30 Aralık 2016 Cuma

Spinoza-Nietzsche Problemi






Richard Schact


Tamamen şaşkınım, büyülendim! Bir habercim var, ne haberci ama!  Benim gibi sadece aşırı bir eğilim -yani, en güçlü etkisi bilgi sağlamak olan bir eğilim- sahibi değil fakat öğretisinin beş noktasında kendimi tanıdığım Spinoza’yı neredeyse anladım: -o istencin, erekliliğin, ahlaki dünya-düzeninin, gayrı-bencilin ve kötülüğün özgürlüğünü reddeder. Ayrılıkları kuşkusuz muazzam olsa da, bunların zaman, kültür ve bilimdeki  farklılıklarına daha çok önem verilmelidir.

Nietzche , 30 temmuz 1881



Nietzsche’nin Spinoza tutumu, sadece oldukça karmaşık, bulanık ve tam da Nietzsche’yi anlamaya uğraşan bizleri aydınlatıcı olması yüzünden değil, fakat aynı zamanda, bugün onunla anlaşma çabamızda bize yardımı dokunabilecek Spinoza’nın düşüncesine giriş yolunda Nietzsche ile temel bir akrabalık hissettiğimizi ileri sürmemiz yüzünden çok ilginçtir. Ve sadece akademik bir tarzdan öte, canlı bir biçimde Spinoza’nın düşüncesiyle görebilirsek -zira bunun biçimini zorlaştıran çok şey var- alabileceğimiz her yardıma ihtiyacımız olacak. Descartes'tan Kant'a kadar tüm klasik modern filozoflar içinde Spinoza, en yabancı şiveyle bize hitap etmektedir. Ancak en azından bazılarımız için diyebiliriz ki, Nietzsche’yle bir akrabalık ruhunu, geriye kalanların her birinden çok Spinoza’da hissederiz. Bu makalede, umarım onlara birbiriyle ilişkileri içinde bakmak yoluyla her ikisini de anlamaya katkıda bulunacak bir şeyler yapabilirim. Yol boyunca önceleri rakip ve karşıt görünen, Spinoza’nın ünlü ‘conatus’ ve Nietzsche’nin aynı ölçüde ünlü ‘güç istenci’ problemi hakkında yararlı bir şeyler söylemeye çalışacağım.

I

Modern Batı felsefesi, Hıristiyanlığın egemenliğinden kendini kurtarma mücadelesi verdiği gibi, genel olarak insan doğası diyebileceğimiz şeyle ilgili olarak iki temel göreve sahip olmuştur: Nietzsche’nin koyduğu şekliyle “insanı doğaya aktarmak” ve sonra, bu sefer daha kalıcı biçimde, doğal olarak, ve yalnızca doğaldan öte, varoluş biçimi olarak kendimizi tekrar onun dışında okumak. Bu iki göreve, modern gelenek içinde, en azından bazı filozoflar tarafından bir de üçüncüsü eklenmiştir: insanlığın müştereken sergilediği mevcut insan türü ve bu türün (ancak sadece özel koşullar altında varılacak olan) kendisine ulaşmasını sağlayan şey arasındaki farklılığın seküler hesaba katılmasına eklemlenmek -bu, Hıristiyanlıkta düşüş ve kurtarılma açısından ifade edilen bir farklılıktır-.

Bu görevler çoğunlukla ve haklı olarak, yazılarında bunlar üzerine olağanüstü bir canlılıkla giden Nietzsche ile ilişkilendirilmiştir. Onun ikinci ve üçüncü görevlere gösterdiği ilgi, onu, kafaları kabullendikleri birinci görevle meşgul olan ve doğamızın indirgemeci yorumlarını savunan kendinden önceki ve sonrakilerden önemli biçimde ayırır. Onlar için biz hareket halinde madde ya da etkileşim ve birleşim halinde güçler olarak kutsallığını-yitirmiş maddi tözler dünyasının tuhaf bir parçasından başka bir şey değiliz, oysa Nietzsche için (onu anladığım kadarıyla) bütün bu tür yorumlar doğamızı, dünyasal varoluşun geri kalanı için geçerli olanlardan tamamen farklı yorumlayanlar gibi yeterli değildir. Bununla birlikte, kendilerini bu görevler ve temaların ilkiyle indirgemeci bir biçimde sınırlandıranlarla, doğamızın metafizik ya da ekstra doğalcı dinsel yorumlarını (Nietzsche gibi) reddedenleri birlikte bir araya toplamaya bütünüyle hazır olan birçok felsefi ve dini düşünür vardı ve var olmaya da devam ediyor. Bu eğilim geçen yüzyılın çoğunda Nietzsche anlayışını çarpıttı; ve bu aynen Spinoza’nın ölümünden bir yüzyıldan fazla zaman sonra kabul edilmesindeki gibi bir rahatsızlıktı. İkisi de doğamızı yorumlamalarında köktenci doğalcılardı -fakat indirgemeci olmayan bir anlamda, doğalcı-

Nietzsche’ye olduğu kadar Spinoza’ya gerçek ilgimin ilk esin kaynağı olan Paul Tillich’in dediği gibi, onlar ‘esrik (ecstatic) doğlacılardı’. Bununla o, kendileri için bir parçası oldukları doğanın yalnızca doğal ve maddi varoluştan çok başka bir şey olduğunu, ve bizim ortaya çıkan ve ulaşılabilir olan insanlığımızın doğasını, kutsallık düşüncesinin gerçek anlamı olan kendi gerçekliği temelinde yansıttığı ve ifade ettiğini anlatmak ister. Nietzsche ile konuşmak, hem insanlığı temsil eden yaşam biçiminin ortaya çıkışı ve gelişmesinin, hem de sadece, varolan dünya ve gerçekliğin özel olarak biçimlendirilmiş ve başkalaştırılmış doğal itkisi ve temel karakterinin ifadelerinden ne daha fazla ne de daha az bir şeydir. Aynı şekilde Spinoza’nın doğacılığı da, kendi temsil tarzına rağmen, yalnızca monoton değildir.

Nietzsche, Spinoza'yı hakkında birçok eleştirel değinisine rağmen, açıkça yakın bir ruh içinde ve tamamen dürüstçe tanıdı. Bunun birçok nedeni içinde en önemlileri, onun Spinoza’nın insanlığımızı doğa içinde okumaya girişmiş ve temelde psikolojik ve antropolojik olanı zihinsel olanla bağlayan bir antropoloji ve psikolojiyi önermiş olmasını takdir etmesiydi. Fakat sanırım Spinoza’nın aynı zamanda, doğal varoluşumuzun sınırını yalnızca kendini dönüştürme yoluyla aşma kapasitemize yerindelik sağlamaya girişmiş olması, ona daha az çekici gelmemişti. Bu peşine düşülmesi çok değerli olan bir topikti. Yine de burada, öncelikle onların öteki konular üzerindeki düşüncelerini yansıtmakla ilgilenmeliyim.

Belirgin bazı açılardan Spinoza ve Nietzsche çok farklı olamazlar. Bununla beraber, başka önemli bir yaklaşım da, bu iki büyük psikolog felsefecinin modern felsefe tarihinde başka hiç kimseye olmadığı kadar birbirlerine kapalı olduklarıdır. Ve onların benzerlikleri, farklılıklarını daha da ilginç kılar.

Hem Spinoza hem de Nietzsche üretici yaşamları (neredeyse tamamen aynı yaşta) vakitsiz biçimde sona erdikten sonra düşünürler için uzun süre ciddi bir tehlike sayılmışlardır. Bu, onların sadece ateist ünvanını paylaşmış olmaları yüzünden değil, fakat aynı zamanda,  insanların onları, tüm anlam ve değerlerin uzun zaman bağlı olduğu varsayılan değer ve niteliklerin aşkınlık zemininden ve teminatlarından yoksun bir dünya ve yaşam yorumunun savunucuları olarak, dehşetle algılamalarının bedeliydi. Geriye dönüp baktığımızda, yadsıdıklarına karşı verdikleri bu uğraşın, ikisinin de, yerine koymayı amaçladıkları ve büyük vaatte bulunan yorumlar üzerine çalışmalarını gerçekte gölgelemesi bugün en azından bazılarımız için ironik görünebilir.

Hem Spinoza ve hem de Nietzshe, daha çok ve geleneksel ve sağduyuya dayalı düşünme biçimleri üzerine büyük bir değişiklik getirmeye ve buna varacak bir dünya ve varlığımıza tam uygun bir değerlemeyi en derin olumlama yolunu göstermeye çalışan büyük ölçüde olumlayıcı düşünürlerdir. İkisi de olma yeteneğine sahip olduğumuz ve en azından aramızdaki bazı insanların elde edebileceği yüksek insanlık sorununa, ve genelde insan yasası olan en insanca varlık tarzına ve ötesine saplantı ölçüsünde odaklanmıştı. Ve ikisi de bu,  esas olarak varoluş ve yaşamın bütün biçimlerinin niteliklerinden farklı olmayan, yalnızca doğal bir başlangıç olan güçlere değişik ifadeler yükleyen ve dönüştüren -genel insani kaynaklarımızdan belli bir biçimde faydalanmamızı sağlama konusunu ele almışlardı.

Bu ikisi için de, psikoloji gibi bir şey, sadece insani doğamızı ve olanaklarını anlamamızın değil, fakat aynı zamanda insan varoluşuna doğru dürüst uygun olabilen her değer ve anlam türünü yeniden hesaplamanın bir yolu, demekti. Nietzsche retorik olarak  “benden önce felsefeciler arasında hiç psikolog var mıydı?” diye sorduğunda, bir beklenti oluşturduğunu çok iyi bildiği birinden “Spinoza’dan başka” hiç kimsenin olmadığını ima eder.

Yine de onlardan bahsederken, her birinin kendi psikolojisini yaşam ve dünyanın kavrayışlı yorumuna bağladığı, en çağdaş filozofların bile sürekli olarak ele almayı zor buldukları bir güçlükle karşı karşıya kalırız. Spinoza’nın, “Tanrı ya da doğa”sı doğamızı hesaba katan ve psikolojisiyle tüm varoluşu, bilgileri ve renkleri kucaklayan, esas olarak akılcı tek bir töz olarak kavranmıştır, Nietzsche’nin “güç istenci”yle yaptığı ise, bu dünyada açığa çıkan ve geçip giden her şeyin tarzını izaha yönelik, temelde akılcı-olmayan bir dispozitif inşa etmektir. Bu yorumlar bağdaştırılamaz ve aynı zamanda bugün bir hayli engelleyici bloklar halindedirler. Yine de, er ya da geç bu yorumlar hesaba katılmak zorundadır ve bu kolay değildir. Onları tam anlamıyla hesaba katma bu makalenin alanı dışındadır; fakat böyle bir hesaba katmaya katkı yapabileceğimi söylemeliyim, Nietzsche’nin kendi tarzında Spinoza’ya verdiği yanıtları sufle edebilirim.

II

Nietzsche Spinoza’ya bir takım eleştiriler yöneltirken, bunların hiçbiri aralarındaki en açık ve temel farklılık noktası gibi görünen şeyle -‘Tanrı’ teriminin her yerde her zaman var olan kullanımı ve Spinoza’nın bunu kaydetmesiyle- ilgili değildi. Nietzsche bunun dışında yazmayı “zaman, kültür ve bilimdeki farklılıklar”a dayanan “ayrılmalar”dan biri olarak gördü ve onu dönüştürmeyi tanrıyla ilgili olarak anlayan ve artık ondan ayrılmayan ‘doğa’ açısından yorumlayan geleneksel söylemi terminolojik bir selamdan başka bir şey olarak dikkate almadı. Onun Spinoza'sı 'tanrı-dili'ni olmasa da, 'tanrı-hipotezi'ni terk etmiş,  doğa ve insan gerçekliğini Nietzsche için olduğu gibi kökensel olarak 'kutsalsızlaştırma' tarzında kavramıştı, -‘doğa’nın bu her şeyi kuşatan temel akılsallığı varsayımında, Spinoza yine de, Nietzsche’nin kendimizi özgür bırakmamız gerektiğini iddia ettiği metafizik inancın başlıca bakiyesine tutunsa bile-.

Nietzsche'nin dikkatini aralarındaki bu belirgin farka yöneltmemekte son derece haklı olduğunu düşünüyorum. Nietzsche’nin Yahudi-Hıristiyan geleneğinin ‘eski tanrısı’ dediği tanrı her ikisi için de ‘ölmüş’tür. Her ikisi için de, böyle aşkın bir varlık düşüncesi artık sürekli ele alınmaya layık değildir, ve terk edilmiştir. Gerçekten de, kendisinin bütün ‘Tanrı’ konuşmalarına rağmen, Spinoza, bu konuda Nietzsche’nin ‘habercisi’ olarak kabul edilmeyi hak eder -büyük modern filozofların ilki bu kabulü kendi hareket noktası olarak alır ve bunun sonucu olarak ciddi ve kavrayışlı bir girişimi başarmaya uğraşır.

Ancak bu onların her biri için hikayenin bütünü değildir. Uygun bir yeniden değerleme, ‘Tanrı’ terimini -‘ruh’ terimi gibi- iyi bir etkiyle yeniden ortaya koyabilir. Nietzsche’nin ‘Zerdüşt’de’ söylediği gibi, “ruh sadece beden hakkında bir sözcüktür”3 –fakat ya bu modele  dinamik bir varis ya da salt hareket konusu açısından verili olan ‘beden’in zengin ve oldukça derin anlamını düzenleyici kullanımı olan bir sözcük. Ve Nietzsche zamanla ‘Tanrı’ ve dünya ile ilgili benzer önerilerde bulunur. Spinoza, hem  ‘zihin’ hem de ‘Tanrı’ konuşmasında bir noktayı aynı tarzda nitelemeyi düşünmüş olabilir. Nietzsche için olduğu gibi, onun için de, terim ne tamamen bir entiteye gönderme yapar ne de dünya ve bedenimizin aşkın bir tözüdür. Ancak her ikisi de, kendileriyle ve dünyayla ilgili olarak, hafife alındıkları ve indirgemeci yanlış yorumlara karşı korunmaları için tanınmaları ve hesaba katılmaları gereken sözcüklerdir.

Her halükarda Spinoza ve Nietzsche sadece bedenin neler yapabileceğine olan saygımızı artırmak için değil, fakat aynı zamanda zihin ve ruh kavramlarını fizyolojik olmayan terimler içinde anlaşılması gereken varlığımızın kayda değer boyutlarının anlamlı nitelemeleri olarak rehabilite etmeye uğraştılar. İkisi de bizim tamamen farklı bir doğa-dışı varlık türü değil, baştan aşağı doğanın bir parçası olduğumuz konusunda ısrarlıdırlar. Fakat onların ‘doğa’sı bir şey değildir, yani tamamen doğa bilimlerinin dili içinde upuygun betimlenebilir -ve bizde hala kalıntıları olan- bir şey değildir.

İkisi de, genelde, ‘özgür irade’ ve zorunluluk düşüncesini reddeden, insanın saygınlığı ve özgürlüğü kavramlarını alaşağı eden, kaderci belirlenimciler olarak nefret edilirler. Bir felsefecinin varabileceği en yüksek durum olarak her ikisinin de desteklediği amor fati’nin ötesinde, her ikisi de aynı anda insan özgürlüğü ve saygınlığı kavrayışındaki terimlerin yerini değiştirmeye çabalarlar. Sonuç, yükselmiş bir yaşam biçimi, varoluş tarzımızın dönüşümünün, mizaçlarımızın biçimlenmesinin tam olarak başarılması yoluyla, sonunda bu kavramların yeniden anlamlı hale gelişleri içinde istisnai bir insani olasılık olsa bile, bir gerçek olarak görülebilir hale gelir. Ve her ikisi için, bir tür kendiliğimiz bilgisi -ve onu mümkün kılan  kendinde-üstün (kendine egemen olma) biçimine- ulaşmak gücümüz dahilindedir ve “yüksek insanlığın” böyle gerçekleşmesinde can alıcı bir rol oynar.

Birbirine benzer şekilde Spinoza ve Nietzsche için, ‘duygulanım teorisi’ tüm insan psikolojisi olgusunu anlamada anahtardır. Her ikisi de temel doğamızın bizzat ilişki ve karşılıklı ilişkinin farklı bağlamları dışında hareket eden çok daha özgül bir doğanın, tüm diğer duygulanımlara yol açan tek bir nihai mizac (dispositif) açısından tasarlanacağı konusundaki tartışmaları nedeniyle alay konusu edilmişlerdir. Ancak her ikisi de bu hatlar boyunca geliştirdikleri varsayımlarla büyük mesafe kat etmişler ve  ikisi de, duygusal yaşamımızın ayrıntılarının nasıl alabildiğine geniş bir olgu alanının anlam kazanmasına yol açtığına dikkat çekmişlerdir. Üstelik, ikisi için de, bu temel mizacın (Spinoza’nın deyişiyle) ‘eyleme gücümüzü’ yükseltme gayretimizle ilgisi vardır; ve ikisi de zaten var olan her şeyden öte asıl mizaca (Ur-disposition) atıfta bulunur. Yine de, bu mizacın nasıl bütünüyle nitelenebilir olduğu konusu onlara en azından farklı görünür.

Dahası, Spinoza'nın ‘tanrı’ ve ‘zihin’ kavramlarından oldukça çok yararlanması, üstelik Nietzsche onlardan uzak dururken, göründüğü kadar önemli değildir. Onlar, bütün gerçeğin, akılsal birliği oluşturan değişmez yasalar uyarınca ebedi olarak emredilen temelde rasyonel bir mesele olup olmadığı, sorusu açısından radikal olarak farklıdırlar. Fakat insan doğası ya da psikolojisini hesaba katmaya başladıklarında onları ayıran farklılık değildir, ya da, her halde, bu bağlamda herhangi bir oranda daha fazla ilgi gören ve önem taşıyan başka farklılıklar da vardır. Nietzsche'nin Spinoza imgesiyle bu dünyanın kökensel olarak akılcı olmayan karakterinin temel resmini inandırıcı bulmaya başlaması-bir yana, sonradan bu başka farklılıklar da önemli ölçüde görülebilir hale gelir. Bu uygulama bugün Spinoza’yı bir psikolog olarak ele alacak olanlarımız için çok kullanışlı olabilir.

Burada Nietzsche’nin tarafını tutmuyormuş gibi yapmam pek ustaca olmayacak. Yine de bunu dogmatik olarak yapmam; ve bu konular Nietzsche için duyduğum saygıyla aşılırken,  Spinoza’ya duyduğum saygı, her şeye karşın felsefe tarihinde neredeyse başka herhangi bir düşünür için duyduğum saygıdan üstündür. Onların farklılıkları üzerine düşünmek, benim için, gerçek eleştirel sorunları ve incelemenin bu çok önemli alanındaki alternatifleri koyutlamanın en iyi yollarından biridir.

III

Nietzsche ve Spinoza arasındaki önemli farklılıklardan biri, duygulanım teorisi ve felsefi psikoloji hakkında sonuç almaya en iyi nasıl gidilirin yöntemsel sorunları ile ilgilidir. Kendisine rehberlik eden geometri örneğiyle, Spinoza, bizim deneyden aşina olduğumuz olgu üstünde haritalandırabileceğine inandığı, belirli temel kavramların tanımlarını oluşturmakla yetinmektedir. Öte yandan Nietzsche, kendi bilimsel yöntem kavramının ruhunda, ilkin insan yaşamında karşılaşılan olgu bolluğuyla kendini tanıştırmaya, ve daha sonra onların anlamını açımlayıcı ve yorumlayıcı kılma imkanını veren bir varsayım tasarlamaya çalışır.

Böyle yapmakla, Nietzsche kendi ünlü ‘perspektifci’ işleyişini kullanıma sokar, ve böylece aydınlanmaya başlayan bütün her şeyle zenginleşmiş bir yorum biçimi üzerinde çeşitli olgulara, “çok farklı gözlerle” bakmaya çalışır4. Öte yandan, Spinoza, deneyimlediğimiz ve sıradan isimlerini bildiğimiz duygulanım çeşitlerine kendi açımlama şemasında yer bulmaktan memnundur. Gerçekten de Spinoza ilerledikçe, onlar için yer bulmaya ve onları bağdaştırmanın yollarını aramaya çalışır,  fakat Nietzsche onlara kendi perspektifsel analizleriyle rehberlik etmeye hazırdır ve onların genel doğası hakkındaki görüşlerini bu doğrultuda yeniden şekillendirmekle birlikte, onları, birliklerinin altında yatan kavrayıcı bir kavramlaştırmayla ilişkilendirmek istemektedir. Bu Nietzsche’nin zannedildiğinden daha az ortaya koyduğu bir farklılıktır; fakat tekrar döneceğim, önemli bir farklılıktır.

Nietzscha tam olarak -en azından 1881’deki Overbeck söyleşisinde- sanki onlar bir biçimmiş ve düşünce konuları değillermiş gibi salt “zaman, kültür ve bilimdeki farklılıklar” olarak Spinoza ile kendisi arasındaki farkların çoğunu hesaptan düşmeye olağanüstü hazır görünür. Ancak, o, seksenlerin ortasında, aşağı yukarı beş yıl sonra, Spinoza hayranlığı ve bir çok alandaki mutabakatına rağmen ciddi olarak duyarlı olduğu başka farklılıkların altını çizen önemli noktalar geliştirdi. Tuhaf bir şekilde, Nietzsche'nin özellikle ciddiye aldığı  "filozoflar psikologu" olarak Spinoza -ve psikolog olarak Spinoza, ilk bakışta oldukça ilgisiz görünen bir kaç konuda, Nietzsche'nin çözümlemelerinde derinlemesine bir araya gelirler.

