buna göre biçimlendirmesi gerektiğine
inanır; yani, etkin yorumlama fakat sadece kavramsal tercüme değil" (WP,
§605). Bu şekilde, gerçek (fact) kendinde ve kendi için ebedi bir hakikat
türünden çok, bir argümanı destekleyen bir yorum olarak anlaşılır: "nihai
olarak insan kendisinde kendi içine aldığı şeyden başka hiçbir şey
bulamaz"(WP, §606). Nietzsche'nin hakikati bir argümanı ya da daha
kapsamlı bir anlayışı desteklemeye doğru bükerek yeniden konumlaması, ideal bir
numenal alan üzerindeki fenomenal dünyadan, ve yaşanan değerdüşümü gibi
nihilistik eğilimlerden kaçmasına olanak tanır. Nietzsche idealin önceliğinin
yerini değiştirir ve onu kendisi için çalışma konumuna yerleştirir.
c. Kant'ın aşkınlık yanılsaması
Çoğu
insan tarafından görüneni nesneler olarak kavrayan, gerilim ilişkilerindeki
dinamik miktarı (quanta'yı) Nietzsche dünyanın gerçek doğası olarak anlar. Bu,
Kant'ın aşkın yanılsama kavramının neredeyse bir yansımasıdır - insan aklının
doğasında bulunan kusurlar, nesneler hakkındaki anlayışımızı yapılandırır ve
algılama yanlışlıklarına yol açar:
"çünkü hakikat ve yanılsama, sezildiği
sürece nesnede değildir, ancak düşünüldüğü ölçüde onunla ilgili yargıdadır...
Bu nedenle hakikat kadar hata da, ve dolayısıyla ikinciye yol açan yanılsama da
sadece yargılarda bulunur."
(Kant, Critique
of Pure Reason (CPR), A293/B350)
Gerçeğin
iki yersizyurtsuzlaştırılması arasındaki en temel uyumsuzluk sadece budur. Kant
fenomenin, sınırlı yetilerimizin algılayamadığı erişilmez numenal nesnelerin
algılanabilir tezahürleri olduğunu; ancak erişilebilir nesnel bir gerçeğin
olacağını düşünür; eğer numenal nesneyi algılayabilseydik, Nietzsche
fenomenlerin akıştaki kuvvetlerden oluştuğuna ve tüm gerçeğin yorumsal olduğuna
inanır. Nietzsche felsefesinde ideal ile gerçek arasında bir bölünme
yaratmamaya özen gösterir. Gerçekten de, dünya anlayışlarını yeniden
şekillendirmek, böylece yaşanmış deneyimi yeniden değerlendirmek, şimdi ve
buradayı (hic et nunc) cennetteki sonsuzluğun üstünde çileci bir yaşam için
ödüllendirmek noktasında endişelidir. Nietzsche Kant'ın felsefesinin akla ve
gerçeğe gereken değeri vermediğini düşünür, ve Kant'ın İlk Eleştiri'si gerçeğin kendisini eleştirmediği için değil, fakat
sadece rasyonel bir varlığın bildiği şeylerin gerçekliğini ve sınırlarını
soruşturduğu için eleştiri değildi. Kant’ın eleştirel projesi, aklı
algılanabilir olan fenomenal deneyimle sınırlamayı, aklın sadece sezgi nesnesi
olarak ele alınabilecek, içkin olan şeye uygulanmasını sağlamayı amaçladı. Kant, eleştirel felsefeden aşkınla ilgili
spekülasyonları tamamen ayırdı.
Dünyayı, ister
Hıristiyanlık tarzında, ister Kant (günün sonunda el altından Hıristiyan)
tarzında olsun, bir yarı 'gerçeğe' ve bir 'yanılsama'ya bölmek, sadece bir
çöküş (dekadans) işareti, - yaşamın düşüş belirtisidir..." (Twilight of
the Idols, §6)
Nietzsche,
Kant'ın felsefesinin, Kant'ı doğayı ya da gerçeğin doğasındaki iyiliği
sorgulamaya değil fakat bilginin sınırlarını belirlemeye götüren bir ahlakla
desteklendiğini savunur.
Nietzsche,
gerçekliği durağan nesnelerin değil fakat insan zihniyle algılanamayan, gerilim
ilişkilerindeki dinamik miktarın (quanta) oluşturduğunu düşünür. Nietzsche,
insan aklının dinamik kuantaları nesneler halinde birleştirdiğini ve
basitleştirdiği ve bu birleştirmelerin ‘hesabedilmesi’
gerektiğini yazar. Bununla birlikte Nietzsche
hesaplamanın yaratma kadar önemli olmadığını düşünür çünkü hesaplayan
tarafından ulaşılan herhangi bir gerçek yanılsatıcı olacaktır, zira nesnenin
temel doğası yanlış algılanmıştır. Gerçeğin doğruluğu ve algısını bu ölçüde
zeminsiz bırakması yüzünden ideali, trajik dünya görüşünü baltalamaktan sorumlu
tuttuğu Batı Metafiziğindeki nihilizmin kök nedeni olarak görür.
d. Descartes'ın
cogito ergo sum'unun çürütülmesi
Nietzsche
Kartezyen "'cogito ergo sum /düşünüyorum öyleyse varım"ını
(Descartes, Discourse on Method, 1637 (1850) §4, 75), reddeder, onun görüşüne
göre, Descartes varlık ve düşünceyi çıkarsamak için egonun tözselliğini
önvarsayar (WP, §484). Bu tözsel ego faraziyesi varlığın kalbinde aşkın bir
neden yanılsaması yaratır. Nietzsche bunun yerine şöyle yazar "...Bunun
tersi doğru olabilir: 'düşünce'nin koşul olduğu ve 'Ben'in koşula bağlı olduğu
bir durumda, 'Ben' kendini sadece düşünce yoluyla üreten bir sentez olacaktır"
(Beyond Good and Evil (BGE), §54). Yani bilinç yoluyla düşünce değil, düşünce
yoluyla bilinç yaratılmıştır. Nietzsche'nin vardığı sonuç iradenin önceliği ve
Hıristiyan inançların sonuçlarıdır. Descartes
hakkındaki tartışma, Nietzsche'nin varlığın biri diğeriyle etkileşim
içindeki istençler çokluğundan oluştuğuna ve bilincin, bu istençlerin diğer
varlıklarla iletişim kurma ihtiyacından yaratıldığına dair anlayışını
kristalize etmesine yardımcı olur.
e. Bilincin
önceliğinin reddi
Nietzsche,
egonun varlıkta birliği ön varsaymanın yanlış bir sonucu olduğunu anlar ve bu
da dünyadaki nesnelerin ve şeylerin doğasının daha ileri varsayımlarına yol
açar. İnsanlar nesneleri algılarken, Nietzsche "sadece dinamik kuantanın
diğer tüm dinamik kuantalarla gerilimli ilişki içindeki"(WP, §635) aktüel
varlığına inanır. Nietzsche tözsel bir ego ve nesneler
önvarsayımının bir ego ve nesnelerin gerçek varoluşu anlamına gelmediğini,
ancak daha çok, dünyayı insan zihni yoluyla anlaşılabilen
simgesel bir düzeye indirgemeyi temel alan yanlış yorumlar olduğunu açıklar.
Nietzsche, insan aklının mükemmel biçimde mantıksal olduğuna inanmaz, çünkü
sıklıkla yanılabilir ve onun irrasyonel bir hayatta kalma mekanizması olduğunu
düşünür.
Nietzsche
bilincin önceliğini reddeder ve bize bilincin bir neden değil daha çok
bilinçdışı istenç aracılığıyla işleyen bir araç olduğunu bildirir.
Nietzsche'nin kendi birey kavramının ruhsal içerimini gerilim ilişkilerindeki
'dinamik kuanta'ya dayandırdığını görebiliriz. Bilinci, "egodaki dış dünya
tarafından etkilenmiş alan" (WP,
§524) olarak tanımlamakla Nietzsche, onu bir 'özgür irade' ya da öncelikli bir
neden olarak değil, bireyin içinde
esasen tepkici olan bir yeti olarak tanımlar. Şen Bilim'de(GS) o bilincin başlangıcını başkalarıyla iletişim kurma ihtiyacından
ortaya çıkan bir şey olarak tanımlar. Nietzsche bize, bilincin "insan'ın
birey olarak varoluşuna değil daha çok topluluğa ve onun doğasının
sürü-görünümüne (bireysel olmayan görünümlere)"(GS, §354) ait olduğunu
anlatır. Nietzsche düşünceler bilince girerken tam da bu bilinç süreçlerinin
onları tahrip ettiği kanaatindedir. Düşünceler bilinçdışını aştığında, aldatma
yetisine sahip bir düzeye ulaşırlar: " biz basitçe 'bilmek' için, 'gerçek'
için bir organa sahip değiliz: biz kesinlikle insan sürüsüne yararlı olduğu
kadarını 'bilir'iz (inanır ya da hayal ederiz) (GS, §354). Nietzsche gerçek,
tarih öncesi insan için faydalı olmadığı için, insanlar gerçeği bilmeyi
geliştirmediler, fakat dünayı sebep-sonuç, gerçek ve var olanlar gibi bölmeler
aracılığıyla yorumladılar. Hayvan bilinci için en etkili hayatta kalma tarzı,
anlayışı basitleştirmektir.
Nietzsche insanlığın
gerçek gibi bir şeyi kavrama yetisine sahip olmadığını, bilincin
öncelikle bir iletişim aracı olduğu için doğrulama yetisi olarak gelişmediğini
düşünür. Nietzsche bilincin önceliğinin yerini ruhun aşkın bir kanıtı olmaktan
çok hayatta kalma aleti olduğunu ortaya
koyarak değiştirir, o bilincin ruhun nedenselliği için bir kanıt olarak
anlaşılmasının ruh ve töz gibi şeylerin de yanlış algılanmasına yolaçtığına
inanır.
" 'gerçeklik' 'varlık', kavramı 'özne'
hissiyatımızdan alınmıştır. 'Özne' kendimiz içinden yorumlanmakta, dolayısıyla
egoyu bütün eylemlerin nedeni olan bir töz olarak, fail olarak hasaba
katmaktadır." (WP, §488)
Nietzsche,
bilinç gerçekliği doğru bir biçimde algılamaktan çok 'insan sürüsü'ne yararlı
kılmak üzere geliştiği için, gerçekliği fiilen oluşturan sürekli akışı dolaysız
olarak anlayamaz, görüşündedir. Bilinç dünyanın temel doğasını oluşmayan bir
şey olarak olanla maskelemiştir. Bilinç aslında güçlerin bedenleri olarak varolan
durağan nesneleri algılar, gerçekte ise varolanlar istençler çokluğu, bireyin
merkezde birincil neden olmadığı bir güçler çokluğudur.
Niezsche'nin
felsefesiyle birlikte fenomen karmaşıktır, çokluktur ve morfiktir, bunlar
durağan varlık değil, oluş süreci içinde vardırlar. Oluş, Niezsche'nin
felsefesi için çok önemlidir, o güçleri ihtiva eden bir birey teorisidir, ruhun
tözselliği, değişmez bir özdeşlik ya da finalite, yoktur. Bu, Nietzsche'nin
dünyayı güç etkileşimlerini şemalaştırması aracılığıyla yorumlamasını sağlar; o
Kendi ile Öteki arasındaki, içeri ve dışarı arasındaki sınırı yıkar.
f. Güçler
Nietzsche
çalışmasında Deleuze, bedenlerin iki ya da daha çok kuvvet arasındaki dinamik
ilişkilerle biçimlendiğini açıklar (NP, 40). Kuvvetler (forces) karşılaştıkları
zaman beden biçimlenir, kuvvetler var
olan her şeyin dayandığı bir başlangıç enerjisi oluşturur. Kuvvetler baskın ya
da uysal, ve zamanın dışında akış ya da
düşüş halinde olabilirler: "sonsuza dek değişen, sonsuza dek canlanan anılarla, tekrarlanan uzun
yıllarla, alçalan ve yükselen biçimler
seliyle, birlikte koşan ve akan kuvvetler denizi" (WP, §1067).
Nietzsche'nin ebedi dönüş kavramı bireysel istencin aynı biçimde oluşan, aynı
ego biçimine geri dönüşü değildir, ancak
daha çok bireyi oluşturan bir geri dönüşün, birey-öncesi güçleridir. Deleuze'ün
Nietzsche'nin ebedi dönüş'ünü yorumlaması, bireyin, özdeşlik oluşturan, aynı
egoyu biçimlemek için geri dönmeyeceği fakat daha çok bireyi geri dönerek
oluşturan, yeniden yapılandıran ve yeniden yapılandırılmış birey-öncesi güçleri
açıklar -bir güçler çokluğu olduğunuz ölçüde ve bilinciniz bunun bir ürünü
olduğu ölçüde sonsuza dek geri döneceksiniz. Ebedi dönüş Deleuze'ün felsefesi
için önemli bir kavramdır, o farkın tekrar prosedürüdür; tüm varlığı ısrarla
yeniden üreten yaratıcı güçtür.
Nietzsche
gücü ve istenci aynı anlamda değilse de benzer olarak görür: "sadece var
olan güç, istencinkiyle aynı türdendir:
öteki öznelere hükmeden, bunun sonucu olarak değişen" (WP, §490). Bunu
yaparak, fiziksel bir güç(force) uygulamasını ruhsal bir istenç anlayışıyla
birleştirir; bu, bilimsel güçt kavramının Nietzsche'nin istenç felsefesi
üzerindeki etkisinin kanıtıdır. Güç ve istenci eşitlemekle Nietzsche, kendi
felsefi özgürlüğünün, oluşu kozmolojik olarak tartıştığı zaman, evrenle aynı
ebedi dönüş sürecinden geçen insan zihnine içsel ruhsal süreçler hakkında
konuşmasına izin verir.
Nietzsche
eğer evren her zaman bir denge durumuna ulaşacak olsaydı çoktan olurdu, öyleyse
açıkça görüldüğü gibi bu, gerçekliğin sürekli bir akış halinde olduğunu ortaya
koyar:
“eğer dünya donup kalma ve hala
ayakta durma yetisine sahipse, yani 'olma'nın daha ilk saniyesinde onun bütün
oluşları bu 'olma' kapasitesine sahipse, o zaman sırayla tüm oluş uzun zaman
önce olmuş bitmiş olcak ve bu yüzden hepsi düşünce, hepsi 'akıl'
olacaktı.” (LN, 36[15]).
Nietzsche
bu kozmolojik akış yorumunu alır ve onu varlığın doğasına uygular. Onun yorumu
"geçmiş zamanın sonsuzluğu" (NP, 47), varsayımına dayanır, sonsuz bir
zamanın varlığı -eğer kozmosun son hali geldiyse- zaten olurdu.
Güçler
etkin ya da tepkici, yaratıcı ya da inkarcı, emreden ya da itaat eden ikililer halinde
var olur. Nietzsche Batı felsefesinde nihilizmin kaynağı olan tepkici güçlerde
zamanla bir artış olduğuna inanır. Deleuze Zerdüşt'ün mutlu ebedi dönüş
gizeminin geri dönen tepkici güçlerin çifte olumsuzlamasının anlamının, olumsuz
güçlerin kendilerini olumsuzlayacakları geriye sadece olumlu yaratıcı güçlerin
kalacağı anlamına geldiğini yazar. Ebedi dönüşün yaratıcı fark üretmesi budur.
g. Aynı Fark
Ebedi Dönüş
Fark ve Tekrar'da,
Gilles Deleuze “aynı” teorilerinden bağımsız bir fark teorisi inşa eder.
O, "genelde aynı olarak anlaşılan
bir kavramın hakimiyeti altında tutulmaktan çok, kendi kavramına sahip fark
olasılığını geliştiren Kopernik devrimi"(DR, 50), aracılığıyla iki benzer
şey arasında, farkı, kendi önceki saf kıyaslama kavramından özgürleştirir. Deleuze'ün
diferansiyel bir makina olarak ebedi dönüş yorumu aracılığıyla 'farkın
aynılığı' (DR, 51) "ikincil bir güç olarak" (DR, 51) geri döner.
Başka deyişle aynılık, nesnelerin kendi özgülüklerini (haecceity) kazandıkları
daha sonraki bireyleşme süreçlerine göre yol alır.
Deleuze
'ebedi dönüş'ün ', Nietzsche'nin tercih ettiği ebedi dönüşe son ek'in aksine,
aynı'dan çok 'farklılık' ürettiğini - "çünkü önceki tüm aynılıkların
fesholduğu ve çözüldüğü bir dünyayı (Güç İstenci'nin dünyasını)
önvarsaydığını" (DR, 50) açıklar. Deleuze
Nietzsche'nin özneleri kapsayan istençler
çokluğunu hesaba katışını yorumlarken, "ebedi, dönüşün onları yenilediğini
ancak aynı özneyi tekrar fark olarak oluşturmadığını" söyler. Deleuze,
geçmiş, şimdi ve geleceğin içinde katlandığı, şimdiki anın kaydını tutan ebedi
dönüş olarak, Ebedi dönüş hakkında temelde kendi tekrar hesabını dikkate alır.
Deleuze için, fark ebedi dönüş yoluyla her anda/uğrakta üretilmiştir, bu
evrenin sürekli yeniden doldurulan bir akış halinde varolduğu anlamına gelir.
h. Temsile Karşı
Tekrar
Deleuze
temsilin "aynı ve benzer, benzerlik ve zıtlık"(DR, 373) varsayan bir
dolayım olduğuna inanır, fakat temsil "farkı olumlayan, benzemezlik ve
başka başkalığı, değişimi, çokluğu ve oluşu olumlayan" (DR, 373) ebedi
dönüş tarafından ortadan kaldırılmıştır. Deleuze'ün bir fark makinesi olarak
ebedi dönüş düzenlemesi onun Fark ve
Tekrar'daki, farkı üretenin bu makine olduğuna dair argümanı için
gereklidir. Deleuze'den bireyleşmenin temsil olarak, bir nesnenin yanlış
sabitliğini ima eden temsil olarak aynı, olmadığını anlayabiliriz.
Deleuze
için önemli olan, bireyler arasındaki benzerlik değil, farklılıktır.
Temsil
saf farkın anlaşılmasını sınırlar ve oluşuna izin vermez, " tekrar
tiyatrosu temsil tiyatrosuna karşıdır"
(DR, 10). Deleuze farkı ve tekrarı benzerliğin bir sonucu olarak değil
esasa ait bir düzeye yerleştirmeyi amaçlar. O bunu, Sanalı, "...ruh üzerine aracı olmaksızın eyleyen
ve onu doğrudan doğaya ve tarihe bağlayan saf güçlerini
deneyimlediğiniz"(DR, 10), algıladığınız, saf fark alanı olarak
açıklamakla yapar. Kant'ın numenal/fenomenal bölünmesinin aksine, Deleuze'deki
sanal ve aktüel arasındaki ilişki Nietzsche'nin sürekli akış içindeki güçlerin
bedenleri anlayışıyla çok daha yakından akrabadır. Deleuze sanalın aktüel düzlemdeki tezahürlerini,
bireyleşme süreçleriyle açıklar: "varyasyonlar tekrarlanan şeyin kaynağına
ve özüne ait olan diferansiyel mekanizmaları ifade eder" (DR, 20).
varlığın özü Deleuze için farktır, ve fark her anda aktüel düzlemdeki
bireyleşme süreciyle ifade edilir.
i. Zaman
Her
andaki farkı belirtmek için, Deleuze hem Bergson hem de Nietzsche'nin zaman
anlayışlarını kaynaştırır. Deleuze Nietzsche üzerine kitabında şöyle yazıyor:
" ebedi dönüş bir sentez olarak: zamanın ve onun boyutlarının bir sentezi,
onun üretiminin ve çeşitlerinin bir sentezi, çifte olumlamanın bir sentezi, oluşta
olumlanan olmanın ve oluşun bir sentezi olarak, düşünülmelidir" (NP, 48).
Deleuze bize anın şimdi, geçmiş ve gelecekten oluştuğunu söyler: "anın
geçmesi için, aynı anda şimdi ve geçmiş,
şimdi ve henüz gelmekte olan olmak durumundadır"(NP, 48). Bunun "katı bir anlamda" bir an
değil," fakat daha çok "geçen bir an, bizi oluşu düşünmeye
zorlayan, fakat bunu tam olarak başlamayan ve bitiremeyen olmayı düşünmeye
zorlayan bir an" (NP, 48). Bu, kendini geçip gitmeye zorlayan an, dünyanın
oluş sürecinde olduğu anlamına gelir, çünkü her an ebedi dönüş sayesinde farkı
ortaya koyar. Zerdüşt'de Nietzsche
anı/uğrağı, şimdinin geçip gidişini kolaylaştıran ve oluşu meydana getiren, gelen
her şeyden sonraya açılan olarak tanımlar.
"ve her şey,
bu anın gelmekte olan her şeyi ardından sürükleyeceği şekilde birbirine sıkıca
bağlı değil mi? Dolayısıyla -kendisi de mi? Çünkü, dışarıya açılan bu uzun
kulvarda her ne koşabilirse - bir kez daha koşmalı!" (Z, 126).
An
bir sonraki şimdiyi mevcuda çekerek geçer. Deleuze anı bir süre ya da geçiş
olarak anlaşılan ebedi dönüşe benzer terimlerle yazar. Bu yorum şimdiki zamanı
sabit bit andan farklı bir tarzda ele alır: "anın kendisiyle şimdi, geçmiş ve gelecek olarak sentetik
ilişkisi başka anlarla ilişkisine dayanır. Ebedi dönüş böylece geçiş sorununa
bir yanıttır" (NP, 48). Şimdiki anı değişim ya da ilerleme potansiyeli
olarak düşünen Deleuze her an için farkı ortaya koyar.
Deleuze
şimdi kavramının Nietzsche'nin, Platon ve Anaksimander'in oluşda buldukları
sorunun üstesinden geldiğini açıklar. Dayandıkları zaman kavramsallaştırması
oluş sürecini durmaya zorlar, onu varlık-olma haline getirir: "Platon eğer
her şey oluşun şimdisinden asla kaçınamayacaksa, o zaman, orada olur olmaz,
oluş olmaktan vazgeçer ve kendi oluş sürecinde olduğu şey olur, der" (NP,
47). Sentetik olan ve başkasını şimdiye
çeken bir geçiş anı bu güçlüğe sahip değildir. Zaman fazlaca açılım, açılma, çiçeklenme olarak geçmez
-anlar köpek balığının ağzındaki dişlerdir- eğer her an başka anları şimdiye
çekerse, oluşu üreten akışkan bir zaman kavramlaştırmasına sahip oluruz. Zaman
bizzat oluştur. O geçmiş, şimdi ve geleceğin durağan varlığı değildir.
j. Çokluk
Nietzsche ve
Felsefe'de
Deleuze, Nietzsche'nin varlığı tanımladığı gibi, “Bedeni, çok sayıda
indirgenemez kuvvetler bileşimi olan çoklu bir fenomen, onun birliğini bir
'tahakkümün birliği' gibi çoklu bir fenomen olarak” tanımlar (NP, 40). Nietzsche varlığı "ortak bir beslenme
kipiyle bağlı, bir kuvvetler çokluğu olarak, ki biz ona 'hayat'
diyoruz" biyolojik temelde
tanımlar. Bu beslenme kipine, onu mümkün kılmak adına, tüm duygular, fikirler,
düşünceler girer" (WP, §641). Nietzsche'nin tesadüfen keşfedilmiş bir
kuvvetler ilişkisi olarak varlık kavrayışı belirli yeteneklere sahip özel
türden bir mesele değil fakat akışın bir parçası olarak, çoklu, canlı ve cansız
varlıklara yol açan bir değişim meselesidir. Birey çoklu birey-öncesi
tekillikler bileşimidir. Birey tek bir istençle değil ancak çok sayıda mücadele
içindeki bileşenden oluşur: "Oluş olmaktır, çokluk birliktir, değişim
zorunluluktur"(NP, 189). Bir çokluk olarak var olmak, kendi içinde kendine
özgü farklılıkları içerdiği anlamına gelir, varlığın tutarlı olmayan, bir
olmayan, bir birlik olduğu anlamına gelir.
Nietzsche
'özne' terimini, nedenler değil fakat " 'özne'nin etki yaratan bir şey
olmadığı, sadece bir kurguyu izlediği kavrandığında" (WP, §552) anlamlar
(means) olarak bireyler kavramlaştırmasını çok nadir kullanır. Nietzsche terimi
kullandığında, o, kendi egemenine bağlı olduğunu ilan eden ya da bedeni,
"hakimiyetin bir eşitler arsitokrasisinde... nasıl kumanda edildiğini
anlayan ve ortak kuralları kullanan bir eşitler aristokrasisinde ikamet eden 'hücreler'
aristokrasisi" (WP, §490) olarak tanımlamak anlamındadır. Bu metaforik
açıklamada Nietzsche, insan bedeninin her tarafına dağılan içselleştirilmiş bir
tahakkümü hatırlatır, çoklu istençlerin her biri güce sahiptir. Nietzsche
kendilerine tabi olan, ifadesinde örtük olan, hem emir veren hem de itaat eden
birindeki örtük dualitenin birliği olan bir özne tanımlar.