1881’de Spinoza’yı ilk gerçek keşfiyle, Nietzsche ona sadece arada bir, genellikle saygılı fakat  daha çok mesafeli bir biçimde davranır -örn. ‘mükemmel bilge’ ve ‘menşein ilk örneği’5 olarak göndermede bulunur. 1881’de yayımlanan, The Gay Science’ın ilk basımında, Nietzsche’nin yorumunun bakış açısı içinde önemi küçümsenemeyecek çeşitli pasajlarda, “en güçlü duygulanım bilgisini yaratmak”la ilgili kaygılarını paylaşmıştır, o bilgi itkisinin (impulse) güdüleyicisi ve kaynağı hakkında naif olduğu için Spinoza’yı kusurlu bulur. Örneğin, Nietzsche onu, “bilimde, insanın kötülük güdülerinin herhangi bir parçası olmayan, kendine-yeterli, zararsız, cömert bir şeye sahip olduğu ve sevdiği" varsayımı yüzünden “hatalı" olmakla itham eder.6 Büyük bir açıklıkla şöyle yazar:

Alışkın olduğu gibi, basit ve yüce olarak, bilmenin anlamı, -non ridere, non lugere, neque detestari, sed intelligere,[ağlamıyor, gülmüyor, küfretmiyor ama anlıyorum] der Spinoza. Ancak son çözümlemede, bu intelligere her üçünü de bir çırpıda hissetme biçimimizden başka nedir? (GS 333)

Burada Nietzsche’nin temel noktası, her ne kadar Spinoza’nın “insanı doğaya geri çevirmeyi” (BGE 230) üstlenmiş olması övgüye değerse de, -Nietzsche’nin kendi görevini karakterize etmesindeki gibi- Spinoza bu karakterizasyon hakkında yeterli değildi ve onun teklif ettiği incelemenin insan bilgisini vermesi gerekirdi, oysa o Etik’in III. bölümünün başlangıcında duyguları vermeyi teklif eder. Nietzsche, aynı eserdeki bir çok pasaja göndermelerinde ve ‘genel eğilim” olarak, bilginin ne olanağını ne de önemini yadsımayı amaçlar. Fakat o, şimdi psikolojik yapımızın bir parçası olan başka her şey gibi, çok dünyasal bir türün karmaşık gelişiminin ürünü olan bilgi kapasitemizi tanımanın zorunlu olduğu üzerinde ısrar eder. Ve burada Spinoza hakkındaki şikayeti, psikolojisini, kapsamı ya da doğalcı yeniden yorumlaması içinde yeterince ileri taşımamış olmasıdır.

Altı yıl sonra bu yakınma tekrar ortaya çıkar -fakat bu sefer Spinoza’nın bilgi incelemesinden çok daha temel bir şeye karşı. Yine de Nietzsche Spinoza’yı, çeşitli daha özgül noktalarda olduğu kadar, Overbeck’de sözünü ettiği “beş temel nokta”yla ilgili bir müttefik olarak sahiplenmeyi sürdürmekten geri durmaz. Örneğin, 1887’nin Ahlakın Soykütüğü’nde, Spinoza’ya yaptığı; bazı konularda merhameti önemsiz değerlemesi (GM pref:5),  belirli koşullarda nefret ve zulüm gibi fenomenlerin doğallığının tanınması (GM II; 6) ve vicdan azabını (morsus conscientiae) sadece bir şeyler "beklenmedik bir şekilde yanlış gitti" hissine indirgemesi (GM II: 15), gibi göndermelerin tümünde olumlayıcıdır. Bütün bunlar insan psikolojisi olgusunun -ve Spinoza’nın ereksellik eleştirisinin- yeniden yorumlanması ve çözümlenmesinde kendi doğalcı yaklaşımını önceleyen çok daha genel Spinoza takdirinin bir parçasıdır.

Fakat, üretici yaşamının son döneminde Nietzsche aynı anda hem İyinin ve Kötünün Ötesinde de hem de sonradan çeşitli temel yaklaşımlar içinde, ciddi bir görev olarak Spinoza’yı ele alır. Bu onun, sanki Spinoza’ya söylermiş gibi: “Psikolog, sen-kendini çözümle!”’sidir. Suçlamalarını özellikle ilginç yapan şey, bunların sadece Spinoza hakkında önemli soruları gündeme getirmekle kalmaması, aynı zamanda Nietzsche'nin -rahatsız edici bir şekilde farkında varmış olduğu gibi- kendisine karşı da yöneliyor olmasıdır. Burada bunun nedeni hakkındaki düşüncem şudur, filozof psikologlar olarak insani gerçekliğimizin derinlerine inme çabası içinde sakındığı şeylerden, kendini -ve elbette onlara akraba isek bizi de- uyarma çabası içinde, kesinlikle çok sert davrandığı 'alter ego'sunun Spinoza'yla böyle bir yakınlık hissettiği için olmuş olabilir. 

IV

İyi ve Kötünün ötesi’nden önce, Nietzsche, nasıl sık sık şu tür felsefecileri “hepsi birden düşüncelerinin sanki soğuk, saf, tanrısal çarpıtılmamış bir diyalektiğin kendi kendine gelişmesiyle keşfedilip, elde edildiği havasını yaratıyorlar” ve “kendi çalışmalarında yeterince namusluluk göstermiyorlar” hatta fiilen “temelde bir öncelenmiş önerme, apansız rastlanan bir düşünce, bir vahiy, çoğunlukla ayıklanıp, soyutlanmış bir yürek tutkusu, onlar tarafından iş işten geçtikten sonra savunulur” (İKÖ,5) örnek veriyorsa, aynı şekilde (Kant’la birlikte) Spinoza’yı da seçmişti.  Şöyle der;

Ya da matematiksel biçimin bu hokus pokusuyla Spinoza, kendi felsefesini -sözcüğü doğru ve yerinde yorumlarsak “bilgeliğinin sevgisini”- sanki demirden bir zırhla kapladı, maskeledi; başa çıkılmaz bakire ve Pallas Athena’ya bir göz atma yürekliliğini gösteren terörün yüreğine korku salmak için: -tam bir ürkeklik ve saldırılabilirlik, bir münzevi gibi yaşama hastalığının foyasını ne de güzel ortaya çıkarıyor! (BGE 5) (bu alıntı, İKÖ, Ahmet İnam çevirisi. S.13’den alındı-hç)

Belki de, ya da en azından hiçbir kesinliği olmamakla birlikte, bu, Spinoza'nın Etik'de sunduğu düşünce biçimi yoluyla aşırı baskılamaya karşı bizi korumaya alması gereken meşru bir tür kuşkuyu ortaya koyar. Fakat eğer böyleyse, -özellikle burada konuşanın, kendi görüşlerini sunuşundaki farklı fakat daha az sorunlu bir üslupla ötekini “hasta münzevi” ilan ettiği sürece, bu iki yanı da keskin bir kılıçtır. Nietzsche'nin kendisine ve onun ateşli retoriğine atfen, onun burada betimlediği okur üzerinde benzer bir sindirici etkiye sahip olabileceğini -hatta en dipte bunu amaçlamış bile olabileceğini- söylüyorum. Eşit ölçüde adil ve gayrı adil olma kudretinde biri şöyle diyebilir: “tam bir ürkeklik ve saldırılabilirlik, bir münzevi gibi yaşama hastalığının foyasını ne de güzel ortaya çıkarıyor.”  Ve belki de ihanet edebilir. Spinoza ve Nietzsche tek yumurta ikizleri değildirler, fakat bu bakımdan iyi biraderler olabilirler. Nietzsche’nin bunu bir şekilde bildiğini ve bundan kaygılandığını zannederim.

‘Maskesini düşürme’ teması ve eleştiri, derin bir üzüntü ve eleştiriyi ifade eder ve uzun olmayan bir süre sonra, daha sivri bir şekilde tekrarlanır: Nietzsche’nin, Ressentiment dediği hastalığın Spinoza düşüncesinin satıh altında özgül bir hınç (intikam) biçiminde iş başında olduğunu, bu dünyada kendi paylarına muazzam bir endişe ve tehlikeye düşen birçok büyük filozofta  da bulunduğunu sezer. Ve şöyle der:

Bu toplumdan sürülmüşler, bu uzun süre izlenmiş, kötü biçimde saldırıya uğramışlar –ayrıca zorlanmış münzeviler, Spinoza’lar Giordano Bruno’lar- eninde sonunda hep, en yüce tinsellik maskesi arkasında, belki kendileri bile bilmeden, incelmiş intikamcılara, zehir hazırlayıcılara dönüşüyorlar (Spinoza’nın ahlakını ve ilahiyatının temelini açın bakın da görün! (BGE. 25.)

Bu belki de, Nietzsche'nin "filozofların psikologu" dediği şeyin düşüncelerini hırpalamaya çalışırken ihtiyaç duyduğunu kabul eden biri için meşru bir endişedir, -fakat böyleyse bu Nietzsche’nin kendi özelinde de hissedebildiği bir endişedir. Çünkü o çok önemli bir şeyin örneğiydi; ve makul ölçülerde şaşırabilen biri, onun ister ‘sürü’ye karşı horlayıcı eleştirisi olsun ve ister sürüye karşı olanları kutlaması olsun, gerçekten de böyle pek insanca eğilimlerle lekelenmiş olduğunu görebilirdi. Bu pasaj, sadece Spinoza'yla ilgili olarak değil, aynı zamanda kendisiyle de ilgili olarak, benim de bir huzursuzluğumu yansıtıyor.

Aynı eserin sonlarında, Nietzsche dışsal zorluklara olduğu kadar içsel tehlikeye bir yanıtı temsil eden düşünürlerden biri olarak Spinoza’yı anar. Bu içsel tehlike, kendilerini bastırmanın azgın, dizginsiz stratejisi yoluyla self-kontrolü elde etmeye çabalayan bir tepki ve henüz başlangıcındaki tutkular anarşisi yoluyla yerleşen gözdağıdır. O şöyle yazar:

Hep söylendiği gibi, 'mutluluk' uğruna bireyin kendine hitap eden bütün bu ahlaklar, nedir bunlar, bireyin kendi içinde yaşayan tehlikelilik derecesi ile ilgili davranışları için öğütler, tutkularına karşı reçeteler.... Bütün bunların hepsi, entelektüel açıdan bakıldığında, çok az değerli; bilimi oluşturmaktan, hele de bilgelikten çok uzak; üstelik, bir kez daha söylersek, üç kat daha fazla; aptallıkla, aptallıkla, aptallıkla karışık kurnazlık, kurnazlık, kurnazlık..... şu daha fazla gülmeyen, daha fazla ağlamayan Spinoza, analizlerini ve dirikesimi kullanarak duygulanımların imhasını safça savundu (BGE, 198)

Bu, ‘tehlike’ koşulunu çok iyi bilen birinden gelen, hatta hem insani hem felsefi büyüklüğün önkoşullarından biri olarak ele alan bu pasaj özgül ve sert bir acılıktadır. Spinoza burada akraba bir tip olarak yeniden tanınmıştır, fakat ya bu tarzdaki tutkularla başa çıkmaya çalışmanın beyhudeliğini takdir etmekteki ya da onlardan daha etkin ve yapıcı bir biçimde (onları yüceltip kontrol etmeyi öğrenerek) nasıl ele alınacaklarını görmekteki başarısızlığı yüzünden de kusurludur.

Bu başarısızlığı Nietzsche, bizim de dahil olduğumuz varolan her şeyin tam da özü olarak ele aldığı ‘conatus'un  asıl amacı olarak Spinoza'nın temel ve merkezi kendini-koruma öğretisi içinde kutsallaştırılmış temel bir hatayla ilişkilendirir. Nietzsche çeşitli düzeylerde ve tamamen apaçık bir biçimde felsefi olmaktan çok psikolojik olan bu öğretiye saldırır. Böyle bir eleştiride o Spinozayı (Spinoza’nın) kendisine karşı yardıma çağırır, ereksellik yanlısı Spinoza’nın bu yanlılığı reddettiğini açıkça söylemekte tutarsız olduğunu -iddia eder. “fizyologlar” diye yazar, üstelik de “filozof olanlar’:

Kendini koruma güdüsünün, organik varlığın asıl güdüsü olduğunu ileri sürmeden önce iyice düşünmeliler. Her şeyden önce canlı olan, kuvvetini üzerinden atmak, boşaltmak ister. Yaşamın kendisi, güç istencidir: kendini korumak onun dolaylı ve sık rastlanır sonuçlarından biridir. Kısaca, burada,  her yerde olduğu gibi, gereksiz  ereksel ilkelere dikkat! –kendini koruma iç güdüsü gibi (onu Spinoza’nın tutarsızlığına borçluyuz). Çünkü, özünde, ilkelerin tutumluluğu olması gereken, bir yöntem hükmüdür (İKÖ 13  A.İnam çevirisi )

Burada henüz Nietzsche Spinoza’ya gerçekten de kapalıdır; ve bu en azından kendi ‘güç istenci’nin, Spinoza’nın kendini koruma conatus’undan daha az erekselci olup olmadığına dair bir şaşkınlık eseri olabilir. Bu nedenle onlar birbirleriyle az ya da çok eşit değerde olsalar bile Spinoza’nın ilkesinin “gereksiz erekselci bir ilke” olduğu, aynı şekilde Nietzsche’ninkinin de gereksiz olmadığı önermesi açısından kendi aralarındaki farklı görüntü, anlaşılması gereken bir görüntü gibi durmaktadır. Ve gerçekten de Nietzsche başka yerde durumu bu bağlamda tartışır. Fakat bu noktadaki Spinoza eleştirisinin tam da kalbinde, Spinoza yerine kendi geliştirdiği hipotezin bu noktayı rahatsız edici bir biçimde örttüğünü kendisinin teslim etmesi iyi bir bedel ödeme olacaktır. (aşağıda bu konu üzerinde daha çok duracağım)

Nietzche’nin saldırısının ikinci aşaması kendi konumuna karşı Spinoza'nın alternatifi hakkında kuşku uyandıran farklı ve belki de daha açıklayıcı bir neden sunmak amacıyla  tasarlanmış görünüyor. Nietzsche burada kendi ‘filozoflar psikolog’unu, Spinoza öğretisinin altını oymaya niyetlenen bir tarzda, oyuna tekrar sokar. Spinoza’nın ve onun konumuna çekilenlerin fizyolojik olarak ‘sıkıntılı’ bir koşulun belirtisi oldukları düşünülebilir. İyi ve Kötü’nün Ötesinde’den bir yıl sonra, Şen Bilim’in 1887’de ikinci baskısına eklenen beşinci kitabında, şöyle yazar; “Bazı felsefecilerin -örneğin bol keseden harcayan Spinoza-  kendini koruma içgüdüsünü çok önemli saymaları ve onu görmek zorunda kalmaları belirtiseldir, çünkü sıkıntıda olan bireylerdir” (GS 349).

Bu, sadece hileli değil fakat -Spinoza bu konudaki pozisyonunu, onun sağlığı bozulmadan çok önce aldığına göre- aynı zamanda en azından Nietzsche’nin koyduğu şekliyle açıkça yanlış da olabilir. Çünkü Nietzsche’nin kendisi yaşayan bir karşı örnekti: o kötü sağlığı yüzünden “sıkıntılı bir birey”di ve hiç kimse açıkça öncelikli ve ‘kesin’ olarak “kendini koruma içgüdüsünden bahsetmek “zorunda” değildi.

Nietzsche’nin daha anlamlı bir şekilde söylediği şey bu bakışın benimsenmesinin belki ‘sıkıntılı’ bir durumun belirtisi olarak görülmesi gerektiğine dair olandır, fakat  bu duruma tepki vermenin tek bir yolu olması anlamında - kendi alternatif pozisyonu da aynı şekilde belki ona yanıt vermenin başka bir yolu olarak aynı durumun belirtisiydi. Yine de bu olayda o, fiilen her iki durumda da alınan pozisyonun sağlamlığı sorusunun yerinde durduğunu  gözlemleme gereği duyar, ancak, aynı anda, yanına başka tür düşüncelerle kaldırılacak ya da onaylanacak büyük bir soru işareti koyar.

Bu pasajdan ayrılmadan önce, bunun benzer bir damarda devam ettiği, ancak aşağıdaki gibi, biraz farklı bir basınç uyguladığı belirtilmelidir.

Bizim modern doğa bilimlerimizin baştan sona Spinozacı öğretiye takılıp kalması (en yetkin, “varoluş savaşı” öğretisi yüzünden anlaşılmaz biçimde tek yanlı olan Darwincilik buna en kötü biçimde örnektir), olasılıkla en doğal bilim insanlarının kökenleri nedeniyledir …. ‘halktandırlar’ ”(GS 349)

Öncelikle kendini koruma çabası öğretisinin kabulünü güdülemenin onu kabul edenler üzerinde sıkıntılı bir durum yarattığına dair ana fikir ve teşhis aynı durmaktadır. Yine de burada, Nietzsche’nin hesaba kattığı ‘sıkıntı’ türü sürekli hasta bir sağlığın sıkıntısı değil, daha çok, insanlığın ortak yürüyüşünün karakteristiği olarak varsaydığı daha az akut ve daha çok genel bir dirimcilik ve mücadelecilik isteğidir; kendini korumaktan daha fazla hiç bir şey gerçek bir olasılık değildir. Nietzsche aslında,  böyle bir öğretinin çekiciliğini, ya hastalıklı-sağlık, ya da bünyenin başka şekilde zayıflaması nedeniyle kendini koruma beklentisinin sınırı ve birincil kaygı olduğunu, sadece bekleyebilecek olanlar için ileri sürer.

Nietzsche’nin bu son dönemde, Spinoza’ya temel eleştirel yanıtı böylece onun felsefi psikolojisi öğretisi üzerine odaklanır -bu kendini korumayı güvenceye alan conatus’un  doğamızın ve her şeyin doğasının temel ilkesi olduğu öğretisidir. Onun eleştirisi bu öğretiyi sorgulama girişimi yoluyla ve psikolojik bir incelemeye tabi tutma yoluyla altını oymaya çalışır. Bu inceleme hem onun içeriğini ve hem de Spinoza’nın onu sunuş tarzını genişletir. Bu şekilde, Nietzsche  bu psikolojiyi sadece göründüğü gibi ele alsak bile, Spinoza'nın bize sunduğu bu psikoloji türüyle ne yapmayı kararlaştıracağımıza yönelik gerekli girişimde bulunabileceğimize inanır.

Spinoza'nın öncülük ettiği doğamıza yönelik psikolojik yaklaşım -en azından oluşumu içinde- ona psikolojik bir olgu olarak davranmayı, yani psikolojik analizin mikroskobu ve bıçağından kaçmamayı sağlar. Ancak böyle olsa bile, aynı şey Nietzsche’nin kendi psikoloji analizlerine ve psikolojiye alternatif önerilerine de uygulanabilir; ve  önermiş olduğum gibi onun Spinoza’yla derin bir akrabalık içinde oluşu, aynı yolun yolcusu olmaktan kaçınmak istese bile kendi çalışmasını onun için gölgede bıraktığı huzursuz bir kabul yoluyla ona eşlik eder.

V

Nietzsche’nin Spinoza’ya yanıtı onun kendi duyarlıklarını akla getirir; fakat ilgisi onun hakkında gösterilenlerle sınırlı değildir. Çoğumuz için bugün, Spinoza’nın yaptığı şeye karar vermek son derece zordur. Spinoza sistemini hem görünen içeriği ve hem de biçimi yoluyla hemen huşu içinde bir yere bırakmak ve ertelemek en kolay şeydir; ve bu, ne bir tepki olarak ne de bir felsefeci olarak hesaba katılacak kadar bulaşıcı değildir. Burada Nietzsche, Spinoza düşüncesinin hem görünen içeriği ve hem de biçimi yoluyla kesintiye uğradığı için, genel eğilimi ve temel yorumlayıcı çekirdeği sayesinde doğrudan daha saygın ve daha önemli bir şey bulmak adına bize yardımcı olabilir.

Nietzsche’nin ilgilendiği şeyler, Spinoza’nın ne dinsel-metafizik dili ve ne de onun biçimci sunuş tarzıdır; Çünkü o onları Spinoza düşüncesinin derisi ve yüzeyi olarak dikkate alır, ve  ne reddine ne de kabulüne izin verir. Nietzsche için, Spinoza’yı dili ya da sunuş biçimi için kabul etmek ya da reddetmek hedefi ıskalamaktır. Spinoza’da önemli olan, insanlığımızı, taraf olduğumuz “doğa”nın geri kalanıyla aynı ifadelerle yorumlama kararlılığı; bunu yaparken erekliliği (bu açıdan kaygılı olsa bile) reddetmesi; özgül psikolojik olguların iç yüzünü kavrayışlılığı ve kendini korumanın tüm özgül mizaçlar ve uğraş biçimlerinin genel nesnesi olduğuna dair inancıdır.

Bu son noktada Nietzsche Spinoza ile beraberlikten ayrılır; ve eleştirel değinilerinin neredeyse tamamı bu inançla ne yapılması gerektiği problemine işaret eder. O Spinoza’yı duygusal yaşamımızın tümüyle tek bir temel dürtünün doğal sonucu, bildirimi ve detaylandırılması olduğunu varsaydığı için suçlamaz; Çünkü Nietzsche kendisi de böyle yapar ve psikolojiyi, yalnızca-doğal insani varoluşun-çok ötesinde, tamamen tinselliğimizin gelişimi boyunca, bu dürtüyle en uygun şekilde uğraşmanın anahtarı olarak görür. Fakat o, Spinoza'nın -kendimizde bulduğumuz ve kendimiz haline gelen dünyayla birlikte- bizleri  bütünüyle sadece kendini koruma açısından yorumlaması çerçevesinde ciddi ve temel bir yanlışa gittiğini ileri sürer.

Nietzsche bu bakış açısına saldırmak yerine, Spinoza’nın böyle bir pozisyon almasına yol açan insani nedenlere rağmen, bu yorumun yanlış yönlendirilmiş ve hastalıklı bir güdüleme olduğunu göstermeye çalışır. Bu, Nietzsche'nin, tersten “güç istenci” adını verdiği şey açısından yönelttiği kendi alternatif yorumunun daha elverişli bir şekilde kabul edilmesinin yolunu hazırlamaya hizmet eder. Aslında Spinoza'nın yorumları doğrudan karşı argümanlarla çürütülemez, bu kendisininki (ya da Spinoza'nınki) gibi bir yorumdan ziyade benzer bir şekilde doğrudan kanıtlamayla savunulabilir. Fakat, Spinoza önermelerine yönelik tutumunda olduğu gibi, Nietzsche, bu tür rakip yorumların, Spinoza ile ilgili yükselen çeşitli düşünceleri tartışmaya açmakla, bağımsız olarak ileri sürülmüş görüşlerle savunulmasa bile, alt edilebileceğine inanır. Ve böyle bir savunmanın başlangıçta aynı türden psikolojik-soykütüksel yıkıma karşı korunmasız görünebilen kendi alternatif yorumu özelinde mümkün olduğuna inanır.

Fakat Nietzsche’nin ve Spinoza’nın yorumları arasında nasıl bir fark vardır? Spinoza’nın kendini korumacı conatus’u Nietzsche’nin ‘güç istenci’nden bütünüyle farklı mıdır? Nietzsche’yi dinleyen biri onları gerçekten de farklı olduklarını düşünecektir. Fakat bizzat onlar yine görünüşte radikal olarak ayrı oldukları varsayımımızı çok daha benzer olduklarına dair bir varsayıma çevrilebilirler. Her iki nosyon da, iki durumda da bu mizacın alımlanması (içine girdiği durum) farklı gibi görünse de, temel bir mizacın aynı genel idesini akla getirir. Her ikisi de benzer olarak, çok özgül duygulanım repertuarımızın bütününe yol açan en temel ve en ilkel duygulanım biçimi olduğu şeklinde değerlenmiştir.

Nietzsche ve Spinoza her ikisinin psikolojisi de, açık bir şeklide, bizim psikolojik yaşamımızın merkezi olgusu olan duygulanımları ele alan, ve Spinoza’nın Etik’inin üçüncü bölümünün başında işaret ettiği gibi, “menşe ve doğa”larını kavramaya çabalayan, “duygulanımlar” teorisi olarak karakterize edilmişlerdir. Her ikisi de, Nietzsche’nin koyduğu gibi “mizacın temel bir biçimini hatırlatma ve geliştirme” (BGE 36) doğrultusunda bizim bütün duygulanım repertuarımızı sergileme çabasını ilerletir. Spinoza, kendi ilkelerine uygun olarak ilerleyen özerk bir eylem türünden çok, özel bir gelişime olarak bu tek alana tüm mental yaşamımızı dahil ederken, gerçekte Nietzsche kadar ileri gidip gitmediği açık değildir. Nietzsche en azından bunun aralarındaki farkın anlamlı bir noktası olmadığını düşünür gibidir; ancak Spinoza hakkında bu noktayla ilgili olarak söyleyecek sözü de yoktur, zira onun başka türlü düşünmediği açıktır. Bu üzerinde durmayı hak eden bir noktadır, fakat onların iki temel ilkesi arasındaki ilişkiye daha yakından bakmak için ertelemek durumundayım.

VI

“Güç” nosyonu, Nietzsche’deki ‘güç istenci’ kavramlaştırması içinde olduğu kadar, Spinoza’nın conatus kavramlaştırması içinde de şekillenir. Bununla birlikte Nietzsche’de o, bir temel mizac (dispozitif) ve itki (impulse) nesnesi olarak duruyor görünür, oysa Spinoza için o görünüşte farklı bir biçimde ortaya konmuştur; “bedendeki eyleme gücü” (corporis agendi potentiam) olarak ve bedensel eyleme gücünün hizmetçisi “akıldaki düşünme gücü” (mentis cogitandi potentiam) olarak, (EIIö11 ve EIIIö12). Bu güçlerin artırılması gerçekten her zaman aranılan bir şey olarak görülür, fakat sadece türevsel olarak ve sınırlanmış bir biçimde, yani, kendini koruma ya da (daha doğrusu) kendi varlığındaki bir şeyi koruma (in suo esse perseverare) bakış açısıyla. Bu, başka şeylerle ilişki içindeki bir şeyin gücünün en geniş ifadesi ya da genişlemesi değil, Spinoza’nın söylediği conatus'un asıl amacıdır.

Bu noktada Nietzsche erekselliği tümüyle reddetmesiyle bağdaşmayan bir ereksellik parçası sunduğu için Spinoza'yı tutarsızlıkla itham eder. Eğer bu elenirse, bir sonuç olarak "sebat" edebilen ya da edemeyen bir ifade tam da "eyleme gücü"nün kendisiyle ayrı düşmüş olur. Fakat bu gerçekten de Nietzsche’nin kendi kavramlaştırmasıyla çok yakındır. Ve hatta benzerlik, başka bedenler arasında bir bedenin ‘eyleme gücü’nün bedenin yalın varoluşunun (an sich) alanında değil, fakat daha çok böyle başka ‘eyleme güçleri’yle (loci) ilişkisi bağlamında gerçekleşen/cisimleşen esas olarak ilişkisel olduğunun kabullenilmesiyle örtüşme halindedir.

Bununla birlikte, bu anlayışta, Spinoza’nın gayrı-ereksel conatus’u ve Nietzsche’nin ‘güç istenci’ kavramlaştırması arasında herhangi bir anlamlı farklılığın kaldığını görmek zordur. Ve Nietzsche'nin Sipinoza'nın bizzat tutarlı olmak adına yüzleşmesi gerektiği itirazı gibi, gerçekten de Nietzsche’nin kavramlaştırmasının, Spinoza’nın değişik bir şekline büründüğünü ileri sürüyorum.  Bu hem Nietzsche’nin temelde Spinoza’yı yankılamasının ve hem de kendini korumaya bu kadar anlam yüklediği için Spinoza'yı sert eleştirisinin dikkate alınmasına yardımcı olacaktır. Nietzsche sanki şöyle bir şey der gibidir: o en iyisini bilen olmalıydı.

Fakat Nietzsche’nin kendi kavramlaştırması aynı şekilde erekselci değil midir? Tam olarak anlaşılmışsa inanıyorum ki, hayır? “Güç istenci” deyişi bizzat özel bir sonuç türünde, örn. nesneler ya da canlıların belirli bir alanı üzerinde denetim olarak tasarlanan güç sahipliğini  elde etmeye yönelik bir amacı belirtmek için kullanılabilir. Fakat olayların oluşu esnasında ortaya çıkan sistemlerin kendini-korumasını Nietzsche’nin kabullenmesinden daha az müşterek olmayan bir sonuç olsa bile, Nietzsche'nin en genelde ve temel olarak anladığı şey bu değildir.

Nietzsche için, nihai olarak adlandırmak anlamına gelen bu ilk mizaç (disposition) nosyonu, basit olarak, güçlerini ya çoğaltmaları ya da tüketmeleri ile sonuçlanacak şekilde harcayan başka bir dinamik miktarla (dynamic quanta) ilişki içinde (bir bakıma) kendilerini savunma adına tüm dinamik miktarların mizacıdır. Bu her yerde güç ilişkileri doğurur ve denetim-gücü-olarak bir ereklilik sergileme görünüşüne sahip bir düzenlemeye yol açar. Fakat bu görünüş fiilen sadece dinamik miktarın bir bölümü üzerinde hak iddiası olarak karşılıklı güç oyununun bir ifadesidir, (Spinoza'nın ifadesini kullanırsak) gerçek "fiili öz" aslında böyle bir iddiadan ne da az ne de daha fazladır.

Nietzsche’nin Spinoza’ya karşı temel itirazı bunun tam olarak onun alıkoyması gereken şey olduğudur –oysa bunun yerine o, bu resme, bütün insan türüne dair nedenler (ya da güdüler) için kendini-korumanın erekliliğini yükler. Bu gizli güdünün teşhisi yukarıda belirtilen eleştirel gözlemleri önermek amacındadır. Spinoza’nın bu incelemesine itiraz etmeden önce, onun hiçbir gerçek kanıt vermediği şu ünlü ve eleştirel EIIIö6'da (“her şey kendi olduğu ölçüde kendi varlığında devam etmek için gayret eder [conatur] )” bir problem olduğu en azından teslim edilmelidir. Gerçekten de o bunun için bir kanıt sunar; fakat bu “varlığını ortadan kaldıracak her şeye karşıdır” (E.III p6k)7 şeklinde kendinden-kanıtlı bir iddiadan başka hiçbir şey değildir.  

Bu ‘kanıt’, Spinoza'nın bu konuda aldığı pozisyonun neye yol açacağına dair bir merak uyandırır.  Nietzsche'nin itirazı, Spinoza'da ya da başka yerlerde farkedilebilirliği açısından ikna edici bir durum değilse, o zaman o, Spinoza ve onu onaylayan diğerlerinin psikolojik teşhisinin inandırıcılıktan yoksun makul bir açıklama olduğunu ileri sürer. Fakat bunun ayırt edilebilirliği açısından böyle bir durum yoktur. Bu Nietzsche için Spinoza’nın felsefi psikolojisinin -Nietzsche’nin kendi önerdiği hatlar boyunca orijinaliyle örtüştüğü kadarıyla makul olabilirse - revize edilmesini gerektiren bir sonuçtur. Bir kere, bu hareket yapıldıktan sonra, yine de, kendisi için Spinoza'nın kendi özgüllüğü içindeki düşüncesinden yararlanmanın, yanı sıra, açılış konuşmalarından başlayarak, Etik'in III bölümündeki duygulanışları ele alarak genel yaklaşımı içinde onu izlemenin yolu açıktır.


VII

Fakat şimdi, Nietzsche ve Spinoza’nın yaklaşımları ve kendi felsefi psikolojilerini sonuçlandırma biçimlerindeki açıkça etkili bir farklılığa geri dönelim. İkisi de duygulanımlarımızı doğanın geri kalanıyla bağdaşır bir tarzda yorumladığımızı önermekle başlar, ve ikisi de, bütün doğal varoluş biçimlerine canlılık veren temel güdülerle bizzat aynı olan tek bir temel dürtünün karmaşasından ve gelişmesinden türeterek yorumlarlar. Fakat farklılıkları başlangıçta açık olan bir tarzda; ve bu farklılık sadece Nietzsche’yi değil, aynı zamanda Spinoza’dan bize kalanların çoğunu da böler. Bu hem Nietzsche hem de bizler için Spinoza’nın tamamen psikolojik projesi ile ilgili ciddi bir problemi ortaya koyar. Nietzsche’nin ondan söz etme yolu sadece mümkün tek yol olmayabilir; fakat Spinoza’nın projesinin mümkün olduğu kadar kurtarılması adına yapabileceğimiz en iyi şey de olabilir.

Aklımdaki farklılığa Spinoza’nın III. Bölümün olağanüstü girişinin son cümlesinde işaret edilmiştir. “bütün her şeyin doğasını anlamanın bir ve aynı yöntemi, yani, evrensel yasalar ve kurallar aracılığıyla, olmalıdır” diye yerinde bir öneride bulunan Spinoza, daha sonra “insan eylemleri ve arzularını çizgiler, düzlemler ve katı maddelerle ilgiliymiş gibi, tamamen aynı tarzda düşünmeliyim” diyerek sonuçlandırır. Spinoza genel doğa incelemesi ve yorumunu, ve bunun bir parçası olarak ‘insan eylemleri ve arzuları’nı sadece geometri üstüne modellemeye değil, fakat aynı zamanda bir tür geometriyi içselleştirme mantığının, postülalar ve içselleştirilmiş tanımlar yoluyla, bütün tikel olgu türlerinin özgül doğalarını açığa çıkaracağına güvenmiş olabilir.

Öte yandan, Nietzsche için, ve geri kalanımızın çoğu için, bu yapılamaz. Geometri ve onun mantığı kendi kullanım alanlarına sahip olabilir; fakat Nietszche ve bizim anlamaya başladığımız gibi onlar, böyle geometrik formlardan oluşmayan ve böyle bir mantıkla sınırlandırılamayan, kuvvetlerin karşılıklı etkileşimi ve düzenlemelerini ihtiva eden dinamik bir dünya olarak, doğanın dünyasını kökensel biçimde modelleyebilecekleri ve makulleştirebilecekleri artık varsayılamaz.  Nietzsche’nin gözlemlediği gibi, Biz, dünyadaki bu soyut biçimleri ve bu yapay mantığı yalnızca okuduğumuzu şimdi fark ediyoruz (ya da fark etmeliyiz); ve bu yüzden biz dünyada -ve kendimizde- ortaya çıkmaya başlayan herhangi bir kavrayış umuduna sahipsek bunun örneğini vermekle de yükümlüyüz. Duygulanımlarımız, temel ilkeler ekonomisinin buluşsal ideaları eşliğinde en iyi şekilde yorumlasak bile, çeşitli başlangıç noktaları dağınıklığımız olarak gözlemlenebilir olguların zenginliğini çeken, bütünüyle farklı ve çok daha empirik bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Temel bir bölünmez ilkenin a priori koyutlanmasından, gözlemlenebilir olgunun uyacağı çeşitliliği düzenlemenin ayrıntılı çıkarımına yönelmekten çok, çeşitlilik ve çokluktan her ne olursa olsun temelde birliğin olabilirliğine yönelik yorumlayıcı muhakemeye geri dönmeliyiz (ya da zorba duyarsızlığı, zorlamalıyız).

Nietzsche elbette bu bapta haklıdır. Spinoza’nın yöntemi, onun buradaki konusuna radikal olarak kötü-uygundur; ve hatta Nietzsche bunu benimsediği için onu affetse bile, kendini yaşama gücünün psikolojik atılımından tümüyle yoksun kılacaktır. Ancak bu, Nietzsche için meselenin sonu değildir, o  Spinoza’ya kendi sistemi içinde  kapsayıcı ve ifade edici yollar bulan onun çok sayıdaki psikolojik anlayış ve  verimli önerileri için kredi verir. Dolayısıyla diğerleri arasında, en iyi  Spinoza’yla olacaktır, bu niyetle şöyle yazar:

Filozofların hatası -filozoflar kendi felsefelerinin değerinin, binanın bütününde durduğuna inanırlar: gelecek kuşaklar onu, inşa ettiği ve sonradan en iyi binalarda tekrar tekrar kullandığı tuğlada keşfederler: yani, aslında bina yıkılabilir ve her şeye rağmen madde olarak bir değere sahiptir (HH II:20).

Nietzsche için, bir psikolog olarak Spinoza’ya özen gösterme tarzı, onun geometrik modeli ve yöntemi üstüne, ya da genelde kavrayışlı olan çeşitli psikolojik olgularla ilgili geliştirdiği önermeler ya da ileri sürdüğü kanıtların sağlamlığı üzerinde durmak anlamına gelmez. Nietzsche, aslına bakılırsa Spinoza'nın kendi sistemine ve yöntemine rağmen ve her tarafa dağılmış açıklamalarında başardığı bir çok kavrayışı yüzünden bir felsefi psikolog olarak onurlandırılmasını tavsiye eder. O kendi sistematik akıl yürütmesi yoluyla bu kavrayışların bazılarına  -çünkü böyle bir akıl yürütme başka yerde olduğu gibi psikolojide de verimli olabilir- ve kimi sistematik gereksinimleri karşılamak adına daha sonra bulduğu kanıtlar ve yerler için düşünümler ve gözlemler yoluyla da başka bazılarına ulaşabildi. Fakat Nietzsche için Spinoza’nın bunlardan çok, nasıl isabet kaydettiği daha önemlidir. Ve bu kadar anlayışlı olmasaydı, onun sistemi felsefe tarihçilerinden başka kimsenin ilgisini pek çekmezdi, hatta onun akıl yürütmeleri kendi mantığı içinde mükemmel olsa bile böyle akıl yürütmelerin insani olması mümkündür.

Eğer burada Nietzsche’nin rehberliğini izlediysek -en iyi şekilde rehberlik ettiğine inanmak eğilimindeyim- Spinoza’nın amaçlarına en ufak bir zorlamada bulunmadık. Fakat Nietzsche için olduğu gibi benim için de, ya onu kendi terminolojisiyle birlikte bütünüyle kabul etme ya da onu bırakma kararlılığını gösteremeyecek oluşumuz, ona ya hep ya hiç tarzında yaklaşmaktan çok daha büyük ölçüde adil bir davranış olacaktır. Yaşayan Spinoza, ona bakışımın yeniden yorumladığı, yeniden biçimlediği böyle seçici bir içselleştirmeyle açığa çıkar -ve bu- Etik'in sayfalarında karşılaştığımız Spinoza'dan bütünüyle farklıdır. Bize sunduğu şemadan kurtarılan görüşler için yapılması gereken ve gerekecek olay türleri onları doğrulamak için ileri sürdüklerinden tamamen farklı bir tür olacaktır - belki de Spinoza'nın kantılamalarına kıyasla daha çok Nietzsche'de bulunan düşünümler gibi görünür. Ondan bu şekilde bahsetmenin, onu modern felsefe tarihinde daha ilginç ve önemli bir figür haline getireceğine, Nietzsche gibi ben de inanıyorum, üstelik ona karşı en saygılı ve sadık bilginlerin davranışından daha çok.

VIII

Önermiş olduğum şey -kimilerine nahoş bir düşünce gibi gelse de-  Nietzsche’nin Spinoza’yı kendi ‘habercisi’ olarak dikkate almakta haklı olduğudur, ve Nietzsche’nin düşüncesinin bir çok bakımdan Spinoza’nınkine uygun düşen, yeniden biçimlenen bir şimdiki-zaman Spinozası olarak dikkate alınabileceğidir. Orijinalinden İki yüzyıl sonra halâ, ya ilahiyatçı-metafizik bir dili ya da a priori bir yaklaşımı, geometrik modeli ve orijinal bir argüman ve sunuş tarzını işletmiş olan bir Spinoza düşlemek zor. Böyle bir şimdiki-zaman Spinoza’sıyla, yine de, Etik'in III. bölümüyle başlayan ve on dokuzuncu yüzyılın biyolojik devrimi ve Hume, Kant, Hegel'in ardından, iki yüzyıl sonra Nietzsche'yi izleyerek bulduğumuz yollarda, ve Önerme 3'ün Not'u gibi olağanüstü pasajlarda önerilmiş olan düşünce çizgilerinin peşine düşülebilir. Gerçekten Nietzsche’nin Spinoza’ya verdiği yanıt, temel fikirleri post-teolojik/metafizik/Kantçı/Hegelci doğalcı felsefe çerçevesinde yeniden düzenlenip çalışılmış Spinoza düşüncesinin neye benzeyeceği hakkında çok yararlı bir yol açabilir. Benim tahminim ortaya konacak şeyin Nietzsche’nin düşüncesine en azından güçlü ve dikkat çekici bir benzerliği taşıyacak olmasıdır.

Fakat bu öneriyi yaparken aklımdaki Nietzsche, post-yapısalcı Nietzsche değildir. Daha çok bir tashihçi olduğunu saptadığım, ancak yine de, insani gerçekliğimizi daha içerden ve verimli bir biçimde kavramayı amaçlayan, derinlerde "bir gelecek felsefesi” olanaklılığı kavramını önemseyen ve onu felsefe ve şimdiye dek başarma yeteneği olan başka araştırma biçimlerinden daha da öteye taşıyabilen bir Nietzsche’dir.  Bu Spinoza Overbeck’inde “onun baştan sona eğilimi benimkiyle aynıdır -en güçlü duygulanım bilgisini yaratmak-” diye yazan Nietzsche’dir. Bu Nietzsche’yi ileri itmektir, bilgi için böyle bir artırma kapasite ve dürtüsünün çok önemli bir rol oynadığı insani yaşam biçimine değer katmanın, yükseltmenin olanaklı olduğuna inanmış Spinoza’nın ittiği gibi.

Burada Nietzsche’nin Spinoza özeni, daha çağdaş bir deyişle Spinoza düşüncesini yeniden biçimleme çabasına rehberlik ettiği kadarıyla, benim Nietzsche yorumumu desteklemeye hizmet edebilir. Nietzsche’nin -sonraki yazılarında bulunabilen bir çok pasajda olduğu gibi- Overbeck söyleşisindeki tanıklığı, hem gerçek bilgi kavramının anlamlılığını hem de “insanı yeniden doğaya çevirmek” ve “Tanrı öldü”nün kazazedesi olmaya ulaşmanın insani olanaklılığını varsaymadığını açık olarak göstermektedir (BGE 230). Tersine o 1887’deki Şen Bilimin beşinci kitabının başlangıç (‘tanrının ölümü’ temasını yeniden ifade etmekle başlayan) bölümünde kendi hayat dolu canlılığını ilan eder: “bir kez daha bilgi aşığının gözüpekliğine izin veriliyor; deniz, denizimiz açılıyor gene; belki de şimdiye dek hiçbir zaman böyle bir “açık deniz” olmadı” (GS 343).