Nietzsche
bir bedeni ilişkili iki ya da daha çok kuvvetin oluşturduğu bir şey olarak
tanımlar, ve insan bedeni de kuvvetler
çokluğunun birleşimidir. Güç
İstenci'nde, Nietzsche bireyin, etkileşim ve mücadelenin genelde bilincimizin
ve düşüncemizin temeli olduğu "bir özneler çokluğu"ndan oluştuğunu
yazar (WP, §490). Burada, Nietzsche, Schopenhauer'a karşı kendi duruşunu
savunuyor; Birey içinde tek bir istenç yoktur, çok sayıda istenç vardır.
Nietzsche, Schopenhaur'un tüm nesnelerin altında yatan üniter istencinin yerini
ilişki ve etkileşmin bedenindeki bir istenç çokluğuyla değiştirir. Çünkü eğer
bir tek istenç varsa, Deleuze şöyle der, "cellat kendi kurbanıyla aynı
fikirde olduğunu anlamaya başlar"(NP, 7), ve "kendini merhamet, ahlak
ve çileci düşünceyle bastıracağı" (NP, 7), kendini yadsımaya başlayacağı
bir pozisyona sıkıştıracaktır. Nietzsche'nin şimdi ve buradayı (hic et nunc)
olumlayan felsefesi, bu çileci eylem dersini şiddetle mahkum eder. Schopenhauer’un
evrensel istencine karşı, Nietzsche istenci, mutlaka başka bir istenç üzerinde
eylemek zorunda olan bir kuvvet olarak tanımlar:" 'istenç' doğal olarak
sadece 'istenç' üzerindeki etkilere sahiptir - ve 'madde' üzerinde, örneğin
'sinirler' üzerinde değil" (BGE, §36). Eğer emre itaat edilmemişse o zaman
hiçbir şey istenmemiştir: "İstenç karmaşık bir şeydir çünkü o istediği
kadar boyun da eğecektir -fakat sadece bir istenç emirlere uyabilir" (NP,
7). İstenç çoğulcudur; hem emreder hem de boyun eğer.
k. Güç İstenci
Nietzsche, Schopenhauer’un istenç kavramının aslında
güç istencine benzediğini fakat onun yüzeysel bir kavranışı olduğunu yazar:
"Schopenhauer: onun istenç dediği şey sadece boş bir sözcüktür. Daha
doğrusu onun sorunu bir 'yaşama istenci' meselesidir; çünkü yaşam güç
istencinin yalnızca özel bir durumudur; - her şeyi güç istencinin bu formuna
sokmaya çabalamak tamamen keyfi bir iddiadır" (WP, §692). Nietzsche aynı
önermeyle, Spinoza'nın kendini koruma çabası olarak yaşam kavramına da karşı
çıkar, "Spinoza'nın 'kendini-koruma' yasası gerçekten değişime son
vermeli: fakat bu yasa yanlıştır, tam tersi doğrudur. Her canlının kendini
korumak için değil daha fazlası haline gelmek için elinden geleni yaptığı en
net şekilde gösterilebilir"(WP, §688). Yani, varlık var olmayı arzulamaz,
o arzulara - büyümek ve değişmek için şeylerle etkilenmiş olmalara- sahiptir.
Nietzsche'nin güç istenci kavramı bir etkileme istenci gibidir, "güç
istenci, diğer tüm etkilerin onu sadece geliştirdiği etkilemenin ilkel formudur"(WP,
§688). Başka deyişle, varlık yaşamak ya da kendini korumak için uğraşmaz, fakat
o etkidir ve etkilenimler içindeki farkı arar. Deleuze şöyle yazar
"Nietzsche için, etkilenmiş olma kapasitesi zorunlu olarak edilgen değil,
fakat bir duygulanma, bir duyarlılık, bir histir"(NP, 62). Güç istenci güç
için bir istenç değil, fakat daha çok tüm varlığın içinde ikamet ettiği bir duygulanım durumudur.
'şeylerin
kendi-içinde' zorunlu olarak iyi, kutsanmış, gerçek olmaları gerektiğine dair
teoriye karşı Schopenhauer'un istenç gibi 'kendi-içinde' yorumu, atılacak
önemli bir adımdı; fakat o bu istencin nasıl yüceltileceğini anlamadı...farklı
olmanın hatta tanrı olmanın bile sonsuz çeşitlilikte yolları olabileceğini
kavramayı başaramadı."(WP, §1005)
Nietzsche kendi varlık kavramının tekanlamlı
(univocal) olduğunu, ancak bireyleşen oluşlarda farklı olarak ifade edildiğini
açıklar. Kısaca, Schopenhauer’un
bireyleşme ilkesi, İstenç ve
Tasarım olarak Dünya kitabında (1, §25) altı çizildiği gibi, akılcı bir
varlığın dünyadaki nesneleri bir yeterli neden süreciyle ayırt etmesi yöntemine
dayanır, her nesne farklı nesneleşme düzeylerinde kendi nedeni olarak bir
istence sahiptir. Bu, algılayıcının rasyonel zihninde olup biter, fiili olarak
bireyleşmemiş bir gerçek meydana gelirken, aslında ayırt edilen her şey sadece
üstü kapalı görünür, görüngü olarak farklı tarzlarda tezahür eden tek bir
istenç.
Nietzsche'nin
çoklu kuvvetlerin akışı kavramlaştırması, Schopenhauer’un fenomenal dünyadaki
nesneleri, algılayıcı akılda ve onunla temsil edilen varlık gibi anlamasıyla
akrabadır. Bununla birlikte Nietzsche, Schopenhauer ile iki önemli noktada
esaslı biçimde kopar. Birincisi,
Schopenhauer’ın felsefesi, Nietzsche'nin gerçekliğin ideal-aktüel,
ya da numenal-fenomenal nihilistik bölünmesi dediği şeyi yapar, yani bu,
varoluşun gerçek doğasının bizim için temelde erişilmez kaldığı anlamına gelir.
Nietzsche'nin bedenleri ilişkilerden çıkaran akıcı kuvvetlerden oluşmuş
gerçeklik anlayışı, mükemmel biçimde içkin ve zeki bir zihin için erişilebilirdir.
İkincisi, nesne Schopenhauer için bireyleştirildikten sonra, sabit kalır,
kimliği oluşur ve değişmez.
Nietzsche,
Schopenhaurcu istenci “güç istenci” olacak şekilde değiştirdi ve genişletti.
Deleuzcü bir terimini kullanırsak: güç istenci bütün varlıkların altında yatan
Varlığın tek anlamlı gücüdür. Deleuze şöyle yazar:
"Nietzsche'nin Schopenhauer'la
kopuşunu damgalayan ve güç istenci ya da Dionysoscu dünya adı altında toplanan
felsefesinin büyük keşfi şudur: kuşkusuz
Ben ve Kendi'nin yeri farklılaşmamış bir uçurum yoluyla değiştirilmelidir,
ancak bu uçurum bireyleşmenin ötesinde ne bir gayri şahsilik ne de evrensel bir
soyutluktur. Aksine, Ben ve Kendi evrensel soyutluktur. bunların yeri, akışkan
Dionysos dünyasını oluşturan ve onları tüketen bireyleşme faktörleri
doğrultusunda, ve bireyleşme içinde ve yoluyla değiştirilmelidir (DR, 321).
Burada
Deleuze Öteki'yi, Ben ve Kendi'nin sadece birbirleriyle temsil edildikleri
ölçüde varoldukları içsel bir rejim olarak açıklar. Ben'in bu kırılması, zaman
içinde varolan bir kendi üretir, ve varlığın kalbine uzanan oluş hareketini
ortaya koyar. Gerçekten de Nietzsche " 'bireyler'den sözetmemizi
yasaklayan sürekli geçiş" (WP, §520) diyecek kadar ileri gider.
Bireylerden çok bireyleşmeleri düşünmeliyiz.
l. Sonuç
Nietzsche
varolan her şeyin akış ilişkisi içinde dinamik quanta olarak varolması
gerektiğini düşünür. Varlık bildiren cogito ya da istenç kavramına karşı,
Nietzsche, güç ilişkilerinden oluşacak bedenleri anlar. Her şey kuvvetler
çokluğundan oluşur. Nietzsche için,
bireye neden olan tözsel ya da aşkın bir ruh yoktur, daha çok birey bir
mutlu tesadüftür, sadece biri gibi görünen güçlerin bir ilişkisi. Bu güç
ilişkileri, mantıksal problemleri çözemeyen bir bedeni sürdürmek için gelişen,
gerçekliğin özünü olduğu gibi doğru algılayamayan biyolojik bir ürün olarak,
insan bilincinin sınırlılığı olarak algıyla birleşmişlerdir. Nietzsche'nin
felsefesi güç istenci yüzünden tek anlamlıdır; var olan her şeyi müştereken
etkileyen temel bir istenç. Güç istenci birincil güçtür, ya da yoğunluktur,
güçler ve istençleri birleştirmeye çalışır ve bedeni deneyime açar.
Burada,
Nietzsche'nin oluş felsefesinin birincil hareketlerini ortaya koyduk,
Nietzsche'nin kendi felsefesiyle, Deleuze tarzında olduğu kadar, Spinoza ve
Schopenhauer'la olan bazı tartışmaları canlandırdık. Bir sonraki bölümde Deleuze'ün
kendi bireyleşme sürecini nasıl formüle ettiğini ve bunun impikasyonlarını
tartışacağız.
7. Deleuze'de Bireyleşme
Bu tür hala büyük bir muammadır.
Jean
Just
a. Giriş
Fark ve Tekrar'da
Gilles Deleuze fark kavramını yeniden konumlandırır, onu tabi bir yargı
konumundan, tamamen-farklı-olmayan iki şey 'arasındaki fark'ın temel düzeydeki
birincil konumuna yükseltir. Deleuze
için fark tekil ve yaratıcı genetik bir makinadır. Deleuze, bütün varlıkların sanal
bir birey-öncesi farklılık(lar)dan kaynaklandığını yazar. Bu teori
Aristoteles'in iki şey arasındaki farkı üreten kategorilerin benzerlik
kavramıyla doğrudan çelişki halinde çalışır. Örneğin, bir türün kategorik farkı
soykütüksel olarak biçime yükselir; rasyonel hayvan bedendeki bir birey
kişisine, hayvansal beden, bedene, töze ve nihayet biçime, özünde farklı olan
biçimlere yükselir. Deleuze, bütün varlıkların aynı özü paylaşmalarının benzerlik modelini yetersiz kıldığına inanır,
çünkü benzerlik modeli farklı varlıklara ayrı ayrı uygulanacak, idealde birkaç
farklı özü ima eder.
b.
Benzerlik (analoji)
Deleuze
benzerliğin, tür düzeyinde farklılıklara tercüme edilemeyen, belirli düzeyde
bireyler arası farklılıkları tanımlamakla işlediği için varlığı açıklamakta
zorlandığını bildirir. "bundan sonra benzerlik çözülemeyen bir güçlük
içine düşer: o temelde belirli varlıklarla ilgilenmek durumundadır, fakat aynı
zamanda bireyleşmelerini neyin oluşturduğunu söyleyemez" (DR, 47). Deleuze'un
meselesi daha önce bilimle bilinemeyen bir varlığın yeni keşfedilmesi örneğiyle
açıkça belirtilmiştir.
Jean
Just ve biyolog ekibi, ilk olarak 1986'da Tazmanya kıyılarında bir araştırma
gezisinde deniz hayvanı olan Dendrogramma'yı keşfetti. Just bulgularını 28 yıl
boyunca yayımlamadı, çünkü numuneler başka türlerden çok farklı olduklarını
kanıtladı, onları soyağacına sığdırması için epey güçlük vardı. Deleuze şöyle
yazar, "bitki ve hayvan sınıflandırmaları sadece çok sayıda sürekli
benzerlik ağını sağladığımız ölçüde farklılıkları düzenleyebileceğimizi gösterir"
(DR, 309). Dendrogramma üzerine yapılan araştırma evrimsel olarak türlerin
nereye yerleştirileceğine dair iki öneriyle henüz yayımlandı.
Aristoteles'in
benzerlik modeli, Dendrogramma'nın, Cnidaria ya da Poriferaphyla'ya daha yakın
olan Dendrogramma konumuna bağlı olarak farklı bir özü olacağını ima eder,
Deleuze'ün varlık anlayışı yerleştirildikleri yere bakılmaksızın, saf farkın
yoğunluğunu ifade etmelerini sağlar, analizimize yardımcı olan bu görüştür.
Deleuze
bireyleşen (ayrı ayrı) farkların türler arası benzer farklara üstün olduğunu,
çünkü bireyeleşen farklılık varlıklara yol açarken benzer farkların (filolojik)
dilbilimsel bir varlık anlayışına yol açtığını ifade eder. Deleuze, Aristoteles'in
benzer kategoriler kavramında kullanılan iki farklı varlık kavramını kabullenir
ve bu iki farklılığın benzerliği önvarsayımının varlık-olmayı açıklamada
yetersiz kaldığını açıklar. Aristotels'in benzerlik argümanı fark kavramının
temel bir yanlış uygulamasını belirtir: "Çünkü özelde-tekilde sadece genel
olarak (madde ve biçim) uygun olanı korur, ve tamamen kurgulanmış bireylerin şu
ya da bu unsurda bireyleşme ilkesini arar" (DR, 47). Yani, benzerlik
yoluyla varlık anlayışı, ilk etapta bireyleşmeye neyin neden olduğuna dair
ilkeyi aramaktan çok, varlıktaki dış görünüşü teolojik olarak bireyleşme
farklılıkları olarak bulgulması nedeniyle bize yeterli bir bireyleşme ilkesi
vermez. Deleuze tekanlamlılık ilkesinin 'aşkın bir ilke' olduğunu yazar (DR,
47). Benzerlik tanımlaması varlığın doğasını tam olarak tanımlamayan statik kavramlaştırmayı
teşvik eder oysa tekanlamlılık (univocity) "bireyleşme süreciyla eşanlı
plastik, anarşik ve göçebe bir ilkedir" (DR, 47), değişen, hareketli bir
varlık anlayışı. Deleuze türlerin farklılaşması konusunda Nietzsche ile benzer
bir konumu paylaşır. Nietzsche, evrimin süregiden sürecini yanlış anlamada
biyolojik türler kategorilerini ve her varlığın içinden geçtiği yer olarak da
bireyleşmeyi düşünür:
"Mantıksal
benzerlik' hakkında -'birey' ve 'tür' kavramları yalnızca aşikar ve aynı ölçüde
yanlıştır. 'Türler' sadece benzer canlılar bolluğunun aynı anda ortaya
çıktığını ve büyüme tempolarının ve değişimlerinin uzun zamandır yavaşladığı
olgusunu ifade eder, dolayısıyla gerçek küçük süreklilikler ve çoğalmalar pek
farkedilmez" (WP, §521).
Bu
alıntıda Nietzsche sorunu, dış görünüşün sığ temsilinin evrimsel sürecin dinamizmini
kavrayamadığı benzer varlık anlayışıyla ilgli olarak açıkça ifade eder.
c. Tekanlamlılık
(Univocity)
Deleuze
ontolojisini, Duns Scotus, Baruch Spinoza ve Friedrich Nietzsche tarafından
açıkça ifade edilen bir fikir olan varlığın tekanlamlılığı (univocity) ilkesi
etrafında inşa eder. Çok kısaca, Deleuze'ün tek anlamlılığı kullanması, özünde,
şişeden, böceğe, insandan tanrıya bütün varlıkların eşit olduğunu, fakat daha
önemlisi ve Spinoza'yla farklılığı içinde, bunların aynı varlık olduklarını
değil, daha çok varlıklarının Varlığının
aynı olduğunu açıklar. Deleuze şöyle yazar:
"Tek anlamlılıkta esas olan Varlığın
tek ve aynı anlamda söylenmesi değil, fakat bütün gerçek kipleri ya da
bireyleşme farklarının tek ve aynı anlamda söylenmesidir.Varlık bütün bu kipler
için aynıdır, fakat kendileri aynı değildir" (DR, 45).
Deleuze
belirli canlıların varolmalarının doğası ile belirli canlıların doğası arasında
ayrım yapar. Deleuze, "Varlık söylenen her şeyin tek ve aynı anlamda
söylenmesidir, fakat söylenen şey farklıdır, yani farklılığın kendisinden söz
edilmektedir" (DR, 45) diyerek varlığı açıklamayı sürdürür. Ya da başka
deyişle, varlık herşey için aynıdır fakat her varlık farklıdır, dolayısıyla,
varlık farktır. varlığın tekanlamlılığı anlayışı bütün varlıkların özde eşit
olduğu ancak bireysel olarak farklı oldukları anlamına gelir: "eşit varlık
doğrudan doğruya, dolayım ya da aracı
olmaksızın her şeyde mevcuttur, şeyler bu eşit varlıkta eşitsiz bir biçimde
bulunsa bile"(DR, 47). Varlığın tekanlamlılığı kavramlaştırması, gerçeklikteki
ifade düzeylerine dağılmış olan bireysel bir özü ya da ideal biçimi değil daha
çok bireyin, aktüel düzlemde olduğu kadar sanalda da gerçek olan çoklu farklar
ve yoğunluklardan oluştuğunu ima ettiği için otantiklik (authenticity)
kavramlarını derinden sorgular. Varlığın tekanlamlılığı kavramı, tutarlı bir
biçimde hem gerçek hem de sanal varlığın çoklu farklar içerdiğini ima eder.
Bu,
özgünlüğün ve özün ayrı bir düzlemde bulunan şeyler olarak değil, fakat yaşanan
dünyada varolduğu özgürleştirici bir ontoloji üretir.
Deleuze'ün
felsefesi için varlığın tekanlamlılığının anlamı, varolan her şeyin bir
bireyleşme sürecini üstlenmesidir, bu durumda bir varlık biçim, cins ya da
türden çok özel bir 'güç derecesi' ile ayırt edilir (Anti-Oedipus Seminar, 14 Jan 1974). Deleuze, varlıklar arasında,
"varlık oldukları ölçüde özlerini değiştirmeden" (DR, 49) varlığın
tekanlamlılığının farklı bir düzeyde işlediği "yoğunluk faktörlerine ya da
bireyleşme dereceleri"ne ve "[güç] istencinin saf
yoğunlukları"na (DR, 49 ve 51) göre ayrım yapar. Başka deyişle bütün varlıklar
varlıkta eşittirler fakat farklı "güç dereceleri" ile ayırt
edilirler. Yani, varlıklar hiyerarşisi asıl farklılıklarının bir sonucu değil,
fakat daha çok yoğunluk farklılıkları yüzündendir.
d.
ontolojik eşitlik
Deleuze'ün tekanlamlılığı
her biri içsel bir yoğunluğa göre ifade
edilen varlıkların temeldeki eşitliği konusunda ısrar eder. Deleuze varlığın
yerini, yoğunluklar yoluyla fiili hale gelen bireyleşme süreçlerinden önce, tüm
varlıklar tarafından paylaşılan bir eşitliği açıklayan, türler ve biçimler
arasındaki farkı hiyerarşi ilişkilerinin dışında belirler. Yine de Deleuze'ün
ontolojisinde bir hiyerarşi vardır; Deleuze'ün varlığının anarşik eşitliği
ebedi dönüşe eşlik ederek olumlama ve fark üreten güç istenci tarafından
taçlandırılır. Spinoza'nın tekanlamlılığıyla hesaplaşırken Deleuze şöyle yazar:
"Herhangi bir hiyerarşi ya da üstünlük,
tüm sıfatlar özlerine göre eşit biçimde tanımlanmış ve tüm kipler güç derecelerine göre eşit biçimde
ifade edilmiş töz oldukları ölçüde reddedilmiştir" (DR, 50). Deleuze'ün
açıklaması, Nietzsche'nin Batı felsefesinde nihilizmin kök noktası olarak
tanımladığı, Platoncu hiyerarşiyi çok net bir biçimde yıkar.
e. Birey nedir?
Deleuze
'birey' terimini mevcut her şey için kullanır - bireyleşme süreciyle
farklılaşanlar, kendilerini gerçekleştirirler: "birey sadece, ve sadece
genel olarak farklılıkları taşıyan şey olarak anlaşılırdır" (DR, 339).
Deleuze için, birey temsil edilmiş bir şeyin sabit kimliği değil fakat daha çok
etkileşen ve tezahür eden çok sayıda temsil edilemez yoğunluktan oluşan sürgit
bir süreçtir. Deleuze'ün 'varlık', 'töz' ya da 'madde'den çok 'birey'i
kullanması sadece hareket, zaman ve tarihi değil fakat aynı zamanda onun
oluşumu için gerekli bireyleşme süreçlerini ima eder. Terim, Nietzsche'nin
özneler ve nesneler arasından çok güçlerin bedenleri arasındaki ilişkilerde
oluştuğu şeklindeki dünya anlayışıyla bağıntılıdır. Deleuze bireylerin
birey-öncesi tekilliklerden oluştuğunu açıklar.
f. Birey-öncesi tekillikler
Deleuze'ün
ontoloji teorisi bütün varlıkları, 'birey-öncesi tekillikler'(DR, 58),
bireylerin doğuşuna yol açan yoğunluklar tarafından sonradan farklılaştırılmış
olan, teksesli bir eşitlik üzerine yapılandırmıştır. Deleuze şöyle yazar:
"yoğunluk gerçekleşme sürecindeki bir belirleyicidir" (DR, 306-7).
Yoğunluk varlığın kendini yaratmasıyla anlam kazanır. Deleuze bize şunu anlatır
" yoğunluğun kendisini açıkladığı
uzantılar ve nitelikleri yarattığı tamamen doğrudur ... yoğunluk bireyleştirir
ve yoğun nitelikler bireyleşme unsurlarıdır" (DR, 307). Nietzsche'ci
terimlerle söylersek, yoğunluklar bizzat bireyleşmeye yol açan varlığın güç
istenci yoluyla ortaya koyduğu güçlerdir. "bireyleşme yoğunluğun fiili
hale gelen diferansiyel ilişkileri belirlemesi eylemidir" (DR, 308).
Varlığın bu düzenlenişi açıkça bir oluş hareketini ifade eder; varlık kendi
birey-öncesi kipi içinde, kendini yaratır, bu, farkın sanal denizi dışında
gerçekleşir.
Fark ve Tekrar'da,
Deleuze bireyleşme sürecini açıklamak için, Gilbert Simondon'un L’individu et sa genèse physico-biologique
çalışmasını kullanır. Deleuze Simondon'la, bireyleşmenin birey-öncesi
"belirgin ya da tekil noktaların" yoğunlukları ve
"potansiyelleri" tanımladığı (her ikisi de DR, 307) yarı kararlı bir
alanın gerekli olduğunu saptar. Birey-öncesi Deleuze tarfından müstakil olarak
fakat bireyle iletişim içinde tanımlanmıştır. Bu birey-öncesi yarı kararlı durum, bireyleşme
süreci sayesinde istikrara yönelen aşamaların, bir enerji, bir potansiyeldeki
bir farklılığın sonucudur "bireyleşme edimi, bir sorunu bastırmak değil
fakat farklılaşmanın unsurlarını kendi içsel yankılanmasını sağlayan eşleşme
durumuna entegre etmeyi içerir"; Deleuze devam eder, "Böylece birey
kendini, kendi tekilliklerinin bir deposu olsa bile gayri şahsi olmayan birey-öncesi
yarısına bağlı bulur"(DR, 307). Bir tuğlanın nasıl bireyleştiği örneği,
yarı kararlı durumun bireyleşme sürecindeki önemini açıklamaya yardımcı
olabilir. Birey-öncesi yarı kararlı durum, kalıpla birleşim içinde tuğlayı
oluşturan plastik madde çamurla benzer olarak düşünülebilir. Başlangıçta
plastik, şekilsiz bir madde eklenmeden, kalıp tuğlayı şekillendiremez. Birey
hem bir bireyleşme hem de birey-öncesi, birlikte bağlı bir yönelim, sorunsal
bir yarı kararlı diferansiyelin çözülme sürecindeki zıtbakışıklılığı
(enantiomorph) kapsar. Yanıt olarak bir yönelim(aspect), halâ içinde olsa bile
sorunlu bir depoyu devam ettirir. Simondon bireyleşmenin ontogenetik olduğu
kadar etik bir düşünce olduğunu açıklar, yani bireyleşme her hareketin bir
anlamı/önemi olmasını talep eder, o
temelde bir varoluş kipi olarak
çileciliğe karşıdır, kendini
Ötekilerden, çevreden isteyerek yalıtır, varlığın doğasına açıkça/şahsen
direnir:
"Varsaymak,
içsel duygunun aynı zamanda dışsal bir ifade olduğunu, oluşta kaybedilen
adaların olmadığını, sonsuza dek kendi üzerine kapalı bölgelerin olmadığını,
anın mutlak kesinliğinin olmadığını, her jestin bir anlama sahip olduğunu ve
yaşamın bütünlüğüyle ve yaşamın bütünüyle ilişki içinde simgesel olduğunu,
onaylar" (G. Simondon, L’individu et sa genèse physico-biologique
232, (Gilles Deleuze, Review of
L’individu et sa genèse physico-biologique, Pli Journal, 48'den
alıntıladı)).