Elbette bu aynı zamanda Nietzsche’yi, Şen Bilim’in bir sonraki bölümünde “hakikat istenci”nin sadece salt akılcı bir olgu olmaktan çok bir duygulanım değil fakat  “en dayanıklı yalanımız"la birlikte, kendi soykütüğüne ait bir türev olduğunu kabul  etmeye götürür:

Bizlerin, bugünün bilenlerinin; biz tanrısızların, metafizik karşıtlarının bile, ateşimizi hala binlerce yıllık bir inançla yanan alevden aldığımızı; Hristiyan inancının Platon’un da inancı olduğunu [Spinoza’nın ki de, diye haklı olarak ekleyebilirdi], tanrının hakikat olduğunu, hakikatin tanrısal olduğunu. (GS 344)

Fakat bu kabullenme Nietzsche’yi bilginin araştırılması ve “hakikat istenci”nden vazgeçmeye sevketmez. Tersine, o bunun “güç istenci”nin ifadesi olarak onaylanmasını kabul ettirmeye çalışır, ve karşı çıkan ifadelere karşı da onları savunmayı tekrar tekrar onaylar. Spinoza bizim zihnen en üstün mizacımız haline gelen ve diğer tutkularımızın üstünde açığa çıkan bilgi sevgisine izin veren duygusal yaşamımızı yeniden düzenleme yolunu isabetle araştırmıştı. Ve Nietzsche de aynı şekilde, bilginin ve onun peşine düşmenin, duygusal oluşumumuzun gerçek ve egemen özellikleriyle nasıl yapılabileceğini, ‘geleceğin filozofları’nın insani olabilirliğinin tesisini, ve “en güçlü duygulanım olarak bilgi” yoluyla karakterize olan insan yaşamının yükselmiş biçimini, ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Nietzsche'nin, gerçekte gayrı-Nietzscheci deyiş, tarz ve akılcılığına rağmen, düşüncesi temelde Nietzsche’ye eğilimli Spinoza yorumu, onu kendi habercisi olarak görmesinde yardımcı olmuştur. Fakat aynı zamanda, Nietzsche’nin kendini onun varisi olarak yorumlaması -sadece düşüncesinin temel eğiliminde değil, aynı zamanda en üstün insani olasılık olarak kendi kararlılığı içinde bilgi koşulunu oluşturmasına ve ulaşmak için bizde var olan yüksek insanlığın temel erdemi ve belirgin özelliğini gerçekten de incelikli bir biçimde izlemesine yardımcı olmuştur. Nietzsche’nin böylesine yüksek insanlık ve yaşamın değerinin artırılması anlayışı için bundan fazlası olabilir; çünkü o romantik devrimin damgasını taşır ve tahayyül ettiği ve olmaya çalıştığı filozofları takip etme ve erişme yetimizin olduğu bilgisi kadar  paradigmatik olarak sanatla birleşen yaratıcılığı kutlamamızı sufle eder. Fakat o tahayyül etmek ve olmaya çalışmaktan vazgeçmedi, ve aynı ölçüde en azından hayran kaldığı Spinoza ruhuna sadık kaldı. Ve derinden inanıyorum ki bugün yapacağımız şey onun yaptığı gibi yapmaktır.


Çev. hç.


Kaynak: Desire and Affect, Spinoza as Psychologist, Ethica III.  Edited by Yirmiyahu Yovel.
Little Room Pres, New York, 1999. içinde, Richard Schacht, ‘The Spinoza-Nietzsche Problem’, pp.211-231.



Notlar



1.Friedrich Nietzsch, Beyond Good and Evil, trans. Walter Kaufmann (New York: Vintage, 1966) §230. Bundan sonra BGE olarak anılacaktır, bunu bölüm numarası takip eder.

2.  Nietzsce, Ecce Homo in On the Genealogy of Morals/Ecce Homo, trans. Walter Kaufmann (New York: Vintage, 1968), Part IV, §6,  Bundan sonra EH olarak anılacaktır, bunu kısım ve bölüm numarası takip eder.

3. Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra, in the portable Nietzsche, trans. Walter Kaufmann, (Newe York: Viking, 1954), §1, p.4. Bundan sonra Z olarak anılacaktır, bunu kısım ve bölüm numarası takip eder.

4.Nietzsche, On the Genealogy of morals, trans, Walter Kaufmann and R.J. Hollingdale (New York: Vintage, 1968), §3, p 12. Bundan sonra GM olarak anılacaktır, bunu kısım ve bölüm numarası takip eder.

5. Nietzsche, Human, All Too Human, trans,  trans, R.J. Hollingdale (Cambridge: Cambridge University Pres, 1986), §1, pp. 475, 477. Bundan sonra HH olarak anılacaktır, bunu kısım ve bölüm numarası takip eder.

6. Nietzsche, The Gay science, trans. walter Kaufmann (New York: Vige, 1974), p.37.. Bundan sonra GS olarak anılacaktır, bunu bölüm numarası takip eder.

7. Spinoza, Ethics in The Chief Works of Benedict de Spinoza, ed. and trans, R.J. Elwes (New York: Dover, 1951), vol.1.

8. ibid., EIII pref; vurgu eklendi. 





23 Aralık 2016 Cuma

Mevcudun Politikası? Negri'nin İktidar Eleştirisi’ne Katkısı *




Arianna Bove-Erik Empson



Çev. Kutlu Tunca



Negri’nin felsefesi aşkın-olmayan bir postmodern marksizmdir. Yazılarının çoğunda yolgösterici ilke, egemen toplumsal üretim tarzına ait politikalarda kurucu iktidarın rolü üzerindeki vurgudur. Negri “aşağı'dan iktidarı kuramlaştırır ve politika daima kurulu iktidardaki değişimleri halkın yaratıcı, üretimsel ve oluşturucu iktidarının sonucu olarak kavramaya uyarlanır.

Negri'nin düşünsel yeğinliklerinden biri, sosyal biçim ve üretim ilişkileri üzerinde odaklaşırken, aynı anda bu ilişkileri alternatif kavrayış biçimlerini−tam da birleştirildikleri kanonik Hegelci Marksizm çerçevesi dışında− kütüklemesidir. İçkin iktidar ontolojisi analitik olarak önsel bir felsefi irdelemeden türetilmeyip, hem toplumun özü olan maddi iktidar ilişkilerini yeterince ifade eden kavramlar bulma, hem de bu iktidar ilişkilerini tahrip edici maddi pratikler içinde işleyebilen kavramlar yaratma amaçlı kavramsal bir yapısöküm ve yeniden yapılanmanın ürünüdür. Bütünlüğü içinde Negri'nin katkısı bu hiyerarşiden felsefi bir sapma ve Spinoza metafiziğiyle Nietzsche ve Deleuze felsefelerinden geçerek, Marks'ın sermaye çözümlemesinin muazzam kavrayışlarıyla eleştirel bir diyaloğu -ki bu diyaloğun kaynak çerçevesi Grundrisse Marks'ıdır- sürdürmeye dayalı alternatif bir tasarımdır. Bu Marks, sosyal güç üzerinde bir mücadele olarak düşünülen emek ve sermaye arasındaki ilişki süreçlerini değiştirme eğilimindeki Marks'tır. Negri'nin politika ve teorisi burada ve şimdi'ye bir müdahalenin konusudur ve oluşturucu etkinliğin gücünü şu veya bu devlet ya da ekonomi politikadaki etkilerinden ayırmaya çalışan her ayrıştırma politikasının aforozdurlar.

Negri'nin çalışması 1960'lar ve 70'lerde Fransız düşünsel haritasındaki kuramsal devrimlerle[1], Spinoza ve Nietszche yönelimli entelektüel canlanışlarla derin bir yakınlığı paylaşırken, Yeni Felsefeler'in karakteristiği olan mutlak bilgikuramsal şüphecilik ve politik hüsran  eğilimlerden kaçınır. Bugün ekonomik ve politik gerçekliklerin yeni bir dönemselleşmesini ifade eden her teorinin bir tanımı olarak genelleşmiş postmodernizm, Negri tarafından toplumsal özgürleşme olanağının yeni koşullarını tanımlamak amacıyla benimsenir. Kendi başına bir amaç olarak kategorileri yapısöküm biçimi ipebağlı bir topla oynayan kedinin dolanımlarını çağrıştıran politik postmodernizmlerin jouissance'si ve basmakalıplığıyla bir ilişkisi yoktur.[2] Negri'nin düşüncesindeki postmodern öge, bu katışıksız karmaşayı çözmeye yönelik bir girişim olarak düşünülmemeli. Aksine postmodernizm, üretim güçleri ve ilişkilerinin yeni bir yapılanmasına, Haravey'in[3] ya da Jameson'un[4] kullandığı anlamda yeni bir toplum aşaması ya da onun koşulunu tanımlamaya işaret eder. Bu dünyaya uygun bir kavramlar topluluğu, rastlantısal maddeciliğin kavramları, diyalektik temsilleri infilak etmiş farklı bir yeniden-yönelimli içeriğin maddi ifadeleridirler. Burada göstermek istediğimiz, bu içeriğin iktidarın maddiliğiyle bağlantılı bir içerik olduğu.

Bizim argümanımız, iktidar kavramı ve onun kuramsallaşmasının daima tarihsel bir gerçeklik olduğu için ‘mevcuda ait’liğini ifade eder.[5] Ama ayrıca iktidar ilişkileri ve mücadelelerindeki çatışma içkin şekilde, yani burada ve şimdinin konusu olarak değerlendirilmeli. ‘Antagonizmanın Umwelt’i (çevresi)[6] dışsal bildirimler ideolojisine, yaşamın eşanlılığı ve tarihin ardışıklığı çatışkısına, yerdeğiştirme ve yenilenme görüşlerine itiraz eder. Otorite olarak İktidar (potestas) -kuşakların sayısız geleneğiyle desteklenmesine karşın- yalnızca mevcut vasıtasıyla gerçekleştiği için iktidardır.


Bütünsel Kapsama

Dışarının içselleştirilmesi ve sermayenin tüm üretken biçimlere mutlak tahakkümü, Negri'nin Marks'ın biçimsel ve gerçek kapsama konulu tartışmasında bir açılım gördüğü ve bizim bütünsel kapsama nosyonuyla anladığımız şeydir.[7] Bütünsel kapsama Negri'nin argümanı açısından önemlidir, çünkü bu iki yaklaşımı birleştirir: mevcudun soykütüğü[8] ve içkin maddeci bir ontoloji. Yapısökücü pratiği paradoksal biçimde toplumsal'daki bir öte-değişim varsayımına dayalı diğer postmodern teorilerle birçok benzerliği olduğunu kabul ettiğimiz halde, Negri'nin argümanının bu yaklaşımlardan radikal ölçüde farklı olduğunu, çünkü 'değişim'in onu önceleyen ve üreten süreçlerin tutarlı bir çözümlemesiyle anlaşıldığını öne sürüyoruz. Değişimin nedenleri olarak teknolojik gelişme ve yenilikleri kuramlaştırmak yerine, toplum içindeki merkezi dinamik-Negri'nin analizindeki kızıl çizgi- halkın yaratıcı etkinliği ve etkililiğiyle, karşılığında onun gücünün (potentia) besleyen ve sınırlayan düzenleyici mekanizmalar arasındaki çelişki ve mücadelenin gelişimi olarak anlaşılır. Bu anlamda ve paradigmatik değişimin teknolojist ve kültürcü versiyonlarına aykırı biçimde, Negri'nin çözümlemesi onu temel ilkeleri dolayımında politik olarak kavrar.

Sermayenin mutlak tahakkümü olarak bütünsel kapsama dışarının içselleşmesiyle örtüşür. Sömürmek ve sömürgeleştirmek için sermayenin dışında bir alan kalmaması nedeniyle sermaye genişlemesinin yeni yoğun bir biçim üstlenmesi gerekir. Bütünsel kapsamanın anlamı, gerçekte içeri ve dışarı arasındaki bir diyalektiğin sona ermesidir. Negri ve moderniteyi tamamlanmış bir proje gibi gören diğer düşünürler için, doğa ve toplumsal ögeler bundan böyle özgün ve kamusal düzenin yapıntısından bağımsız olarak ele alınmaz. Postmodern bir dünyada tüm olgular yapaydır ya da dendiği gibi tarihin parçasıdırlar. Modern içeri ve dışarı diyalektiğinin yerini, bir kerteler ve yeğinlikler, melezleşme ve yapaylıklar oyunu aldı.’[9]

Bu diyalektik açmazın geçekliği, iktidar anlayışımızda radikal bir revizyonu provoke ettiği için önemlidir. Negri'nin bütünsel kapsama kavramının en önemli noktası, onun politik olarak düşünülmesidir. Bunu önce soyut düzeyde gözden geçirecek ve daha sonra içkin bağlamını oluşturan iktidar eleştirisine yerleştirmeden önce kavramın tarihsel pratiğini değerlendireceğiz.

Kızıl Çizgi

Marks'ın Kapital'i bir 'şey' olarak sermayenin nesne-l-leştiriciliğine karşı bir argüman ve onun gerçekliğini insanlararası bir ilişki olarak göstermek amacıyla bu görüngünün yapısöküme yönelik pozitif bir deneme olduğu halde, ironik olan solun hakim bilinçliliğinde sermaye kavramının ideolojik bir nesne-l-leştirmeye tabi olmasıdır. Sermaye yalnızca ayrık, yabancı bir güç olarak ortaya çıkmakla kalmaz, bazı Marksizim’lerde bu sıfatla ve ifade edici bir bütünsellik olarak sınıfın yerini alan ve onun perspektifini benimsemeksizin iktidarı tanımlamanın imkansız olduğu neticesine vararak kuramlaştırılır. Jameson'un postmodernizm kavramının tam da bu bütünleştirme tipini gerçekleştirdiği öne sürüldü.[10] Warren Montag'a göre Jameson'da sermayeye muhalefet edilebilecek bir alan yoktur ve Jameson'un kültürcü çalışması, Hegel'de dünya’dan onun kusursuz ayrımı ve kutsallığını korumaya çekilen Güzel ruhla[11] kıyaslanır.

Belki Kapital'in ciddi argümanlaştırma tarzı -Hegel'ci darstellung (açımlama) biçimindeki sınırlayıcılığı- bir dereceye kadar bu kavrayışlara destek sağlar.[12] Kapital, sermayenin kendi içinden ve kendi nesnesi olarak ortaya çıkan gelişme sürecinin haritasını yapar.[13] Kapital'in bu yapısalcı yorumunda kapitalistler ve işçiler ayrı ayrı sermaye ilişkilerinin 'memurları' ya da 'taşıyıcıları'dırlar-geç-Marks'da bu okumayı destekleyen pek çok ifade vardır. Grundrisse'nin tıkabasa dolu olduğu çekişme, mücadele, sınırlama ve altetme diyalektiği, Kapital'in üçüncü cildinde görünürde boğucu bir nesnelcilikle ortaya çıkar. Negri Grundrisse'den destek alır. Grundrisse, 'herhangi bir kategorik temellendirmede pratik antagonizmanın önceliğine' dayalıdır.[14] Bildik bir havada söylense de (bkz. Cleaver[15], Lebowitz[16]), Negri'ye göre Kapital, sistemi yukarı'dan, sermayenin kendi perspektifinden açıklamaya yönelik bir denemeyi temsil eder. Bunu denkleştiren, aşağı'dan bir bakış açısının gerekliliği üzerindeki politik vurgudur.[17] Zaman zaman paralellikler olsa da, Negri'nin ortodoks Marksist düşünce okullarına göre durduğu yer konusunda sorun yok. O değer'in toplumsal biçimi ve onu yaratan emek biçimle ilgilidir. Ama değer biçimi bir sosyal öze bağlamak yerine, Negri sürekli olarak değer yasasının nerede ve niçin krizde olduğunu, emeğin yeni yapılanmalarını belirleyen ilişkiler kapsamındaki hareketleri tanımlamaya çalışır. Negri'nin Marksizm'inin nesnesi, değer yasasını özsel bir gerçeklik olarak tanımak değil, ama hem teori hem de pratikte onu sürekli yapısöküme tabi tutmak oldu.[18]

Birçok postmoderniste göre bu yapısöküm ekonomik çatışma etmeninden sosyal güce doğru bir uzaklaşmaya yol açtı ya da yardımcı oldu. Oysa Negri'ye göre durum tam tersidir, çünkü değer yasası, sermayenin ölçü aracılığıyla insan varlıklarını homojen basit emeğe indirgemeye çalıştığı bir çatışma mevkidir.

Negri’yan politikayı ifade eden emek üzerindeki bu vurgu ve onun değişen biçimlerine ilişkin duyarlılık kendisini sermaye ilişkisi dışında ve onu aşacak bir özneye uygun özel bir bakış statüsünde görmez. Yukardan bakış, gerek ekonomik nesnelcilik, gerekse Frankurt Okulu’nun bütünsel metalaşma nosyonuyla olsun, öznelliği sermaye ilişkisinden çıkarma eğilimindedir. Marks’ın bizzat Kapital’de yaptığı bu yanlış -tam da Negri’nin Marks’ın değer teorisinin bir değer ölçüm teorisi olduğunu önesürebildiği nokta- Lebowitz ve diğerlerinin Marks’ı burjuva ekonomi politiğin kategorileriyle sorunlu bir uzlaşım yapmakla itham etmeye götürdü.[19] Hem modernistler hem de postmodernistlerin bütünsel kapsama gerçeğinden çıkarttıkları vahiysel sonuçlar Negri’nin üretimi yeniden gözden geçirmesini fazlasıyla anlamlı kılar.

Negriye göre 1960’lardan bu yana sermayenin durdurak bilmeyen genişlemesi-kendi dışını sömürgeleştirme itkisi -ona artan bir yeğinlik kazandırdı.[20] Ama bu genişlemenin temeli sermayenin kendiyle içsel bir çatışkı içindedir, çünkü sermayenin dışarıyı sömürgeleştirme gereksinimi, sermayenin emeğin değerini düşürme girişimlerine ilişkin içerden bir direnişe yüklenebilir. Diyebiliriz ki, dünya-tarihsel bir güncellik olarak ‘İmparatorluk’, kapitalist sosyal gücün dışarıyı sömürgeleştirmeye yönelik tabi dürtüsü  eksiksiz olduğunda ortaya çıkar. Bu eğilim sermaye ilişkileri içinde çelişik ögelerle verilir: aşırı üretim/eksik tüketim problemi, yani sermayenin işgücünün değerini düşürme gereksinmesinin, onun ilişkisine içsel tüketiciler (ücretli emekçiler) arasında ürünlerine yönelik talebi zayıflatmasının yolaçtığı gerilim.20a Şüphesiz bu yeni bir problem değil ve bütün bir postmodern Marksizm söylemi bu soruna bağlı durur. Ama Negri’nin argümanında çarpıcı olan, politikayı yüzüstü bırakmaksızın bütünsel kapsamayı politik olarak ele alma yetisidir. Birçokları için sermaye ilişkilerinin bütünleşmesi ya algılanan iktidarsızlık ve yararsızlıkları karşısında anti-kapitalist politik görüşlerden vazgeçmeye ya da çoğu kez bir kamusal alanın yeniden yaratılması veya tüketici tercihinin gücüne dayalı şu ya da bu uzlaştırıcı politik projenin kutsanmasına neden olur.[21] Negri’ye göre, tam tersine kapitalizmin bütünleşmesi komünizmi içkin bir tarihsel olanak haline getirir.[22] Bu nasıl böyle olabilir?

Yanıt sermayenin sınıf mücadelesine rağmen genişlemeyip, doğrudan onun sonucu olmasına dayalıdır. Negri’ye göre sermayenin yeniden yapılaşmasındaki her gelişme onun sınıf mücadelesini kontrol altına alma/frenleme ihtiyacının bir ürünüdür. Sermayenin yasaları daima kriz içindedir, çünkü özünde bu yasalar, ihtiyaç ve arzuları daima dışsal bir tehdit olarak  iktidar ve buyruğa tabi olan halka toplumsal bir gücün dayatılmasına bağlıdır.[23] Sermaye emek üzerinde aşkın bir kuvvet olarak saltanat hüküm sürmeyip, kendi değerlenmesini sağlamak, değer yasasının krizini önlemek için toplum içinde sürekli bir savaşım halindedir.

Kapitalist üretim biçiminde (ve göreceğimiz gibi politik devlet biçimindeki) değişmeler işçi sınıfıyla mücadele öncülüne dayalıdır; sömürme güdüsü ve teknik gelişme, işçilerin iktidarı yıkıcı gücünü ve ücret mücadelesiyle ideolojik çatışmayı etkisizleştirmeyi amaçlar.[24] Bu manzume ‘işçi mücadelesi/kapitalist gelişme’ çiftiyle tanımlanır ve diğerlerinin yanısıra Mario Tronti ve düzenleme okulunun kuramsal bir çıkartımıydı.[25]

Çok genel şema aşağıdaki belirleme düzenini önerir:

1.üretken öznellik (potentia) 2.sömüren sınıfın yenilenmesi+otorite ve düzenleme olarak politik biçim (devlet) 3.sınıf öznelliği. Ve tersine; 1.Sermaye (potestas) 2.emeği savunma amaçlı muhalefet (politik örgütlenme)+muhalefeti bastıran politik biçim 3.sermayenin politik biçimi sömürgeleştirmesi-sınıf politikasını olumsuzlamak için.25a

Bu şema yardımcı olacağı kadar yanıltıcı da olabilir, ama-çoğu kez nesnel ya da tarihsel maddecilik biçimindeki girişimlerin doğrudan bir sonucu olan-  hümanist marksizm ve görüşaçısı teorisinin dağılmasıyla geriye kalan bilgikuramsal perspektifçilik (ifade edici bütünsellik) vakumunda sermaye ‘perspektifi’nin hatalı biçimde benimsenmesi olarak gördüğümüz bütün bir konumlar çokluğundan farklı olarak Negri’yan görüşün özgüllüğünü  ortaya koymanın bir aracını arıyoruz.[26]

Çünkü Negri’nin ilk yazılarında ontolojik önceliği üretken çalışmaya, arzuya ve kendini üreten ama ilişkisel özneye veren diyalaktik, moderniteye bir  meydan okuma ya da alternatif olacaktı -‘maddecilik’ budur.[27] Olabildiğince aşağıdan bir bakışaçısı içinde konumlanmış ve üretken öznelliğin politik bağlantı noktasını görüntüleyen kendi yönergelerine bağlı biçimde Negri’nin çalışması 1960’lardan günümüze kadar maddeciliğin bilinmeyen, ötelenen ya da reddedilen bu yıkıcı güç harelerini haritalandırır.

Güncellik dışı kuramlaştırma riskini önlemek için, şimdi temel işlersel kavramları sınıf bileşimi[28] ve devlet biçim olan aşağıdan sermaye ilişkisini değerlendirmenin çeşitli tarihsel örneklemelerini gözden geçireceğiz.