Ötekilerle ilişkilerin anlamı ve varlığın birey-ötesi
anlayışı Simondon'un bireyleşme felsefesi için kritik önemdedir.
Bu, birey-öncesinin
bireyin bireyleşmesi süreciyle tanımlanışıdır: "bireyleşme, yoğunluğun,
yarattığı uzantılar ve nitelikler içinde farklılaşma/ayrışma çizgileri boyunca
fiili hale gelen diferansiyel ilişkileri belirleme edimidir" (DR, 308). Birey,
güç ilişkileri aracılığıyla, çözülemeyen, gerçek ve sanal düzlem arasındaki
etkileşim durumuyla kastedilen, bireyler oluşturmak için öteki yoğunluklarla
kaynaşan bir yoğunluklar çokluğudur.
g. Sanal-İdeal Alan
Deleuze
için, bireyleşme ya da 'farklılaşma, türlerin, biçimlerin ve parçaların
'farklılaşması'ndan önce gelir. Deleuze
birey-öncesi alanı sanal-ideal bir alan olarak tanımlar: "biz
bireyleşmenin esas olarak yoğun olduğuna ve birey-öncesi alanın diferansiyel
ilişkilerden oluşan sanal-ideal bir alan olduğuna inanıyoruz"(DR, 307). Bu
sanal-ideal alan akış halinde tekillikler ve yoğunluklar düzlemidir. Sanal-ideal
alandaki fark ilişkileri, gerçek alanda bireyleri ve farklılaşmış bedenler ve
ilişkiler alanını oluşturur. Deleuze bireyleri bu alanın yönelimini gösteren
kristalleşme noktaları olarak betimler: " Nitelikler ve uzantılar,
biçimler ve maddeler, türler ve parçalar birincil değildir; bunlar bir
kristalde bile olsa bireyler içinde hapsedilmişlerdir" (DR, 309). Bu
idealin geleneksel hiyerarşisinin tersine çevrilmesi, ideal bir biçimin zayıf
tezahürleri olan bireylerden çok, bir birey madde ve biçimin zorunlu tezahürü
için kaynaştırıcı bir unsurdur, sanalın diferansiyel yarı kararlılık sorunu bir
uzantının kendini gerçekleştirmesi yoluyla istikrara kavuşur. Fikirler
gerçekleşme aracılığıyla çözülmüş sorunlardır. Gerçek ve sanal arasındaki
ilişkinin bu açıklaması aynı zamanda sanat yapma, yaratma sürecinin tanımı
olur. Estetik nesne kavramsal olarak belirlenmemiştir, ve anlam ve
anlamlandırma düzlemi aracılığıyla akar, hatta kendi fiziksel tezahüründen
sonra bile.
Deleuze
bize, fenomenleri doğru anlayarak ve, onları sanal-ideal alanda bireyleşen
tekillikler olarak kavrayabileceğimizi bildirir: "üstelik, tüm dünya,
yoğunluk içindeki farklılıkların ya da bireyleşen farklılıkların derin hareketi
içinde, bir kristal topundaymış gibi okunabilir" (DR, 309). Başka deyişle görünüşte
tamamen farklı olaylar, bağlantısız ya da uyku halindeki nesneler, gerçekliği
oluşturan karmaşık etkileşim oyununda rol oynayan tüm faktörler sanaldır. Deleuze'ün
kristal top metaforunu kullanmasına rağmen onların sezgisi aslında büyüleyici
olabilir.
Sanal-ideal
arasında Kant'ın numanel alemine benzerlik vardır, Deleuze'ün onayladığı gibi:
"bireyleşme unsurları fenomenin bir
tür numenonunu oluşturur"(DR, 318). Yine de Kant'ın felsefesi aşkın
numenal dünyanın fenomenal olanla nasıl ilgili olduğunu açıklama uğraşındayken,
Deleuze sanal ve gerçeğin ilişkisini açık bir biçimde belirtir. Deleuze'ün
felsefesinde, maddenin numenal ve fenomenal tiplere ayrılması yoktur; o Spinoza'cı birleşik madde anlayışının
düzenini sürüdürür. Deleuze için sanal düzlemdeki birey-öncesi sorunsal yoğunluklar
gerçeklikte somutlaşırlar; gizli bir öz yoktur, ancak gerçekte sanal-idealin
bir çok tezahürü vardır.
h. Fikirler
Deleuze
kendi fikir kavramını, kavramın doğuştan gelen bir parlaklık ve berraklık
olarak Hıristiyan formülasyonundan ayırarak, "farklı olduğu sürece zorunlulukla
belirsiz"(DR, 183) bir şey nosyonuna yönelerek konumlandırır. Deleuze fikirlerlerden
bahsettiği zaman onları sanal-ideal
aleme yerleştirir, yukarıda varlık oluşun bireyleşme, kristalleşme süreci
aracılığıyla tanımlandığını gördüğümüz "fikirler diferansiyel unsurlar
arasınaki ilişkilerden oluşan, sorunsal ya da 'karma karışık' sanal
çokluklardır" (DR, 305), Deleuze aşkın ideal alanın, fikri bir sorun
olarak şekillediren, içkin, gerçek alanla nasıl ilgili olduğuna dair başka bir
örnek sunar. "Sorunlar fikirlerin kendileridir"(DR, 201), "sorunsal
fikirler basit özler değil fakat ilişkilerin çokluğu ya da karmaşıklığı ve buna
tekabül eden tekilliklerdir" (DR, 203). Fikirler güçler için farklı bir
rejimdedir, fikirler güç ilişkileri dışında inşa edilirler ve güçlere
indirgenemezler. Sorun ve soruna çözüm karşılıklı bağımlılık ilişkisi
içindedirler ve sorun bağlamı herhangi bir çözüme sahip olmak için gereklidir. Deleuze
onların konumları arasındaki farkı vurgulamak için Kantcı terimleri kullanarak
şöyle yazar:
"Sorun, bir kere kendi çözümleri
içinde hem aşkın hem de içkindir. Aşkındır çünkü o genetik unsurlar arasındaki
farklı ilişkiler ya da ideal bağlantı sistemi içinde oluşur. İçkindir
çünkü, bu bağlantılar ya da ilişkiler
çözüm alanı tarafından tanımlanmış olan ve onlara benzemeyen gerçek ilişkiler
içinde cisimleşmiştir” (DR, 203).
Sanal
ve gerçeği birbirine bağlayan fikir ve birey, sorun ve çözüm arasındaki bu
ilişkidir. Bu, fikir ve bireyleşme
süreci diyalektik bir hareketi içselleştirir. Birey, gerçekleşme yoluyla asla
tamamen çözülmeyen bir sorundan oluştuğu için, sanal ve gerçek arasındaki
ilişki devam eder. Deleuze farklı zamanlarda ortaya çıkan kalıcı olarak
çoklukla tutarlı bir değişime neden olan farklı yoğunluk hızlarını tanımlar.
i. çokluk
Deleuze
için bireyler çokluktan oluşur. O
çokluğu töze neden olan cisimleşmiş fikirler olarak tanımlar. Bu sanal ve gerçek düzlemi
birbirine bağlar: "değişken çokluk, durumun ne kadarı, nasılı ve her
biridir. Herşey bir fikrin cisimlenişi olduğu ölçüde çokluktur" (DR, 230).
Deleuze diyalektiğin "kaba çelişkilerini" (DR, 230) kırmaya
isteklidir. O bunu, bir ve bir çok çelişki tarafından üretilen geniş bir
uçurumdan çok, sunulan gerçek farkların çokluğun çeşitli renklerine yönelik
çokluk belirtileri -arasında ve içindeki- farkları kavramakla yapar. Fikirlerin,
olayların ve bireylerin nasıl anlaşıldığına göre karşıt kavramları ortadan
kaldırmak, bizi durumdaki doğasından gelen karmaşık farklılıklar kümesinin
incelikli bir kavrayışına götürür.
"Bir yapı ya da bir fikir 'karmaşık
bir tema', içsel bir çokluktur - başka deyişle,
gerçek ilişkiler ve gerçek terimlerle cisimleşmiş olan diferansiyel
unsurlar arasındaki çoklu, yerelleştirilemez bir bağlantılar sistemidir. Bu
anlamda, yapı ve oluşumu bağdaştırmakta bir zorluk görmüyoruz" (DR, 231).
Sonraki
çalışmalarında Deleuze, ağaçsı soykütükler yerine birbirine geçmiş köksaplara
öncelik vermekle, burada ima ettiği yapısalcı düşünce kipine karşı hareket
edecektir. Bu sonraki hamle sadece kendi felsefesinde çokluğun gücünü
pekiştirir, gerçekten de köksapın hiyerarşik olmayan yapısı, sanal düzlem
içindeki birbirinden farklı akışları birleştirmeye işaret eder.
Kavramın algılanan
birliğini Deleuze kavramın zihin yolula temsil edilmesinden kaynaklanan bir
basitliğe indirger ve sorunsal bir kavram kimliğine kaydırarak akışını azaltır:
"Fikirler kavramlar değildirler; onlar sonsuza dek olumlu diferansiyel
çokluğun bir biçimidir; kavramın kimliğinden seçilebilirler" (DR, 360). Diferansiyel
çokluk olarak fikir kavramı, daha önce
Nietzcshe tarafından fikirler, kendilerine sadece bilinç yoluyla
atfedilen birlik görüntüsüne sahip olarak düşünülmüştü: " 'birlik' olarak
bilince giren her şey zaten son derece karmaşıktır: biz her zaman bir birlik
görüntüsüne sahibiz" (WP, §489). Deleuze ve Nietzsche, bilinçli düşüncenin
indirgeyici doğası ve bilinçdışı kalan şeyin aşkın önceliği üzerinde benzer
pozisyonları paylaşırlar. Nietzsche'nin konumu, bilinçli düşüncenin bilinçdışından
tamamen yoksun olduğu ve çok kirli olduğuna dair kendi ahlaki bakış açısından
sorumlu olabilir. Oysa Deleuze, onun kırılmış Ben'den kaynaklandığını düşünür,
"Düşünce sadece bilinçdışı temelinde düşünür, ve aşkın deneyimde
bilinçdışı olanı düşünür" (DR, 250). Bu her zaman bireyde düşünen
başkasıdır, aynı zamanda düşünülmesi gereken başkasıdır.
j.
Kırılmış Ben
'kırılmış Ben' Deleuze'ün, Kant'ın idealizmi çürütüşünün bir
yorumudur, bu yorum, Kant'ın bireyi zaman içinde şekillendirmesinden ortaya
çıkar: "zaman içinde belirlenmiş olarak varlığımın bilincindeyim" (CPR,
B275). Kant, düşünmek için, Kendinin düşünceyi kendisine zaman içinde temsil
etmesi gerekir, bunu kendini bir nesne olarak ele alma yoluyla yapar. Ben, Öteki'yi
kuşatmak/içine almak için keşfedilmiştir: "Ben temsilindeki kendimin
bilinci tamamen bir sezgi değil, ancak yalnızca düşünen bir öznenin kendilik
ediminin entelektüel bir temsilidir"(CPR, B278). Yani Kendi dışarıdan
gelen sezgisel bir biçim değil fakat öznenin kendine ait içsel bir temsildir.
Kant, bilincin akıbetini varoluş olarak kendine içsel (kendisi olan) bir şeyi
alarak savunmak yoluyla, "Benim kendi varoluşumun bilinci aynı zamanda
benim dışımdaki başka şeylerin varoluşunun dolaysız bilinci"(CPR, B276)
olarak fenomenin maddi varoluşudur der ve böylece maddeci idealizmi çürütür. İdealizmin
çürütülmesiyle ilgilenmeyen Deleuze için bunun içerimi, bireyleşme için ima
ettiği gibi, Ben'in temsilinin, zaman içinde meydana gelen bir kimlik belirleme
sürecini ima etmesidir: "Ben bu yüzden sonunda ruhsal yaşamın evrensel
biçimi olarak görünür, tıpkı Kendi'nin biçimin evrensel maddesi olduğu
gibi."(DR, 320). Başka deyişle, Deleuze bunun birey-öncesi farklılıkları
yürürlüğe koyan Ben ve Kendi arasındaki bu ayrılığın bir yarılma olduğunu
yazar. Deleuze
birey-oluşun değişen doğasının güçlü olduğunu ileri sürer: "belirsiz,
yüzer gezer, akışkan, konuşkan ve kaplayıp-kuşatan, birey yoluyla olumlanmış
pek çok olumlu özelliktir"(DR, 321). Öteki bireyden, Ben ve Kendi
arasındaki ayrımdan ortaya çıkar, ki bu da bireyi oluşturur, bu bir oluş
sürecidir.
k. Başka
Çözünmüş
Kendi, zamanın birey içinde var olduğunu ortaya çıkaran, birey-öncesi
tekilliklerin sanal düzlemidir. Deleuze, 'Bireyleşme unsurlarının mevcudiyetine
tanıklık eden kuşatma merkezleri' olduğunu açıklar (DR, 323); bu merkezler
birey-öncesi yoğunlukları kaynaştırır. Deleuze bu merkezleri Deleuze bu
merkezleri öteki olarak tanımlar: "Ben-Kendi'nin ruhsal sistemindeki Başkası
böylece dolaşma, kuşatma ya da ima etme merkezi olarak işlev görür. O
Bireyleştirme unsurlarının temsilcisidir” (DR, 324). Başka deyişle, varlığın
bireyleşmesini ayrı ayrı meydana getiren Ben ya da Kendi değildir, fakat
aralarındaki -Başkalığın, Benin Kendini içsel temsilinin- karşılıklı ilişkisidir:
"Bu merkezler açıkça, ne Ben ne de Kendi tarafından değil, fakat Ben-Kendi
sistemine ait tamamen farklı bir yapı tarafından oluşturulmuştur. Bu yapı 'başka'
adıyla adlandırılmalıdır"(DR, 323). Bir incinin merkezindeki kum taşı
gibi, Başka, bireyler olarak algılanan birey-öncesi farklılıkların
sorunsallığını teşvik eden birey-öncesi yoğunlukların temsilinin birincil
provakasyonudur. Başka, kendilerini algılayan bilincin temsilinde saptayan ve
harici birey-öncesi tekillikler için bir birliktelik rejimidir.
Deleuze, Başka'nın bu dünyanın bir bütün olarak tüm
işleyişini sağlayan ve zeminini oluşturan bir yapı"(DR, 352) olduğunu
açıklar. Deleuze Başka'yı algıları mümkün kılan bir araç olarak anlar. Başka,
"(bizim için) arka planda olan olası bir biçim olarak algı-öncesi ya da
algı-altı denen bu olası dünyaların bir ifadesini verir"(DR, 352). Başka
süreci bir birey için bireysellikler-öncesi çokluğun algısal birleşmesinden
sorumludur: "Bunu psişik
sistemlerdeki Başka durumunda da gördük. Başka, sistemde ima edilen bireyleşme
unsurlarına indirgenemez, fakat belli bir anlamda 'temsil eder' onların
karşılığını verir."(DR, 351). Deleuze Başka'nın genelde bireysel çokluğun
tanımlanmasının ayrılmaz bir parçası olduğunu, ancak onları akışkan
diferansiyeller olarak değil fakat daha çok özneler ve nesneler olarak temsil
ettiğini, "Başka, sistemde ima
edilen bireyleşme unsurlarına indirgenemez fakat belli bir anlamda onları
temsil ettiğini "(DR, 351) açıklar. Başka, farklı özneler ve
nesneleri algılamak için bir koşuldur.
Başka, farklı bireylerin algılaması ve iletişimi için esastır: "sadece
farklı algı dünyalarında -sendeki sen için ben, bendeki ben için sen- değişken
terimlerle uygulanan bir yapıdır"(DR, 352). Sartre'a ilave olarak Deleuze Başkası
rejimini 'bakmak'tan daha temel bir düzeyde çalışmak için anlar. Yani,
bir bireyi gözlemlemek mutlaka bilinçliliğiniz için bir nesne olarak değil, bir
nesne veya öznenin algılanması anlamına gelir; bireyi oluşturan farklı birey öncesi
çoklukların birleşmesi. Bu, Sartre'ı kaygılandıran karşılıklı nesneleştirme
ilişkisinin gerçekte Başkası ile iletişim ve tanıma sürecinin kesin bir tanımı
olmadığı anlamına gelir. Buna rağmen, Başka, birey öncesi diferansiyelin kesin
bir temsili de değil, ancak simulakranın (Deleuze'e göre dünyayı oluşturan
görünüşler) algılanmasını sağlayan şipşak/anlık bir temsildir, fakat aynı
zamanda oluş sürecinde olmaktan çok statik olarak bireylerin yanlış temsil
edilmesine yol açar.
I. İletişim
Bir
kere Başka'nın varoluşu kabul edildikten sonra, farklı birey-öncesilerin
iletişimi sanal düzlemde işler. Deleuze bireyleştiricilerin iletişim kurduğunu
yazar: "bütün bireyleştiriciler yoğundur, ve bu yüzden kendi içinde onu
oluşturan yoğunluktaki farkı olumlayarak ve kapsayarak seri halde adım atar ve
işletişim kurarlar"(DR, 246). Bu, Deleuze'ün iletişim kaydı için, sadece
sanallıklar arası farkların iletişiminde olduğu gibi, sanal ve gerçek
arasındaki bağlantının önemine dair bir vurgudur.
Sanal
düzlem sorunsal diferansiyellere yol açan, yoğunluklar akışını oluşturan bir
farklar yığınını içerir. Akışta ima edilen, birey-öncesi yoğunluklar arası
iletişimdir. Saf fark, olduğu gibi olma, tam anlamıyla fark, ortak bir dili ya
da protokolü paylaşmaz. Bu, Deleuze için iletişim açıklamasını
sorunsallaştırır. Tamamen farklı olan iki şey nasıl iletişim kurabilir?; onun
teorisi burada temelde benzer güçlerin bir tür atomist vitalizmine indirgenir
mi? Tam değil. Sonuçta Deleuze şöyle yazar "her biri farklılıklar yoluyla
oluşturulur ve Ötekilerle farklılıklar arasındaki farklarla iletişim
kurar"(DR, 348). Deleuze tamamen farklı diziler arası iletişimin karanlık
bir haberci tarafından görünmez kılınmasını, "her sistem, çevresel
dizilerin iletişimini sağlayan kendi karanlık habercisini içerir"(DR,
145-6) diyerek açıklar. Karanlık haberci (dark precursor) diziler arası
iletişim öncesinde iletişim hatlarını belirler ve bunu benzerlik ve özdeşlik
üreterek yapar. Karanlık habercinin iletişim sağlaması benzerlik ve özdeşlik
yüzünden değildir, özdeşlik ve benzerliğin tezahür ettiği kendi-içinde-fark
sayesindedir. Karanlık haberci 'farklı şekilde farklı' olmakla farklılıklar
arasında iletişim kurabilir. Farkın farkla temsilinin sanal düzlemde meydana
gelmesi ilginçtir, sonuç olarak, gerçek sadece gerçekte değil, bu düzlemde de
rahatsız edicidir. Karanlık habercinin doğası kendi şaşkınlığına yol açar.
Fark ve Tekrar'ın bu
bölümünde (bölüm 2 'Kendi için Tekrar') Deleuze
'diziler' için farklı bir terimi, her zamanki gibi 'birey-öncesi
çokluklar'ı kullanır. Birey-öncesi çoklukları dizileştirmek onlara,
farklılıklarına rağman birbirleriyle ilişki kurmak ve bağlanabilirlik anlamını
verir.
İletişim
Deleuze'ün fark kaydında, fenomenlerin, olayların ve 'uzaysal-zamansal' dinamizmlerin
hissedildiği ve katılabildiği iletişim sadece birey-öncesi farklılıklar
aracılığıyla olduğu için büyük önem taşır: "bir kere ayrı cinsten diziler
arasında iletişim kurulduktan sonra sistemdeki her tür sonucun izlenmesi tesis
edilmiş olur. sınırlar arasında 'geçişler' önem taşır, gök gürültüsü ve şimşekler gibi olaylar
patlar, fenomenler yanıp söner"
(DR, 144). İletişim, Fark ve
Tekrar'da, tanımlayıcı bir unsur olduğu kadar etkileyici bir göstergedir;
birey-öncesi farklılıklar arasında yeni bir bağlantı kurma sürecidir.
m. sonuç
Şimdiye
kadar açıklanan süreçler, Deleuze'ün felsefesinin, varlığı sürekli bireyleşme
süreci yoluyla yaratılmış olarak tanımladığı bir oluş felsefesi olduğunu
kanıtlar. Birey-öncesi farklılıkların, Ben ve Kendi'nin içselleştirilmiş temsil
süreci aracılığıyla bireyler oluşturmak için ele alındığını, kendi ve dışsal
bireyler olarak Öteki'nin alındığını ve onların özneler ve nesneler olarak
tanımlandığını gördük. Bireyleştirici unsurlar birey tarafından bireye temsil
edilir ve bunu yaparken bireyleşilir. Sanal/ideal düzlem, sorunsal
diferansiyellerin karma karışıklığı yoluyla gerçekte tezahür eder. Varlığın tekanlamlılığı
bütün bireylerin aynı varlıktan pay aldıkları fakat farklı özgülükler haline
gelmekle bireyleşmiş oldukları anlamına gelir. Fark ve Tekrar, sanal alandaki fikirler yoluyla geçirgen ve
değişmiş olarak, oluş olarak bir varlık anlayışı sağlar. Bireyleşme süreci,
hepsi de varlığın yenilenmesi için esas olan Öteki'yi ve çevreyi olduğu kadar
bizzat varlığı kapsamak olarak anlaşılmıştır.
Bunununla
birlikte Deleuze, bireylerin nasıl birlikte çalışabileceğini, toplum ya da kolektif
gibi bir şeyi nasıl oluşturabileceğini açıklamaz, sonuçta biz bunu
keşfedeceğiz.
8. Son
notlar
a.giriş
Bu
bölüm Balibar'ın Spinoza, Simondon ve bireyötesilik üzerine denemesini kısaca
tartışacaktır. O zaman odak noktası, Nietzsche ve Deleuze'ün oluş olarak
varlık kaydından ve yarıkararlı birey-öncesi tekillikler
kümesi dışında oluşan bir problem olarak birey kaydından çıkarsanabilir -özellikle
de tamamen kollektivite ve kollektif eylemle yukarıdakilerin implikasyonları ve
bir toplum okuması olarak.
b.Spinoza, Balibar
ve Bireyötesilik
Etienne
balibar Spinoza'daki bireyötesilik hakkında yazar. Bireyötesilik bireyin
dışında ve içinde olmayan fakat ikisi arasında olan bir şeydir. Bireyötesilik sorunsal
birey-öncesi çoklukların gerçek düzlemde nasıl daha istikrarlı bir duruma
kavuşabileceğine dair bir teori sağlar. Bu başkalarıyla iletişim kurma ve
kolektiflerin oluşumu yoluyla gerçekleşir. Birey-öncesinde, ya da sanal
düzlemde bireyler kendi parçalarını değiştirecek bireyötesi durumlar içine
alınmışlar ve sorunlu diferansiyellikleri daha istikrarlı hale gelmiştir. Bu
aslında ontolojik bir sosyalleşebilirlik kaydıdır ve başkasının birey için
önemini vurgulamaktadır.
Bu
karşılıklı gerçekleşme teorisi Hegelci antagonizm ve çatışma teorilerine karşı
işler. Öteki'nin bilincini yakın bir yıkım tehdidinden dolayı kabullenmek
yerine, Öteki ile iletişim kurulur ve her birinin kurucu parçaları paylaşılır.
Spinoza'nın bireyötesiliği teorileştirmesi hakkında yazan Balibar birey'in
yarıkararlı dengesinin daimi bir yenilenme kipi içinde olduğunu, çünkü varlığın
bir oluş durumunda olduğunu açıklar, o,
" sürekli olarak yeniden
yaratılmamışsa imha edilmelidir. üstelik böyle bir denge, her zaman için bir
yeniden birleşme ya da yeniden inşa süreci meydana getirmesi koşuluyla, sanal
bir ayrıştırma ya da yapıbozumu anlamına
gelir."
Balibar'ın
Spinoza okuması, aynı zamanda gerçekle doğrudan ilişkiye sahip ve birey-öncesi
farklılık yığınlarının yayıldığı sanal düzleme işaret eder. Balibar şöyle devam
eder:
"...bu yeniden inşa, bireyin tekil
özünü ifade etse bile, bizzat kollektif süreç tarafından, örneğin, 'hareket ve
dinginliğin sabit oranı' ya da farklı bir terminolojiyle, bireylerin daha büyük
bireyi ya da daha yüksek düzeyde bir bireyi inşa etmesini sağlayan uygunlukla
belirlenmiştir.(Balibar, Spinoza, from
individuality to transindividuality, 20 note 22).
Yani,
bireyin sürekli yeniden oluşturulması süreci kendilerine özgü olmasına rağmen
aslında kendilerini buldukları bağlama bağlıdır. Bu bağdaşırlık, bir
kollektifin sözleşmesidir; Balibar'ın Spinoza okuması tıpkı bireylerin içindeki
güçlerin bireyin bedenini oluşturan parçalar olması gibi, bağdaşır bireylerin
daha büyük bir bireyin parçaları haline gelmeleri anlamına gelir.