Kapitalist yeniden yapılaşma ve sınıfsal yeniden-bileşimin üç ana dönemi özetleniyor. Belki de en iyi bilinen kitlesel işçi dönemidir ve bu dönem profesyonel işçi/sanatçıyla öncelenen ve politik çözümünü ‘İmparatorluk’da bulmaya çalışan post-Fordizmle yürürlükten kaldırılan Fordsit/Taylorist rejimle örtüşür. Marks’ın emek ve sermaye çözümlemesi kitlesel işçi figürünün ortaya çıkış dönemine tekabül eder.[29] Bu dönem boyunca baş gösteren mücadeleler ‘toplumsal işçi’ figürünün ortaya çıkışına ve ‘kitlesel işçi’ kategorisinin –hem kuramsal olarak, hem de  toplumsal alan içinde- yapısökümüne neden olur. Tüm bu süreç 1960’larla kesişir ve düşlerini ya da kabuslarını bizim ürettiğimiz iktidar mahallinde yaşayan bir  kuşağa ulaşır.


Fordizm, fabrika toplumu, disiplin, Devlet-biçim

Fabrika toplumunun ortaya çıkışıyla politik ve ekonomik kuruluş arasındaki ayrım etkililiğini yitirir. Hiçbir dolayımlama gerekmez, birikim onun kendi disiplinidir. Sermayenin idari organı olan devlet sermayenin sınıf çıkarları lehine tek tek kapitalistlerin doğrudan olumsuzlamasını temsil eder. O, ‘kollektif sermayenin politik yasasını’ cisimleştirir. Sermaye genel çıkarla özdeş hale gelir.

‘Emek demokrasisi’ ve ‘sosyal demokrasi’ burada ikamet eder: onlar kendini işçi sınıfı olarak olumsuzlayan ve emek-gücü olarak kapitalist üretim yapıları içinde kendini özerk biçimde yöneten bir emek biçim hipotezinden oluşur. Bu noktada zaten tek tek kapitalistlerin özelci (sic!) ve egoist çıkarlarını ortadan kaldırmış olan kapitalist sosyal çıkar, kendisini kapsayıcı nesnel sosyal çıkar sıfatıyla yapılandırmaya girişir.[30]

Böylelikle sosyalist ilkelerin anayasadaki savaş-sonrası devrimci ifadesi ilga edilir. Fiilen örgütlü emek kapitalist sınıfın yeniden yapılanmasını kolaylaştırmaya başlar.

Örgütlü bir hareket olarak işçi sınıfı tamamen toplumun örgütlülüğü olan sermayenin örgütlülüğü içindedir. Düsturları ve ideolojik-politik aygıtları bütünüyle burjuva gelişmenin diyalektiği içinde konumlanmış ögelerdir.[31]

Sermayenin toplumun ortak çıkarıyla özdeşleştiği noktada, sosyal fenomenoloji alanında bir  tersine dönme ortaya çıkar ve burada emek bağıntısı sermayenin değerlenme kuvveti ve toplumun kendi temeli gibi görünür.[32] Bu durum-daha önce Marks’ın Gotha programının eleştirisinde ele aldığı, emeğin tüm servetin kaynağı olması gibi Burjuva anayasasında ilke düzeyinde desteklenen -Negri bunu reformizmin emek anayasacılığıyla bütünleşmesi olarak tanımlar- sosyalist ilkelerin içerilmesiyle yansır. Bu nosyon 1960’lar ve izleyen yıllarda fabrika rejimi Batı boyunca aşındırılırken tedrici biçimde sökülür. Sendikaların ve Parti’nin despotluğuna karşı, sosyal demokrasi, örgütlü emek ideolojisi ve onun mottosunu (Arbeit match frei/çalışmak özgürlük verir) reddeden özerkliğin doğuşu ve direniş kültürlerinin yaratılmasına tanıklık ederiz.[33]

Kontrol toplumu, biyoiktidar ve maddi-olmayan emek

Disiplin tekniklerinin istihdam edildiği geleneksel merkezler kriz içinde (sınıf, parti, okul, çekirdek aile, ücretli emek).[34] Disiplinsel rasyonalite halkı yönetmeyi amaçlayan daha etkili, ekonomik, ayrık ve örtülü yordamlarla ikame ediliyor. Foucault’un analizinde bu durum 19. yüzyılın ortasında Fransa’da sosyal güvenlik sisteminin ortaya çıkışıyla başlar.[35] Bu sistem nüfusun güvenliğine ilişkin öngörüler altında yasallaşarak yürürlüğe konan ve risk önlemeye dayalı bir kontrol biliminin önşekillenmesidir. Ayrıca bu biyoiktidarın modern devletin işleyişi kapsamında bütünüyle etkili hale geldiği bir dönemdir. Biyoiktidar kendisine nesne olarak yaşamı alır. Hardt ve Negri’ye göre üretim yaşamın kendisini kapsadığı, ama toplum bir fabrikaya (yayınık bir fabrikaya), aynı zamanda bir okul, hastane ve bir orduya dönüştüğü için bütünsel kapsama biyopolitik üretim düzeyinde işler.[36]

Kontrol bilimi (hastalar ya da doktorlarla değil)  öngörücü tıp sayesinde işler ve dolayısıyla toplumu patolojilerin taşıyıcısı olan bireyler ve hastalıklar rezervi olarak elealır; tam de her bireyin kendi yaşamı boyunca üretken kalmaya zorlandığı uzun bir öğrenim hayatına tercüme edilen bir eğitim ve gözetimin/denetlemenin bir suç tanıklığı değil ama tanıma, insan bedeni ve davranışını tarama ve veri-bankalarına sokma amaçlı bir önleyici araç olarak kullanılması yoluyla. Kuşkulu davranışta bulunan her birey bir suçluluğun taşıyıcısına dönüşür.[37] Dışarı’nın sonu geleneksel disiplin kurumlarının krizi ve içselleştirme mekanizmalarının yayınımıyla örtüşür: kendini sömürme, kendini rasyonelleştirme ve sorumluluk içselleştirmesi tahakküm araçlarının daha etkili olmasını sağlar.[38]

Kontrol toplumuna doğru bu hareket mücadele  alanının yeniden-bölgeselleşmesine de neden olur. Disiplin kurumlarının çekilmesi ‘metrukiyet’ alanlarına, gettolara, mülteci kamplarına, sürekli bir olağanüstü hale dayalı şekilde işleyen, çıplak hayatın hukuksuz bir Polizeistaat (Polis devleti) idaresinin inayeti olduğu alanlar açar.

Fabrika toplumu emek sömürüsünün Fordist mekanizmalarına tekabül ettiği ve emeği homojenize ederek, profesyonel işçinin[39] gücünü bastırdığı halde, kontrol toplumu-özel olarak Marks’ın kuramlaştırdığı-[40] değer ve artık değer üreten yabancılaşmış emeğin esas özü olarak “üretken emekçi”den uzaklaşmaya bir tepkidir ve onunla örtüşür.[41]

Biyoiktidar  antik ‘hayatı almak ya da yaşamaya izin vermek’  hakkını, ‘hayatı besleme ya da ölüm noktasına kadar onu reddetme’ gücüne çevirerek tarihe girdi.[42] Foucault’un yazdığı gibi: “bu güç kapitlizmin gelişiminde sorunsuz zaruri bir ögeydi; sonradan bedenlerin üretim makinesine kontrol edilmeksizin sokulması olanaklı olmayacaktı.”[43]

Negri ve Hardt Foucault’un analizinin bu yönünü daha ileri götürür[44] ve biyopolitik üretimi post-Fordizm döneminde, tam da bu sürecin doruğa ulaştığı noktada gözden geçirir. Beden sabit sermayedir. Emek bundan böyle sermaye tarafından ‘istihdam’ edilmez. Emeğin araçları sosyal işbirliğinin zihin-makineleridir.[45] Disiplin, iktidarı kurumlar içinde öznelliklerin üretkenliğiydi. Bir ‘yeri’ vardı. Şimdi bu kurumlar  ve onlarla birlikte temsil, müzakere ve yetkilendirme işlevi işlemez duruma geliyor. Artık-iktidar tarafından bireyleşmiş-öznellikler sermayedir ve değer-öznelliklerin üretimi olarak maddi-olmayan duygusal emeğin önemi bundan dolayıdır.

Bu yeni emek rejimiyle birlikte işçi sınıfı kendi temsilcilerinin çabası sayesine Fordist işçinin ayrıcalıklı sektörünü yıkar ve yeni öznellik biçimleri ve farklı bir sınıf bileşimine destek sağlar. Negri toplumsal işçiye doğru hareketi dönemselleştirme konusunda kararlıdır. Onu 1968’e yerleştirmesi olayın önemi ve gerçekliği konusundaki görüşünün direşken politik boyutunu gösterir.[46] Bize göre 1970’ler bu geçişin sahnelendiği oldukça kanlı bir dönemi işaretledi. Etkin emekgücüne karşın kriz devleti süreğen bir gerçeklik olarak bu dönemde merkezileşti. Ama belki de daha temel olan fabrika dışı mücadelelerin doğuşudur ve özneler işgücüne indirgenmelerine karşı direnirken bu devletin disiplin (artık kontrol) aygıtından doğrudan öznelliğin üretimi aygıtına doğru yayılmasıyla açığa vuruldu.

‘Ait olduğu yerin bir bölge (toprak) olmasında olduğu gibi, proleteryanın bileşimi sosyaldir; emeğin özü açısından o tamamen soyut, maddi-olmayan, entelektüel, biçimi açısından hareketli ve çokdeğerlidir.’[47]

Maddi olmayan emek kavramı Hardt ve Negri’nin eknominin postmodern enformatikleşmesi adlandırmasını beraberinde getiren emeğin niteliğindeki değişimlerin bir sonucu olarak kuramlaştırılır. İtalyan Operaismo geleneği maddi olmayan emek nosyonunu Fordist üretimden, bir ürünün üretilmesinden önce satılmasını gerektiren yalın üretime (ya da Toyotizme) geçişine bağlar. Bu modelin girişine uygun ana gereksinim, üretim ve tüketim arasında, fabrikalar ve pazarlar arasında bir iletişim sisteminin kurulmasıdır. Endüstriyle ilgili maddi olmayan emek türü öncelikle veri iletimini gerektirir ve  artan sermaye oranının, emeğin giderek gelişen ussal doğasıyla örtüşerek, iletişimsel tekniklerin artan gücüne yatırılmasını gerektirir. Hardt ve Negri endüstride hizmet sektörünün gelişiminden tam da bu anlamda sözeder. Hizmet sektörünün kendisi, daha bilgi-yoğun olan işlerle ilişkilidir.[48]

Robert Reich bilgisayar ve iletişim çalışmasıyla ilgili maddi-olmayan emeği “sembolik-analitik hizmetler”-problem çözme, problem tanılama ve stratejik aracılık faaliyetlerini kapsayan işler- olarak adlandırır. Bu emek tipi en yüksek değeri talep eder ve bu nedenle Reich onu yeni küresel ekonomide rekabetin anahtarı statüsünde tanımlar.  Ama bilgi-temelli ve yaratıcı nitelikli sembolik işleme dayalı işlerdeki artışın, veri-girişi, sözcük-işleme gibi düşük değerli ve az beceri isteyen rutin işlerde uygun bir artışı gerektirdiğini kabul eder.  Burada maddi-olmayan üretim alanı içinde temel bir işbölümü ortaya çıkmaya başlar.[49]

Maddi olmayan emek emeğin iki farklı boyutuna işaret eder.

‘Meta’nın bilgilendirici içeriğine gelince’, o doğrudan endüstri ve hizmet sektörlerindeki büyük şirketlerde işçilerin emek süreçlerinde meydana gelen değişimlere işaret eder ve bu arada doğrudan emekle ilişkili beceriler, giderek artan şekilde sibernetik ve bilgisayar kontrolünü-yatay ve dikey iletişimi- kapsayan becerilerdir.

Meta’nın ‘kültürel içeriği’ni üreten etkinlikler sözkonusu olduğunda, maddi-olmayan emek normalde ‘iş’ olarak kabul edilmeyen bir etkinlikler dizisini kapsar-kültürel ve sanatsal standartları, modaları, beğenileri, tüketici normlarını ve daha stratejik olarak kamuoyunu tanımlama ve tespit etmeyi kapsayan etkinlikler.[50]

Maddi olmayan emeğin doğrudan sermaye ilişkisini ürettiği görüşü -maddi emek nedeniyle bu gizliydi- sermayenin fenomenolojisini ve sosyal gücünün özünü değiştirir. Maddi-olmayan işçiler öncelikle öznelliğin üreticileridirler.

‘Eğer bugün üretim doğrudan bir sosyal ilişkinin üretimiyse, bu durumda maddi-olmayan emeğin hammaddesi öznellik ve öznelliğin yaşadığı ve yeniden ürettiği ideolojik çevredir. Öznelliğin üretimi yalnızca (ticari ilişkilere uygun) bir sosyal kontrol aracı olmaya sonverir ve doğrudan üretken hale gelir, çünkü post-endüstriyel toplumlarımızın amacı tüketiciyi/iletimciyi inşa etmek, dahası onu ‘etkin’ olarak inşa etmektir. Maddi-olmayan işçiler (bunlar reklamcılık, moda, pazarlama, televizyon, sibernetik vb. alanlarda çalışırlar) tüketiciye göre bir talebi karşılar ve aynı zamanda bu talebi belirlerler.[51]

Maddi olmayan emeğin üçüncü boyutu onun ‘duygusal’ karakterini oluşturan şeydir. Duygusal emek insansal etkileşim ve iletişim uğraklarına gömülüdür. İnsansal irtibatın olduğu heryerde işler ve  esasen sosyal şebekelerin, topluluk biçimleri ve biyoiktidarın üretimiyle ilişkilidir. Duygusal emek şebekelerinde yaratılan bir yaşam biçimi’dir.[52]

Duygusal emek, yalnızca emeğin sermayenin dışında olduğu ve işgücüne indirgenmesinin gerektiği döneme özgü değer ölçüsündeki baskın eğilime sonverir.52a Bu biyopolitik üretimin doğrudan sosyal ilişkilerin üretimiyle karıştırıldığı ve sosyal yeniden üretimle eşsüremli hale geldiği yerdir. ‘İmparatorluk’, bu biçim üzerinden kaşılıklı bir bütünleştirme hükümranlığını temsil eden bir süreçtir: çünkü somut çalışma İmparatorluk’da farklıdır, sosyal kontrol mekanizmaları içselleştirilir ve öznellikler içinde yeniden üretilir. Biyopolitik yaşam ve beden nosyonları politik kuruluş ve sosyal öznelliğin gündelik olumlamaları içinde belirlenir.[53]


İmparatorluk’ta politika ve bütünsel kapsama
Potestas ve kurucu (anayasa değiştiren) iktidar

İçeri ve dışarının küresel sermaye tarafından sömürgeleşmesi olarak anlaşılan bütünsel kapsama döneminde, ekonomik ve politik iktidarı-analitik düzeyde bile- ayırmak imkansızdır. Bir iktidar eleştirisi, bir emek eleştirisine yolaçmalıdır. Bu yüzden toplumu bütünsel kapsamanın anlamlılık ve belirlenimi, politik alanın göreneksel biçimini-burada demokratik iktidarın mahali olarak ulus-devlet- güncelleştirmeye de bağlıdır. Öyleyse bütünsel kapsama baştan aşağı politik bir uğraktır. O fabrika rejiminin hükümranlığını genelleştirme üzerinden ve devletin işlevini dönüştürerek gelişir (resmi emek hareketinin kapitalist reformist bütünleşmesini kullanan bir sosyal devleti vardır ve böylelikle bu hükümranlığın özel uygulanma tarzını değiştirir).

Burada politikanın liberal özerkliği ya da, bireyin kamusalı kendi dışında gördüğü kamusalı özelden ayrıştırma mitinin sonu yeralır; bu kavrayışa göre “dışarısı, bireysel eylemin başkalarının varlığı içinde sergilendiği ve onaylanmaya çalıştığı politikaya özgü bir alandır.”[54] Politiğin güdüklüğüyle nitelenen özel/kamusal ayrımından postmodern vazgeçişin açıklanışında Guy Debord, bu olağandışı sitüasyonist, açık bir referans noktasıdır:[55] “Gösteri sosyalliğin her biçimini tahrip eder -ayrı otomobillerinin içinde, ayrı video-ekranlarının karşısında bireyleşen sosyal aktörler, aynı anda yeni bir kitle toplumsallığını, yeni bir düşünce ve eylem tekbiçimliliğini dayatır”[56] ve kamusal alan tamamen buharlaşır.

Yaşamın tüm boyutları sermaye tarafından kapsanır, tüm eylem biçimleri-bunlar toplumsal olarak bütünüyle üretkendir- bu toplumun yeniden üretimine göre anlamlı hale gelir.[57] Tarihsel olarak ‘politik’in özerkliği ‘sınıf politikasının ölümü’yle kalan boşluğu doldurma gereksinimini karşıladı ve ideolojik olarak burda politika yalnızca ‘evrenselci’ terimlerle (Kant), çıkarlar üstü, başka deyişle çıkarlar politikasınının ikamesi şeklinde ortaya kondu.

Paradoksal biçimde özel alan ideolojik olarak yıkıldığı ya da bütünüyle sosyalleştiğinde, reformizm içindeki tepkici politik ögeler, sorunu politik bir alan olarak kamusal alanının yeniden yaratılması sorunu şeklinde yeniden ortaya koyar. Halihazırda ‘politik’in özerkliği’ görüşü yalnızca liberalizmin bir biçimi olabilir ve yalnızca Marks’ın Hegel’in devlet felsefesini eleştirisinde taslağı çizilen parametreler içinde -yani topluluk hakkındaki kararların üretken failler olarak kendi varoluşumuzdan ayrılması- işleyebilir. Bununla birlikte liberalizm politiği çıkardan koparmaz, gerçekte onu daima yeniden örgütler, ama politikayı bireysel çıkarlar açısından ifadeye zorlar ve iktidar söylemi bireysel hak ve ödev arasındaki (ikincisi yalnızca ilkinin modern bir cisimleşimidir) bir dengeye dönüşür. Komüniteryan[58] olmayı iddia eden sosyal hareketler kendi programlarını etik yaşam ve bireysel kendini-arayışa sınırlamalar üzerinden göstermeyi gereksinir. Politikayı daralan bir etkinlik olarak önerir (anti-globalizm = pro-demokrasi) ve durum düzenlemeli ‘defansif’ bir demokrasi talebi dolayında kimliğe dayalı özel bir uygulamayı talep ederek, devletin yansızlığı ve tarafsızlığı kisvesi altındaki evrenselliğin altını oyarlar.[59]

Negri içkin eleştiri kanalıyla bunu daha ileri bir aşamaya götürür. Sosyal işbirliği üzerinden üretim analizi, çıkar politikasını ahlakçı eğilimlerinden arındırıp, bireyci terimler dışında -temsilciler kendi eylemlerini ne kadar bu terimlerle tanımlarsa tanımlasın- yeniden politikleştirir. Sosyal hareketlerin devletle ilişkilerinin belirsiz olduğunu kabul ediyoruz.[60] Onlar devlete tarafsız sınırlar içinde hakem olarak kendine dayanma fırsatı sağlarken, aynı zamanda kurumsal tanınma[61] arayışı içindedirler ve bu liberal bağlam içindeki işleyişiyle potestas’tır. Bu nedenle Negri’nin kimlikçi olmayan ifadeler içinde emek politiklarına dayanma ısrarı, üretim ve aynen öznellik ve kimlik üretiminin tamamen sermayeye özgü genelleşmiş bir hükümranlık altında ortaya çıktığı kabulü üzerindeki vurgusuyla birlikte önemlidir. Bu hareketler yıkıcı- dönüştürücü anlamda politik oldukları ölçüde, mutlak surette kendi öznelliklerinin sosyal belirlenimlerine iliştirilmişlerdir.

Jameson aynı sürece kültürel politik bir perspektiften, sınıf gücünü evrenselleştirme başarısızlığıyla, kurumsal ve örgütsel biçimlerdeki çözünmenin imkan tanıdığı yeni kimliklerin oluşumu olarak bakar. Oysa 1960’ların büyük patlamaları, dünya ekonomik krizi içinde sosyal düzenlerin restorasyonlarına ve dışarının içselleştirilmesi sürecine neredeyse arızi bir eklenti olarak sağaltılan çeşitli devlet aygıtlarının baskıcı iktidarının yenilenmesine yolaçtı.[62] Ayrıca hem‘özgürlük ve olabilirlik duyusu’-ki bu 1960’ların çok kısa süren nesnel gerçekliği içindir, hem de  (80’leri geç anlamaktan kaynaklı) tarihsel bir yanılsama, hiç şüphesiz bu karanlık dönemin kinizmiyle birlikte, kapitalizmin altyapısal ya da sistemik bir aşamadan bir diğerine geçişiyle  imkan tanınan üstyapısal bir hareket ve hareket serbestliği yönünden sınırlanır.[63] Jameson bütünsel kapsamayı daha yeni yeni zincirlerinden kurtulmuş öznellikler nedeniyle ortaya çıkan ket vurma mekanizmalarının yeni bir yapılanımı açısından çözümler.

Bu nedenle Negri’nin deyişiyle:“Bugün işçi sınıfı bütünüyle mevcut ama görüş alanından kayboldu. Varlığı sona ermedi, ama kapitalist ekonomideki imtiyazlı konumu ve proleteryanın sınıfsal bileşimindeki hegomonik konumu değişti. Proleterya eskisi gibi var değil, ama bu onun yokolduğu anlamına gelmez.”[64] Endüstriyel işçi sınıfının yerdeğiştirmesi, emek aktörüne bağımlılığına sonvermeye çalışan sermaye içindeki üretken rolünün etkisizleşmesi nedeniyle ortaya çıkar. Proleterya kategorisi genişletilir ve kapitalist üretim ilişkilerini içsel olarak idame ettiren ve onun disiplinine tabi tüm bir halk sınıfı olarak okunur-ayrıca Marks’da bu eğilimi tanımlayan açık düşünceler vardır.

Bu hiçbir şekilde mücadeleden vazgeçmek değildir. Negri’nin iktidar eleştirisi saldırı noktalarını sürekli kaydırır. İktidar sadece sınırlama perspektifinden sunulmaz, diyebiliriz ki, iktidar aynı ölçüde bir olanak ve yetidir. Kurulmuş iktidarın hakim biçimi daima yolaçtığı direniş olanakları içinde bağlamsallaştırılır ve iktidarın takındığı bir maskeye indirgenmez. İktidarın biçimsel pratiği, ya da potestas artık yalnızca kapsamaya çalıştığı yaratıcı enerjiye karşılık olarak harekete geçirilir.

Post-Fordist emeğin radikal soyutluğu, onun kaçış çizgileri, toplu çıkış ve reddi,  duyumsal hareketi, üretken öznenin melezleşme ve çeşitliliği karşılığında İmparatorluk’u yaratır. Sermaye yırtıcı genişlemesi, dışarıyı sistemin parçası haline getirişi içinde, yine de en büyük muhalifine tutsak olur: çokluk, yaşamı soluyan, fethetmek için kendini yıkan kitle.[65]

Emek düzeyinde İmparatorluk’un politik biçimini oluşturan üretken özne onun mutlak temeli olarak sosyal işbirliğini elinde tutar. Enformasyon ve iletişim şebekeleri birleşik ve küresel üretkenlik alanı içinde her ögenin özünü şekillendirir. Maddi olmayan emek ve duygusal emek dolayımın tasfiye temelidir: gerekçelendirme içkin bir olay haline gelir.[66] Bir müzakere zemini olarak bir kamusal uzam alanı miti sonuçta çürür.[67] Geleneksel görünüşü içinde sosyal devlet, suyu çıkıncaya kadar öznellikleri farkılaştırma yükü altında ifrazat atar.[68] Biyopolitik üretim içinde sermayenin emek üzerindeki buyruk biçimi fesat bir ifadedir: ‘Batı toplumlarının yeni sloganı budur: hepimiz özneler olmalıyız.’[69] Katılımcı yönetim bir iktidar teknolojisidir, öznel süreçleri yaratma ve denetlemeye yarayan bir teknoloji.[70] Ama üretken işbirliği post-Fordist üretim için bir çırpıda kaçınılmaz ve istikrarsızlaştırıcı değildir.

İmparatorluk altında iktidarın nesnesi yaşamın ta kendisi olur. Negri’de politikanın ontolojik olmasının nedeni budur. İmparatorluk merkezsizdir ve daha çok karma bir kuruluşla yönetilen iktidar ilişkileri şebekesini temsil eder. İmparatorluk tezi, ulus-devlet’in öznellikleri düzenlemenin bir aracı olarak etkisini giderek yitirdiği bir düzeni tanımlar ve imparatorluk, ögelerinden bazıları imtiyazlı bir güç konumuna sahip olsa da şebekeler aracılığıyla işleyen ve merkezsiz bir ulus-aşırı ve soyut nitelikli politik hak ve kuvvet düzeninine işaret eder.[71]  Sermaye devlet iktidarına kayıtsızlaşır. Bu şu an inşa halinde olan bir süreçtir ve sosyal işbirliğine dayandığı ve geliştiği ölçüde, yürürlükteki etkinliklerini –mümkün olduğu yerde- altüst etmemiz–zorunlu olduğu yerde- yadsımaya girişmemiz gereken ikincisinden ayrı alabileceğimiz bir şey değildir.

İmparatorluk hiyerarşiktir ve imtiyazlı kesimlerinden biri şüphesiz ABD’dir, ama aslında işleyiş tabanı ve kılcal noktaları ulus-devlet’in geleneksel gücünü kaydıran STÖ (Sivil Toplum Örgütleri) gibi kurumlara uzanır.[72] Yaşamı (ya da batılı insan hakları nosyonlarını) savunma çizgisinde çalışan STÖ’lerin İmparatorluk’ta askeri ve polisiye müdahaleye uygun bir ahlaki rasyonaliteyi nasıl yasallaştırdığının son bir örneği Afganistan’da kadınlar adına düzenlenen kampanyanın etkilerinde görülür. Kampanya Chantal Mouffe’nin partiküler evrenselciliğiyle öylesine demlendi ki, First Leydi ve Cherie Blair, militarist Batı’lı hükümetlerin cephaneliğine başka silahlar sağlamak için onun retoriğini aynen kullanabildi.

İktidar Eleştirisi

Şimdi Negri’yan iktidar ide’si ya da politika pratiğine vardık. Üretkenlik etkinliğini/ifadesini neden olarak, kendi belirlenimi olarak gören, ona hükmeden dışsal sınırlamalar ya da girişimlerin önünü kesen merkezsiz ama dinamik bir ide. Politikanın ontolojik sıfatıyla güncelliği, yaşamın kendisi iktidarın nesnesi haline geldiğinde politika sıfatıyla varlığın dinamik özelliklerini yeniden olumlar.

Negri’nin politik projesine gelince, o ortodoks marksizmin kendi yordamlarıyla asla ulaşamayacağı bir ‘ortodoks marksizm’ türüne varır. Bu onun öznelliğin devrimci yapılanışını değerin sosyal biçimi ve üretim tarzından türetmesinden dolayıdır. Bu proje kapitalizmin aynı anda kapsadığı ve sınırladığı öznel güçlerin tanınmasıyla kapitalist biçim içindeki gerilimleri yansıtır.  Öyleyse temelde “kurucu iktidar” ekonomik yaşamdan farklı olarak yapılanmış değildir.[73] Bir yabancılaşma teorisine gerek duyulmaz, çünkü hiçbir ontolojik ayrım yoktur-olduğumuz şey, yaptığımız şeydir. Pazarlanabilir ürünler üretmeye yönelik mevcut kapitalist taleplerin özel biçimi, değerleme için zaruri bir yaratıcı öznellik meydana getirir. Sermaye değeri gerçekleştirmek için bütünsel-fakat ahlakdışı ve sınırlı bir biçim- kullanmaya zorlanır. Sosyal bir ihtiyaç, biyopolitik bir ihtiyaç ve arzu olarak talep, sermayenin üretmek için toplumu yasalaştırmaya -bu yüzden ona fazlasıyla itaatlidir- ihtiyaç duyması demektir. Bundan dolayı genel biçimiyle sosyal buyruğun üretmek için sermaye açısından zorunluluk olduğu İmparatorluk döneminde, emek esasen sermayeden önce oluşturulur. Ayrıca sivil toplum (Burjuva ekonomisi içinde bir ihtiyaçlar sistemi olarak) devlete soğurulur.[74]

İktidar teorisi?

Jameson yapısalcılığı bir biçimcilik (formalizm) olarak okur, fakat hem o, hem de Negri, Althusser’yen yapısalcılığı-çözümlemedeki bazı farklılıklara rağmen- modernist bir proje olarak görür. Jameson esasen ideoloji kuramlaştırmasını ödünç alır ve aynı şekilde bu Negri’nin geç dönem Althusser’den aldıklarının bildirimi niteliğindedir; yeniyi düşünmeyi, kopuş, kriz ve ihlale duyarlılığı ve “ideoloji kendi egemenliğini gerçeğin bütününe yaydığı”nda[75] “olumsalı kesintisiz kuramsal tanımlamayı.”[76] Jamesona göre modernizm, içeriğin yalnızca özel bir biçimi göz önünde tutmak için ortaya konduğu yerde özün inkarına götürür. Bizim Negri okumamız ve Negri’nin Althusser düşüncesinin Spinoza’cı boyutundan aldığını düşündüğümüz şey, etkilerin yapısal bütüne içsel olması anlayışıdır.76a Özcü düşünceye[77] bir tepki olmaktan ziyade, bu hem nedeni hem de sonucu kendi ilişkilerinin yapısına içkin ve içsel görmenin bir yoludur. Hegel’ciliğin kesin olarak kendinden çıkan, kendi çelişkileri sayesinde gelişen bir özneyi ortaya koymaya duyduğu gereksinim, diyalektiği sosyal oluşun tekil bir konumunda -özne olarak proleteryada (Lukacs, Debord) ya da sermayenin kendisinde- merkezileştirmesine yolaçmasından dolayı Althusser’yen şemada suya düşer. Basit çelişki, içeri ve dışarı çatışması, sosyal öznellik indirgenebileceği bir nokta olmaksızın dağınık yollarla üretildiğinde gerçek bir hükümden yoksundur. Bu öznelliğin ekonomik yaşamdan farklı olarak çoğullaşması değil, ama esasen öznelliğin oluşumuna ilişkin farklı, önceden belirlenmemiş ve en önemlisi tekil, bireysel ve çok-değerli bir kavrayışdır-Spinoza’cı anlamda içeriklerine ‘upuygun’ olan yapılar.

Modernizm ve postmodernizm konusundaki tartışmanın bozgun içinde politik bir taraf olmaksızın gerçekleşebileceği bir zemine varmayı umuyoruz. Bu karabasan bizim kuşağımıza ait değil. Bizim tutumumuz, özerk bir kendilik-oluşumunu, kendi aklını kullanma cesaretini gösterme anlayışını ontolojik bir temel alan, otoritenin varlığıyla nitelenen bir yetersizlik halini terketmeyi gerektiren bir mevcudun eleştirisi etrafında, bütünüyle Kant’ın modenizmi içindedir. Yetersiz insanlık otorite ve hükümranlığın varlığı ve pratiğini mazur gösterici bir temelin temsilinden doğmak zorundadır. Onsuz yapmayı amaçladığımız ölçüde bütünüyle modernistiz.

Diğer taraftan felsefede modernitenin anlamını tarihselleştirmek, kendimizi ve mevcudun ontolojisini yorumlamak amacıyla seküler aşkınlık kavramlarının ötesine geçen bir referans çerçeve araştırmayı göz önüne alabiliriz. Yapısalcı, biçimci çalışmalardan Annales Olulu’na kadar, sonradan “postmodernist kurucular” sıfatıyla görülenlerin müdahalesi, böylesi bir eleştirinin mirasını sağladı. İlk grup, bir temel olarak ilişki nosyonunu ortaya koyup, yatay bir sosyal gerçeklik anlayışını kurma girişimi ve bütünüyle disiplinsel sınıflandırmaları zorunlu duraksamaya zorlamasıyla, kendisini temsil ve varlık arasındaki dolayımın çöküşünü sorunsallaştırma pratiğine yerleştirdi. Aynı şeyi Annales Okulu, olay nosyonunu semptomplardan çok nedenleri açıklayıcı bir kategori olarak sorunsallaştıran, tarih çalışmasına jeopolitiği ve mekansallığı sokmaya deneyen çalışmalarıyla Annales Okul için de geçerlidir. Bu çok farklı düşünce tarzları, ne olduğu ve olabileceği, varoluş ve bilişsellik, kendinde/kendiliğinden ve kendisi için, politika ve epistemoloji arasında köprü kurulamaz bir ayrışma üreten bir aşkınlık kavramının yıkılmasına yardımcı oldu. Negri’nin mevcut politikası içkin bir maddeci ontoloji olmadıkça yapamaz.

İçkinlik iktidarın bir bütünleştirme kumpası olarak değil, ama iktidarın bir pratik olduğunu, bu itibarla iktidarın mevcut içindeki işleyiş biimlerinin bir eleştirisi ve altüst edilişi dışında bir ‘İktidar Teorisi’ olamayacağını kabul eden bir sosyal gerçeklik yaklaşımı olarak görülmeli. Negri’nin katkısı-kızıl içinde mora çalan bir rapsodi- bu projeye etkili bir müdahaledir.

Burada ve şimdinin yaratıcı alanında, projemizi olumsuz terimler içinde ortaya koymak bizim açımızdan gereksiz. Gerçek komünizmi inşa projesi, bir birayageliştir, sınırları içselleştirmeyi reddetmesi gereken,  kendini pişmanlık duymayan bir açıklık ve yaratım, ya da bir kollektivite olarak politika ve bilgi pratiği içinde projelendirmesi gereken üretimsel bir fiil.


*  http://textz.gutenberg.net/textz/hardt­_michael_negri_empire.txt

* Bu metin, daha önce Sınırda dergisi’nde (Şubat 2008, s.8-9, ss. 179-200), yayımlanmıştır.


Notlar


[1] Bkz. F. Dosse, History of structuralism, v. 1: The rising sign, 1945-1966. University of Minnesota Press, Minneapolis, 1997. ve P. Burke, The French historical revolution: the ‘Annales’ school, 1929-89. Polity Press, Cambridge, 1990.
[2] ‘İletişimin dışlayıcı bir varlık çevreni olduğunu varsayan postmodern felsefeciler, ortaklık ögesini  ilan eder. Savlarını kabullenmek son derece güç. Önvarsayımları gerçekte kusursuz bir telolojik varsayımdan öte değil. Bu felsefeciler varlığın fiili eşiğini araştırmayı erteler ve daha öteye geçmezler. Bundan ontolojik alanın tükenişini, tarihin sonunu, gösterinin ne bulursa tüketen/hepçil totolojisini çıkartırlar. Eğer ortak öge bu koşulları açığa vuruyorsa, o kendini ortaklığın sonu olarak  sahneye koyar. A. Negri, Kairos, alma venus, multitudo. Nove lezioni impartite a me stesso. Manifestolibri, Roma, 2000. s.80-81.  Toplumun gelişen karmaşığı, gelişen bir tahakküm tehlikesidir. (Toplumsal karmaşıktan proleterya eyleminin devrimci işlevinin yitttiği bir labirenti anlayan felsefeciler ya da tarihsel  karmaşıktan sıçanların sürü halinde koşuşturduğu bir labirenti anlayan yorumbilgiciler, bunların hepsi de yalnızca şarlatanlardır). Gerçekte değer biçimin dönüşüm yasaları daha fazla farkediliyor ve İktidarın yapısöküm ve tahrip dinamikleri olarak etkililiklerini daha fazla gösteriyorlar. Değer biçimi oluşturan motor güç, yaşayan emeğin üretkenlik gücünün antogonitik ifadesi, aynı anda değer biçimin yapısöküm  motorudur (…) herkes kırık kapitalist uygarlığın gerçekte ne ölçüde bir anlam anarşisi ve ruhsuzluk olduğunu görmeyi bekliyor.’ ‘These on Marx’  S. Makdisi, C. Casarino & R. E. Karl (eds) içinde, Marxism beyond marxism. Routledge, New York, 1996., p. 159.
[3] D. Harvey, The condition of postmodernity, Blackwell, Cambridge MA, 1990.
[4] ‘(Postmodernism)…en azından bana göre, işlevi yeni tip bir sosyal yaşam ve –çoğu kez makyajlı biçimde modernleşme veya post-endüstriyel toplum ya da tüketim toplumu, medya ya da görüntü toplumu veya çokuluslu kapitalizm denen yeni bir ekonomik düzenin ortaya çıkışıyla bağlantılı olan bir dönemleştirme kavramıdır.’ F. Jameson, The cultural turn, Selected writings on the postmodern, 1983-1998. Verso, London, 1998. p.3. Ayrıcabkz., Postmodernism, or, the cultural logic of late capitalism. Duke University Press, Durham, 1991.
[5] Oluşumuzun eleştirisi bir ve aynı anda bize dayatılan sınırların tarihsel bir analizi ve onları aşma olanağıyla ilgili bir deneyimdir. The Foucault Reader içinde, 1984, s.49-50.
[6] A. Negri, La costituzione del tempo. Orologi del capitale e liberazione comunista. Manifestolibri, Roma, 1997.
[7] Bkz., Karl Marks’ın Kapital I. Cild’e Önsözü, s. 1019-1038.
[8] Tarihsel praksisin ortak adı yalnızca ‘mevcudun bir soykütüğü’ olabilir-yani geçmişte ne olduğunu,  gelecek olanı tayin ettiği gibi şekillendiren bir imgelem. Geçmiş deneyimlenmedikçe yorumlanmaz.’ A. Negri, Kairos, alma venus, multitudo. Nove lezioni impartite a me stesso. s. 43.
[9]A. Negri & M. Hardt, Empire, Harvard University Press, Cambridge, 2000. s. 187.
[10] E. N. Kaplan içinde (ed.), Postmodernism and its discontents, London, Verso, 1988
[11] G. W. F. Hegel, Phenomenology of Spirit, Oxford University Press, Oxford, 1977. s. 400.
[12] Althusser tarzında ya da Joan Rabinson gibilerin  önerdiği“Hegel’ci zırva ve fasa füso”yu devredışı bırakmaya ilişkin post-Keynezyen dalgacılığı izleyerek Marks’ı Hegel’den ayırmaya çalışmıyoruz. Marks’ın Hegel’e borcu onu görmek isteyen herkes için oradadır. Negri’nin buradaki sorunu daha çok Marks’ın eşsüremli (senkronik)  bir görüşaçısıyla kapital’in yazımında benimsediği ve kapitalist ilişkilerin oluşumunda sınıf mücadelesi motorunu kavrama yetimizi sınırlayan Hegel’ci sunum çerçevesidir.
[13] Marks’ın sermaye ilişkileriyle ilgili görüşlerini hangi perspektifin açığa kavuşturacağı konusunda tam emin olmadığı konusunda yeterince belirti var (karşılaştır, C.Arthur “Aganst the logical historical method; dialectical derivation versus linear logic.” F.Mosely and M. Campbell (eds) içinde, New Investigations of Marxist method, Humanities Press, New Jersey 1997).  Yoğunluklu politik pasajlar ve nesnel olarak bilimsel  bölümler arasındaki  salınma içeriğin kendi diyalektiğine atfedilebilir. Hegel’ci ya da Yapısalcı, artsüremli ya da eşsüremli olsun, Marks’ın yöntemini rasyonalize etmeye yönelik sonraki tüm girişimlere karşın,  Marks için bile, Hegel’de mutlak’ın gelişiminin farklı bir güzergah  kazanabilmesi gibi, sermayenin doğasına ulaşmanın tek bir yolu olmadığını belirtmek önemlidir. Dolayısıyla bunca marksizm ve marksoloji, özel bir yöntem nosyonundan, doğru bir politik çizgiden yola çıkmakla meşgul oldu. Bizim iktidar ve onun bugünkü mekanizmalarını eleştiri anlayışımızda bu tartışmalar  bizi yalnızca bir yere kadar götürür. Negri’nin müdahalesine: Marx beyond Marx kendi  minvalinde Kapital’iliştirilmiş önyargıların yanlışlığını fazlasıyla göstererek, Marks’ın düşüncesindeki radikal nitelikte yıkıcı  ve içkin boyutu irdeleme alanını yeniden ortaya koyar; burada burjuva değer kategorilerinin yapısöküm projesi alternatif bir toplumu yeniden kuran soyal süreçlerin-değer yasasınındaki bir kriz gibi görünen gerçek sosyal süreçlerin kavranmasıyla birbirine geçer.
[14] ‘Metanın, değerin çifte yüzü olduğunu keşfetmek için Hegel’ciliğe atlamaya gerek duymuyorum; paranın tek bir yüzü vardır, patronun yüzü.’ A. Negri, Marx beyond Marx, Lessons on the Grundrisse, Autonomedia, New York, 1991, s.23.
[15] H. Cleaver, Reading Capital politically. Anti/Theses Press, Leeds, 2000.
[16] M.Lebowitz, Beyond capital: Marx’s political economy of the working class. Macmillan, Basingstoke, 1992. bölüm 5. Lebowitz’e göre Marks bizlere bütünselliğin yalnızca bir yönünü verir, sermayeninkini. O işe işçinin değil, tutarlı biçimde kapitalistin görüş açısından bakar. Bütünselliği yalnızca yarısını sergilemesi itibarıyla, bu yarı diğeriyle-ücretli emekle- etkileşimi içinde ifade edilmez. Lebowitz yalnızca bu ikisini birlikte alarak doğru bir bütünselliğe varacağımızı ileri sürer. Ona göre ücretli emekçinin sermayeye karşı mücadelesi onun tahakkümünü sürekli altüst eden bir şeydir ve kapitalist toplumun dinamiğini oluşturan mücadele içinde  onlar birbirinini karşılıklı etkiler.
[17] Bkz., A. Negri, ’20 Theses on Marx’, s.178. ayrıca bkz., A. Negri ‘Value and affect’: ‘diyalektik, hatta aşağıdan diyalektik, bizlere tarihsel süreçte radikal bir yenilenmeyi, tüm radikalliği içinde  ‘hareket geçme (etkileme) gücü’nün infilakını sağlayamaz. Aşağıdan bir inşa yolu, bir yok-mekan (non-place) algısıyla birlikte ortaya çıkmalı. Yalnızca bir yok-mekan görüş açısının radikal varsayımı bizi tüm figürleriyle modernitenin diyalektiğinden kurtarabilir…”
[18] ‘Kategorik bir sentez teorisi olarak değer teorisi, devrimci alana girmek amacıyla kolaylıkla vazgeçebileceğimiz  burjuva mistifikasyonların ve klasiklerin bir mirasıdır.’ A. Negri, Marx beyond Marx, s.23.
[19] ‘(Marks’ın) değer teorisi gerçekte bir değer ölçü teorisidir.’ A. Negri ve Hardt, Empire, s.335. Bu görüşe tam olarak katılmıyoruz, çünkü Marks’ın ölçüyü, Hegel’in  shorter Logic’teki elealışına benzer tarzda kullandığı görüşünü temel alıyoruz. Artık değer Teorileri’nde Marks, değer teorisini önceden belirlenmiş dışsal bir ölçüm kriteri olarak değil,  değerin özü ve içkin bir norm olarak elealır. Hegel’ci diyalektikte ölçü niteliksel bir miktar (kuantum) olarak anlaşılır. Ölçüde Hegel nicelik ve nitelik arasında bir özdeşlik bulur. Bir çatışkı üreten niceliksel değişimlerin ‘ötesinde gizlenen’ bir şey. Hegel’in shorter Logic’de kullandığı örnek, buğday yığınını tek bir tohumun yaratıp yaratmadığı şeklindeki eski bir Yunan problemidir. Hangi noktada niceliksel bir değişim niteliksel bir değişime eşittir? Hegel’e göre ölçüye değgin ontolojik anlamlılığı olan zorunlu  niteliksel bir boyut vardır. Nicelik, görece değer türlerine sahip orantılarda (niceliksel orantılar),  Varlık’la özdeş olmayan, dışsal ve tamamen tinsel bir nitelik gibi göründü. Bu durumda niceliğin çelişkisi onun bir ‘değiştirilebilir’ olması  ama tüm değişimlere rağmen yine de ‘aynı’ kalmasıdır. Bu çelişkinin çözümü  yine de niteliğin ‘sözde gerçek, niceliğinse sahte bir nosyon olduğu kabulüne’ değil, ama herikisinin bölünmez gerçeğine, niteliksel bir nicelik ya da ölçüye uygun bir yaklaşıma dönmektir.’ Hegel’e göre ölçü dolaylı olarak özdür. Hegel Encyclopaedia Logic 105-111 (Mantık’ın ilk bölümünün sonu).  Şayet Marks bu nosyonu kullandıysa, bu durumda Negri’nin iddiası tam olarak ağırlık taşımaz, çünkü ölçü değer özün gelişimindeki bir aşamadan başka bir şey değildir.  Yine de Negri bu anlamda Marks’ın yöntemini modernist  nitelendirmekte haklıdır.
[20] Bkz., A. Negri & M. Hardt, Empire. Bölüm 3.1
20a ‘Emek zamanını biricik ölçü ve servetin kaynağı varsaydığı halde onu en aza  indirgeme baskısı yapmasından dolayı, sermaye bizzat hareket eden çelişkidir. Bundan dolayı gereksiz  biçimde emek zamanını çoğaltmak için zorunlu biçimde onu azaltır; dolayısıyla zorunluluk nedeniyle –ölüm kalım meselesi- bir koşul olarak büyüyen ölçüde bir   fazlayı varsayar.’(20a) K. Marx, ‘Fragment on Machine’, Grundrisse, s. 207. İmparatorluk’ta sermayenin ideal olarak bu sınırın ötesine geçtiğini söyleyebiliriz..
[21] Habermas  bunu en sofistike somutlaştırımını sunar; George Manbiot, Norena Hertz, Naomi Klein gibi poüler liberal anti-kapitalizmlerin birçoğunda mevcut bir görüş. Bkz., ‘Anti-capitalism with a smiley face’ E. Thompson Studies in Social and Political Thought, sy.4.
[22] ‘Sınıf mücadelesinin (bütünsel kapsama içinde toplumsal işçinin) gelişiminin mevcut aşaması, proleter bağımsızlığın yeni teknik koşulları gelişmenin maddi geçitleri içinde belirlenir ve o nedenle ilk kez yeniden yapılanmada telafi edilebilir olmayan ve  sınıf bilinçliliğinin yetkinleşmesinden bağımsız bir kopuş imkanı vardır.’ A. Negri, ’20 Theses on Marx’, s. 165.
[23] Negri burada Spinoza’dan  birçok kavram alır.; ‘causa sui’ (nedeni kendinde olan, kendinde nedenli) şeyler, yaşama itkisi ya da ‘conatus’ (çaba)- tek anlamlı oluş  kudreti kavramı, dışsal gücün, varlığın kendini üretme gücünün bir  olumsuzlaması olduğu nosyonuna yolaçar.
[24] Ücret mücadelesine dayalı geleneksel sendikacılığın ölümü, günümüz koşullarında, boş zaman konusundaki tartışma bireyci bir temele sahip olsa bile üretken öznelerin değer yasasının işleyişini sürekli bozmalarından kaynaklanmaz. Kendi kendine  yetmeyle ilgili talk-show retoriği karşı davranışı gerekçelendirmede kullanılır, özel bağışıklığa uygun  kimlik politikasını, kendi yararlarına kullanmak için halk tarafından altüst edilen tüm ayrımcı kontrol ögelerinin ya da suistimal hastalıklarının gelişmesini. Yıkım yalnızca iktidarın kendini kurmaya çalıştığı mahalde gerçekleştirilir ve iktidar yalnızca bir karşı iktidarın olduğu yerde anlamlıdır. İktidar teknikleri tersine çevrilebilir. Geniş bir ölçekte bu ilişkiler sınıf algılamamızı enforme eder. İşçi sınıfı fabrika rejimine, sermayenin onun üretken güçlerinin niteliğini ya da konumunu değiştirme ya da işçi sınıfı içinde iktidar hiyerarşileri yaratma yoluyla bölmeye ve baltalamaya çalıştığı kendi bedenini birleşik bir özne olarak kurarak, ücret ve iş hakkı talepleri yaratarak, politik bir homojenleşmeyle karşılık verir (bkz., ‘Archeology and power’(Rovolution retried içinde). İşçi sınıfı özgürlük talep eder ve bir kuvvet olarak kendi kollektif gücünü iş zamanınında indirimler sağlamak, satınalma gücünü yükseltmek ve boş zamanı artırmak için kullanır. (bunlar bugün her zamankinden fazla mevcut, ama bireyci bir temeli var-örneğin serbest kalmak için  işçi günlük hastalık izni alır, dişçiyle bir randevu uydurur, bir bilgisayar sistemini sabote eder, yangın alarmını çaldırır). Bugün bu bireyselleştirilmiş direniş  biçiminin büyüklüğü, üretim biçiminin fabrika rejiminden uzak toplumsallaşması ölçüsündedir  ve kollektif çıkarlardan daha dar bireysel çıkarlarda yansıtılan bilinçlilik derecesinin karşılığıdır. Sisteme meydan okumalar politiktir, ama daha iyi bir topluma doğru politik dönüşümün belirleyici biçimleri değil, sadece üretimin kendi fayda fonsiyonunu gözeten bir dağılımı olarak düşünülürler. Suç, dolandırıcılık ve kaynakları çalma yaygındır ve bunlar önemsiz ama sermayenin karlılık ve işleyişini doğrudan etkileyen ve işçilerin kendi yaşam  standartlarını düzeltmesinin anlamlı yollarıdırlar. Kaybolan dosyalar, diskleri bozma, yangın alarmlarını çaldırma, anahtarları kaybetme, iş zamanı  fişlerini tahrip etme, deneyim ve beceriler konusunda yalan söyleme, mülkiyeti aşırma, geç gelme, işi erken bırakma, esnek emeği kullanma ve yaşam-boyu eğitim (işden kaçmak için  öğrenim). Ayrıca bkz., J. Beasley-Murray “Ethics as post-political politics” Research and Society içinde, No.7, 1994, s. 5-26.
[25] A. Negri, ‘Theses on Marx’, s.178.
25a C.Arthur’un,  sermayeyi olumsuzlanmasının olumsuzlanması olarak ya da ya da ‘emeği değer-değil olarak’  tanımlama yoluyla sermayenin önceliğini sabitlediğini önesürebiliriz.
[26] Sermaye iktidarının  mutlaklaşması, yalnızca ona karşı veilen mücadelenin eğreti yenilgisinin bir etkisidir. “Robespierre’den Stalin’e, 1920’lerin devrimlerinden 1970’lerin devrimlerine, çoğu kez terörizmle sonuçlanan bir dönüştürme arzusuna tanıklık ettik. Galip ya da mağlup, ister devlet, ister küçük gruplar tarafından yürütülsün gerçekte farketmez-her durumda o devrimci eylemin blokajına işaret eder ve daima bir ricat ve belki de bir kızgınlık figürü içinde, bir yenilgi semptomu ya da güçlü olduğu hissedilen bir düşmana karşı umutsuzca bir direniş halidir. Bunlardan herhangi birini istemiyoruz. Sonuçta sosyal demokrasi bu trajediden kaçınmanın bir aracı olarak ortaya konur. Ama bunu da istemiyoruz. Gerçekte bu yenilgilerin kaçınılmaz olmadığını biliyoruz ve tekrar deneyeceğiz. Öyleyse görevimiz yenilgiyi tanımak ve yenilmemektir.” A. Negri, ‘Theses on Marx’, s. 172.
[27] A. Negri ve M. Hardt, Labor of Dyonysus. A critique of thee state form. University of Minnesota Press, Minneapolis, 1994. s. 20.
[28] A. Negri, ‘Archaelogy and project: the mass worker and the social worker’, Revolution Retrieved. Selected writings on Marx, Keynes, Capitalist crisis abd new social subjects. 1967-83. Red Notes İtalya Arşivi, I. Cilt, Red Notes, London, s.209.
[29] Hardt ve Negri, Marks’ın ekonomi politik kavrayışının bu döneme ait olduğunu önesürer. Kitle işçisi figürünün tanımı, ‘(…) soyut emeğin  belirli bir niteliksel katılaşmasını temsil eder (bu öznel  soyut emek farkındalığının yüksek düzeyini ifade etmenin bir başka yoludur)’ ibid., s.210.
[30] A. Negri ve M.Hardt, Labor of Dionysus. A critique of the state form. S.62.
[31] İbid., s.61.
[32] Negri’nin şu makalesine bkz., “Keynes and the capitalist theory of the state”, Labour of Dionysus içinde, 2. bölüm.
[33] Bkz, P. Virno’nun İtalya’da Sıcak Güz açıklaması.
[34] M. Foucault, ‘La societe disciplinaire en crise’, Dits et Ecrits  III. Cilt, s 532-533.
[35] M. Foucault, ‘About the concept of the ‘dangerous individual’ in 19C legal psychiatry’, Journal of law and psychiatry içinde, 1. cilt, 1978, s.1-18.
[36] Foucault’ta disiplinden kontrole geçiş anlayışına önemli bir katkı için bkz., A. Pandolfi, Tre studi su Foucault, Terzo Millennio Edizioni, Napoli 2000, 2. bölüm.
[37] ‘Fabrikalar bireyleri idarenin  her bileşenini bir  kitle dahilinde  kolayca gözetleyebilmesine uygun bir insanlar topluluğu halinde şekillendirdi ve bu yüzden sendikalar  kitlesel direnişi harekete geçirebildi; ama işletmeler sürekli olarak sağlıklı bir rekabet ve harika bir motivasyon gibi sunulan ve bireyleri birbirleriyle karşı karşıya getiren, kendini onların herbirinde tesis eden ve her birini kendi içinde bölen amansız bir çekişmeyi sokar. Devlet eğitim sistemi bile “sonuçlara göre ödeme” ilkesini gözden geçirmekte;tam da işletmenin fabrikanın yerini alması gibi, okulun yerini süreğen eğitim ve sınavların yerini  değrlendirme (kontrol) alıyor. Bu eğitimi bir işletmeye dönüştürmenin en güvenilir yoludur. Disiplin toplumlarında daima yeni baştan başlıyordunuz (okuldan barakaya, barakadan fabrikaya gitttiğiniz gibi), oysa kontrol toplumlarında  bir şeyi-işi, eğitimi, tekil bir kiplenimin, bir çeşit evrensel başkalaşımın  yarı kararlı hallerinin birlikte varoluşu olan askerlik hizmetini- asla bitirmezsiniz’, G. Deleuze, ‘Postcript on control societes’, Negotiations içinde, 1972-1990. Columbia University Press, New York 1990. s. 179 (http://textz.gnutenverg.net/textz/deleuze_gilles_postcript_on_the_societes_of_control.txt).
[38] ‘İmparatorluk kendi iktidarına dayanarak değil, iktidarı adalet ve barışın hizmetindeymiş gibi gösterme yeteneği temelinde şekillenir. İmparatorluk kriz bölgesinde işler, müdahalenin müstesnalığı adına yeni bir polis hakkının yaratımı sözkonusudur.’ (A. Negri ve M. Hardt, Empire, s.29).
‘Savaşlar bundan böyle savunulması gereken bir egemen adına açılmaz; savaşlar herkesin varoluşu adına açılırlar; tüm nufuslar dirlik gereksinimi adına toptan bir katliam doğrultusunda harekete geçirilir: katliamlar hayati hale gelir.’ (M. Foucault, Will to knowledge, s.137). Bu hususta Foucault’un liberalizm  ve polis devleti konusundaki çalışmaları, ekonomi politiğin egemenlik paradigmasına girişini gözden geçirme yoluyla toprak koşulundan nüfus koşuluna geçişe işaret ettiği için son derece önemlidir; burada devletin rolü egemenden hükümete doğru değişime uğrar. Modern devletin hükümet olarak ortaya çıkması karşısında, “hakikatin barometresi” olma rolünü ona atfetme yoluyla yasanın meşruiyete bağlanması sorunu kendi üzerine yıkılır. Yasa egemenliğin  kurucu temelinden çok, ‘az’ın evrenselliği’ ya da ‘çoğun tekilliği’nin meşru savunusu olarak kendi işleyişi içinde egemenliğin son uğrağı olmalıdır. Bu hususta o sadece yordamsaldır. Modern politik rasyonalitenin özelliklerinden biri, hak ve idareyle, kanun ve nizamı ayırabileceğiniz ve birini diğerine karşı ortaya koyabileceğiniz şeklindeki keskin bir önvarsayımdır.  Devletin (yönetsel) meşruiyetinin bu ikisini uzlaştırma girişiminden geldiği ve yasanın devlet düzeniyle bütünleşmesine yalnızca bunun şekil verebileceği önesürülebilir. Foucault’un 17. yüzyıl siyasal tarihsel söylemi üzerine çalışması,  güvenlik, toprak ve nüfus konusunda College de France’deki derslerinin yanısıra, II faut defendre la societe, liberalizmin polisi nasıl hükümete indirgemeye çalıştığını gösterir. Smith’in görünmeyen elînin ana noktası, görünmezliğe bağlı olmasıdır. Hardt ve Negri bu özel süreci bir kaçınma politikasında varılan en yüksek nokta olarak görür: ‘postmodern liberal argümanda Devlet iktidarı Foucault’un disiplinsel paradigma tanımına göre kullanılmaz(…) Devlet iktidarı burada bağlama, arabuluculuk etme ve düzen sınırları içinde çatışan güçleri örgütleme çabasının kapsamı dahilinde sosyal özneleri tabi kılmave boyun eğdirmeyi içermez. Zayıf devlet böylesi bir taahhütten kaçınır: bu onun liberal politikalarını karakterize eden şeydir (…) liberal hoşgörü nosyonu, liberal-olmayan/bağnaz dışlama mekanizmasıyla mükemmel bir kararlılıkla örtüşür. Postmodern liberalizmin zayıf devleti gerçekte Alman polis bilimi geleneğinin bir rafinesi ve uzantısı olarak ortaya çıkar. Polis, soyutlama ve tecrit sistemini meydana getirmek için zorunludur: “Zayıf mavi çizgi”, kurallar sisteminde neyin girdi olarak benimseneceğinin sınırlarını koyar.(…)
Postmodern Poliseiwissenschaft (Polisbilimi) tarafından temsil edilen temel gelişme, toplumun artık içine sızılır ve bağlanmış olmayıp, ayrışmış ve kontrol edilir olmasıdır. Polis işlevi, denge mekanizması etrafında çatışmaların meydana gelmesini önleme yoluyla, edilgen bir toplum ya da edilgen bir toplum imajı yaratır ve sürdürür(…) bu durumda kaçınma yöntemi, etkili biçimde ve pratik sınırlar dahilinde sistemi potansiyel çatışmalar alanından soyutlayan ve randımanlı, güdümlü bir  toplum tertibiyla uyumlu bir sisteme imkan tanıyan postmodern bir Poliseiwissenchaft’a ulaşır.’ A. Negri ve M. Hardt, Labour of Dionysus, s.237.
[39] Politik sınıf örgütlenmesinin profesyonel işçiye bağlılığı için bkz., Z. Bauman, Memories of class. The Pre-History and After-Life of Class. Routledge, London, 1982.
[40] Karl Marx, Theories of Surplus Value 1. Cilt, Progress Publishers, Moscow, 1969, s. 152. Ayrıca bkz., Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları (Kapital 1. Cilt’e Önsöz, 1038-1049. Kuramsal ölçekte Marks, Adam Smith’in üretken ve üretken olmayan emek tanımdan yola çıkar. Marks’a göre üretken ve üretken-olmayan emek arasındaki eleştirel ayrım, ilkinin doğrudan sermayeyle mübadele edilmesi ve ücretle ödenmiş olandan daha fazla iş zamanı (emek süresi) kazancı sağlamasıdır, oysa üretken-olmayan emek devlet geliri –yani kapitalistlerin karları dışında) mübadele edilir. Değer üretmekten çok onu tüketir. Ayrıca bkz., Grundrisse, s.273.
[41] Marks’ın, ücret biçimin tüm sosyal etkinliğe yayılmasıya örtüşen maddi-olmayan emeğin tedrici ortaya çıkışını bizzat irdelediği belirtilmeli. Ama kritik biçimde Marks en önemli keşfi  olarak gördüğü şeyi-emeğin  çifte karakterinin tanımlanmasını-(değer üreten emek olarak) üretken çalışmaya özgü olan soyut emeğe indirger. Marks’a göre değer üreten emek daima soyut emektir ve değer çalışmanın bütünselliğinden dolayı üretilir, onun değer değil ama kullanmım değeri üreten bireysel somut üretimlerinden dolayı değil. Bununla birlikte, “sonradan sermayenin hükmü altında emeğin bütünsel kapsanması ya da özgül bir kapitalist üretim tarzının gelişimi sebebiyle, o bireysel işçi değil ama giderek bütün emek sürecinin fiili memuru haline gelen sosyal olarak birleşik bir güçtür ve bütün üretkenlik makinesini şekillendiren ve onunla rekabet eden çeşitli emek yetileri son derece zengin bir çeşitlilik haliyle dolaylı meta/ürün oluşum sürecine ortak olurlar: biri daha çok eliyle, diğer daha çok kafasıyla çalışır: biri ‘idareci’, mühendis, teknoloji uzmanı vs. olarak, diğeri ustabaşı ve bir üçüncüsü doğrudan zanaatkar, yada  sadece kol işçisi sıfatıyla çalışır.” (Value Studies by Marx, s.134).
[42] faire mourir-laisser vivre/faire vivre-rejeter dans la mort. In M. Foucault, Will to Knowledge. s. 138
[43] M. Foucault The will to knowledge. Penguin Books, London 1998.
[44] Hardt ve Negri’nin Foucaut’ta öznellik ve direniş konusundaki görüşleri için bkz., Insurgencies, s.27-28.
[45] Negri, A. ‘Back to the future’. J. Bosma, P. van Mourik Broekman, T. Byfield, M. Fuller, G. Lovink, D. McCarty, P. Schultz, F. Stalder, M. Wark, F. Wilding (eds)   Read me! Filtered by Nettime içinde, Ascii culture and the revenge of knowledge. Autonomedia, New York, p. 182.
[46] Karşılaştır, Jameson: “Sermayenin ve Birinci Dünya İktidarının dünya’nın yer yanında gerileme halinde olduğu bir dönem olarak tasavvur edilen 60’lı yıllar,aynen sermayenin tam anlamıyla dinamik ve yenilikçi bir gelişme dönemi olarak kavramsallaştırılabilir.” Frederic Jameson: Periodising the 60’s; s. 186 Syntax of History (1984 yazımı) 1.Cilt, Ideologies of Theory.
[47] A. Negri, ’20 Theses on Marx’, S. Makdisi, C. Casarino ve R. E. Karl (eds), Marxism beyond marxism. Routledge, New York, 1996, s.56.
[48] Bu emek biçiminin önemi, ekonomi politikasının inşasından sorumlu olanlarca kabul edilir. Marazzi kapitalist üretkenliği maksimize etmedeki rolünün yeniden yapılanmasında Birleşik Devletler Clinton yönetiminin üstlendiği politik değişimlere ilişkin makro ekonomik açıdan onun anlamlı bir analizini yapar. Diğerlerinin yanısıra, Robert Reich (the works of nations’un yazarı ve Clinton hükümeti döneminde çalışma bakanı) ve Paul Romer’in çalışmalarını gözden geçirir. Yeni global düzende maddi-olmayan emeğe yalnızca ekonomik değil, öncelikle politik sebeplerle yatırım yapma gerekliliğini vurgulayan özellikle Reich’dir: “uzun dönemde maddi-olmayan emek ürünleri her ülkenin canalıcı malvarlığıdır: bilimsel ve teknolojik araştırma, işgücünün eğitimi, yönetim geliştirme, iletişim, elektronik finans şebekeleri. Düşünsel emek evreninde, araştırmacıları, mühendisleri, bilgisayar bilimcileri, hukukçuları, bazı yaratıcı saymanlıkları, yönetim müşavirlerini, mali danışmanları, siyaset yazarlarını, gazeticiler ve üniversite profesörlerini buluruz. Bu ‘tabaka’, taylorist türde tüm etkinliklerin -düşük-maliyetli işgücü olan ülkelerde yeniden üretmenin kolay olduğu yinelenemeli ve yürütücü etkinliklerin- zayıflama sürecini hızlandırmaya yöneltiliyor;  halka yönelik hizmetler güçlü bir hizmet sektörü olan bir toplumda hala önemli olsa da-Reich’a göre değer yaratan faaliyetler olmadıkları için-maddi sübvansiyonlardan faydalanamaz. Ekonomistlerin akılyürütmesi azçok buna benzer: ekonominin küreselleşmesi, bundan böyle sermayeyi üretim araçlarının ulusal bileşimine sahip olmaya sevkeden bir ekonomiye imkan vermez. Örneğin bir Ford, dünya etrafına yayılmış, iletişimin etkili ve üretken olduğu varsayılan küresel  web içinde planlanmış parçalı ve birleşik faaliyetlerin bir ürünüdür. Bu üretim sürecinden çıkan  otomobil,  farklı ülkelerde, çokuluslu mülkiyeti olan bir sermayeyle üretilmiş parçaların bir bileşimidir. Bununla birlikte sermaye mülkiyetinin (yani üretim araçlarının, sabit sermayenin) ulussuzlaşmasının bir neticesi olarak kaybolan şey, maddi-olmayan emek mülkiyeti ve üretim bilgisinin kontrolu düzeyinde telafi edilir. Fiziksel maddi sermayenin ulussuzlaşması, bilginin uluslaşması ve onun düzenlenmesindeki hükümranlık aracılığıyla dengelenir. ‘Amerika’lıları dinlemek, Amerikan bilgisinin fiyatını saptamak demektir bundan böyle.’ Reich’in akılyürütmesine göre ulusallık, daha fazla değer yaratan faaliyetlere-yani post-fordist üretim tarzını nitelendiren maddi-olmayan faaliyetlere- stratejik bir yatırım sayesinde yeniden kazanılır.  Maddi olmayan etkinlik tarafından üretilen gelir, vasıfsız Amerikan işgücünün işsizliğini altetmek için millileştirilmeli, dünya’nın kalanına göre Amerika’nın karşılıklı üstünlüğüne (gelişmekte olan ülkelerle rekabet) ket vurmaksızın, çalışan yoksul lesimlerle vasıflı emek arasındaki gelir dengesizliği azaltılmalıdır. Amarikan saltanatı bir dayanışma tutkalı olarak iş görmeli: rakip ülkelerle kıyaslandığında maddi-olmayan emeğin niteliği ve muazzam üretkenliğiyle üretilen muazzam servet, niteliksiz ve altta kalan Amerika’ıların  ağır yaşam koşullarını hafifletmek için mali bir araç sağlar.’ (C. Marazzi, II posto dei calzini. La svolta linguistica dell’economia e I suoi effeti sulla politicia. Bollati Boringhieri, Torino 19999, s. 90-91).
[49] Empire, s.289.
[50] M. Lazzarato, ‘Immaterial labour’, P. Virno ve M. Hardt (eds), Radical Thought in Italy içinde. A potential politics. University of Minnesota Press, Minnepolis 1996, s. 132.
[51] Ibid., s.143.
[52] M. Hardt, ‘Affective Labour’, boundary 2, 26, no.2 (Yaz 1999).
52a A. Negri, ‘Value and Affect’, boundary 2, 26, no.2 (Yaz 1999). Negri  burada, toplumsal olarak gerekli emek zamanı nosyonunun, önceden varolan sosyal tüketim ve yaşam standardı normlarına işaret ettiği şeklinde ilginç bir noktaya varır. Bu yüzden sermayeye içselken, sözkonusu ölçü-ölçüden öte üstünkörü hale gelir.  Bir playstation ya da bir tv’nin ne zaman zorunlu bir yaşam koşuluna geldiğini ve bu sınırlarda ihtiyaçların miktarını nasıl belirleyebileceğimizi sorabilirdik.
[53] Maddi-olmayan işçiler konusunda bkz., Derive Approdi, Immaterial workers of the world, Anno VIII, n. 18 Primavera 1999.
[54] “Emperyal toplumda gösteri sanal bir mekan ya da daha doğrusu politikanın bir yok-mekanıdır. Gösteri, içeriyi dışardan, doğalı sosyalden, özeli kamusaldan ayırmanın imkansız olacağı şekilde birleşik ve yayılmıştır. Liberal kamusal nosyonu, başkalarının görünüşü içinde hareket ettiğimiz dış mekan, hem genelleştirildi (çünkü artık başkalarının bakışı altındayız ve emniyet kameralarıyla izleniyoruz) hem de sanal gösteri mekanları içinde yüceltildi ya da gerçek-dışılaştırıldı.’ A. Negri ve M. Hardt, Empire, s. 188-189.
[55] G.Debord, The Society of the spectacle, Zone Books, New York, 1995.
[56] A. Negri ve M. Hardt, Empire, s.332.
[57] Ama bu noktada gösteri vardır ve bir ayrışma, yukardan ya da sosyal bağın dışında üretilen bir güç olarak Debord tarafından kuramlaştırılır. Ayrışma olgusu, bir yanda gerçekliğe, diğer yanda imaja doğru yarılmış olan küresel sosyal praksisin ve dünya’nın birliğinin ayrışmaz bir parçasıdır. Gösterinin özerkliğine meydan okuyan sosyal pratik, gösterinin tabi olduğu gerçek bir bütünselliktir de. Ama gösteri bu bütünsellikte okadar derin bir yarıktır ki, görünürde onun amacı gibi ortaya çıkabilir. Gösterinin dili, başat üretim örgütlenmesi ve aynı zamanda bu örgütlenmenin en son ürünleri olan göstergelerden oluşur. Hegel’ci sorunsal herkesin görmesi için ortaya çıkar… ‘Gösteri ya optik dünyanın incelikli bir çarpıtması ya da imajları kitlesel bir yayma teknolojisinin ürünü olarak anlaşılamaz. O fazlasıyla gerçekleşmiş, maddi alana çevrilmiş bir Weltanschauung (dünya görüşü), nesnel güce dönüşmüş bir dünya görüşü olarak görülür.’
[58] ‘Girişimcilik şimdi yalnızca ticari faaliyeti değil ama kentsel yönetişim, resmi olmayan iş alanlarının gelişmesi, emek pazarı örgütlenmesi, araştırma ve geliştirme gibi çeşitli yaşam alanlarını karakterize diyor ve akademik, yazınsal ve sanatsal yaşamın alt köşelerine olabildiğince ulaştı(…) o sebeple kollektif eylem  daha da güçleştirildiği ölçüde-aslında kesin amaç bunu sağlamak için geliştirilmiş bir emek kontrolune güç sağlamaktı- dal budak salan bir bireycilik Fordizmden esnek emeğe geçiş için yeterli olmsa da zorunlu bir koşul olarak yereder. Ama Simmel’in (1978) uzun süre önce belirttiği gibi, istikrarlı değerleri özleyen böylesi ekonomik güvensizlik ve fragmanlaşma dönemleri, aile, din, devlet gibi temel otorite kurumları üzerindeki vurgunun artmasına yolaçar.’ David Harvey, the condition of postmodernity, Blackwell, Cambridge MA, 1990, 171.
[59] Chantal Mouffe  şunları söylüyor: “radikal demokrasi,  gerçekte farklılığı-özeli, çoklu heterojeniyi-, soyutluğu içinde İnsan kavramı aracılığıyla dışladığımız herşeyi onaylamamızı talep eder. Evrensellik yadsınmaz ama partikülarize edilir.” Bu ölçüde modernite içindeki demokratik geleneğin bir derinleşmesini kapsadığı sonucu çıkar. A. Ross (ed), Universl Abandon? The politics of postmodernizm. Edinburg University Press, Edinburg, 1989.
[60] “Sivil toplum içindeki YTH’ler (Yeni Toplumsal hareketler), kimlik mücadelelerinden uzaklaştıkları ve  topluluk gibi demokratik politikanın daha kapsayıcı biçimlerine hareket ettikleri için politik yeğinliği artıran farklı bir praksis formları dizisini sergilerler ve bu da onların YTH’le uyarınca  kendilerini yürürlükten kaldırması sorununu  doğurur.
[61] Bu konuda ayıca bkz., Foucault’un eçcinsellik, gay hakları hareketi ve kurumsallaştırmanın tehlikelerine müdahaleleri, P. Rabinow (ed), Michel Foucault. Ethics. Essential Works of Foucault 1954-1984. 1. Cilt, Penguin Books, London, 2000. s. 157-73.
[62] .Jameson, ‘periodising the 60s’, The ideologies of theory, 2. Cilt., Routledge, London, 1988. s. 181.
[63] Ibidem.
[64] A. Negri ve M. Hardt, Empire, s. 53.
[65] Çokluk Negri’de eksik kuramlaştırılır, ama onu yasadışı güç niteliğinde bir dışsallık olarak yadsıyan her türlü otoriteye karşı çokluk, hayatı canlandırma ve yeniden temellük etme adına kuşaksal bir mücadele biçimi olarak bugün boy göstermesine tanıklık ettiğimiz çeşitli, merkezsiz, yaygın ve belirleyeci öznelliklerin eğreti bir gösterimini temsil eder.
[66] ‘Moderniteye özgü iktidar teorilerinin aşkın, yani üretken ve toplumsal ilişkilere dışsal saymak zorunda kaldığı şey burda içeride, üretken ve sosyal ilişkilere içkin olarak şekillenir. Arabuluculuk üretim makinesi içinde soğurulur. Toplumsal mekanın politik sentezi iletişim alanında sabitlenir. Bu nedenle iletişim endüstrileri böylesi bir merkezi konumu üstlendi. Onlar yalnızca üretimi yeni bir ölçekte düzenleyip, küresel alana uygun yeni bir yapıyı dayatmakla kalmıyor, aynı zamanda onun içkin savunusunu/gerekçelenmesini üretiyor. Üretici ve düzenleyici sıfatıyla iktidar, bir otorite sıfatıyla kendini ifade eder ve konuşur. Dil iletişim kurduğu gibi metaları ama ayrıca öznellikler de üretir, onları ilişkiye sokar, onlara buyurur. İletişim endüstrileri biyopolitik yapı içinde hayaliyi ve semboliği bütünleştirir, ama onları yalnızca iktidarın hizmetine sokmayıp, fiilen onun işleyişine katar.(…)  O iktidarın kendi otorite imgesini üreten bir faildir. Bu kendinden başka hiçbir şeye dayanmayan ve kendini-doğrulama ekseninde kendi dilini geliştirme yoluyla durmaksızın yeniden önerilen bir meşrulaştırma biçimidir.’ A. Negri ve M. Hardt, Empire, s. 33.
[67] Liberalizmin Habermas ve Rawls  versiyonları ve müzakereye dayalı etik olarak söylem etiğiyle, rasyonel bir uzlaşmaya varmayı amaçlayan  merkezi bir iletişim öznesi-öyle ki iletişimsel eylem politikayı onay’a göre sınırlar- Negri’deki buyruğun işlevi kavramına karşıdır.
[68] Haklar-devleti ve sosyal devlet arasındaki farklılık: ilki özel ve bireysel çıkarlar arazisinda işler ve rakip iddiaların uyumlulaşmasını sağlayan bir garantör devlettir. Öte yanda sosyal devlet-ki burada emeğin sosyal gücü tüm yananlamlarıyla onun politik biçimine dayanır- farklı bir düzeyde etkilidir. O sınıf ilişkisini içselleştirir ve uygun biçimde planlar. Genel sosyal (kapitalist) çıkarın düzenleyicisi olarak hareket ettme hakkını        redddenleri baskı altına alır. Haklar devletinin çelişkisi  özel çıkarlar ve rasyonel düzen-sermayenin pratikte verili birikim taleplerine cevaz veremediği bir düzen-olma çelişkisidir. Bu anlamda yasa daha çok soyut (oysa sosyal devlette pragmatiktir) ve resmiydi ve onunla örtüşen liberal politik teori içinde dile geldi (sosyal gerçekliğe ilişkin önceden, tayin edilmiş gerçekler bağlamında haklar problemi). Sosyal devlet girişiminde özgürlük ve eşitlik gibi haklar devletinin çoğu ögesi toplumsallıkla bağdaştığı sürece sürdürülür.
[69] F. Berardi (Bifo) La Fabbrica dell’infelicita’da maddi olmayan işçilerin insanlık durumunu tasvir eder. New economy e movimento del cognitariato, Derive-Approdi, Roma, 2001. ‘Deprasyon, disiplinsel davranış yönetim modeli, sosyal sınıflara ve cinsiyetlere bir yazgı tayin eden yasalara riayet ve otorite kuralları, normların her bireyin kendini kendisi olmaya zorlayan bir bireysel insiyatife kışkırtması karşısında dağıldığı zaman ortaya çıkmaya başlar. Bu normativitiden dolayı yaşamımızın tüm sorumluluğu bize geçirilir. Böylece deprasyon kendisini eksiklik/yetersizlik duygusunun üstün geldiği bir sorumluluk hastalığı olarak gösterir. Deprese değer bir problemi olan değildir; o kendisi olmak zorunda kaldığı için bitkindir’, buradaki gönderme Alain Ehrenberg’e, La fatigue d’etre soi (s.10).
[70] M. Lazzarato ‘Immaterial Labour’,  P. Virno ve M. Hardt (eds) Radical Thought in Italy. A potential politics içinde,University of Minnesota Press, Minneapolis, 1996
[71] ‘Bazı anlamlı makro ekonomik etkiler sermayenin küresel disiplin paradigmasıyla yürürlüğe soktuğu yeni hareketlilikten çıkar. Nüfusların hareketliliği ulusal piyasaların (özellikle ulusal işgücü piyasalarının) idaresini giderek zorlaştırır. Kapitalist hükümranlığın uygun alanı artık ulusal sınırlar ya da geleneksel uluslararası sınırlarla çizilmez. İş ya da sağlık gibi sebeplerle Birinci Dünya’ya gitmek için Üçüncü Dünya’yı terkeden işçiler, iki dünya arasındaki sınırların altını oymaya katkıda bulunur. Üçüncü Dünya gerçekte dünya pazarının birleşme sürecinde yoktur ama Birinci Dünya’ya girer ve kendisini merkezde durmaksızın üretilen ve yeniden üretilen bir getto, gecekondu bölgesi ya da bir varoş olarak kurar. Birinci Dünya Üçüncü Dünya’ya borsa ve bankalar, ulusaşırı şirketler ve çivi gibi gökdelenler halinde transfer edilir.’ A. Negri ve M. Hardt, Empire, s. 253-254.
[72] İmparatorluk’ta, STÖ’lerin yaşamın savunusu açısından biyopolitik topolojide nasıl çalıştığı konusunda bir tartışma için bkz., s. 35-37 ve 312-313.
[73] Negri’nin  isyan içinde kurumlaşmış kurucu iktidar görüşünün yararlı bir eleştirisi için bkz., Warren Montag, Historical Materialism, içinde, No.8
[74] Bu çapraşık ve sorunsal bir tezdir: bkz., Empire 3.2., ayrıca Labour of Dionysus 269-272. Postmodern devletin paradoksu, sivil toplumun yalnızca politik biçimde görünür olduğu, yani her sosyal gücün feshedildiği ve yalnızca devlet biçimi içinde anlam bulmaya mecbur olduğu, modern liberal devletin kendi temsili demokratik ilkelerinin bir krizine uğrdığı keskin bir uğrağa bağlı olmasıdır.
“Partilerin sosyal arabuluculuğu vasıtasıyla politik temsil, toplum içinde (devletten farklı bir gerçeklik olarak) şekillenen, devlet kapsamında dikeyleşen ve (rasyonel idare mekanizmasından farklı bir gerçeklik olarak) seçkin bir politik kadroyu gözönünde tutması anlamında demode sayılır. Bu temsil tipi,toplumun sermayenin yönetimi altında kapsanmasının henüz tamamlanmadığı modern liberal topluma uygundu.” A. Negri ve M. Hardt, Labor of Dionysıs, s. 271.
[75] A.Negri, Notes on the evolution of the thought of the later Althusser (çev., Olga Vasile) s. 54
[76] Ibid., s.57.
76a ‘Eşsürem, bütünün yapısına ait farklı ögeler ve farklı yapılar arasında varolan özgül ilişkiler kavrayışından başka bir şey değildir; o organik bir bütünü, bir sistemi oluşturan bağımlılık ve eklemlenme ilişkilerinin bilgisidir. Eşsürem, Spinoza’daki anlamda  öncesiz ve sonrasızdır ya da kendi karmaşıklığının uygun  bilgisiyle karmaşık bir nesnenin uygun bilgisidir.’ L. Althusser, Reading Capital, Verso, London, 1997, s. 107.
[77] “Bir yöntem ya da araştırma kipi olarak yapısalcılık içerikten çok düzenlemeyi irdelediği ve dilbilimsel modelin önceliğini, anlamlı deneyimlerin şekillenmesinde dilin vedilbilimsel yapıların  hakimiyetini varsaydığı için biçimçidir. Toplumsal hayatın tüm düzey ve katmanları yalnızca dilleri ve  kendi kendilerini  bütünüyle dilbilime katı bir  benzerlik içide şekillendirdiği ölçüde düzenlenirler ve sistematiktirler. Giyim tazları ekonomik ilişkiler,bunların hepsi de ayrımlı algılamalara dayalı, mübadele ve dönüşüm kategorilerince yönlendirilen gösterge sistemleridirler.(…) Bu nedenle yapısalcılık özcü düşünceye karşı en esaslı tepkilerden biri, özün (ya da tözselin) yerine ilişkileri ve bütünüyle ilişkisel algılamaları koyma önerisi olarak görülebilir.” ‘Transformation of the image in Postmodernity’, F. Jameson, The cultural turn, Selected writings on the postmodern, 1983-1998. Verso, London, 1998.



Bibliyografya

L. Althusser, Reading capital. Verso, London, 1997.

G. Agamben, G. Homo sacer. Il potere sovrano e la nuda vita. Einaudi, Torino 1995.

C. Arthur’s ‘Against the logical historical method; dialectical derivation versus linear logic’,  F. Moseley & M. Campbell (eds) New investigations of Marxist method, Humanities Press, New Jersey 1997.

Z. Bauman, Memories of class. The Pre-History and After-Life of Class. Routledge, London, 1982.

J. Beasley- Murray “Ethics as post-political politics”, Reaserch and Sociey, No. 7 1994 pp 5-26.

F. Berardi La fabbrica dell’infelicita’. New economy e movimento del cognitariato. DeriveApprodi, Roma, 2001.

J. Bosma, P. van Mourik Broekman, T. Byfield, M. Fuller, G. Lovink, D. McCarty, P. Schultz, F. Stalder, M. Wark, F. Wilding (eds) Read me! Filtered by Nettime. Ascii culture and the revenge of knowledge. Autonomedia, New York, 1999.

P. Burke, The French historical revolution: the ‘Annales’ school, 1929-89. Polity Press, Cambridge, 1990.

H. Cleaver, Reading Capital politically. Anti/Theses Press, Leeds, 2000.

G. Debord, The society of the spectacle, Zone Books, New York, 1995.

http://textz.gnutenberg.net/textz/debord_guy_society_of_the_spectacle.txt

G. Deleuze & F. Guattari A thousand plateaus. Athlone Press, London 1988.

G. Deleuze negotiations. 1972-1990. Columbia University Press, New York 1990.

(http://textz.gnutenberg.net/textz/deleuze_gilles_postscript_on_the_societies_of_control.txt)

F. Dosse, History of structuralism, v. 1: The rising sign, 1945-1966. University of Minnesota Press, Minneapolis, 1997.

M. Foucault The will to knowledge. Penguin Books, London 1998.

M. Foucault, ‘La societe disciplinaire en crise’. In Dits et Ecrits vol III. 1976-1979 D.Defert, F. Ewald & J. Lagrange (eds), Gallimard, Paris, 1994

M. Foucault, ‘About the concept of the ‘dangerous individual’ in XIXth C legal psychiatry’, in the Journal of law and psychatry, vol. 1, 1978.

M. Foucault, What is Enlightenment?, in The Foucault Reader, 1984.

http://textz.gnutenberg.net/textz/foucault_michel_what_is_enlightenment.txt

M. Hardt,’ Affective Labour’, in boundary2, 26, no. 2 (Summer 1999).

D. Harvey, The condition of postmodernity, Blackwell, Cambridge MA, 1990.

G. W. Hegel, Logic, tranlsated by W. Wallace, Oxford University Press, Oxford, 1975.

G. W. F. Hegel, Phenomenology of Spirit, Oxford University Press, Oxford, 1977.

F. Jameson, The cultural turn, Selected writings on the postmodern, 1983-1998. Verso, London, 1998.

F. Jameson, Postmodernism, or, the cultural logic of late capitalism. Duke University Press, Durham, 1991.

A. Kaplan (ed) Postmodernism and its discontent,

M. A. Lebowitz, Beyond capital: Marx's political economy of the working class. Macmillan, Basingstoke, 1992.

S. Makdisi, C. Casarino & R. E. Karl (eds) Marxism beyond marxism. Routledge, New York, 1996.

C. Marazzi Il posto dei calzini. La svolta linguistica dell’economia e I suoi effetti sulla politica. Bollati Boringhieri, Torino 1999.

K. Marx, Grundrisse, Penguin, London, 1973.

K. Marx, Theories of Surplus Value Volume 1. Progress Publishers, Moscow, 1969.

A. Negri, Crisis of the crisis-state:http://www.geocities.com/cordobakaf/crisisa.html

A. Negri, Capitalist Domination and working class sabotage: http://www.geocities.com/cordobakaf/negri_sabotage.html

A. Negri, Archaeology and project: The mass worker and the social worker: http://www.geocities.com/cordobakaf/massworker.html

A. Negri, Marx beyond Marx, Lessons on the Grundrisse. Autonomedia, New York, 1991.

A. Negri, Revolution Retrieved. Selected writings on Marx, Keynes, Capitalist crisis & new social subjects. 1967-83. Volume I of the Red Notes Italy archive. Red Notes, London, 1988.

M. Hardt & A. Negri, The labour of Dionysus, University of Minnesota Press, Minneapolis, 1994.

A. Negri La costituzione del tempo. Orilogi del capital e liberazione comunista. Manifestolibri, Roma 1997.

A. Negri, Insurgencies. Constituent Power and the modern state, University of Minnesota Press, Minneapolis, 1999.

M. Hardt & A. Negri, Empire, Harvard University Press, Harvard, 2000.

http://textz.gnutenberg.net/textz/hardt_michael_negri_antonio_empire.txt

A. Negri Kairos, Alma Venus, Multitudo. Nove lezioni impartite a me stesso. Manifestolibri, Roma 2000.

A. Ross (ed), Universal Abandon? The politics of postmodernism. Edinburgh University Press, Edinburgh, 1989.

D. Schecter, Sovereign States or Political Communities. Civil society and contemporary politics. Manchester University Press, Manchester, 2000.

P. Virno & M. Hardt (eds) Radical Thought in Italy. A potential politics. University of Minnesota Press, Minneapolis 1996.

On immaterial labour: http://www.emery.archive.mcmail.com/public_html/immaterial/lazzarat.html

http://www.deriveapprodi.org/ind18.html.

http://www.deriveapprodi.org/rivista/12-13/negri12_13.html

On civil society and the state:

http://www.deriveapprodi.org/rivista/17/hardt17.html http://www.geocities.com/cordobakaf/crisisa.html