Fark ve Tekrar'da,
Deleuze, kendi düşüncesi üzerinde Spinoza'nın etkisini açıkça ilan eder.
Spinoza'nın terminolojisi farklı olsa da, ima Spinoza'nın 'parçalar'ıyla
aynıdır, "sınırlar arasından bir şeyler 'geçer' "diye yazar (DR, 144). Bir parça bütün olmayan bedenin
bir unsurudur, dolayısıyla bir parça bir güç, ya da bir yoğunluk ya da sorunsal
olabilir.
Balibar'ın
yorumu Nietzsche'nin Spinoza anlayışıyla anlaşmazlık içindedir. Nietzsche,
Spinoza'nın şöyle bir yanlış sonuca ulaştığını savunur: " Her şey, kendi içinde olduğu kadar, kendi varlığını
sürdürmeye de gayret eder" (Spinoza, Ethics 2 Proposition 6, Spinoza, the
Complete Works 283). Nietzsche bireylerin özünün yalnızca kalıcı olmak değil
fakat varolmaktan etkilenmek olduğunu yazar. Nietzsche buna güç istenci der
ve bu değişme ve başka olma adına bir
duygulanım istencidir:
"Spinoza'nın 'kendini koruma' yasası
gerçekten değişmeyi bırakmalı: fakat bu yasa yanlıştır, tam tersi doğrudur. Her
canlı, kendisini korumak için değil, daha fazlası olmak için elinden geleni
yapar” (WP, §688).
Bu,
Nietzsche'nin güç istenci anlatısının temelidir. Bununla birlikte, Balibar, Spinoza'nın
'kendini koruma' kavramının bu birey yorumu aracılığıyla düşünüldüğünde statik
ve uylaşımcı bir kavram olmadığını, fakat daha çok " kendi oluşturucu
parçalarının 'sürekli yanilenmesi' ile uyumlu olması gerektiğini söyler,"
(Balibar, Spinoza, from individuality to
transindividuality, 18). Balibar Spinoza'nın bireyin nedenler yoluyla
etkilendiği varlığın oluş olarak biçimlenmesinin kanıtı olarak E2P9'a atıf
yapar. Balibar'ın okumasına göre, Nietzsche'nin güç istenci Spinoza'nın
Conatus'una Nietzsche'nin kendisinin kabul ettiğinden daha yakındır. Balibar'ın
Spinoza okuması şaşıtıcıdır, çünkü insan davranışına dair açıklamasını başka
doğal varlıklarla etkileşimin bir sonucu olarak sunar. İnsanın doğa dışında ya
da rağmen var olabileceği bir durum yoktur, bu, mevcut her şeyin arasında
varolan karmaşık bağlantıları açıklayan
bir felsefedir;
"bireyin varlığını koruduğunu söylemek
yeniden üretildiğini ya da yenilendiğini söylemekle aynı değerdedir. Çevreyle
'değiş tokuş' yapamayan yalıtık bir birey yenilenmeyecektir, bu yüzden de
varolamayacaktır" (Balibar, Spinoza,
from individuality to transindividuality, 18).
Bu
pasajda Balibar, yalnızca insanlara ait bir ayrıcalık olmayan, fakat herkes
için geçerli olan bireyde içerili sosyalliği açıklar.
Balibar'ın
Spinoza'nın felsefesine yönelik iki birey-ötesilik okuması; ötekinin imgelemi,
ve kendi conatus' duyularını artırmaya yönelik mücadele içindeki 'ortak
nosyonlar' aracılığıyla paylaşılan bir akıl yürütme, Deleuze ya da
Nietzsche'den daha teleolojik bir sosyallik yaklaşımıdır. Spinoza, Nietzsche ve
Deleuze, “Lacancı” bir “eksiklik” ten değil, yaratıcı, aktif ve pozitif güçler
yüzünden hareket eden bir bireyin önemini tümüyle paylaşırlar. Fark ve Tekrar durumunda, bunlar yarıkararlı
ideal bir sorunsalın tezahürüdür, ve Güç İstenci'nde bireylerin etkilenim
istencidir. Balibar Spinoza aracılığıyla bireyler ve toplumsallık arasındaki
iletişim için, hem Nietzsche hem de Deleuze'ün çalışmasında dikkat çekici
biçimde bulunmayan bir vaka yaratır. Belki de felsefeyi tanrıdan yoksun kılma
çabalarında Nietzsce ve Deleuze Ötekinin ve toplumun insan için önemini
vurgulamışlardı. Bununla birlikte, felsefelerindeki toplum ve iletişim
okumalarıyla birçok etkileyici çıkarım ve araca ulaşabiliriz. Bu, incelememizin
bir sonraki bölümünü oluşturacaktır.
c, Sorunsal
bireyleşmeyi çözmek için bir biçim olarak, kollektivite
Eğer
birey, sanal, birey-öncesi tekilliklerden meydana gelen sorunsal, diferansiyel
bir tezahürse, o zaman birey, oluşma, değişme,
büyümeye yönelecek fakat asla kendi kurucu farklılıklarının çözümüne
ulaşamayacaktır. Bu temel sorunsal kendi'nin dışında bir hareketi uyandırır ve
diferansiyeli istikrara kavuşturmak için, Öteki ile bir iletişim durumuna
girer. Bireyler birey-öncesi içsel sorunlarını çözmek ya da daha iyi çözmek
için kolektifler oluşturur ve başkalarıyla işbirliği yaparlar. Bireyötesi
bütünleşme tezahürleri, renksel olarak maksimumdan minimal tipolojilere kadar
çok belirgindir. İş dünyası, müzik ve sanat kültürü ya da internetle ilgili
guruplar gibi dünyaya yayılan birey toplumlarından, kitapları tartışan ya da
yemek yapma, sanat yapma gibi eğitici derslere katılan insan toplulukları gibi
küçük topluluklara kadar, Kolektifler bireysel potansiyellerinin, sorunlu birey-öncesi
tekilliklerini dengelemekle birlikte başka farklılıklara ve daha ötesine erişime izin verir. Kolektifler
üyeler arasındaki bu birey-öncesi güçleri paylaşmayı ve paylaştıklarında bireysel
sorunsalları daha istikrarlı hale getirmeyi kapsar.
Toplum
bazı durumlarda, örneğin totaliter bir rejimde ya da kapitalizmin baskın
önceliğinde bireyin istikrarının bozlulmasına yol açabilir. Birey-öncesi
tekillikler bireyler arasındaki yoğunlukları paylaşmadığı zaman bireylerin tek
yönlü ya da yasa benzeri hareketi bireylerdeki bir dengesizlikle
sonuçlanabilir. Bireyöncesi önceden kıvrımlı/katlanmış çokluğu, farklılığı
artıran yoğunlukların dayatmasına rağmen, armoniyi koruma mücadelesi verir. Yasanın
yaratılması ve ısrarı, toplumsal istikrar kastından, ancak o toplumdaki
bireylerin istikrarı pahasına ortaya çıkabilir. Spinozacı, ayrı ayrıyken
istikrarsız olan ve tersten uygulanarak bireylerin parçalarını oluşturan birey
olarak bir toplum okuması, bizi akıştaki güçler çokluğu dışında bireyleşen
Deleuze'cü bir birey anlayışına götürür.
Akıl
sağlığı, artan yalnızlaşma sorunları ile bireyci toplumlar arasında benzer
ilişkiler kurabiliriz. Bireyci toplum, bireyin sadece dolaysız gereksinimleri
için kaygı duyması gerektiğine dair ısrarında olduğu gibi, kendi ideolojisinin
saçmalığını tam da kendi varlığıyla kanıtlamakla kendisini bir çelişki olarak
sunar. Patolojik açıdan söylersek,
bireyci topolumlar kendi özneleri arasında depresyona neden olur.
"Depressif sinir sisteminde akış yoktur, bağlantı yoktur"(Mark
Fisher, Ghosts of My Life, 63, 65) halinde, insanlar "Sıfır Etki"
hissettikleri depresif bir durumu deneyimlerler. Böylece, depresif kişinin
başkalarıyla bağlantı ve akış yokluğu, kuşkusuz bireylerin varlığıyla çelişen
kapitalist toplumlardaki bireyci eğilimlerle ilgilidir.
İnsanlar ulus, aile ya da çıkar gurupları olarak
tanımlansalar da topluma doğarlar. Birey ve toplum, yasa, akıl ve ideoloji
kavramlarını paylaşmaz, toplum birey-öncesindeki sorunsalın artışına yol
açabilir, fakat büyük ölçüde onların bireyleşmesine katkıda bulunur. Yine de
kolektifler birey tarafından seçilir ve yapılır, ve daha doğrudan düzeyde esas
temel bireyle ilgilidir.
d. kolektivite, kümeleşme,
kaynaşma ya da bütünleşme
Balibar,
bir kolektivitenin bireyi tezahür ettiren diferansiyel sorunsalı çözmenin
dinamik bir yolu olması gerektiğini ve bunu bireyötesi olarak yapması
gerektiğini yazar. Yani, ne basit bir
toplanma ne de bireylerin kaynaşması, onların parçaları paylaşmalarını ve
bireyöncesi, sanal düzleme entegre olmalarını gerektirir:
"... yaşayan bir kolektif asla basit
bir toplam, ya da tam tersi, birey-öncesi bireylerin bir kaynaşması değildir:
o, onları yeni, üstün ve yarı kararlı bir varlıkla bütünleştirme... kültürü
olmalıdır, bu yüzden de istenç bireye ne 'dışsal' ne de 'içsel' olarak görünür
(fakat kesinlikle bireyötesi olarak)" (Balibar, Spinoza, from individuality to transindividuality, 22-23, footnote
25).
Toplanma,
kaynaşma ya da bütünleşme arasındaki ayrım kolektivite tanımımızı
iyileştirmemize yardımı açısından önemlidir. Bir kolektif, Alain Badiou'nun
durum açıklaması gibi, - kendisini Fransa olarak bilinen alanda bulan insanlar
Badiou'nun zihninde -sadece Fransa'da doğmuş olanlar, ya da Fransa'da doğan
çocuklar olarak değil, fakat bölgede yaşayan tüm insanlar- Fransız olarak
sayılmalıdır. Fakat bunlar bir kolektif oluşturmazlar. Bireylerin kaynaşması
bireysel farklılığı toplum yapısıyla çökertmek gibi bir şey olarak
düşünülebilir, örneğin bireylerin duygulanımları üzerinde güç sahibi olan
totaliter bir devlet. Kaynaşmış bir birey, kendini Öteki'nin kendi birey-öncesi
sorunsalına dayatılmasının ima ettiği yanılsamalara bağlı olarak bulur;
sorunsal devletin baskıcı gücü tarafından bir istikrarsızlık durumunda
tutulmaktır. Bir kolektivite kipinde var olmak için, bir dizi bireyin sanal
yapısı bir dereceye kadar rekombinant bir ilişkiye girmelidir, bunlar bir
bireyötesilik içinde birlikte var olacaktır. Toplum seçim yoluyla içine girilemeyen
bir bireyler topluluğudur, toplumun kuralları bireylerin farklılıklarının
hareketine aykırı gelebilirken, bir kolektif, bireyin belirli bir sorununu
doğrudan ele alabilir. Gelecek bölüm bireyleşme anlayışımızı, insanları
görünüşte birbirine bağlayan belirgin bir toplumsal üst yapıyı keşfetmek için
bir mercek olarak kullanacaktır.
e. İnternet
İnternet,
başkalarıyla iletişim kurmak, fikir alışverişinde bulunmak veya çoklukların bir
kısmını paylaşmak için bir vesile yaratır. Kuşkusuz internet üzerinde bunun
önemli bir kısmı var ancak daha popüler birçok sosyal medya web sitesi ve
uygulamaları henüz fikir alışverişi ile sonuçlanmadı. Kullanıcıları elde tutma
çabası içinde, Facebook gibi sosyal medya uygulamaları mevcut gruba yabancı yeni
veya sıra dışı fikirler ortaya koymaz, ancak daha önce ağdaki kişilerin sahip
oldukları ile aynı veya ona benzer fikirleri güçlendirmek için geri bildirim
döngüleri yaratır. Benzer ancak kişinin zaten sevdiği ve bildiği fikirleri
sergilemekle çoğulculuk kaybedilir. Bu, bireyi, doğasında olan içsel bir
sorunsalı çözmek için kısmen birey öncesini fakat fiili gerçeklikte aynı fikrin
tekrarı olan her şeyi paylaşan bir ağın parçası olmaktan yararlanıyormuş gibi
görünen bir durumda bırakır. kendi tekbenciliklerini bastırmaya yardım eden ve
uyaran bir kolektife katıldıkları izlenimi verir, fakat gerçekte bu tür hiçbir şey
yapmaz. İnternet kolektif değildir çünkü
meydan okumayı ya da nitelikte bir değişimi yaratmaz. Birey bireyleşmeyi
bıraktığında, istençleri ölür, ve
özellikle kimlik ve temsil
kavramları etrafında dönen ve onları pekiştiren sosyal medya, bireyin bireyötesi
iletişimi için gereksinimini gerçekleştirmek adına uygun bir yer değildir. Başkalarıyla
paylaşılan online etkileme biçimi totaliterdir, her şeyi bilen bir otorite
izlenimi altında bizzat modifiye eden bir davranışa yol açar. Kolektiflerin
kendi özneleri için çalışabilmeleri için, ısrarla yeni bireylere ve yenilikçi
fikirlere açık kalmaları gerekir, aksi halde içerdikleri toplumsal konular,
varlık başka bir varlıkla temsil edildiğinde, sadece durağan bir varlık olarak
kemikleşecektir.
f. Yaratıcı kolektifler
Kolektivite
bireylerin sermayeye, denetime ve statükoya karşı olma yeteneğine sahip
oldukları varoluş biçimlerini, sanat ve düşünceleri, birlikte
çalıştırabilecekleri, soruşturabilecekleri ve yaratabilecekleri bir araç olarak
anlaşılmalıdır. Paul Willeman ile Birlikte Çalışma konulu bir sohbette:
1970'lerin İngiliz Film Kolektifleri
hakkında Notlar'da Peter Osborne,
'kolektif özne'yi, eğer "küresel ekonomik süreçlerle aynı
uzaysal-zamansal düzeyde inşa edilmişse" sermayeye gerçekten muhalif olma
yeteneğine sahip bir konuma yerleştirir
(Peter Osborne in Working Together, eds. Kidner and Bauer, 46). Osborne,
kolektif bir öznenin küresel ekonomik süreçlerle aynı toplumsal-mekansal
düzeyde kendini gerçekleştirmesinin tek yolunun kurgusal veya spekülatif olmak
olduğunu açıklamayı sürdürür. Kurgusal kolektifler "... bireylere kolektif
öznenin bakış açısıyla tanımlama ve böylece bakış açısı eylemin bakış açısı
olduğunda kolektif öznenin bir parçası olma
olasılığını sunar" (Working Together, 46). Kurgu belgesel bir
gerçek gibi görünen bir sanat eseri sunmaktır. İzleyici kurgusal özneyle
özdeşleşmekle, farklı bağlantı hatları ve gerçeklik kombinasyonlarını ve
duygulanımları deneyimler. Bu gerçekliği genetik olarak yeniden birleştirmeyi
yaratır.
"böylece işin
kendisi, seslere, her ne kadar böyle seslerin var olduğu düşüncesi, kendi
uzaklığını onlardan alması aracılığıyla bir kurgu olsa da, “otantik” tanıklık için, şu ya da bu şekilde,
bir yayın olarak işlev görmekten çok, bir söyleyiş konusu haline gelir"
(Osborne, Anywhere or Not At All, 172).
Bu
şekilde, toplum eleştirisi sanatçı ve izleyicilerin kurgusal, imgesel yaratısı
aracılığıyla ortaya çıkabilir
g. Deleuze’ün
kolektiflerle ilgili konumu
Deleuze
Fark ve Tekrar'da kurgusal bir
öneride bulunur. Bireyleşme hareketini takip etmek yerine, bireyöncesi
unsurlardan bireye, özne-nesneden Başkaya geçme yaklaşımını ters çevirdiğini
yazarsa; o zaman varlık oluşturan bireyöncesi unsurlar, “ 'aklın' bir öteye
daldığı virajı" geçebilir. (DR, 352). Deleuze şöyle yazar, “her zaman”… yalnız
ve ilahi bir oyuna asimile edilen şey ” (DR, 352), aslında tek bir ilksel neden
olmayabilir. Deleuze devam eder "insani ve kolektif oyunlar bu ilahi
yalnızlık oyununa benzemezler" (DR, 352-3). Deleuze burada, Deleuz'cü şans
teorisi tarafından yol gösterilmeden, genellikle ilk neden, her şeyin nedeni,
Tanrı olarak kabul edilen şeyin, daha çok insani ve kolektif oyunlar, özgür
şans oyunu ve başkayla iletişim olabileceğini öne sürer. Bireyötesi
kolektivitenin nedeni kendindedir (causa
sui). Deleuze aklın bilmek ya da düşünmekten aciz olduğu şeylerin doğasının
bazı yönlerinin olduğunu anlamak için Kant'ı izler, ve burada o tanrının ilkselliğini
ontolojiden türetir, ve yaşamı anlamanın insani ve kolektif yolları olduğunu
açıklar.
h. Ayrılma notu
Bu
çalışma, varlığın doğası, iletişimin ve çevrenin bireyin yenilenmesindeki önemi
ve varoluşun bireyötesi doğasının etik anlamı hakkında bazı şaşırtıcı sonuçlara
varmıştır. Çalışma, toplumun ve sosyal medyanın bazı başlangıç analizlerini yaptı
ve kurgusal sanatsal kolektiflerin küresel sermayeye karşı koymak için motive
edilmesinin bazı yollarını analiz etti.
Bu tür sonuçlar aynı zamanda kaçınılmaz olarak gelecekteki söylemlere
alan açmaktadır, özellikle de Simondon'un bireyötesilik kavramı bu tür
bireyleşme süreçlerinin sanatın tüketimi ve gelecek politik katılımlar üzerinde
bir etkiye sahip olacaktır.
Çev. hç.
10. Bibliography
Williams, James. Gilles Deleuze’s Philosophy of Time.
Edinburgh: Edinburgh University Press, 2011.
Adrian Parr. The Deleuze Dictionary Revised Edition.
Ed. Adrian Parr. Edinburgh: Edinburgh University Press, 2010.
Alliez, Éric and Peter Osborne. Spheres of Action: Art and
Politics. London: Tate, 2013.
Alliez, Éric. “Body without image: Ernesto Neto’s
Anti-Leviathan.” Radical Philosophy 156 (2009): 23-34.
—. The Signature of the World, Or, What is Deleuze and
Guattari's Philosophy? Trans. Alberto Toscano and Eliot Ross. London/New
York: Continuum, 2004.
Aristotle. Posterior Analytics. Ed. J. Barnes. Trans.
J. Barnes. London: Kessinger Publishing, 2004.
Badiou, Alain. Being and Event. Trans. Oliver Feltham.
London: Continuum, 2005.
Balibar, Étienne. Spinoza: from individuality to
transindividuality. Delft: Eburon, 1997.
—. “Structure Method or subversion of the social sciences?” Radical
Philosophy (2001): 17-22.
Blanchot, Maurice. The Infinite Conversation. Trans.
Susan Hanson. Minneapolis and London: University of Minnesota Press, 2003.
Bouge, Ronald. Deleuze and Guattari. London and New
York: Routledge, 2001.
Deleuze, Gilles. A Thousand Plateaus. Trans. Brian
Massumi. Minneapolis London: University of Minnesota Press, 2005.
—. Anti-Oedipus et Mille Plateaux. 1974. 14 9 2014
.
—. Expressionism in Philosophy: Spinoza. New York:
Zone Books, 1992.
—. Difference and Repetition. London/New York:
Bloomsbury Academic, 2013.
—. Nietzsche and Philosophy. Trans. Hugh Tomlinson.
New York: Colombia University Press, 2006.
—. “Review of Gilbert Simondon's L'individu et sa genese
physico-biologique (1966).” Pli 12 (2001): 43-49.
—. The Fold Leibniz and the Baroque. Trans. Tom
Conley. London: Athlone Press, 1993.
Descartes, Renee. Discourse on Method, . Edinburgh:
Sunderland and Knox, 1850.
Fisher, Mark. Ghosts of My Life: Writings on Depression,
Hauntology and Lost Futures. Winchester: Zer0 Books, 2014.
Foucault, Michel. Power: The Essential Works of Foucault.
Ed. JAMES D. FAUBION. Trans. ROBERT HURLEY AND OTHERS. Vol. 3. London: Penguin, 2002.
Hughes, Joe. Deleuze's Difference and Repetition.
London/New York: Continuum, 2009.
Hallward, Peter. Out of This World: Deleuze and the
Philosophy of Creation. London: Verso, 2006.
Heidegger, Martin. Aristotle's Metaphysics Theta 1 - 3: On
the Essence and Actuality of Force . Trans. W. Brogan. Indianapolis:
Indiana University Press, 1995.
Hofmannsthal, Hugo von. The Chandos Letter. 12 9 2014.
.
Just, Jean, Reinhardt Kristensen Møbjerg and Jørgen Olesen.
“Dendrogramma, New Genus, with Two New Non-Bilaterian Species from the Marine
Bathyal of Southeastern Australia (Animalia, Metazoa incertae sedis) – with
Similarities to Some Medusoids from the Precambrian Ediacara .” 3 9 2014. Plos
One. Ed. Sars International Centre for Marine Molecular Biology, Norway
Andreas Hejnol. 7 9 2014
.
Kant, Immanuel. Critique of Pure Reason. Trans. Allen
Wood and Paul Guyer. Cambridge: Cambridge University Press, 1998.
Kerslake, Christian. Immanence and the Vertigo of
Philosophy: From Kant to Deleuze. Edinburgh: Edinburgh University Press,
2009.
Kidner, Petra Bauer and Dan. Working Together: Notes on
British Film Collectives in the 1970s . Southend-On-Sea: Focal Point
Gallery, 2013.
Klossowski, Pierre. Nietzsche and the Vicious Circle .
Trans. Daniel W. Smith. Chicago: The University of Chicago Press, 1997.
—. “Nietzsehe, Polytheism and Parody.” Bulletin de la
Soceiti Americaine de Philosophie de Langue Francais 14.2 (2004 ): 82-119.
Nietzsche, Friedrich. Writings from the Late Notebooks.
Ed. Rudiger Bittner. Trans. Kate Sturge. Cambridge: Cambridge University Press,
2003.
—. Beyond Good and Evil. Trans. Walter Kaufmann. New
York: Vintage, 1966.
—. On the Genealogy of Morality. Ed. Keith
Ansell-Pearson. Trans. Carol Diethe. Cambridge: Cambridge University Press,
2006.
—. Philosophy in the Tragic Age of the Greeks. Trans.
Marianne Cowan. Washington: Regnery Publishing, 1998.
—. Thus Spoke Zarathrustra . Trans. Walter Kaufmann.
Harmondsworth: Penguin Books, 1985.
—. The Will To Power. Ed. Walter Kaufmann. Trans.
Walter Kaufmann and R.J. Hollingdale. New York: Random House, 1968.
—. The Anti-Christ, Ecce Homo, Twilight of the Idols, and
Other Writings. Ed. Judith Norman and Aaron Ridley. Trans. Judith Norman.
Cambridge: Cambridge University Press, 2007.
—. The Birth of Tragedy. Ed. Raymond Geuss and Ronald
Speirs. Trans. Ronald Speirs. Cambridge: Cambridge University Press, 2007.
—. The Gay Science . Ed. Bernard Williams. Trans.
Josefine Nauckhoff. Cambridge University Press, 2007.
Marks, John. Gilles Deleuze: Vitalism and Multiplicity.
London: Pluto Press, 1998.
Osborne, Peter. Anywhere or Not at All: The Philosophy of
Contemporary Art. London: Verso, 2013.
Sartre, Jean-Paul. Being and Nothingness. Trans. Hazel
E. Barnes. London and New York: Routledge Classics, 2006.
Schopenhauer, Arthur. World as Will and Representation.
Trans. E. F. J. Payne. New York: Dover Publications, 1969.
Simondon, Gilbert. L’individu et sa genèse
physico-biologique. Grenoble: Editions Jerome
Millon, 1995), 1995.
Spinoza, Baruch. Complete Works. Ed. Michael L.
Morgan. Trans. Samuel Shirley. Indianapolis I Cambridge: Hackett Publishing
Company, n.d.
Richardson, Janice. The Classic Social Contractarians
Critical Perspectives from Contemporary Feminist Philosophy and Law.
Farnham: Ashgate Publishing Limited, 2009.
Roffe, Jon. Badiou's Deleuze. Montreal & Kingston:
McGill-Queen's University Press , 2012.
Thoreau, Henry David. Walden. Ed. J. Lyndon Shanley.
Princeton: Princeton University Press, 1989.
Toscano, Alberto. The Theatre of Production: Philosophy
and Individuation between Kant and Deleuze. Houndsmill: Palgrave Macmillan,
2006.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder