Beatrice Hanssen
Bir fikir alışverişi ve tartışma ne zaman
bir kavga, bir çekişme (querelle) haline gelir ve ne zaman bir anlaşmazlığa (disputatio) döner? İddia ve çatışma hangi noktada dönüşerek katı
bir antagonizm içine yerleşir? Bu kritik eleştirel alana ya da arenaya
girdiğimizde, muhatapların ya da rakiplerin kisvelerine bürünür müyüz? Farklı
konumlarımız arasındaki müzakerede, bize verili haliyle varsayalım antagonizme
teslim olur muyuz ya da yerine bizim sözcümüzün sunduğu iddianın akılcı gücüyle
ikna mı oluruz? Bazıları için, geniş bir kültürel politikalar bölgesini
kapsayan politik alan, tartışma ya da tartışmanın zorlayıcı olmayan kuralları
uyarınca yapılandırılmış ve rızanın ya da en azından muhatapların karşılıklı
anlaşma ya da gerekliyse uzlaşma çabasını göstermelerine yönelik jestin ortaya
konabildiği öznelerarası bir alandır. Başka bazıları için ise, her söylem alış
verişi zorunluluğun karşılaşması olarak ve tam da başlangıcından itibaren
mücadele ve bir agonizm1 tarafından yapılandırılmış böyle düalistik
bir antagonizm değildir. Burada Agon,
şiddetli bir savaşa değil, fakat aslında, konuşan partnerlerin yapısal
konumlarını etkileyen çoklu farklılıklar arasında doğal, zorunlu olmayan karşılıklı
etkileşime işaret eder. Bu agonistik senaryoya göre, ya herhangi bir konuşmayı
başlatmak için bir sıfır-nokta koşulu olarak ya da öngörülen sonuç ve ufuk
tartışması olarak “rıza” ya da “mutabakat” talep etmek, olası her düzeyde
aynılık oluşumunda farkı ortadan kaldırmak anlamına gelir.
Karşılaşma ve sözel iletişimin burada geniş
vuruşlarla çizilen koşulları, geçen on yılda komünitaryanlar, müzakere
yönelimli politik düşünürler, sözde agonistik teorisyenler arasında gerçekleşen tartışmalara aşinadır. Fakat,orijinal
olarak liberal ya da radikal demokrasinin farklı kavramlaştırmaları arasında
karar vermek veya görüşmek adına, ya da mevcut eleştiri alanını etkilemeyi sürdüren
karşılaşmalara, ve bazen çatışmalı, söylemlere bakmak için bu modeller
içselleştirilirse ne olur? Peki,
eleştirel alan sadece statik terimleri içinde yarışan metodolojiler kümesi
olarak değil de, aynı anda tinselleşmiş bir söylemsel değiş tokuşun ve güçlü
bir tartışmanın etki alanı olarak yeniden ele alınırsa ne olur?
Geçen on yılda, disiplinlerin geniş
kapsamlı değişimlerinin ardından, kültürel eleştiri şimdi görünüşe bakılırsa
analitik araçların bitmek bilmez bir düzenlemesini ele almakta, tümüyle yeni bir
biçimde tanımlanmış görevleri çözmeye yönelmektedir. Fakat bu mevcut
perspektifler çeşitliliği ortasında, inatla asıl dikkati çeken, özellikle,
karşılıklı epistemolojik ve metodolojik değerleri üzerine durmadan dolaşımda
olan iki entelektüel eğilim hakim gibi görünmektedir: post yapısalcılık ve
eleştirel teori.2 Bu iki eleştiri geleneği, yaygın bir eleştirel
spektrumda rakip kutuplar olarak belirli bir kemikleşmeyi mi temsil etmekte ya
da ikisi arasında olası bir müzakere zemini var mıdır?
Post yapısalcılık ve eleştirel teori
arasında, uzun-erimli yıllıklarda süren tartışma, Habermas’ın önce Almanya’da ve sonra İngilizceye çevrilen
‘The philosophical Discourse of Modernity’nin yayınlandığı,1985 yılına kayıtlıdır. Postmodernizm ve onunla
birlikte post yapısalcılık son derece güçlü aydınlanma karşıtı iddialar ileri
sürmekle, 1970’ler ve 80’lerde meydana gelen antihümanizm tartışmaları ile paralel
bir gerilimi ortaya koydu. Yıllar geçtikçe pozisyonlar daha da katılaşmış ve
tamamlayıcı ithamlara yol açmış görünüyor- bu ithamlar karşı tarafın anti
demokratik niyetiyle çalışmasa da, kendi bakış açılarının altında yatan
öncüllerden çıkan kaçınılmaz anti demokratik sonuçlara duyarsız kalmaya ya da
görmemeye devam ederlerse kendi mantıksal sınırlarına çekileceklerdi. Bu
etik-politik senaryoya göre, iyi niyetler sadece politik sonuçları hesaba
katmaz. En aşırı örnekte, post yapısalcılık dolaylı olarak anti demokratik,
aydınlanma karşıtı bir irrasyonalizmi teşvik etmekle suçlanıyordu -kendi Nietzscheci hatası- ki bu ithamın tehlikesi Paul de Mann’ın
işbirlikçi geçmişine dair ifşalar yoluyla doğrulanmıştı. Bu tür eleştirinin
daha zayıf bir versiyonunda, postyapısalcılık ahlakçılığı bütünüyle silmekle, yerleşmiş
eylemlerin etik ve politik gerekçelendirilmesinin değerlenebileceği temel
üzerinde köklü bir şablon sağlamada başarısız olmakla suçlandı. Bir taşıyıcı
(ajan) düzeyinde, post yapısalcılık öznelerarasılık modelinden yoksundur ve
böylece antihümanist söylem pratiklerinin doğrudan yönetimler değil fakat
özerk, özgür, bireysel eylemleri haklı kılma ya da meşrulaştırma imkansız hale
geldiği noktada özne biçimlerinden bahsettiği zaman etik-politik determinizme
ya da dinginciliğe (quietism) yol açtığına inanılmıştır. Eleştirel teori,
Habermas’ın etik söylemi tarafından temsil edilen ikinci kuşak versiyonunda ise
Kantçı evrenselcilik hamasetiyle (fallacy), kültürel farklılıkları ve
tikellikleri ortadan kaldıran, dolayısıyla kasıtsız da olsa tutucu politikalara
yatak olan, modası geçmiş bir hümanizmle yüklüdür. Özetle, pek çok gözlemci,
seyirci ve bazı katılımcılar bu eleştirel hiziplerin her ikisinin de
amaçlarının tartışmasız demokratik olduğunu kabul ederken, bu amaçlara ulaşmak
için kavramsal araçları birbiriyle önemli ölçüde farklık arzeder.3
O zaman, gerçek politikanın saçaklarında
meydana gelen ağız kavgaları ve kelime oyunlarıyla mı ayrıldık? Ya da Nancy
Fraser’in önermiş olduğu gibi4 rekabet eden bakış açıları arasındaki
‘yanlış antitezler”le mi çalışıyoruz? Hizipler ve kutuplar arasında, aralarında
köprü kurulamaz bir ya o/ ya bu yoluyla sıkışmış bir biçimde, müzakere etmek ya
da bu pozisyonları müzakere edilebilir kılmak durumunda değil miyiz? Sonsuza
kadar bu iki yabancılaşmış gibi görünen kutup arasında mı kalmalıyız? Ya da
halen politikada "üçüncü yol" la birleşen politik gericiliğin üstesinden
gelmeyi başaran ortak bir zemini müzakere etmek mümkün mü?
Bu karmaşık sorunlara bir yanıt formüle
etmek için, öncelikle bu geleneklerin telaffuz ettikleri ideolojik
farklılıkların bazıları üzerinde durmamız uygun olur gibi görünüyor. Çok veçheli
ve çok çeşitli olan (ve kendi canlılıkları içinde kışkırtıcı olan sorunları hiç
de az olmayan) bu tartışmaları, elinizdeki kitap tikel bir odakta, iki kümeyi
diğerlerinden ayırmaktadır: ideoloji eleştirisini içeren, eleştirinin yazgısı
ve iktidar, güç ve şiddet gibi kimi politik “anahtar sözcükler”in kavramsal
sınırlarına dair uyuşmazlık. Bu kitapta eleştiri ve şiddet, eleştirel teori ve
postyapısalcılık karşılaşmasının temel bağlantısının iki aksı olarak
önerilecektir. Çünkü, her iki entelektüel geleneği de tartışmaya hâlâ bağlayan
şey, şiddetten güç alan sınırlar olduğu kadar, eleştiriyi oluşturan
"nitelik" ve hayatilik üzerinedir.
Eleştiri
1921’de Walter Benjamin’in “Şiddet Eleştirisi” (“Zur Kritik der Gewalt”) adıyla yazdığı
denemesi saf felsefi bir sağgörüden öte bir anlam taşır. Entelektüel öngörü ve
bilgisel sezgisinin her zamanki olağan yeteneğiyle o “eleştirinin şiddeti” ve
“şiddetin eleştirisi” çiftinin yıllar içinde kazandığı düzensiz anlamı
kavramıştı. Eleştiri pratiğini ve iktidar/şiddet çiftini (her ikisi de Alman Gewalt sözcüğüyle karşılanan) anlamaya
yönelik ikili çaba içinde Benjamin’in bu denemesi sonraki on yılların ve kısmen
değişse bile bugün bizimle de hala süren tartışmalar için bir zemin oluşturur.
Benjamin’in müdahalesi özü itibariyle, denemede,
sosyopolitik gündemi dönüştürmeyi başarmak için gücü kullanmaktan sakınmayan
antiliberal geleneğe açıktan uyar. Makale, Weimar Cumhuriyetinde parlamenter
demokrasi krize girdiğinde zaten hissedilen bir kavrayışla, Max Weber’in modern
liberal devletin şiddet tekeline sahip olduğu teorisinin engelleyici etkisine rağmen, güç kullanımının
meşruiyetini derinlemesine ele almıştır. Proletaryanın mücadele şiddetinin
savunusunu temsil eden George Sorel’in Reflections
of Violence’ını övgüsünde Benjamin, kararlı bir biçimde ayaklanmacı bir
karşı şiddet (gegengewalt) kullanımını
savunduğu gibi, devrimci gücün antiliberal içselleştirilmesine sol-kanatla
birlikte olumlu baktı. Sonunda, yine de, denemenin gelişiminde teolojik alanın
laik-politik alan üzerinde galip geldiğinin açık işaretleri görüldü, çünkü,
tipik olarak Benjaminci tarzda, deneme, ilahi adın yüce ‘şiddeti’ne boyun
eğmekle sonuçlandı.
Ancak bu ütopyacı Yahudi-marksist-messanik
manifesto, gıyabında, zaten eleştirel geleneğin kaderinde olan şeye maruz
kalmış ve yaptığı etkiyi hasat edememişti. Benjamin’in çağdaşları (bir avuç
yakın arkadaş ve entelektüel müttefik hariç) tarafından neredeyse dikkate
alınmayan bu görece kısa deneme son zamanlarda dikkate değer birkaç yanıt
buldu, bunlardan en dikkate değer olanı Jacques Derrida’nın ustalıklı bir
biçimde meşru söylem ve eleştiri pratiğinin implikasyonlarını açığa çıkaran “Force of Law”5 makalesidir.
Burada Derrida’nın belirttiği gibi Benjamin’in denemesi yalnızca doğrudan
eleştiri içinde bir sorgulamayı değil fakat aynı zamanda gerçek bir şiddet eleştirisini önermeye çalıştı. Metin
tamamen saf biçimsel dayanaklara bağlanmış görünüyor ya da en azından
filozofların devrimcileştirdiği Kritik
kavramına demir atmış Kantçı ya da Yeni-Kantçı teknik uylaşımlarla oynuyordu.
Bu, Bernjamin'in neden (en azından analizin başlangıç evresinde) seküleri
teolojik olandan, meşruyu gayrı meşrudan, yasayı korumayı yasa koyma gücünden
ayıran farklı şiddet tezahürleri tipolojisi oluşturmak istediğini açıklıyor.
Düz anlamını Grek Krinein’den6
(kesme, yarma, ayırma, ayrım koyma fakat aynı anda karar) alan eleştiri
terimiyle o, meşru iktidar ketegorisini düpedüz kuvvetten (force) ayırmaya çalıştı. Sonunda, yine de, en titiz varsayımları
içinde eleştirel proje, liberal kurumlardaki gücün kalıcılığı benimsetildiği
için, savunulamazlığını kanıtladı. Benjamin’in denemesi
daha birkaç yıl önce Marksist ideoloji eleştirisi geleneğini sahiplenen yazarının,
eleştirel projenin krizine tanıklığı mıydı? O kolayca, İlahi adın egemen
iktidarına haraç ödediği gibi, teolojik dogmatizme geri mi dönmüştü, ya da, tam
tersine, eleştirel projenin yıkımı geri
dönüşsüz bir krize değil fakat er ya da geç umutlu bir yeniden oluşuma mı yol
açacaktı? Benjamin’in oldukça kısa ve
yoğun makalesi bizi böyle zor sorularla baş başa bırakmış görünüyor.
Benjamin’in ‘Şiddet Eleştirisi” denemesiyle
aynı başlığı taşıyan bu kitap, bir çok açıdan bizim ‘post-Marksist
koşullar’ımızın çeşitli biçimlerde temsilcisi haline gelmiş olan ‘eleştiri
krizi’ için bir kılavuz çizgisi olarak, onun bu Weimar döneminin çelişkileri ve
tehlikelerine kendi zamanına uygun yanıtlar veren denemesini ele alır. Fakat günümüzde ‘eleştiri’ terimini kullandığımız
zaman anlatmak istediğimiz şey belirgin mi? Modern çağın gelişiyle aynı döneme
denk gelen bir pratik olarak, eleştiri terimi birçok değişiklikle olduğu kadar
modernitenin soykütüğüyle damgalanmış bir tarihe sahiptir. Entelektüel aralığı,
Kant’ın felsefi dogmatizm ve kuşkuculuğun hakkından gelen, devasa projesinin
açılışından, Hegel’in öznelerarası ve içkin eleştirisine, Marks’ın ideoloji
eleştirisine ve Frankfurt okulu’nun7 eleştirel teorisine yönelik bir
yol kat eder7 Belki de, yukarıda işaret edildiği gibi, en sıradan,
etimolojik anlamı içinde sözcük Grek krinein,
ve yine buna benzeyen diakrisis kökünden
türer ve doğru biçimde ayrılabilen ve farklılaşan edimlere işaret eder. Ayrıca
keskin bir yarma edimine göndermekle o aynı zamanda ‘geçici yargı’ anlamı
kazanmaktadır. Eleştirel teoriyle popülerleşmiş bir tür (Kantçı, evrenselci
değil) tarihsel anlamı içinde kalan, “eleştiri”, geçmişin hatalarını telafi
etmenin bir yolu olarak geleceğin (ütopyacı) gerçekleşmesine yönelik bir
bakışla şu ana8 dair geçici bir yargıyı anlatmak ister. Habermas ve Foucault, ikisi de,
göreceğimiz gibi, merkezi bir aşamaya gelmiş “biz” sorununu tanımlayan tarihsel
koşulların sorgulamasında, eleştirel projenin,
modern dönemin başlangıcına böyle içinden çıkılmaz biçimde bağlı
kalışını sürdürdüler. Terime yüklenen tonlamalar ya da yine eleştirinin oldukça
çok olan sınırları on yılı aşkın süredir değişmiş olsa da olmasa da, eleştiri
daima üzerine dikkat çektiği alanın katı yasa yapıcılığını, bir yargıç
kürsüsünün kurulmasını fakat aynı zamanda tetikte bir sınır devriyesini kapsar.
İster evrenselci tarih dışı olanın düşüncesi ya da ister tam tersine tarihselci
terimlerle olsun eleştiri genelleşebilir normların sağlam zeminine ya da
alternatif olarak aksiyolojik değerlere dayanır, çünkü tüm pratik amaçlar
uylaşımsal normlar olarak sonlanırlar.
Kant için eleştiri, bilginin, ahlaki
düşünüm ve estetik yargının temelini oluşturma olasılığının tarih ötesi
sınırlarını kesin olarak belirlemeyi güvence altına alma anlamına geliyordu.
Eleştiri, bilginin -doğal olarak metafizik- öteki kaydından yana deneyimle
tanımlanmış sınırlar içine sızmasına rağmen, yine de öneminin geçerliliğini ve
değerini kanıtladı. Kant'ın
"eleştiri"yi, saf akıl bölgesi üzerinde aklın yargıç kürsüsü olarak
tanımlamaya başlaması sadece metaforik ya da figüratif nedenlerle dayanmaz. Bu
yasaklayıcı terimi uygulamakla Kant, basitçe seküler bir gücü tahta çıkarmadı,
ya da daha iyisi, ilahi yasanın yerine aklın
evrensel sonsuz yasa koyuculuğunu tesis etmedi. Dogmatizmin zorbalığıyla
mücadelede o, politik despotizme olduğu kadar kendi “aydınlanma nedir?”inin
daha ileri tanıklığına da adeta bir sınır, bir son koymayı amaçladı. Aslında,
Kant kendi eleştirisini spekülatif akla sınır koymak olarak gördü; emniyet
amirinin görevi önlem almak, yurttaşlar arasında şiddetin patlamasını önlemeyi
amaçlamaktır. Fakat Benjamin’in, polisin tamamen kanunları uygulama işlevini
rutin olarak aşmalarını suçlayan denemesinin tersine, Kant'ın akıl modelinde,
geçilemeyen sıkı polis bariyerlerinin gardiyanlığı gerekiyordu. Yani, onun Saf Aklın Eleştirisi'nin önsözünde
açıkladığı gibi, aklı eleştirisi olumlu bir sonuç verdiği kadar aynı anda sınırlayıcı
ve olumsuz bir etkiye sahiptir: "Eleştiri [eleştiri, Kritik] hizmetinin
olumlu bir yarar sağladığını yadsımak, başlıca işi yurttaşların şiddetini
durdurmak, diğer yurttaşların korkmasını sağlamak ve böylece her birinin kendi
sorunlarını barış ve güvenlik içinde sürdürmelerini sağlamak olan polisin
olumlu bir faydası olmadığını söylemekle aynı olacaktır".9 Bu
anlamda eleştiri, aklın zıvanadan çıkmasına karşı, engellenen özellikler
üzerinde sorumsuz saptırmalara yönelen saf spekülasyonun başıboş dolaşmasına karşı
koruyucudur. Eleştiri hem yasaklayıcı sınırlar (Schranken), hem de sınırları etkinleştirme (Grenzen) anlamında sınırlar çeker. 10
Kant’ın eleştiri girişimi sadece daha
sonraki soykütüğün uzun ve maceralı olmasını sağlayan bir geleneği başlattı. Alman
sosyolog Reinhart Koselleck başlangıçta eleştiri ve krizin sadece etimolojik
olarak değil fakat kavramsal olarak da, aydınlanma burjuvazisinin ve öznel
yargının uygulamasını nasıl belirlediğini, bunun da nesnel bir tarihsel sürece
gönderme yapmasıyla bağlantılı olduğunu gösterdi.11 Fransız
devrimiyle tanımlanan kriz gelinceye kadar eleştiriyi özelleştiren eğilimler
tükenmemiş, ancak şimdi Aydınlanmanın tarihsel-ontolojik statüsünü tanımlayan
Kant’ın kendi,‘Aydınlanma Nedir’ metninin tanıklığıyla mutlakçılık suçlamasına
dönüşmüştü. Ancak Hegel'in (daha sonra Marks'ın elinde dönüşen) diyalektik modeli
sayesinde eleştirel projenin Kantçı öznenin ardındaki tek yanlı, monolitik
alanı sonsuza kadar terk ederek, dünya-tarihsel ve öznelliklerarası bir boyut
kazandığı kuşkusuzdur. Seyla Binhabib’in
kavrayışlı Eleştiri, Norm ve Ütopya’ sından
bize kaldığı gibi, yalnızca “eleştiri”yi,
oluşturan şey ve daha sonra ideoloji eleştirisi olarak tanımlanan gerçek
eleştiri arasındaki kararlı açıklığı ilk ortaya koyan Marx’dı. Hegel’in diyalektik yöntemiyle anlatılan, Marx ve
Engels’in Kutsal Aile’sinde içkin eleştiri uygulandı ve önceki
kuşaklar ve çağdaşlar -özellikle Genç Hegelciler- analiz nesnelerini yorumlama
pratikleriyle tamamen ilgisiz biçimde ele alan salt eleştiri uygulayıcıları
olarak aşağılayıcı bir tonda resmedildi. Bunun tersine gerçek eleştiri, “nesnesinin (örneğin, toplumun) dışında
durmayı reddeder”, “ve bunun yerine
nesnesinin içkin, normatif kendilik anlayışını bu nesnenin maddi gerçekliğiyle
yan yana koyar”.12 Marx’ın
derslerine yönelik değerbilmezlik sürgit devam etmeyecektir. Hareket ilkelerini
konsolide etme çabası içinde, sadece İkinci Dünya Savaşından sonra 'Frankfurt
Okulu' adını alacak olan, Horkheimer'in program niteliğindeki 1937 tarihli
"geleneksel ve eleştirel teori" denemesi, benzer bir içkinlik
duruşunu, kendi sözcükleriyle, "diyalektik eleştiri"yi önerdi. Sürgün
pozisyonundan yazan Horkheimer “bir tarihsel dönemdeki mevcut teorinin
olumlayıcı olmaktan çok eleştirel olduğu”nu ilan etti.13. Böyle
eleştirel bir faaliyet, belki de “teorik aktivizm”14 (Horkheimer’ın
analizini anlamaya eğilimli olmak, bizim eleştirel şimdimizi karakterize eden
teori yasağından henüz etkilenmemişti) politik ekonominin diyalektik eleştirisi
yoluyla sorguladığı “toplumu bizzat kendi nesnesi kıldı”. Yeni Kantçılığın
kurumsal hegemonyasını kınayan Horkheimer Eleştirel Teorinin bilgi üretimine
dışsal unsurlar taşımadığını, dışarıdan konuşmadığını, çünkü böyle yapmanın
ideolojiye kapılmak olacağına inandığını ifade ederken Marx’ı izliyordu. Eleştirel
analizin kendi nesnesi içinde bilen öznenin epistemolojik göndermeleri göz
önüne alınırsa, o ideolojinin kaygan sınırlarını aşağıdaki pasajda olduğu gibi
her zaman sınırlandırdı:
Düşünen özne
bilginin ve nesnenin çakıştığı yer ya da bunun sonucu olarak mutlak bilgiye
ulaşmak için başlangıç noktasının yeri değildir. Descartes’dan beri yaşanan idealizm
altında, düşünen özne hakkında böyle bir yanılsama, katı anlamda bir
ideolojidir, çünkü bu burjuva bireyin kısıtlanmış özgürlüğüne mükemmel bir
özerklik ve özgürlük gibi hayali bir biçim atfeder.15
Yine de şiddet içermeyen bir gelecek
olasılığı ütopyasından bakarak teori ya da bilgi üretiminde saf idealist bir
"dışarı"nın Marksist ortadan kaldırılışının aynı zamanda, normatif
ayrımların veya ayrımcılığın yok edilmesi ile sonuçlandığını, ve en azından,
şimdinin sosyo-ekonomik koşullarına ket vuranların hepsinin yanlış olduğunu
varsaymak yanıltıcı olur. Normatif ayrımların böyle silinişi, daha çok, klasik
bir filologun çıkarlarını, yerleşik değerlere saldıran bir soykütükçünün alet
kutusu için değiştiren Nietzsche'nin tek başına yarattığı devrimin mirasıdır.
Dil üzerine erken dönem yazılarında, özellikle
“Aşırı Ahlaki bir anlamda Yalan ve Hakikat üzerine” (On Truth and Lies
in an Extramoral Sense) de Nietzsche, Fransız post yapısalcılığı ve anti
hümanizminde kendi sonlanış uğrağını bulan yıkıcı bir jest içinde, geleneğin
son putu, bilen özneyi yıkmakla epistemolojinin retoriksel eleştirisini
geliştirdi. İkinci Zamansız Dalınç’
da Nietzsche, dumura uğramış, harap olmuş bir tarihsiciliğin köklerini kesecek
yeni bir tarihsel anlayış çağrısı yaparak keskin ve net bir eleştiriyi ortaya
koydu. Sonraki on yıllarda, Nietzsche’nin
üslubu, “bilginin anlamak için yapılmadığını, incitmek (kesmek) için
yapıldığını”16 iddia eden Foucault’da hala yankılanıyordu. Ancak
Kantçı eleştiri altında yazılan normatif tahminler sığınağına son veren metin ‘Ahlakın Soykütüğü’nden başkası değildir.
Nietzsche'nin "ahlaki değerler eleştirisi" soykütüğü, Kant’ın tarihötesi
a priori anlama koşulları ve gelişen değerler dışında "koşullar ve
durumlar bilgisi"17 sağlama talebini arkada bırakma çağrısıyla
birlikte on dokuzuncu yüzyıl felsefesine, evrensel olarak geçerli normlara
bağlılıktan uzaklaşma olarak egemen olan Wertstreit'e
tanıklık etti.18
Açıkça, ister “eleştiri” ya da ister
“ideoloji eleştirisi” olsun bunlar, eleştiri, yargı bildiriminin temelinde normatif
bir ölçüt varsaydığı sürece postyapısalcılığın pek fazla ilgi göstermeyeceği
terimlerdir. Postyapısalcılığın epistemolojik anti-temelciliği, ya da olumsal
temelciliğin abartılmış farkındalığı, evrenselci ve evrenselleşen normlara tam
bağlılığı lanetli olarak ele almaya zorlar. Ayrım (différance) ve yinelenebilirlik emeği sayesinde "fark" (difference) kavramının ikili silinişi,
"ya/ya da" ile "ne/ne de"19 bölücülüğünün yerini
alan, yapısökümle, yani her etik-politik karar ya da eyleme rehberlik eden
kurucu kararverilemezlikle, zorunlulukla birleşme halindedir. Ancak
postyapısalcılık, fırçalamasına rağmen, evrensel ahlak felsefelerini ya da
genelleşen (dağıtıcı) adalet teorilerini bir yana bırakıp, yapısökümcü bir
etiğe ya da adaletin-hala gelecekte
geleceğine20 karşı olmayı bırakmaz. Normatif değerler temelindeki
etik-politik kararlar, ya yerleşik, tarihsici soykütükler ya da türetici ve
kolaylaştırıcı kaldığı söylenen bir kararverilemezlik profili çizen sanki
aşkınlık tarafından yerinden edilmiştir. Daha az tatminkar tepkiler, bu
modelde, ünlü hukuk teorisyeni Carl Schmitt'in otoriter düşüncesiyle çok sıkı
bağlantılı politik bir günah, şüpheli bir kararcılık keşfetti. Normatif
eleştirinin söyledikleri, Nietszche’nin güçlü çekiç darbelerini hatırlatan
yapısökümcü şiddet tarafından tahrip edilmiştir.
Postyapısalcılıkla ilgili bu kaba
değerlendirmeyi bir yana bırakarak, postyapısalcılık ve eleştirel teori
arasındaki çekişmeli karşılaşmanın belirgin biçimde ortaya çıktığı feminist
teori alanına kısaca dönmek isterim. Feminist
Mücadeleler’de (1995) belgelenmiş karşılıklı meydan okumalar, koleksiyona katkıda
bulunan birkaç kişinin, 1987'deki Eleştiri
olarak Feminizm'de birlikte görünmeleri nedeniyle nispeten yakın tarihlerde
ortaya çıkmıştır.21 İlk projede “eleştiri” terimi, eklektik bir
feminist teorisyenler grubunu bir araya getiren bir davet olarak işlev
görürken, daha sonraki feminist tartışmalar, bir yandan Frankfurt-üsluplu
eleştirel teorinin kurucuları tarafından ilham edilen normatif eleştiri, öte
yandan post yapısalcı, edimselci bir ‘yeniden anlamlandırma’ arasındaki katı
bir kamplaşmanın işaretini verir. Böylece, Judith Butler kendini, Fraser’in
deyimini kullanırsak "eleştiri" nin tam da hakkında hüküm verilmeye
çalışılan söylem/iktidar rejimine içkin olarak meydana çıktığı, Frankfurt-tarzı
normatif "eleştiri"den ayırmıştır.22 Fakat kendisini
Frankfurt Okulunun eleştiri geleneğinden uzak tutmakla o, aynı zamanda ‘içkin eleştiri’ye dönüştürülmüş bir
anlayışın analiz nesnesi olduğu ölçüde öznenin kendini artık bizzat
"iktidar"dan çıkaramayacağı anlamına geleceğini ileri sürmüştür. Dahası,
bu ifade bütün yapısökümcü implikasyonların tüm gücünü kazanması için iktidarı,
zorun şiddetiyle aşağı yukarı özdeş olarak okumayı gerektirir. Zor (force)
burada, disipliner gidimli pratiklerin “uyruklaştırma” rejimi tarafından tatbik
edilmesinde olduğu gibi, taşıyıcı bireyin rızasıyla kullanılmış değildir. Bu şekilde, tartışmanın kısırlaşmış yeniden
biçimlenmesinde, Butler aynı zamanda
Foucault’nun iktidar eleştirisi ile sergilediği koşullar ve terimlerin
bir gereğini görmektedir. Çünkü,
göreceğimiz gibi, bu Fransız filozof (aynı zamanda şiddetin tarihini
serilmeyen) postyapısalcılığın kısıtlılığının güç/iktidar arasında bir
farklılık ortaya koyan epistemolojik zeminini sağlamlaştırmaktaydı. Bu noktada o, tedavülüne büyük ölçüde katkıda
bulunduğu politik liberalizmin mutabakatçı, meşru iktidar teorisinin izinden
ayrılma ihtiyacı duydu.
İktidar/Şiddet
İktidar ve şiddet arasındaki uzlaşımsal
sınırların postyapısalcı teori içinde maruz kalacağı kavramsal silinişin işaretleri
Benjamin’in “Şiddet Eleştirisi”nde zaten görülebilir. Şimdi, Derrida’nın “Force of Law” makalesine ithaf edilen
1989 tarihli Cardozo Hukuk Okulu
konferansı göreli belirsizliği hariç, örneklem konumuna layık olduğu onaylanan
bir girişim oldu. Benjamin’i, yapısökümcülüğün bir habercisi olarak anti
liberal bir mevziden okuyan Derrida, onun eleştirisinin Almanca’daki Gewalt (kuvvet, güç, kudret, şiddet,
zor, cebir) sözcüğüyle açıklamasının, iktidar/şiddet sarmalıyla nasıl
sonuçlandığını gösterdi. Benjamin’in ve
Derrida’nın çalışmalarının bu önde gelen hukuk okulunda birlikte tartışılmış
olması, disiplinin basit bir biçimde kontrol dışı kalmış bir şiddetle
ilgilendiğini göstermez fakat aynı zamanda disiplinin hukuk içindeki şiddeti
ısrarla öne çıkarma arzusunu belirgin kılar. Robert
Cover’ın görece erken yazdığı “Söz ve Şiddet ”23 adlı denemesi,
herşeyden önce, hukukun otoritesi altında yenilenmiş soruşturmaların, evrensel
hukuk varsayımından kaynaklandığı iddia edilen dışlayıcı jestler anlayışımızı
genişletmek için ne kadar çok şey yapılabileceğini gösterdi. Derrida’nın
Benjamin yorumuna tepki içinde yazılmış ve orijinal olarak Cordoza Law Review’un özel sayısında yayınlanmış sert yanıtların
çoğu, geleneksel olarak şiddet içermeyen içtihatları temsil eden potansiyel
itirazları ele almıştır.24 Çok verimli perspektifler sunan bu
değerlendirmeler hem pratik için hem de ondan hiç de az olmamak üzere teorik
hukuk anlayışı için verimli olmuş, sunulan çalışmalar Benjamin’in denemesinde
geniş bir felsefi politik bağlamda tematize edilen iktidar/şiddet birleşimini
ifade etmeye çalışan analizlerin merkezini bir ölçüde değiştirmiştir. Eleştiri
ve şiddetin çağdaş eleştiri alanında nasıl karıştığına odaklanma, daha az farkedilme
eğiliminde olan tartışmanın söylemsel yönüne dikkat çekmeyi mümkün kılar.
Bu çalışmada toplanan denemelerin çoğunda
kimi hukuksal sorunlar ileri sürüldüğü halde, bölümün ana konusu ne yasayla ne
de hukuk ilmiyle ilgilidir; ne de şiddetin anatomisini anlamak için
antropolojik ya da sosyolojik bir anahtar sağlamayı talep eder. Şüphesiz
şiddete adanmış bir kitap geniş olmalıdır. Böyle bir şey, ulusal sınırlar ya da
kültürel tikelcilikleri dikkate almaksızın, insan vahşeti, baskı, zulüm ve
egemenlik sistemlerinin, olası en geniş küresel ansiklopedisi olurdu. Son bölüm
pasif direniş ve pasifizm geleneğine geri dönecek, ve kuşkusuz umudun geleceğine tutunan bazıları,
konuklarını 'Ebedi Barış'la karşılayan Kant'ın ünlü hancısı için ayırdıkları
aynı tuhaf ironiyle selamlayacaklar. Bununla birlikte, bu kadar çok ihtiyaç
duyulan şiddet ansiklopedisi25 için çalışmalar başlatılsa da, mevcut
proje, bu tür bir küresel kapsamda bir talebi ortaya koyma anlamına gelmez. Yerine,
geriye, endişeli bir biraraya gelişte birbirini bloke eden eleştirel teori ve
post yapısalcılığın dayandıkları şiddet/iktidar üzerine eleştirel söylemi hedef
alan kısmi bir kendilik bilinci kalır. Evrensel
şiddet ekonomisi hakkında genellemeler önermek için bu özgül açıdan soyutlama
yapmak vizyonunun kısmiliğiyle bakmayı kaybeden bir konuma geçme anlamına
gelecektir. Sonuç, teorinin geniş bir eleştirel
alanda yaşayabilirliği ve uygulanabilirliğine zarar verirken kendi analiz
nesnesi/alanı üzerinde aynı anda yersiz bir yorumlayıcı güç uygulayan teorik
bir şiddet biçimi olacaktır.26
Yöntembilim ve öğretide sosyolojik ve
antropolojik olmaktan çok öncelikle tarihsel-kültürel olan bu denemeler, yine
de, modernitedeki tipolojiyi bir hayli genişleten şiddetin kavramsal iniş
çıkışları içinde tarihsel bir dönemeci kapsar.
"Fiziksel gücü kullanma" (standart sözlük tanımlarında bulunan bir
özellik) anlamı taşıyan, açıkça belirlenmiş sınırların ötesinde, şiddet şimdi,
psikolojik, simgesel, yapısal, epistemik, Hermeneutik ve estetik şiddet gibi
fenomenolojik olarak kaygan kategorileri içerir. Güç/şiddet terimlerini
konu almış olan bu kavramsal ayrımların geçirdiği değişimin incelemesinde
başarısızlığa uğramayan tek fiozofun
adı, modernitenin ilk şiddetin gerçek felsefi savunucusu olma gibi bir ayrımla
anılması gereken Nietzsche’dir. Onun herhangi bir eserinden çok daha fazla ‘Ahlakın Soykütüğü’ bizzat kuvvet/şiddet
kurucu ilkesinin uygulanabileceği değişik alanları özet bir biçimde kendini
gösterir. Böylece onun felsefesi, ahlakın (ahlaki kötülük) ve teolojinin
(kötülüğün kökeni) haklı kılınmasından, en güçlü yarı-Darwinci mücadeleye,
ahlaki değerlerin güçlü iradeler savaşı için dolaşıma sokulduğu bir soykütüğe
doğru kaymasının önünü açtı.27 Onun soykütük modeli iradelerin ve
hermeneutik şiddetin sonucu olan çekişmenin (agon) maskesini düşürdü ve olumsal anlamlandırma rejiminin
emrivakisine katıldı. Kant'ın kategorik buyruk adı altında sergilediği
cezalandırıcı acı çekme festivali betimlemesi, gelecek yüzyılın
avant-garde'ının anlatısal pratikleri ve şiddetin ihlalci estetiğini
tanımlayacak türden yavan detaylarla coştu.
Onun perspektivizmi ahlak yasasının, proto-Freudcü psikolojik içselleştirme
modelinin terimleriyle yeniden değerlenmesi çağrısında bulundu.28
Sonuç olarak, onun hukuktaki gücün üstünlüğü üzerine acımasız ısrarı modern
sözleşmeci geleneği geri çevirdi. Böylece Nietzsche, liberal devlet teorisine
dayanan şiddetin meşru ve haklı tezahürlerini gayrimeşru olanlardan katı bir
biçimde ayırmayı ilkinde devlet onayına dayandıran ikincisinde dayandırmayan
politik teorinin modern kategorilerini iki ara da bir derede bırakır.
Nietzsche, doğa satüsünün (statüs
naturalis) toplum sözleşmesi aracılığıyla baskısına övgü düzen Hobbes’un Leviathan’ının ana tezlerine kuşkuyla
bakarken, sözleşmeyi şiddet tarafından dolandırılmış olarak açıkça ortadan kaldırdı.
Öyle ki, Benjamin,“Şiddet Eleştirisi”nde modern hukukun kader-benzeri mitik
kaynağını açığa çıkardığı zaman Nietzsche'ye övgü düzer.
Nietzsche sonrası çağda ortaya çıkan
Foucault, Nietzsche’nin yorumsamacı soykütüğünün gücünü kurumların söylemsel ya
da epistemik şiddet uyguladığı rahatsız edici kanalların geniş kapsamlı bir
araştırmasına dönüştürdü. Foucault, bu erken çalışmalarında insan bilimlerinin
bilgi isteğinin maskesini düşürmüş ise de, orta dönem yazılarında Nietzsche'nin
görüşlerini, postyapısalcı Marksizmin öncüllerini radikal olarak yeniden
düşünen bir toplum teorisiyle kayanaştırmaya niyetli görünüyordu. Althusser’in
ünlü İdeolojik Devlet Aygıtları denemesi,
liberal devletin sadece politika ya da militarizmle değil aynı
zamanda aile ve kilise kurumları
aracılığıyla sahneye koyarak uyguladığı simgesel şiddet kategorisini tanımladı.
Benzer şekilde, Foucault gözetim sistemleri, disiplin rejimleri ve modern
cezalandırma sistemlerinin ortaya çıkışı gibi, devlet-kaynaklı ve devlet
destekli kurumsal şiddet biçimleri üzerine yoğunlaştı. Fakat o aynı zamanda,
sivil alanı kullanan şiddet bildirimlerinin yerini gizlice değiştirmekle
şüphesiz daha fazlasını yaptı. Modern dönemde ‘yönetimselliğin' öneminin
artışını analiz ederek o, Althusser’in sisteminde hala mevcut, hegemonik,
monolitik özerk devlet teorisinin ötesine geçti; ortodoks Marklsizmin yaptığı
gibi, "devletçiliğe" inanmak, monarşik egemen iktidarın tahtını
korumak ve politik ve sivil alan boyunca işleyen iktidarın sayısız, kılcal,
stratejik güç alanlarına karşı savunmasız kalmaktı.
Foucault herşeyden önce bir tarihçi olarak
kaldığını düşündüyse de, büyük ölçüde politik teoriye ait olan tartışmalara
müdahale etti. Çünkü onun projesinin merkezinde iktidarın politik olarak
olanaklı hale gelmesi ve kendi içinde bir sonuca ulaşmasına bağlı olarak,
geleneksel liberal iktidar kavramının radikal bir biçimde yeniden düşünülmesi
vardır. Gerçekte
belki de, hiçbir liberal düşünür, Hannah Arendt’in katı iktidar parametrelerini
tanımladığından daha fazlasını tanımlamamıştır, çünkü o soykırım sonrası ve
nükleer sonrası bir çağda bayağı kuvvet ve iktidar yetkisi arasında tersine
dönüşü önlemeye çalışıyordu. Onun temel kitabı
‘İnsanlık Durumu’nda fakat aynı
zamanda, aşağıda çeşitli bölümlerine döneceğimiz daha az incelenmiş ‘Şiddet Üzerine’de o, araçlar ve
amaçların zamana-dayanan parametrelerini kullanarak şiddeti/kuvveti, iktidardan
özenle ayırmıştır.29 Şiddet, özünde
stratejik, manipülatif ya da araçsal özellikte olsaydı, mutabakatçı
iktidar kendi içinde mutlak bir son olarak düşünülürdü.
Önceki liberal gelenekle tartışan Foucoult’nun yapıtının geniş gövdesi
iktidar ve şiddet arasındaki sınırların savunulamaz hatta geçirgen olduğunu
kanıtlayan çoklu yollar olduğunu göstermiştir. Sadece son yazılarına kadar
değil, göreceğimiz gibi, temel yazılarının çoğunda ürettiği koruma altında bu
iki terimin kavramsal silinişini düzeltmeye çalışmıştır.
İkinci kuşak Frankfurt okulu teorisyenlerinin
endişeleri Foucault gibi başlıca aydınlanma mirası ve ilkelerine saldırı
anlamını taşıyan postyapısalcı eleştiriye adreslenmiştir. Habermas’ın Modernitenin
Felsefi Söylemi’nde yer alan etkisi göz önüne alındığında, bu hiç de
şaşırtıcı değildir: Adorno ve Horkheimer’in ortaklaşa yazdıkları Aydınlanmanın Diyalektiği’nde modernitenin aydınlanma ilkelerine - aklın
evrenselliği, tarihin sonları, özerk özne-30 karşı postyapısalcılık
ve postmodernizmi (Foucault'nun tarihsici varyantını hariç tutmadan) paylayarak
geliştirdikleri aklın totalize edici eleştirisine bağlanmakla, temel ilkelerini
basitçe tersine çevirdikleri felsefi öznenin öncüllerini atmaktaki yetersizliklerini
kanıtlamışlardı. Foucault, güç ve iktidar
arasındaki yaşamsal, politik farklılığı ortadan kaldırırken, Adorno ve Horkheimer tarafından zaten
bağlanılmış felsefi politik yanılgıları uzattı, ya da en azından Habermas dikkat çekmeyi başaramadı.
Frankfurt okulunun kurucuları, epistemolojik, estetik ve ahlak alanlarında
bulguladıkları ekonomiyi cisimleştiren araçsal akıl anatomilerinde, daha çok,
aklın sağlam yapısını çökerten Nietzscheciliği kanıtladılar. Kendi kendini
yönetmenin temelini oymada laik akıl hem akıldışına hem de otoriter bir
mecburi-sonuçculuğa (decisionism) yol vermek anlamına geldi. Fakat belki de
daha az vurgulanmış olan şey, Habermas'ın uzatmadan
eleştirel projenin yaşayabilirliğini riske atma pahasına Postyapısalcılığın
görececi konumunu yöntemsel zeminde suçlamasıdır. Elbette
Habermas’ın ve diğer benzer düşünen eleştirmenlerin bakış açısı, Kant’ın aşkın
eleştirisine anakronik bir biçimde sıkı sıkıya bağlı kalmaları savunulamaz.
Marksist ideoloji eleştirisi ve Hegel’in öznelerarasılığına dönüş yolunda Kant'ın öznellik, kural bilgisi, ahlaki ihtiyatlılık
ya da estetik yargının tarih dışı koşulları üzerine vurgusunun tartışmasız
biçimde savunulamaz olduğu kanıtlanmıştır. Yine de çokca kabul gören işin özü,
Foucault’nun konumunun eleştirel projeyi aslında
gerçekten tehlikeye atıp atmadığını bir kez daha sormanın kaçınılmazlığıdır. Belki
de Foucault’nun nasıl görünüşe göre yerleşmişken, eleştirinin sonunu
hızlandırdığı etrafındaki tartışma üzerinde bir kez daha durmak gerekir. Gerçekten de, Foucault, 1970'lerin sonlarına doğru
eleştirel teoriye bir köprü atarak, her iki entelektüel okul arasındaki
uçurumun üstesinden gelmeye çalıştığı için biraz hoş bir sürpriz olarak
karşımıza çıkar. Eleştirel gelenekle bir tür yakınlaşma arayışında, artık
sadece Friedrich Nietzsche'nin aşırı karizmatik, istikrarsız figürüne değil, daha
çok Immanuel Kant’ın ölçülü tarihsel yazılarına yöneldi. “Aydınlanma Nedir?”
mektuplarının lensini kullanan Foucault eski epistemenin harabolmuş sınırlarını ihlal edecek yeni bir eleştiri
hazırlayarak, Kant’çı eleştirinin ayaklanma potansiyelini yeniden kazanmaya çalıştı. Foucault'nun Kantçı felsefe ve Frankfurt
okulunun mirasını geri çağırdığında, daha sonraki yazılarında ortaya koyduğu
şartlar ve koşullar her iki taraf arasında belki de yeni bir “uyum” ortaya
koymuş mudur?
Eleştirel Araçlar
Şiddet/iktidar arasındaki ayrımı sorgulayan
Benjamin “eleştirinin sert aksını”, Nietzsche soykütüğünün parçalayıcı çekicini
ve keskin bıçağını, Foucault ise yeni yeni ünlenen “yürürlükteki tarihin”, “kör
bıçağını” kullandı. Eski idollerin, antik dönemlerden gelen alegorik figürlerin
parçalara ayırdığı ikonoklastik şiddeti dışa vuran yapıbozumculuk pratiğini
uygularken, hepsi halâ araçsal aklın ayrıcalıklı mecazıyla oynuyordu. Yeni
kavramsal ve epistemolojik uygulamalar icat etme talebi Foucault’nun eserinde
ısrarla kalıcı oldu, bekli de yapısalcılığın meşhur brikolaj üzerinden işleyen eleştirel araçlarla ilerleyen yeni bilim
çağrısına taraf olmadığı söylenemez.31 Benzer olarak, eleştirel
alanda araçları yenilemeye çalışırken postyapısalcılık bizzat aklı kendine
karşı çevirmekle rasyo hegemonyasının ötesine geçmeye çalıştığında Nietzsche’yi
izledi. Çünkü Ahlakın Soykütüğü nihilizmin eninde sonunda bizzat kendine karşı
dönmekle alt edileceği öngörüsüyle sona ermiyor muydu? Heidegger, Nietzsche
derslerinde, (Foucault’nun son söyleşisinde kabul ettiği gibi en çok oradan
öğrendiği) Nietzsche’nin, içerden devirmeyi umarak, kendi sınırlarına
itelemekle metafizikleri alt etmeye (überwinden)
nasıl niyetlendiğini anlattı. Postyapısalcılığın yeni bir ütopik alan
girişiminde ortak olan, imha edilmesi, yıkılması ya da hakkından gelinmesi
gereken paradigmanın sınırlarını değiştiren Nietzscheci inanç, Foucault’nun
belirttiği gibi felsefenin kendine karşı döndürülmesi (La retourner contre elle-même) gerekliliğidir. 32
Açıkça, bu arzu, postyapısalcı eleştiriyi yeniden anlamlandırma biçimini tekrar
ortaya koymaktadır: kendine karşı uylaşım modeline gelince, toplumsal
alışkanlıklar ve ritüeller kendi devrimci potansiyellerini gerçekleştirme
çabası içinde parodik olarak yeniden ortaya çıkarlar.
Olumsallık,
İroni ve Dayanışma
kitabında Rorty, şu ünlü araç-kiti mecazı üzerine pragmatik bir perspektif
sunar. Dolaylı olarak Wittgenstein’in ünlü çıktıktan sonra kaldırılıp atılan
bir araç olarak merdivenini hatırlatan Rorty, pragmatizmin araçlarını (ozalit)şablondaki
yazının kaybolup gitmesi gibi bir araç olarak betimler. Pragmatizm sadece merak
etmeden merdiven ya da artık ihtiyaç duyulmayan başka araçları elden çıkarmakla
kalmaz, aynı anda o hazırlayıcı çizelgeler de oluşturmaz. Çünkü inşa etmeye
çalıştığı herhangi bir yapı yoktur. Ya da, buraya kadar yüzeysel bir şekilde
izlediğimiz seçim ve karar mantığı açısından
konursa: ya /ya da
veya ne/ ne de’nin yerine
şimdi ve/ve gelir. Son yıllarda
Pragmatizme başvurunun durmadan artması, belki de bu felsefi okulun, eleştirel
teori ve postyapısalcı kapışmasından kurtaracak alternatif bir kanal,
uygulanabilir bir rota haline geldiğini göstermektedir.33 Aynı zamanda,
‘ideoloji eleştirisi’ terimi kendi adına daha fazla başarılı değilken, hatta
açıkları belirli pragmatistler tarafından ilan edilmiş olsa da “eleştiri”
terimi geri dönmeyi sürdürüyor. Komünizmin
çöküşünden cesaret alan muhafazakarlar ideoloji eleştirisinin sonunu ilan
ettilerse, o zaman en ünlüleri Foucault olan postyapısalcılar bunu post Nietzscheci epistemolojik bir anti
temelcilikten yapmışlardı; yine de kavramın sol-eğilimli olması hiçbir şeyi
değiştirmedi, hala tartışmalı bir "hakikat istenci"nin yan ürünüdür. Böyle bir yıkımdan sonra son zamanlarda ortaya konan
Rorty’nin konumuyla birlikte kabul etmemiz gereken şey: postyapısalcılığın (ve
her halde daha iyisini başaramayan eleştirel teorinin) pragmatizm yenilgisini
itiraf etmektir, çünkü petitio principii'ye
düşmeden felsefi dayanaklar üzerinde kaçınılmaz biçimde haklı çıkaran anlatılar
gelişir mi? Yani, politik zeminlerde, (küçümseyici bir biçimde ‘kültürel sol’
la birlikte anılır hale geldiğine göre,) postyapısalcılık, yeni bir pragmatizme
mi yol açmalıdır? Postyapısalcılık ve
eleştirel teori ütopik ya da ütopik olmayan bir gelecek hayali teklif
ettiklerinde yönlerini tayin eden kullanışlı analitik araçlar düzeyine
indirgenirler mi? Günümüzde eleştiri alanının daha eski paradigmalarına (ister
post yapısalcılık ve postmodernizmin anti temelciliği olsun, ister
norm-aşılayan eleştirel teori) tutunanlar ya da bütün temelci meta anlatıların
yanlış olduğuna inananlar arasında bölünmüş olup olmadığını, iktidar
rejimlerini körü körüne doğrulayan daha eski bir pragmatizmin iyileştirilmiş,
yenilenmiş versiyonu olarak neopragmatik bir çözümü tercih edip etmediklerini
sormak durumundayız. Gerçekten de, Nancy Fraser
gibi eleştirel teorisyenler neopragmatizmde bu iki okulun yanlış ikilemlerinden
kaçınmanın bir yolunu gördüler.34 Onların pozisyonunu kabule hazırım
fakat sadece eğer burada pragmatizmi, bir araç adını alan, bir aygıtdan çok
fazla bir şey olmayan şeklinde anlarsak. Çünkü "zayıf" bir pragmatizm
biçimi -sanki eski yapısalcı, Levi Strauss'un bricolor imgesinin yenilenmiş hali- yeterince makul görünürken,
meraklı biri faydacılığı savunan ya da farklılığı-yok eden liberalizminin
sözcüsü olan "güçlü" bir pragmatizmi geçmişin tehlikelerini önleyen
radikal demokratik, çoğulcu bir proje için önerebilir. “Zayıf” terimini
eklemekle bu yaklaşımı, eleştirel olmayan bir tarzda düşüncesizce savunulan -sözde felsefi bir hareketin- politik
liberalizmin küresel olarak gerçekleşen zaferinin ardından artık haklı kılınma
ihtiyacı duymayan ilkelerini, “güçlü” pragmatizmden ayırmak istiyorum. Bir
yönüyle, eleştirel teori ve post yapısalcılık arasında daha çok bir pat durumu
olduğunu göstermeyi uman bu kitap bir kere post yapısalcılığa ütopyacı, kripto
normativite getirme ve görünüşte, bir adalet ortaya koyma inancına hasredilebilir
ve zaten eleştirel teorisyenler de postyapısalcıların öncüllerini eşit
koşullarda angaje etme konusundaki isteksizliklerini terk etmek
istemektedirler. Belki de o zaman, Foucault'nun Kant metninde onayladığı ethos ya da yeni eleştirel tutum gerçekleşebilir: geçmişin
‘keşfedilmemiş’ tarihsel potansiyelini aktive eden geleceğin ışığında, mevcudun eleştirel bir sorgulaması
gerçekleşebilir.
Bu girişin başlangıcında ortaya konan
sorulara tekrar dönersek, bu proje, dostları ve düşmanları yarıştıran bir düşmanlık modelinin lehine
sonuç vermez. Post yapısalcılık ve eleştirel teori arasında Schmittci ‘dost-düşman’
bölünmesinin ikili düzeneğini kurmak,
karşılıklı konuşanları saptayan, akışkan konumları pıhtılaştıran,
şeyleşmiş konumlar kurma anlamına gelecektir. En
çok toplumsal mücadele kavramlarının altını oyan antagonistik modelde, asıl
olan karşılıklı konuşanların mücadelesinden çok, ötekinin benim potansiyel
düşmanım oluşu uyarınca düşman bileşenler olarak kalmasıdır. Son dönem
metinlerinden “ özne ve iktidar”da Foucault antagonizmle eşanlamlı olmayan bir
şeyi, özgürlük35 kavramının kalbinde bir “agonizm” gibi -göreceğimiz gibi sadece kısa bir an- bir
jest görür; sonra yalnızca zıtlık ve bir
ikileme işaret eder, oysa agonizm karşılıklı partnerler arasında -yani, iktidar
alanlarının çoklu gücünü barındıran “karşılıklı kışkırtma ve mücadele” içinde-
meydana gelen, ‘sürekli provakasyon’ ile ilgilidir. Burada, Foucault’nun sonuna
dek savunduğu mücadele modeline işaret eden kavgacı tonlamayı istisna olarak ele
alırken, ifadenin çağrıştırdığı provakasyon unsuru korunmak istenmektedir.
Provoke etmek bu durumda artık bir
“öfke” ya da “kızdırma” anlamını taşımaz fakat yerleşik sınırlamaların,
hapsolunan ufkun ve birilerinin ritüelleştirdiği sınırların dışına uzanan bir
“uyarı” ya da “uyarıcı olma” anlamına gelir. Bu kitapta toplanan denemeler,
kendi alt başlıklarında işaret edildiği gibi, kendilerini postyapısalcılık ve
eleştirel teori arasına konumlarlar ve mücadeleden daha çok diyaloga vurgu
yaparlar. Yani, biri ya da diğeriyle
kesin bir yan tutma çabası içinde ya da kararsızlık içinde askıda kalmış
durumda değil, her iki geleneğe de çekilirler,
fakat temel farklılıklarını da sergilerler. Bu yüzden “arasında”
edatı, verilemeyen bir kararın zirvesi, kararsızlık olarak, ikircikli anlamında
ele alınmamıştır. Daha çok, o demokratik eleştirel tartışmaları en çok
etkileyen mücadele halindeki farklılıkları ortadan kaldırmadan, buluşcu
kararlar ve seçimleri zenginleştirme olasılığı olduğu ölçüde, bir mola anı, bir
aralık, bir olasılık uzamı yaratma işaretidir.
Son anda, Şiddet Eleştirisi’nin, Benjamin'in şimdiki zamanına hala ilham
veren ütopik gizilgüçten yoksun, boş anın, "şimdi"nin ya da mevcudun
pohpohcusu "bugüncülüğün" (presentism)
tuzağına düşmemeye çalıştığını da onaylamak gerekir. Bunun yanı sıra, çalışma,
bu eleştirel karşılıklı konuşanların bazen çelişik, bazen karşılaşmalar
yapısına ait kimi varsayımlar ya da öncüllerinin her zaman belirgin olmayan
fakat yine de tartışmalı ya da tartışılmayan parametrelerini ortaya çıkarmak
istemektedir. Gerçekten de, çağdaş postyapısalcı düşüncenin izlendiği kitapta sürekli
olan ve tekrarlanan bir “şiddet” figürü, Derrida ve Foucault’nun ayrı ayrı “anti metafizik” ya da “anti dogmatik” şiddet
dedikleri bir karşı şiddet (gegengewalt)
ya da bir karşı kuvvet biçimine bürünür. Böylece,
bir karşı ilke olarak kullanılan, simgesel, figüratif, söylemsel güç kullanımı,
kuvvetin metafiziksel yıkımı, kurumsal tortullaşması, ve özellikle de dışlama
pratikleri ve bu pratiklerin mantığıyla birlikte araçsal akıl tarafından
uygulanan şiddet anlamına gelmektedir. Batı
felsefe geleneğinin kanonik metinlerini –özellikle, Hobbes’un Leviathan’ı, Hegel’in Tinin Görüngübilim’i ve Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü- tekrar ele alanlar
gibi karşı söylemlerin çoğu, bu savaşın modernitenin sürekli şiddeti ya da
savaşı olduğuna dair Clausewitz’in özdeyişinin tersine çevrilmesiyle çalışır. Tarihsel geçmişe ve şimdimize dair iddialar,
bazılarının iddia ettiği gibi yerleşik yapılagelenlerle ilgili iddialar mı,
yoksa sadece betimleyici iddialar mıdır? Bu tür
karşı söylemlerin, (Nietzscheciliğin) tersine, sınırlı, yetersiz bir teknikle
çalıştığı gösterilebilir mi? Bu tür yıkıcı teknolojiler, dönüştürücü değişim
şiddet içermeyen iletişimsel değişim veya etik-politik eylem olasılığını bastırıyor
ya da yerini mi alıyor? Bütün bunlar tartışmaların kapsadığı alanın tehlikeleri
ya da meydan okumaları gibi görünmektedir.
Saf Araç Politikaları Üzerine
Benjamin, Arendt, Foucault
Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi” Archiv
für Sozialwissenschaft dergisinde ilk yayınlandığında, Gershom Scholem’in ‘bir dostluk öyküsü’nde hatırlattığı
gibi, “oldukça yersiz, yakışıksız” görüldü.1 Asıl olarak Whibe Blater dergisi için tahsis edilmiş
bu çalışma için editör Emil Lederer, Benjamin’in incelemesini çok uzun ve çok
zor olarak nitelemişti. Benjamin’in Scholem’e mektubunda
belirttiği gibi, o şiddet unsurunu ele geçirmeyi arzuluyor: “bu denemede benim temas etmediğim fakat bazı
şeyler söylediğimi umduğum”2
şiddetle ilgili sorunlar hala var. Benjamin’in 1921’de yazdığı “Şiddet
Eleştirisi”nde, Bern Üniversitesinde 1919’daki öğrenciliği esnasında defalarca
karşılaştığı, Hugo Ball ve Ernst Bloch’la temaslarının yansımaları az değildir.
Onlar, Bolşevik devrimin ardından, Alman İmparatorluğunun çöküşü ve kısa ömürlü
1919 Münih Sovyet Cumhuriyeti esnasında sadece ‘politik eylem sorunu’yla3
yüzleşmemişler, aynı zamanda sorunu George Sorel’in çalışmasında ortaya
koymuşlardı. Fransız sendikalizminin temsilci sözcüsü ve “Şiddet Üzerine Düşünceler”in yazarı, Sorel, 1921 şiddet denemesinin
ötesinde Benjamin’in politik düşüncesi için bir temel olmuştu.
Benjamin’in engin politika kavrayışının bir
parçası haline gelmiş olan metinlerini yansıtan dizilerden sadece tamamlanmış
bir kısım olarak “Şiddet Eleştirisi”, onun şiddet politikasının4 henüz tohum halindeki yalıtılmış bir
parçası olarak geçerliliğini sürdürür. Fakat şiddet denemesinin ona bir hukukçu
ve daha sonra da nasyonal sosyalist devletin teorisyeni olan Carl Schmitt’ten
kuşkulu bir övgü kazandırmasını bir yana bırakırsak metnin politik etkileri
bütünüyle minimal kalmıştır. On dokuzuncu
yüzyıl Alman tarihini damgalayan şiddet geleneği içinde bir çok şeyi
paylaştıkları görülen Sorel ve Schmitt gibi muhafazakar teorisyenlerin
sempatisinin onu mahcup ettiği kesindir. 1960’lara kadar, Alman liberal
demokrasisinin meşruiyeti ve normatif temelleri sol-kanat şiddetin artışıyla
radikal olarak sarsıldığı dönemde, Oskar Negt, Jurgen Habermas ve Herbert
Marcuse’un yazılarında özellikle “Şiddet
Eleştirisi” -Hannah Arendt'in 1969'daki polemiksel "Şiddet Üzerine"de
Benjamin'in çarpıcı biçimde bulunmadığı istisnası bir yana-bir çok tartışmanın
konusu haline geldi. Fakat o zaman bile,
cepheler bölünmüştü. Rudi Dutschke’ye suikast girişiminin ardından gelen Springer
kuşatması ve öğrenci ayaklanmaları üzerine yanıt yazısında, Sosyolog Oskar Negt
Benjamin’in denemesini yapısal şiddetin doğası üzerine erken bir düşünüm olarak
yorumladı. Karşı şiddet (Gegengewalt)
kullanmanın meşruluğunu savunan denemede Negt kurumsal ve yapısal şiddetin5
baştan sona sürdüğü gerçekte şiddetin politik bir araç olarak kullanılmaması
gerektiğini savunarak, liberal demokratik sistemin ikiyüzlü maskesini çıkarmaya
hizmet ettiğini ileri sürdü.
Negt ve Marcuse Benjamin’in devrimci
şiddetini materyalist politik terimlerle yorumlamış olsalar bile, Habermas,
tersine, Benjamin’in devrimin ilahiyatçısı olarak görülmesine karşı uyarıda
bulundu. 1972 tarihli “Walter Benjamin: Kurtuluş Eleştirisi ya da Bilinç
Yükselişi” adlı denemesinde, o, Benjamin’in
şiddet teorisi ve gerçeküstücülüğün politik kaderi arasında örtülü bir bağlantı
olduğunu gösterdi.6 Daha yakın bir tarihte, Habermas, 1987’de
yazdığı Schmitt incelemesi çevirisinde, Benjamin’in şiddet denemesinin
Schmitt’in egemenlik teorisi ve şiddet estetiğine borçlu olduğunu, ve her iki yazarın da “normatifin şiddet
içinde yıkımı”7 gibi konulardan övgüyle söz ettiklerini belirtti. Böylece Habermas 1970’lerdeki
analizlerinde Benjamin’in “saf araç
politikası”nın tümüyle akılcılığa son verdiğini, bu nedenle politik pratikle ters düştüğünü savundu, daha
sonraki denemesinde daha da ileri giderek, onu aslında Schimitt’in muhafazakar
anti liberalizminden yana sürüklenmekle itham etti. Yorumdaki bu kayma
şaşırtıcı olamamalı. Benjamin’in yarıştığı hukuçuya olan entelektüel borçları,
1977’de Schmitt’e gönderilen Alman Metem Oyununun (Trauerspiel) analizinde, politik teolojiye borçlu olduğunu itiraf
eden mektubun yayınından itibaren hiç de sır değildi. Ve bundan başka,
sonuçculuğun (decisionism-Entscheidung,
Ausnahmezustand) dilinin, Benjamin’in yazılarında -Tarih Üzerine Tezler’de
‘Alman Matem Oyununun Orijini’nde-
zik zaklara neden olduğu söylenebilirse eğer, bu sadece bunun Benjamin’in
Schmitt’in tutuculuğuna tehlikeli yakınlığını doğrular gibi görünmesindendir.
Şiddet teorisinin, faşizm cephesine
tehlikeli bir yakınlaşmaya neden olacak bir tehdit içerdiğini Benjamin Fransız
faşist Georges Valois ile karşılaşma gibi birkaç vesileyle dile getirmişti.
1927’de Sorel’in eski bir öğrencisiyle
yaptığı, Die Literarische Welt’deki,
‘For Dictatorship’8
başlıklı söyleşisi, diktatörlük üzerine kısa bir makale biçiminde ortaya çıktı.
Burada, Nasyonal Sosyalizmin iktidara gelişinin arefesinde, Benjamin sağ ve sol
kanat şiddet arasındaki farkın görünürde belki varolmayan fakat gerçekte ne
kadar tehlikeli olabileceğini gördü. Sorel’i “Sendikalizmin en hakiki ve en
büyük teorisyeni” olarak övdü ve aynı zamanda,
son dönem Avrupa olaylarında görüldüğü türden faşist liderler için “iyi
bir üretme çiftliği” kurması nedeniyle de onunla alay etti, bu kuşkusuz, genç
bir sosyalist olarak, Sorel’in düşünce okulundan9 feyz alan
Mussolini’ye göndermeli bir taşlamaydı. İşçilerin faşist amaçlar için
ayaklanması kadar, Valois’in kanlı olmayan devrimleri kabul etmesi, iki politik
grup arasına sınır çizgisinin ne kadar akışkan olabileceğinin daha fazla
kanıtını sağladı. Aynı zamanda, Benjamin “kendisini düşman ikiz kardeş olarak
gören bolşevizm hareketiyle yüzleşmek”ten10 hoşnut olan yeni
faşizmin propagandası kardeş kavgası mitini hızla çözdü. Marksizm ve faşizm arasında bir kardeş kavgası mitinin nasıl
sürdüğü, her iki ideolojinin de bütün parlamentarizm biçimlerinde bir amaç
yerine konan “büyük mücadele” ya da “büyük savaş”ı göklere çıkarışında
Donoso-Cortés’in Katolik, karşı devrimci tutuculuğu ile Proudhon’un
anarko-sendikalizminin buluştuğunu ilan eden Schmitt’in 1923 tarihli Parlamenter Demokrasi’nin Krizi’nde
açıkça ortadadır. İki düşman kardeş imgesini tereddütsüz reddeden Benjamin’in
kısa denemesi yine de hala, solun şiddet taktiklerinin nasıl olup da sağ-kanat
şiddet olaylarının ışığı altında haklı kılınmış olduğu sorusunu yanıtlamaya
muhtaçtı.
Benjamin'in deneme üzerine sessizliği
açıkça bizzat kuvvetin sahte insani bildirimlerinden ilahi olanı ayırdığı
ölçüde farklı şiddet kiplerinin adlandırılması ya da sınıflandırılmasını
sağlamak için felsefi-politik girişim olarak duyurulan "Şiddet Eleştirisi" bakımından özellikle
dikkate değerdir. Kantcı felsefi geleneği izleyen, denemenin başlığındaki
“Eleştiri” terimi sadece fenomenin olası aşkın koşullarını açık kılmaya dönük
bir çaba değil aynı zamanda Derrida’nın “Force
of Law” da ileri sürdüğü gibi eleştirel bir ayrım ve sınırlamaydı.11
Kuvvetin (force) bu kararlı
kırılması, etimolojik olarak krinein’den
(ayırmak) türeyen kritik sözcüğü
tarafından ifade edilmiş ve denemenin (Entscheidung’un)
diliyle uğraş içinde yankılanmıştır.
Böylece,
izleyen analizler Benjamin’in
metne bizzat tahsis ettiği metodolojik görevi ele alır, yani, aşkın bir şiddet
eleştirisi (Kritik) sağlamanın olduğu
kadar, gücün adil bildirimlerinin otantik olmayan (sahte) emsallerinden
ayrıştırılması temelinde diakritik bir
model.12 Benjamin’in denemesi empatik olarak, dinamik, enerjik bir
arke ya da temel olarak hizmet edecek monolitik “tözsel” bir güç ya da şiddet
övgüsü değildi fakat daha çok tümüyle
mitik güce bir amaç yükleyen saf ve katışıksız bir devrimci şiddet kipi için bir
savunmaydı. Yaptığı şey, gelecekte yazacaklarını damgalayacak olan eleştirel
şiddet eylemini ortaya koymaktı. Çünkü,
Ernst Jünger’in “Alman ulusunun en yüksek ifadesi” olarak putlaştırıcı ebedi
savaş övgüsüne karşı ya da faşizmin
“şiddeti estetikleştirme”sine karşı Benjamin, yağmacı Angelus Novus’a, yıkıcı
karakterin anarşist gücüne, dilin Gewalt
Schlagende’sine, Kraus’un aforizmalarının şiddet aktarımlarına, ya da
tekrar, yalnızca ilerleme olarak kavranan tarihin yanlış sürekliliğini
parçalayan jetztzeit’in (şimdiki
zamanın) yıkıcı, devrimci gücüne
tutunur.
Açıktır ki, bu düşünce figürleri şimdilerde
Benjamin bilgisinin bir parçası ya da kısmı haline gelmiştir. Tümü de önemli
olduğu için görev ‘saf araç politikası’ ve “Şiddetin Eleştirisi”nin bir
değişkesi olan devrimci güç -Benjamin’in
insan tarihini oluşturan ebedi şiddet ve karşı şiddet döngüsünü radikal olarak
kıracağına inandığı güç- programının ışığında bunları yeniden uygulamaya
koymaktır. Benjamin, şiddetin doğada araçsal
olarak -yani (politik) amaçlara hizmet
için uygulamaya konan saf araç olarak- kavranmış olması uyarınca
felsefi-politik geleneğin uzun erimli duruşunu radikal olarak yeniden
düşünmekle ilk ve son olarak şiddet kısır döngüsünü kırmayı umdu. Bu gelenek
Aristoteles’in kıyas mantığının araç-amaç ilişkisi tanımından, Kant’ın harici
amaçlar (external objects) ya da
araçlar üzerine bir tertibat (disposition)
olarak şiddet (Gewalt) nitelemesine,
Alman Askeri Stratejisti Carl von Clausewitz’ın ünlü özdeyişinden “savaş
politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir”13 kalan
savaş teorisine dek gider. Ayrıca, böyle bir araçsal şiddet
kavramlaştırması Engles’in, “şiddetin zaferi”nin onu kullanan uygulayıcılara ya
da silahlı güç üretimine bağlı olduğu görüşünü koruyan Anti-Dühring’inde ortaya çıkar. Sonuç olarak, araçsal şiddet daha
sonra Arendt’in ‘Şiddet Üzerine’sinin
hedefini oluşturdu, belki de Foucault’nun analizlerinde bir iktidar dolayımı
olarak sayısız teknolojiye en radikal yanıt kabul edildi.
Bir politik teori olarak liberalizm,
liberal-demokratik devlet uygulamalarının meşru şiddet tekelini ya da bireysel
öz-savunma sınırlarını aşan bütün şiddet biçimlerinden tövbekardır. Zaten, Devrim Üzerine incelemesinde Arendt,
şiddetin politikanın sınırlarını oluşturduğunu ileri sürer, dolayısıyla “bir savaş teorisi ya da devrim teorisi… sadece şiddeti haklı kılmakla ilgili olabilir
çünkü bu haklı kılma onun politik sınırını oluşturur.”14 Benim bu
liberal geleneği unutmayan Benjamin’in şiddet denemesini okumam, yine de,
örneğin, anti sömürgeci mücadele biçimindeki, ya da aynı zamanda politik
liberalizmin görünmez lekelerini gösteren şiddet olgusunun derecesi nedir
sorusunu sorma arzusu duyar.15
Bir çok şekilde, bu deneme, Stephan Holmes’un Antilibrealizmin Anatomisinde ileri sürdüğü gücün anti liberal
kucaklanışına dair tezler üzerine ayrıntılarıyla durur. Demek ki, eğer
antiliberal gelenek -ister sol ister sağ
kanat biçimlerde olsun- şiddet kullanımını onaylıyorsa, o zaman –belirli
koşullar altında- (politik) şiddet nereye kadar uygulanır, ya da aynı zamanda
liberalizmin politik analiz modelinin sınırlarını nereye kadar oluşturur? Bu
soruşturmayı yürütmek için analizlerim, Benjamin’in denemesini tarihsel önemde
üç kırılma noktasına yerleştirir: birincisi;
Weimar Cumhuriyeti ve Schmitt’in politika kavramı; ikincisi, Arendt’in
1960’ların karşı şiddetine yanıtı, ve, nihayet Foucault’nun, belki tüm (aşkın)
şiddet eleştirisinin amacını büyüleyen postyapısalcılık varyantı.
Benjamin’in Araçsal olmayan araç politikası
Tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde
Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi”nin, birinci dünya savaşının şiddetine,
Versailles Antlaşması yoluyla kazanılan antlaşma barışı ve pasifizim ve
militarizme dair tartışmaların ardından gününde verilmiş bir tepki olduğu
görülür. Devlet teorisine ve 1921 de parlamento krizinin zaten görünür hale
getirdiği Weimar Cumhuriyetindeki rahatsızlığa ilişkin hiçte az olmayan ve
üstelik benimsenen tartışmaları, alaycı
Schmitt bile çok aşağılayıcı buldu. Fakat onun yasal düzende (Rechtsgewalt) ikamet ettiği söylenen
mitik şiddet eleştirisiyle, denemesi aynı zamanda pozitif hukukun özgür-değer
disiplinine uğramış krizine tepkiydi. Artık hukuksal düzenin meşruiyet
garantisi yoktu, hukuksal pozitivizm yerine tipik modernite haline gelmiş olan
meşruiyet ve hukuksallık arasında bir tutarsızlık bir çekişme olduğu
doğrulanmıştı.16
Din dışı hukukun yazgı/ecel benzeri
doğasına Mitik vurgulamasıyla -1919’daki “Karakter ve Kader” adlı denemesinde
zaten geliştirdiği bir düşünce- Benjamin, bir ‘teorik olgu’ olarak, yasanın
bilimini tanımlayacak, yani, doğa bilimleri için matematiğin doldurduğu role
analojik, insan bilimlerinin matematiği olarak, saf bir etik tesis etme
şeklindeki aşkın projesiyle eski öğretmeni, yeni Kantcı Hermann Cohen’e karşı
çıktı. “Tarihsel felsefi hukuk görüşü” yerine, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl
Darvinizm ve Kurt Hiller’in aktivizminde vitalizm çeşitleriyle açığa çıkan ve
yasal hukuk ve adil doğacılıkda kurumsallaşması yoluyla eski ilkel mitik
zamanlardan beri izlenen din dışı bir şiddet biçiminin soykütüğünü çıkaran
“Şiddet Eleştirsi”ni önerdi. Böylece deneme şiddet eleştirisinin kendi
başlangıç noktasını hukukun ya da hakkın alanında bulamayacağını ileri
sürerken, Benjamin nihai olarak bütün yasal normlardan radikal olarak kaçan saf, kansız ve -can alıcı önemde- salt
şiddeti formüle etti. Bunu başarmak için
Benjamin -göreceğimiz gibi Arendt’le kesin bir karşıtlık içinde- öncelikle iki
politik geleneğin, iktidarın ve şiddetin, karşılıklı iki yüzlülük ve
kirliliklerini göstermesi gerekti, kirlenmeyi, şiddetin (Gewalt) alışıldık yorumuyla Latince potestas ya da –Rechtsgewalt
ya da Staatsgewalt, Macht gibi
ifadelerde apaçık olan- iktidarın anlamını, violentia
ve vis, ya da güç’den18 ayırmayı
reddetmekle gösterdi.
Benjamin’in nihai amacı, aşkın bir şiddet
eleştirisini bir ilke olarak (prinzip)
tasarlamak olduğu halde, dikkate değerdir ki başlangıçta, analizinin buluş
aşamasında pozitif hukuku tarihsel bir stratejik nokta olarak benimsedi. Aşkın
felsefeden farklı olarak pozitif hukuk, tarihsel olarak onaylanmış olup
olmadığına bakılmaksızın, temelde, farklı şiddet biçimlerini ima eden bir
tipoloji önerdiği ölçüde olguyu tarihselleştirir. Bu ayırt etme (Unterscheidung, Entscheidung) uğrağının
başlangıcında, Benjamin, güç kullanımının doğal, yaşam enerjisinin harcanmasına
göndermesini doğal yasa "tözcülüğü" olarak benimsemeye başladı. Sonunda
o Rechtsgewalt yerleşimini, Tanrının dogmatik adına ve kutsallığına demirli adalet ve mutlak kararlılığın (Entscheidung) ulaştığı kararsızlık ve şeytani ikiyüzlülüğün
yerine tesis ettiğinde, başlangıçtaki bu pozitif hukuk hareket noktasını
terketti. Liberal anayasa tarafından onaylanan iktidarın idari, yasal ve
hukuksal bölünmesinin radikal reddinde -eleştirmen Horst Folkers'ın belirttiği gibi, Almanca'da Gewaltenteilung adı verilen şey-19 Benjamin,
"işareti ve mührü olan fakat asla dinsel bir ibadet aracı olmayan ilahi
şiddete, egemen şiddet denebileceğini"20 saptamıştır.
Şüphesiz denemenin, egemenliği demosa değil ilahi şiddete tahsis eden anti modern jesti -eğer
modernite radikal bir sekülerleşmenin ürünüyse belki de bir tür de-sekülerleşme
denebilecek bir jest- Benjamin'in politik teoloji ya da sonuçculuğu hakkındaki
tartışmalarda küçük bir rol oynamadı. Bununla birlikte onun kıyas zincirini
kırma çabasının radikalliğine küçük bir dikkat sarfetmekle, Aristoteles’den
beri bilinegelen araç amaç ilişkisi21 yerine, bir yandan onun saf,
katışıksız araç dediği, yani, dil ve devrimci saldırı (Sorelci anlamda) ve öte
yandan saf amaç, ilahi adalet ya da ilahi şiddet/iktidarını koyduğu görülür.
Benjamin’in eleştirisi, ahlakı bir eylemin
ahlakını yargı sisteminden ayırarak tanımlamaya çalışırken, Kant'ın ahlak ve
yasallık arasındaki temel ayrımından haberdardı, ve Kant'ın ahlak felsefesinden bilinen haklı
kılınmış araçlar ve salt amaçlar arasındaki bağlantıyı aşma iddiasını
taşıyordu. Açıktır ki, Kant’ın Ahlak
Metafiziğinin Temelleri’nde önerilen koşulsuz buyruğun ikinci formülasyonu,
şiddeti (Almancada seiner Gpşlğğğğğğğewalt sein
ya da etwas in seiner Gewalt haben olarak ifade edilen) araçlar üzerinde
gerçek ve potansiyel bir mizaç (disposition) yatkınlığı olarak (Horst Folker’ın
inandırıcı bir biçimde ileri sürdüğü gibi)
niteleyen varsayımsal buyruğun raslantısallığının üstesinden gelmeyi
anlatmak ister. Hatta Benjamin’i uğraştıran bu koşulsuz buyruk formülasyonu,
bir araç olarak ötekinin potansiyel olarak kullanımını kesin olarak
dışlamamaktaydı. Temeller’de formüle
edilen kesin emir ("Öyle bir biçimde eyle ki, hem senin kişiliğinde hem de
tüm ötekilerin kişiliğinde insanlık onu her zaman bir amaç olarak -fakat asla
yalnızca araç olarak değil- kullansın), Benjamin'in yazdığı gibi bu
halâ,"bu ünlü talebin çok azı kapsayıp kapsamadığı, yani başkası ya da
kendisini herhangi bir bakımdan bir araç olarak kulanılmış olmasına izin verip
vermediği ya da kullanılmasını hoş görüp görmediği" sorununu gündeme
getirir.22 Kant’ın Ahlak Metafiziği,
yasa ve erdem (Tugend and Rechtslehre) öğretilerini kuşatan “saf pratik
aklın amaçlar sistemi” olarak bir etik sistemi tesis etmişse,23
Benjamin, tersine tam da sadece amaç nosyonunu problematize etmemiş fakat aynı
zamanda hukuksal alanın yetersizliğini beyan etmiştir. Sonuç olarak, Benjamin,
Kant’ın, her bireyin tek tek barış sözleşmesi -pactum peaces- yaptığını savaşın
tekrar tekrar potansiyel savaşçılar doğurduğunu ileri süren Kant'ın ‘Ebedi
Barış’ını izlediği halde, ebedi barış idesine sarıldığı zaman Kant’ın bir ulus
devlet federasyonu istediğini güçlükle akıl edebilirdi. Görünüşe göre hukuksal
şiddet -Rechtsgewalt- (şedit anlamda)
sinsi bir şiddet biçimiyle sarsılmış ve hatta paslanmış doğa durumu ya da doğa
statüsünün doğası gereği olan savaşçılığını artık durduramazdı.
Hukuksal düzenin kökten bir şekilde yıkılmasını
savunmaya çalışmakla, Benjamin doğal hukuku pozitif hukuktan daha az destekleyen
yani araçların amacı haklı kıldığı temel öğretinin hakkından gelmeyi amaçladı.
Sadece kişi için olan amaçların sadece amaçlar için kullanılması nedeniyle her
iki yasal gelenek de antinomik bir ilişki içinde kilitlenmiş olarak kaldı -bu berbat döngüyü Benjamin, kendi ne yasa
yapan ne de yasa koruyan paradoksal araçsal-olmayan saf araç nosyonunu
konumlamakla kırmaya çalıştı. Benjamin’in konumladığı “Tümüyle bir araç olarak
şiddet” , “hem yasa yapan hem de yasa koruyan"dır. Eğer o, bu önermelerin
ikisini de sahip çıkamazsa, tüm geçerliliğini kaybeder. Yine de, tümüyle bir
araç olarak şiddet, en istenir durumda bile, bizzat hukukun problematik doğası
içine sokulmuştur.”24 Üstelik, aynı anda Benjamin’in saf araç
argümanından anlaşılan şeye artık onların hem yasa yapan hem de yasa koruyan
din dışı hukukun alanıyla “kirlenmemiş” oldukları eklenecektir.
Benjamin’in “araçsal olmayan araçlar
politikası” diyeceğim ustalıklı formülasyonunun sonuçlarının uzun erimli
olduğunu söyleyeceğim. Ne uzlaşma partisinin politikalarında ne de Weimar
parlamentosunda (bir hafıza kaybı biçimiyle muzdarip, artık köklerini yeniden
çağırmayan 1918 devrimci şiddeti içinde)
bulunmayan bu araçlar,önce, şiddet dışı toplantı ya da katışıksız, kirlenmemiş konuşmalara bağlanmış
“kalbî kültürü” izleyen özel kişilerin alanında ve ikincisi -nadir örneklerde-
şiddet dışı anlaşmalar aracılığıyla, çatışmaları barışçı yollarla aşmak,
böylece "tüm yasal sistemin ötesine ve dolayısıyla şiddetin ötesine geçen
hassas bir görevi"25 yerine getirmektedir. En
önemlisi, yasa yapma ve yasa koruma şiddetinin kaldırılması, proleter devrimci
grevin anarşist gücünün hukukun kaldırılşmasını hedeflemesi ve son çözümlemede bütün devlet iktidarının ya da Staatsgewalt’ın imhasının ayırt
edilmesiydi. Ayrıca, saf araç mantığı “bir
eylemin şiddeti, onun etkisinden çok amaçlarından değil fakat sadece araçların
kurallılığından (laws) hareketle değerlendirilebilir ” anlamına gelir; bu
yüzden eylem kanlı ve katastrofik etkiler üretmiş olsa bile proleter
saldırı-çarpışma özünde saf kalıyordu. Hukuk düzeninin tezahür gücüne artık
bağlı kalmayan devrimci şiddet, bütün mitik şiddetin öte yanında, yeni bir
tarihsel çağın gelişine işaret eden kendi gerçek olanaklılık koşulunu, bir jest
olarak ilahi adalet düzeninde bulur.
Benjamin’in çözmeye çalıştığı birinci
paradoks araçsal olmayan araçlar paradoksuydu, ikincisi de gerçekte devrimci
kuvveti olağan olarak savunurken katışıksız bir tartışma tekniğini de elden
kaçırmama çabasıyla ilgiliydi. Başka şekilde söylenirse, Benjamin antiliberal
bir proleter mücadelenin şiddetini yeğlerken aynı zamanda Unterredung’da liberlizmin mirasını elde tutmaya çalışır. Bunu
yapmak için, Sorel’in devrimci modeli üzerinde değişiklik yapmak ve Schmitt’in
antiliberalizm duruşunu da reddetmek gerekiyordu. Böylece Benjamin, Sorel’in
devrimci kendiliğindenciliğinin merkezi bilgisini veren Bergson’un elan vital teorisini benimsemediği gibi, o sınıf kimliğinin koşulu
olarak ikincisindeki mit kavramını da üstlenmek istemedi.27 Kurt
Hiller’in şiddet denemesi örneğindeki aktivizm eleştirisi ilahi adaletle
-Derrida’nın savunduğu gibi, kesinlikle musevi bir biçim kazanan, adalet- tarafından
adeta ortadan kaldırılacak biyolojizm ve vitalizmin bütün tezahürlerini hedef
aldı. Ayrıca, Benjamin, Proudhon’un “radikal anarko-sendikalizmine” olduğu
kadar, Sorel’in Şiddet Üzerine
Düşünceler’ini açıkça dayatan proletarya grevinin savaş ve askeri strateji
içindeki savaşçı köklerini ortadan kaldırmak zorunda kaldı. Aslında Proudhon’un
anıtsal La guerre et la paix’i işçi
ayaklanmasını, düşmanının toptan imhası için övgüler düzdüğü ünlü “Napolyon
tarzı savaş” modeliyle kavramıştı,28 bu yüzden de Sorel grevi askeri
savaşla kıyaslayarak, sınıf düşmanlarının toptan saf dışı bırakılmasını övgüyle
karşılamıştı.
Aynı zamanda, Benjamin’in Sorel’le birlikte
dolaylı olarak üstlendiği denemede, o aynı anda
Schmitt’in daha geç ‘Siyasal
Kavramı’nda (1927) açık olarak ifade edilmiş olan karşıdevrimci politik
duruşundan da ayrıldı. Bütünsel egemen devletin kendi olasılık koşulunu dost-düşman29
anti tezi içinde bulduğunu ileri sürmekle, Schmitt her şeyden önce, ekonomik
rekabet ve düşmanları tartıştıran teorisiyle bu temel, savaşçı ikiliyi kökten
de-politize edip dağıtan liberalizmi ortak düşman olarak ilan etti.30
Fakat o aynı zamanda, 1906 ve 1907 yıllasrında -Sorel, Berth, Duguit ve diğer
figürlerin- grevin devletin ölümü ve onun egemenliğinin sonu anlatısına
mükemmelen ekonomik araçlar sağladığını deklare ettikleri Fransız sendikalizmi
üzerinde durdu. Böylece, Benjamin, Schmitt’e hayranlık duymasına rağmen,
hukukçunun proto faşist programının zararından korunmayı becerdi, çünkü sadece
onun en ilkel savaşçı insan doğasını yücelten politik antropolojisini
paylaşmamıştı. Schmitt için savaşçılık şiddet uygulamalarının haklı stratejik
savruluşundan daha fazlaydı. O, politikayı kuran dost ve düşman arasındaki
orijinal ikili zıtlığın “esini” (Offenbarung)
olduğu kadar, bir varlık kipi, müthiş
bir varoluş kipiydi.
Politika tanımında Schmitt’in,1832’de
yayımlanan, tamamlanmamış‘Savaş Üzerine’nin
askeri teorisyeni von Clausewitz’in yarı-Kantcı savaş eleştirisini geliştiren
araçlar ve amaçlar terminolojisine dayanması tesadüf değildir. Savaşı “Geniş bir ölçekte bir düello (Zweikampf)” olarak tanımlayan
Clausewitz, “fiziksel gücün maksimum kullanımı” bir savaş aracını oluşturuyorsa
ve savaş düşmanın toptan imhasını amaçlamaksa, o zaman savaşın asla, “eksiksiz, iz bırakmamış, gücün mutlak
tezahürü” anlamına gelmeyeceğini ileri sürdü. Asla bir tecrit içinde
düşünülemez olan savaşın yerine ‘politik araç’ ikame edildi ve böylece o “başka
araçlarla sürdürülen politik eylem”31olarak kaldı. Clausewitz
takipçilerindeki bu yorumlama geleneğine karşı çıkan Schmitt, savaş halinin
araçsallığına değil fakat onun kimi dost olarak kimi kamusal düşman olarak
saydığına dair kararın (Entscheidung) en aşırı örneği olarak rolünü
vurgulamıştır.
Askeri savaş,
Clausewitz’in genelde hatalı olarak alıntılanan ünlü deyişindeki “politikanın
başka araçlarla sürdürülmesi” değildir, … Clausewitz için savaş, yalnızca bir
çok araçtan biri değil fakat dost-düşman gruplaşmasının nihai-oranıdır (ultima ratio)….. en aşırı politik araç
olarak, her politik düşüncenin temelini oluşturan, dost ve düşman ayrımı
olanağını açıklar. 32
Açıkça, Schmitt’in sonuçculuğuna
(decisonism) karşı, Benjamin’in “Şiddet Eleştirisi” savaşçı şiddetin politikayı
temellendirmesine karşıydı, çünkü şiddeti mutlak bir kendinde amaç olarak
yükleme riski taşıyordu.Yine de geriye sayısız ısrarcı soru kalıyor. Benjamin’in savunduğu, “saf” şiddetin,
eleştirel hatta ayırıcı (diakritiğin) gücünün ne olabileceğini sormalıyız. Saf
araçları (politik) amaçlardan ayırmak gerçekten başarıldı ve böylece onun berbat
şiddet döngüsünü kırma noktasında gerçekte tutkulu, ütopik olan programı
sonuçlandı mı? Deneme daha çok teolojik bir temelciliği, yani laik şiddet
biçimlerini sürdüren kararlı otoriter bir zemini yeniden ortaya koymadı mı?
Benjamin’in talihsiz “saf araç politikası”,
“tarihin amacı (telos) olarak değil fakat sonu (finish) olarak Tanrının
Krallığını tanımlayan “Teolojik-Politik Fragment”de ifade edilen Blohcu
Musevi-Marksist messianizme borçlu kaldı.33 Paradoksal politikalar -yasal
değil fakat meşru şiddet politikaları- aracılığıyla düşünmeye çalışan Benjamin
araç amaç döngüselliği içinde saf şiddetin düşürdüğü tuzaktan kaçışı speküle
etti. Söylemek gereksiz, denemesini yazdığı sırada, şiddetin -ve bu yüzden, son
çözümlemede, şiddet eleştirisine itibar etmenin- adil ve adil olmayan (haklı ve
haksız) kullanımı arasında keskin bir farklılaşma sağlamaya varamadı.34
Bu düşünce kalıbının daha sonraki
çalışmalarında kalmasının ne kadar önemli olduğu, erken dönem saf araçlar
politikasının 1930'larda, özellikle de onun ünlü "Mekanik Yeniden Üretim Çağında
Sanat Eseri"nde yeniden ortaya çıkmasından anlaşılmaktadır, bu metnin
(film) ortamının medyatik araçları ve politik amaçlar arasındaki ilişkiler
üzerine düşünmenin genişletilmesi olarak okunabileceğini önermek isterim.35
Benjamin bu (yeniden) üretim araçlarının Marksist içselleştirilmesi çabasında,
teknolojik araçların saf ve katışıksız kullanımını, yani devrimci bir medya
olarak filmi onun faşist propoganda içinde sömürülmesinden ayırmayı ummuştur. Son çözümlemede, savaş bizzat teknolojik
araçların kötüye kullanılmasına tanıklık etti ve teknolojinin köle
ayaklanmasını sahneledi. “Şiddet Eleştirisi”nde olduğu gibi, denemenin
sonsözleri tekrar solu-sağ kanat politikadan ayırmaya çalıştı. Bu projenin kaderi
kusurlu, hatta aldatıcı olduğu ölçüde, Benjamin’in sık sık alıntılanan ve
politikanın estetikleştirilmesinin yerine estetiğin politikleştirilmesinin
konduğu çapraz ifadelerden anlaşılıyor.
“Şiddet Eleştirisi”ne karşı okuduğumuzda bu ifade, sadece saf bir film
medyasını politikleştirme çağrısı olarak değil, aynı zamanda saf şiddeti
devrimcileştirme uyarısı olarak yorumlanabilir.
Arendt’in Araçsal Şiddet Teorisi
Clausewitz’in araçlar ve amaçlara dair
özdeyişi küçük bir adım değildi ve aynı zamanda
Hannah Arendt’in formüle ettiği yalnızca araçsallık olarak şiddet ve
kendinde amaç olarak iktidar teorisine karşı bir önlem olarak hizmet etti. Şiddet
Üzerine polemik kitapçığı 1969’da ilk kez yayınlandığında, iktidar ve
şiddet arasındaki tüm farkların silinmiş olduğu nükleer sonrası ve soykırım
sonrası bir dünyayı karakterize etmeye çalışmıştı. Yüzyılın potansiyel
yıkıcılığı, şiddet olgusunun on dokuzuncu yüzyıl toplum ve politika teorisinde
yerinden edildiği görünüşte marjinal konumunu yalancı çıkardı. Bu nedenle, o şunları ileri sürdü:
ister Clausewitz’in
savaş “politikanın başka araçlarla sürdürülmesi”, ister Engels’in şiddeti
ekonomik gelişmenin hızlandırıcısı olarak tanımlaması olsun, vurgu, ekonomik ve
politik devamlılık hakkında, şiddet eyleminden önce gelen şeyle belirlenmiş
kalan bir sürecin devamlılığı hakkındadır... Bugün bütün bu iktidar ve şiddete
dair ya da politika ve savaş arasındaki ilişkiye dair eski hakikatler (verites) uygulanamaz hale geldi. (36)
Soğuk savaşın, nükleer silahlanma yarışının,
sömürgecilik karşıtı şiddetin ve 1960’ların öğrenci ayaklanmalarının ortaya
çıkmasıyla birlikte, Arendt’in incelemesinde teşhis ettiği şey, şiddetin
durumunun küresel olarak tamamen yaygınlaştığıydı. Bu olağanüstü şiddet
sahnelerinin perde arkasında, sanki Clausewitz ve Engels’in “ondokuzuncu yüzyıl
formülleri” ya da “eski hakikatler”in tersine döndüğü, barışın kendisinin artık
savaşın başka araçlarla sürdüğünün görüldüğü noktaya gelmiş gibiydi.37
Nükleer silah yarışı özellikle, tümüyle şiddete özgü “tamamen öngörülemez
yayılımı”ve raslantısallığı doğruluyordu.38 Sapık bir araçsallığın
çarpık gidişinin endişe verici işareti olarak, stratejik savaş hali, bütün uzlaşımsallığın
sonunu haber veriyordu, böylece mutlak nihai oran (ultima ratio obsolote) olarak savaşın eski ikilemi geri geldi. Saf, mutlak savaş ya da doğaya tekrar dönüş, “şiddet
artık iktidarla arka çıkılamaz ya da dizginlenemez olduğu yerde, araçlarla ve
amaçlarla hesaplaşmada iyi bilinen tersine çevirmeler gerçekleştiği" için
çok yakın görünüyordu. Araçlar, yıkım araçları, şimdi amacı "amacın bütün
iktidarı yıkabileceği sonucuyla birlikte belirlemektedir.”39
Kritik olarak Arendt’in teşhisi, yalnızca
bu tersine çevirme işini geri çekmesini gerektirmiyordu. Bunun yerine, savaş
sonrası bozgunculuk ona liberal demokratik iktidar anlayışını analiz etme
fırsatını sağladı. Arendt şiddetle birlikte bir iktidar, violentia ile birlikte potestas
kargaşasıyla dolu görünen çağdaş politik düşünceyi tartıştı, çünkü o gücü zorla
eşitledi ve dolayısıyyla Clausewitz’in savaş tanımını “muhalefeti arzuladığımız
gibi davranmaya zorlama şiddetine"40 bağladığını iddia etti. Arend’in tartışması, bilhassa,“beden politikası ve
onun hukuku ve kurumları”nı yalnızca "zorlayıcı üstyapılar, ve bazı temel
güçlerin tali tezahürleri" olarak gören Max Weber gibi toplum bilimcilerle
yönelikti. Söz konusu olan, Weber’in
“Bir meslek olarak Politika”da verdiği ve etki yaratan, “insanın insan
üzerindeki egemenliğini şiddetin güçlü bir biçimde meşrulaştırıcısı olarak
meşruiyet araçları üzerine temellendiren”, iktidar kavramı Arendt’e göre
“insanın insan üzerindeki iktidarı”yla41 sınırlanmış olan devlet
tanımıydı. Aslında, Weber’in iktidar teorisi,“Avrupa ulus devlet egemenliğinin
yükselişine eşlik eden”42 mutlakçı çağın bir kalıntısıydı.
Bu terminolojik yetersizliklerin üstesinden
gelmek isteyen Arendt, iktidarı şiddetten radikal olarak ayırdı ve
birbirleriyle diyalektik olmayan, asimetrik karşılıklı ilişkiler içinde
olduğunu savundu.43 Böylece o,
şiddeti araçsal olarak (zaten uygulamanın gereğiydi) tanımlamakla
(Aristoteleci/Kantcı) araç-amaç modelini benimsemiş oldu:44 “bütün
öteki araçlar gibi şiddet uygulaması fenomenolojik olarak güçlü yöne yakındır,
çünkü doğal kuvveti, yerine ikame edecekleri gelişimlerinin son aşamasına kadar
çoğaltma amacıyla kullanılmış ve dizayn edilmişlerdir.”45 Daha da
öte, şiddet “onu haklı kılması gereken
amaca ulaşmada etkili”ydi46, şiddet doğada temel olarak akılcıydı, -antropolojik
ve psikolojik şiddet teorilerine, özellikle de şiddeti doğal, irrasyonel
saldırganlık olarak niteleyen Konrad Lorenz tarafından geliştirilen şiddet
teorilerine doğrudan karşı bir ifade-. Oysa tersine iktidar bütün politik
eylemin gerçek olanaklılık koşuluydu, “araç-amaç kategorisi açısından bir grup
insanın düşünme eylemini mümkün kılmanın gerçek koşulu”47 Arendt,
sırayla, kendinde amaç olarak ebedi barışı niteleyen Kant’ın Ebedi Barış’ına48
başvurmakla, iktidarı/gücü saf ya da mutlak bir Son (end/ Ziel) olarak
tanımladı:
Savaşın sonu -son
kendi çift anlamı içinde alınmıştır-
barış ya da zaferdir; fakat soru, Ve barışın sonu nedir? yanıt yoktur.
Barış bir mutlaktır, hatta tarihi savaş hali dönemleri sicilinde neredeyse
barış dönemleri daima daha uzun sürer. İktidar aynı kategori içindedir; o ‘bir
kendinde son’ dedikleri gibidir.”49
Arendt’in şiddeti hesaba katışında
belirginleşen, araç-amaç modelinin revizyonu, aslında kendi iletişimsel eylem teorisinin bir
parçası ya da kısmıdır. Böylece, 1963 Devrim
Üzerine çalışmasında şöyle yazar “şiddet bizzat konuşma yetersizliğidir”,
çünkü, “şiddetin mutlak egemenliğinin, örneğin totaliter rejimlerin
yoğunlaştığı kampta, sadece hukuksal değildir… fakat her şey ve herkes sessiz
kalmalıdır.”50 Aristoteles’in insanı “politik hayvan” ve “konuşmayla
bahşedilmiş olan” olarak ikili tanımında dayanak noktası olan iddia Arendt’in
şiddeti politik konuşmadan daha az olmamak üzere politika dışına yerleştiren
kanaatinin gösterenidir. Gehlen’in dilsel eylemin antropolojisiyle51
amaçlı eylemin antropolojisinin yerini değiştirmeye uğraşan İnsanlık Durumu (1958)’uyla birlikte, Arendt, -Habermas’ın 1976
Arendt denemesinde belirttiği gibi- “serbest-zorlama gücü” ya da kendinde son olarak “iletişimin konsensüs
inşa etme gücünü”52, teolojik iktidar gücünden ayırmıştır. Dil edimsel biçimi içinde kullanılacaktı,
“örn, şiddetten uzak öznelerarası ilişkiler tesis etmede”(53). Yine de, aynı
zamanda Habermas’ın vurguladığı gibi, Arendt, modası geçmiş bir Aristotelesçi praksis nosyonu temelinde “pratik
politik”i daraltmış, böylece özgür-şiddet alanını önceki eski politikaya
indirgemiştir. “Çünkü”, Hebarmas devam eder, “Arendt, bütün stratejik unsurları
‘şiddet’olarak politikanın dışına atmanın bedelini öder, politikayı, idari
sistem yoluyla gömülü olduğu tüm toplumsal çevre ve ekonomik bağlarından
koparır ve yapısal şiddetin görünürlüğünü kavramada
yetersiz kalır,”54 çünkü “yapısal şiddet, şiddet olarak belirgin
(manifest) değildir; yerine [ideoloji olarak] meşrulaşmak adına etkili olan
inançların şekillendirildiği ve yaygınlaştırıldığı iletişimlerin fark edilmeden
engellenmesini sağlar." Politik arenada yapısal şiddetin mevcudiyetinin
farkına varmayan sadece onun teorisi değildi, ancak, stratejik eylemden bu
yana, antik Greklerin savaş haline benzer şekilde, Polis’in duvarları dışında
kalan şiddet olaylarının da şiddet tezahürü olarak görülmesi gerektiğinden Arendt’in bütün stratejik şiddet çerçevesinin bir totolojiden55 fazla
değer taşımadığını söyleyebiliriz.
Arendt'in Oskar Negt türü yapısal şiddet
körlüğü, şiddet övgüsü olarak, şiddetin anti- ya da hatta politika dışı
gerekçelendirilmesi olarak görülen bütün karşı şiddet (Gegengevalt) biçimlerinin reddinden yana taraf olarak, şiddetin
"politik alanın dışında" meydana geldiği yönündeki yorumlarında
olduğu kadar, Benjamin'in Rechtsgewalt
eleştirisinde tematize edilmişti.56Arendt’in analizlerinde söz
konusu olan sadece Sorel'in ve Pareto'nun şiddet politikası değil, fakat aynı
zamanda, daha önce belirtildiği gibi, güç kullanımının Marcuse'un Critique of Pure Tolerance'ında felsefi
gerekçelendirilmesini bulan öğrenci hareketinin liderlerinin ve Yeni Sol'un
yani Sartre'ın, Fanon'un temsil ettikleri şiddet politikasıydı. Arendt, kuşkulu
teorik temelini on dokuzuncu yüzyıl ilerleme kavramının yan ürünü, hatalı tarih
kavramlaştırmasına eşlik etmekte ve Hegelci ve Marksist “diyalektik
‘olumsuzlamaya olan güvende"58 bulan sol kanat devrimci
geleneğin varisleri olarak bu başkaldırıları korudu. Ve şunları ekledi:
Süregiden -üstelik
ilerleyen- kronolojik sürec açısından baktığımızda savaş ve devrim biçimindeki
şiddet olası tek kesintiyi oluşturabilir gibi görülebilir. Eğer bu doğruysa,
sadece şiddet pratiği, insani sorunlar alanındaki süreçleri, otomatik kesintiye
uğratmayı mümkün kılarsa, şiddet vaizleri önemli bir etki kazanacaklardır….
Yine de, otomatik olarak ilerleyen, bu
yüzden de öngörülebilir olan başka şeyleri kesme, yalnızca davranıştan ayrı
olarak, bütün eylemin işlevidir.(59)
Öğrenci ayaklanmaları, insanların
kendilerini hayvanlardan ayıran, gerçek politik “eylem”le karıştırılmayan basit
politika dışı “davranış”lara dönüştü. Bu satırlarda, mimesis politikasından ya
da doğal taklitçiliğe anormal bir dönüşten daha başka bir şey yoktu. Alman
öğrenci liderleri devlet şiddetinin iki yüzlü maskesini düşürmeyi amaçladıkça,
Arendt, onları devrimin kendi çocuklarını yemeye başladığı terör egemenliğine
varan Robespierre’in despotik “ikiyüzlülükle savaş” varisleri olarak gördü.60
Arendt’in Fanon’un Wretched of the Earth’ını okumasında, kendisinin araçsal şiddetle
ilgili liberal modelinin sınırları görünür hale geldi. Çarpıcı olarak, Yeni
Sol’un ve sömürgecilik karşı şiddetin anti liberal programına karşı tavır
alarak, kendi politik sistemi, Fanon’un, Sartre’ın çağdaşlık kabulünü
karakterize eder görünen türden bir düşünce uğrağıyla hiçbir ortaklığı yoktu.61 Aslında, Sartre’ın modeli de aynı şekilde,
Avrupalı “Efendiler”in eski köleler tarafından kendilerine geri fırlatılan
şiddetten ders çıkarmaları gerektiğini savunurken problematik bir diyalektik
içine hapsolmuştu. Bununla birlikte, Sartre’ın Fanon’un özgürleştirici “dizginsiz
öfke”yi onaylamaları, farklı olarak, yani, sömürgeci şiddetin Batı Hümanizminin
şiddet tekelline son vermesinin farkındalığı olarak okunabilir.
Foucault’nun Radikal Araçsallığı
Sonuç olarak kısaca, sadece aşkın iktidar
eleştirilerinin sonunu ilan etmeyen fakat aynı zamanda (Benjaminci) “Şiddet Eleştirisi”nin
göndermeleri yoluyla güç ilişkilerini tarihselleştirerek çözümleyen Foucault’ya
döneyim. Onun Cinselliğin Tarihi’nde
ileri sürdüğü teknolojilerin (techné)
çiçeklenmesi-çoğalması nosyonunun, yine de, savaş ve politika kaynaşması gibi
görünme pahasına, hümanist araçsallık anlayışının radikal olarak yıkımına
hizmet ettiğini ileri süreceğim. Gerçekten de, eylem teorisine bağlı olduğu
ölçüde, Arendt’in araçsal şiddet kavramlaştırmasını, sadece onun sistem teorisi
perspektifinden kuşku duyan Habermas’ın iş edinmiş olması değil, aynı zamanda
güç (force) ilişkileri teorisinin, epistemik ve söylemsel şiddet bildirimlerine
işaret ettiğinde her zaman ortaya çıkan62 Arendt’in modelini
iyileştirme çabasındaki Foucault tarafından da eleştirildi. Arendt kendi
iktidar tanımında, iletişimsel iktidarı amaçlı araçsallıktan ya da araçlar ve
amaçlardan ayırdığında, diakritik bir uğrak olarak doğrulamadan çok
meşrulaştırmaya yöneldi, Foucault ise araç-amaç ilişkisini toptan imha etmeyi
amaçladı. Böylece, onun mutabakatçı iktidara olanak vermeyen anti hümanist
reddi araçsallığın radikalleşmiş örneği olarak savaş ve politikanın her
ikisinin de temsilini sona erdirdi. Cinselliğin
Tarihi’nin birinci cildinde Foucault, Benjamin gibi, devlet aygıtlarına
iktidar meşruiyeti veren mutabakatçı Batılı musevi-politik modeli reddetti.
Monarşik egemenlik nosyonlarının problematik hukuksallığı olarak böyle bir
iktidarın maskesini çıkaran Foucault, bunun yerine devlet şiddetinin (Staatsgewalt) üstün olduğu iktidar
mekanizmalarını ve işleyişlerini geçirdi, böylece iktidarı mutlaklıkla
şifreleyen hukuksal (tüzel) modelin yetmezliğini (iktidarsızlığını) gösterdi.
İster kurumsal olsun, ya da ister Weber’in verisyonundaki gibi, hukuksallaşmış
boyun eğdirme kipi ve tahakküm sistemi olsun, bütün monolitik iktidar
şifrelerini ıskartaya çıkaran Foucault, bunun yerine güç ilişkilerinin
çokluğu-çoğalışı dediği konuları koydu.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Foucault’nun
analizi, Clausewitz’in savaş üzerine ünlü ifadesini benzer şekilde incelttiği Cinselliğin Tarihi’nde şu soruyu gündeme
getirdi.
Öyleyse ifadeyi
çevirip, politikanın başka araçlarla sürdürülen savaş olduğunu mu söyleyelim?
Eğer biz hala savaş ve politika arasındaki ayrımı sürdürmek istiyorsak, belki
de, daha çok bu güç ilişkileri çokluğuyla, “savaş” biçiminde, ya da “politika”
biçiminde -kısmen fakat asla bütünsel olarak değil- şifrelenebileceğini postüle
etmeliyiz; bu, dengesiz, heterojen, istikrarsız ve gerilimli güç ilişkilerini bütünleştirmek
için iki farklı (fakat biri diğerindeki dönüşümü sağlamakla yükümlü) stratejiyi
içerecektir.63
Yani demek ki, savaş ve politika arasındaki
ilişki artık, Arendt’in hala tutunduğu gibi, bir tersine çevirme ya da hüküm
sürme olanağı değildi fakat savaş ve politika şimdi tam da güç ilişkileri,
stratejiler ya da mikro iktidarların şifrelemeleri olarak görünüyordu.
Arendt’le uygun adım yürüyen Foucault
burada politikayı, “direniş noktalarının stratejik kodlanması”64 ya
da yalnızca stratejik hale geldiği noktaya iter görünmektedir. Savaş, şiddet ve
politika farklı olanları kapsamayan kodlamalardı, "stratejiye karşı, bir
stratejiden diğerine biçimleri değişmeden dolaşan"65 güç
ilişkilerinin stratejik alandaki direniş noktalarını kodlama biçimleriydi. Bu
tür stratejiler akıllı teknolojiler olarak kalırken, belirli amaçları başarmak
için belirli araçlar kullanan liberal, hümanist özneyle ilgilerini kestiler. Clausewitz’in politikanın devamı olarak savaş
vurgusunda ima edilen, türetici bir ilke nosyonunu reddeden Foucault, bunun
yerine iktidarı “tikel bir toplumdaki karmaşık bir stratejik duruma atıflı bir
ad ”a indirgemekle görececi, nominalist bir perspektifi benimser. Radikal olarak tarihsici bir bakış açısını
benimseyen Foucault, iktidar alanlarının tarihsel güç analizinden "olası
her iktidar ilişkisinin genel analitiği” gibi bir düzenleyici ilkeye Kantçı
geçişi doğal olarak ele almayı reddetti. Sonuçta, Foucault’nun Cinselliğin Tarihi, bir teori ya da
eleştiri yerine radikal olarak tarihsel bir “iktidar analitiği”66 getirdi.
Politikayı stratejik şiddet ya da savaştan
ayırt etmeye yöneldiğinde Foucaultcu modeli damgalayan sınırlara rağmen, onun
iktidarın bir düzenleyici ilke olarak görülmemesi gerektiği ve şiddetin, çoklu, hatta inatçı tezahürleri
içinde, yerel olarak analiz edilmesi gerektiği kavrayışını korumak değerli
olabilir. Gerçekten de, Clifford Geertz,
yakın zaman önce, etnik şiddetin özgüllüğü ya da tikelliği hesabına milliyetçi
şiddetin evrenselleşen ya da küreselleşen tanımının yaygın kullanımına karşı
aynı çizgide tartıştı. Tipik bir Batılı
(occidental) kavram olarak -epistemik şiddetin etnik ve çokkültürlü
farklılıkları nasıl ortadan kaldırdığını gösteren- bu terim liberal ulus
devlete bağlı on dokuzuncu yüzyıl milliyetçiliğinin bir dalı olarak kalır;
dolayısıyla daha antropolojik olarak
işlenmiş "ilkel sadakat" gibi kavramlarla ikame edilmeye layıktır. O
halde kavramsal farklılıkları bir araya getirmeyi istemeksizin, Benjamin’in
başka türlü kusurlu Şiddet Eleştirisi'nden
derlenebilen kalıcı bir anlayış olarak kavradığım şey bana onun konumunu
onaylamak gibi görünüyor: Şiddet eleştirisi amacına ya da sonuna ulaşamasa
bile, şiddetin bütün monolitik çözümlemelerini çöpe atmak için iyi bir
çıkıştır. Benjamin’in Sholem’e şiddet hakkında asıl olanı söylediğini umduğunu
yazdığı zaman, anlatılmasını çok istediği şey, başka her şeyden çok, belki de
bu içgörüydü.
Çev. hç (not: bu metin
profesyonel bir çeviri değildir ve ticari amaçla kullanılmamalıdır)
Kaynak: Beatrice Hanssen
(2005), Critique of Violence, Between
Poststructuralism and Critical Theory,
Routledge, London and New York.
Notlar:
Giriş
1. Politik konuşma için tanımlayıcı olarak Agon, bkz. özellikle Chantal Mouffe’s
“Decision, Deliberation, and Democratic Ethos’, in Philosophy Today 41,1 (Spring 1977):2-4. Agonistik politik teori
hakkında bkz. Seyla Binhabib'in Democracy
and Difference: Contesting the Boundaries of the political (Princeton,
N.J.: Princeton University Pres, 1996)'daki Giriş'i. Aynı zamanda bkz. Barbara Heenstein Smith, Belief and Resistance: Dynamics of
Contemporary Intellectual Controversy (Cambridge, Mass.: Harvard University
Pres, 1977).
2. Bu giriş bağlamında, Frankfurt tarzı eleştirel
teorinin temsilcisi ile postyapısalcılık arasında var olan bir çok teorik ve
politik farklılıklara değinmek olanaksız. Bu tür farklılıklar sonraki
bölümlerde ele alınacaktır.
3. Deconstruction
and pragmatism'in girişinde Chantal Mouffe, Derriada, Rorty ya da Habermas
gibi temelcilik karşıtı düşünürler arasındaki uyuşmazlığın "politik değil teorik" olduğunu
savunuyor. "onlar (Habermas'ın) demokratik politika ile angajmanlarını
paylaşıyorlar fakat demokrasinin felsefi temellere ihtiyaç duymadığını, bunun
rasyonel bir zemin aracılığıyla değil, onun kurumlarının güvenli hale
getirilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorlar" Mouffe, “Deconstruction and Pragmatism (London and New York: Routledge,
1996),1.
4.Nancy Fraser, “False Antitheses”, in
Seyla Bibhabib, Judith Butler, Drucilla Cornell, and Nancy Fraser, Feminist
Contentions: A Philosophical Exchange (New York and London: Routledge, 1995),
59-74
5. Derrida’nın “Force of Law: The ‘Mystical
Foundation of Authority” adlı makalesinin orjinali Cardozo Law Rewiev, 11. 5-6
(1990):919-1726’da ve Drucilla Cornell, Michael Rosenfeld ve David Gray
Carlson’un editörlüğünü yaptıkları Deconstruction
and the possibility of Justice (New York: Routledge, 1992), 3*67’de yer
aldı.
6. Krinein’in anlamı hakkında, Hannah
Arendt’in Platon’un Sophist’i ile ilgili, Sokratik ebelik tartışması bkz: “Sokrat’ın
yöntemi sadece bütün temelsiz inançlar ve itikadler’i -zihinlerini dolduran
fantezileri (Theaetetus)-
arkadaşlarına yönelttiğinde ortaya çıkar. Platon’a göre, o bunu Krinein,
-ayırma, bölme ve farklı kılma sanatıyla
[techné diakritike, ayrım
yapma, tefrik etme sanatıyla (Sophist)
yapıyordu.” Hannah Arendt, Lectures of
Kant’s Political Philosophy, ed. Ronald Beiner (Chicago: University of
Chicago Pres, 1928), 37.
7. ‘Eleştiri’ pratiği ve kavramının tarihi
üzerine, bkz. Seyla Binhabib, Critique,
Norm and Utopya: A Study of the foundations of Critical Theory, (New York:
Colombia University Pres, 1986).
8. Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, içinde, “Traditional and Critical
Theory ” trans. Matthew J,O’Connel at al. (New York Continium, 1995), 115.
9. Immanuel Kant, Critique of pure reason, “ikinci baskıya önsöz”, trans. Paul Guyer,
ed. Allen W.Wood (Cambridge and New York: Cambridge University Pres, 1998),
115.
10. Sınırlama ve kısıtlama arasındaki
ayrım, Kant’ın saf aklın sınırlarını, deneyimle
tanımlanmış olarak kurmasının temelidir. Özellikle bkz. I.Kant, Prolegomena to Any Future Metaphysics that
Will be able to Come Forward as Science from the Critique of Pure Reason,
trans. and ed. Gary Hatfield (Cambridge and New York: Cambridge University
Pres, 1977), 104-18.
11. Bkz. Reinhart Koselleck, Critique and Crisis: Enlightenment and the
Pathogenesis of Modern Society (Oxford and New York: Berg, 1988).
12. Bkz. Benhabip, Critique, Norm and Utopia, 33.
13. Horkheimer, ‘Traditional and Critical
Theory”, 242
14. “Teorik aktivizm” terimini, Benhabip ve
başkalarının da katkıda bulunduğu Judith Buttler’ın, Feminist Contentions, 132’den aldım.
15. Horkheimer, ‘Traditional and Critical
Theory”, 211
16. Michel Foucault, “Nietzsche, Genealogy,
History”, in, Paul Rabinow, ed. The
Foucault Reader (New York: Pantehon, 1984), 88
17. F.Nietzsche, On Genealogy of Morals and Ecce Homo, trans, Walter Kaufmann and
R.J. Hollingdale (New York: Vintage, 1969), 20
18. Bkz. Herbert Schnadelbach’ın ‘Philosophy in Germany 1831-1933’ün
değerler üzerine bölümü, trans. Eric Matthews (Cambridge: Cambridge University
Pres, 1984), 161-91.
19. Karşıt-zıt düşünmenin uzun bir tarihi
vardır: ya/yada veya Entweder/Oder,
Kierkegard’ın Hegel’in diyalektik düalizmine teolojik yanıtında dikkat çekmeye
çalıştığı şeydir. Hegelci sistemde bu, antagonizmler türeten bir motordur fakat
aynı anda da, Hannah Arendt’in Şiddet Üzerine’de belirttiği ve aynı şekilde
Marks’ın tarihin “motor”u olarak ters çevirdiği gibi diyalektiğin karşılıklı
birbiri içine geçişidir.
20.Adalet üzerine Derrida’ya özellikle
onuın “Force of Law” makalesine ve aynı zamanda Judith Buttler’ın, For Love of Country: Debating the Limits of
Patriotism’i içinde “Universality in Culture” bölümüne bkz. (Boston,
Mass:Beacon Pres, 1996).
21.Seyla Bin Habib and Drucilla Cornell,
eds, Feminizm as Critique: On the
Politics of Gender (Minneapolis: University of Minnesota Pres, 1987).
22. Butler, in Benhabib at al., Feminist Contentions, 138-9.
23. Robert M Cover, “Violence and Word,” in
Martha Minow, Mihale Ryan, and Austin Sarat, eds., Narrative, Violence and the Law: The Essay of Robert Cover (Ann
Arbor: University of Michigan Pres, 1992).
24. Bkz. Yukarıda 1 no’lu notta verilen Cardozo Law Review, vol 11’de toplu
eleştirel yanıtlar. Werner Hamacher, “Affirmative, Strike: Benjamin’s ‘Critique of Violence’, in Andrew Benjamin
and Peter Osborne, eds., Walter
Benjamin’s Philosophy: Destruction and Experience (London: Routledge,
1944).
25. Bkz. Ronald Gottesman ve Mauricio
Mazon, ads., Encylopedia of Violence in the United State (New York: Charles
Scribner’s Sons, yakında çıkacak.
26. Teorik şiddet ve teorinin şiddeti
sorusuna bu kitabın son bölümünde geri döndüm.
27. Bkz. Nietzsche’nin, genç bir delikanlı
olarak ilk edebi heveslerini yazdığında, kötülüğün kaynağını tanrıya atıfla
çözüşünü naklettiği Genaology of Morals,
17’deki önsözü.
28. “tutkulu bağlılıklar” nosyonu yoluyla,
Foucault’nun iktidar soykütüğünü psikoanalize bağlamaya dair girişiminde bu
modelin içselleştirilmesi üzerine daha çok ayrıntı için bkz. Judith Buttler, The Psychic Life of Power: Theories in
Subjection (Standford, Calif.: Standford University Pres, 1997)
29. ‘İktidar’ kavramının tarihi üzerine,
Thomas Wartenberg’in çalışmasına bkz, özellikle de Thomas E. Wartenberg, The Forms of Power: From Domination to
Transformation (Philadelphia: Temple University, 1990).
30. Aynı zamanda, Jane Flax, Thinking Fragments: Psychoanalysis, Feminism
and Postmodernism in the Contemporary West (Berkeley: University of
California Pres, 1990); ve Seyla Binhabib, “Feminism and Postmodernism: An
Uneasy Alliance,” Feminist Contentions,
18ff.’ye bkz.
31. Claude Levi-Strauss, The Savage Mind (London: Weidenfeld
& Nicolson, 1996); Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A report on Knowledge (Minneapolis:
University of Minnesota Pres, 1984). Bilginin Arkeolojisine Giriş’inde
Foucault, ünlü deyişle, “tarih sahasında çalışan” tarihçilerin, tarihin
tortusunu meydana çıkarma araçlarına tam bir açıklıkla işaret eder. Michel
Foucault, The Arkeology of Knowledge,
trans., A.M. Sheridan Smith (New York: Pantehon, 1972), 3 ve 15.
32. Foucault, “Nietzsche, Genealogy,
History”, 93.
33. Eleştirel teori ve postyapısalcılık
durumunda olduğu gibi, pragmatizm de çeşitli yönleri kendi doğruları içinde
incelenmesi gereken eğilimler ve görüşleri bünyesine almaya çalışan bir
etikettir. bkz. özellikle, James T. Kloppenberg, “Pragmatism: An Old Name for
Some New Ways of Thinking?”, 83-127. ve Morris Dickstein, “ Introduction: Pragmatism
Then and Now,” 1-18, in Disckstein,ed., The
Revival of Pragmatism: New Essay on Social Thought, Law and Culture
(Dunham, N.C., and London: Duke University Pres, 1998).
34. Nancy Fraser, “Pragmatism, Feminism,
and the Linguistic Turn,” in Benhabip at all., Feminist Contentions, 167
35. Foucault’da özgürlük kavramı ve ethos
olarak olasılık hakkında bir analiz için bkz., Richard Bernstein, “Foucault:
Critique as a Philosophical ethos,” in Michael Kelly, ed., Critique and Power: Recasting the Foucault/Habermas Debate
(Cambridge; mass and London: Mit Pres, 1994), 211-41.
Saf Araç Politikaları Üzerine
1. Gershom Scholem, Walter Benjamin: The Story of a Friendship, trans. Harry Zohn (New
York: Schocken, 1981. 93.
2. Walter Benjamin, The correspondence of Walter Benjamin, 1910-1940, ed. Gershom
Scholem and Theodor W. Adorno, trans. Manfred R. Jacobson and Evelyn M.Jacobson
(Chicago and London: University of Chicago Pres, 1994), 174,
3. Scholem, Walter Benjamin, 80
4. “Die wahre Politik” (“Hakiki Politika” )
başlıklı ikinci kısmı, iki bölümü “Abbau der Gewalt” (“Yerinden edici-sökücü
güç”) ve Theologico ohne Endzweck” (“Nihai amaçsız ilahiyat”) kapsar, şimdi
genellikle “Theologico-political Fragment”e bağlı kalınıyor Bkz. Benjamin,, Correspondance, 168-69: ve Scholem, Walter Benjamin, 93.
5. Bkz. Oskar Negt, “Rechtsordung,
Öffentlickheit und Gewalt,” in Heinz Grossmann and Oskar Negt, Die Auferstehung der Gewalt:
Springerblockade und politische Reaktion in der Bundesrepublik (Frankfurt
M.: Europaische Verlagsanatalt, 1968), 168-85
6.. Jurgen Habermas, “Walter Benjamin:
Consciouysness-Raising or Rescuing Critique,” in Gray Smith, ed., On Walter Benjamin: Critical Essay and
Recollections (Cambridge, Mass.: MIT Pres , 1988), 118-19.
7. Jurgen Habermas, “ The Horrors of
autonomy: Carl Schmit in Inglish” in Habermas, The New Conservatism: Cultural Criticism and the Historians’ Debate
(Cambridge, Mass.: MIT Pres, 1989), 137. Schmit hakkında daha ileri bir
tartışma için bkz. Schmitt yoluyla Maistre’den başka birçokları arasında Leo
Strauss ve Christopher Lasch’a kadar muhafazakar antiliberalizmin bir
soykütüğünü çıkarmayı teklif eden Stephan Holmes’in The Anatomy of Antiliberalism (Cambridge, Mass.: Harvard University
Pres, 1993).
8. Walter Benjamin, “Für die diktatur:
Interview mit Georges Valois,” in Walter Benjamin, Gesammelte Schriften, ad. Rolf Tiedemann and Herman Schweppenhauser
(Frankfurt a.M.: Suhrkamp, 1974) vol.4, ½, 487-92. Aynı zamanda bkz. Michael
Rumpf, “Radkale Theologie: Benjamins Beziehung zu Carl Schmitt.” in, Peter Gebhart, Walter Benjamin
Zeitgenosse der Moderne (Kronberg: Scriptor, 1976), 37-50.
9. Benjamin, “Diktatur”, 489.
10. Ibid., 491.
11. Derrida'nın 'Force of Love'da
tartıştığı gibi, "Şiddet Eleştirisi", kendisini "şiddeti, yargılama
olanağına sahip bir yargı, değerlendirme,
soruşturma" olarak ilan ederek bir Kant geleneğine katılır.
Aslında, bu yüzden "tarihin öznesine ve katı biçimde tarihteki kesintiye
ve karar verme tercihimize izin veren" bir tutum sunar. (Jacques Derrida,
“Force of Love: The ‘Mystical Foundation of Authority,” Cardozo Law Review, 11.5-6 (1990): 1031). Benjamin’in Kant’la
bağlantıları için bkz. Mihael W.Jennings, Dialectical
Images: Walter Benjamin’s Theory of Literary Criticism (Ithaca, N.Y., and
London: Cornell University Pres, 1987) ; Gary Smith, “Thinking through
Benjamin: An Introductory Essay,” in Smith, Benjamin:
Philosophy, History, Aesthetics (Chicago and London: University of Chicago
Pres, 1989), vii-xlii; ve de benim Walter
Benjamin’s Other History: Of Stones, Animals, Human Beings, and Angels
(Berkeley and London: University of California Pres, 1998).
12. Şiddetin feminist ve postmodern
temellükleri dahil, birçok şiddet tartışması hakkında bilgi veren bu "diakritik ilke" ile ilgili bir
tartışma için ayrıca bkz. Bölüm 7, "Feminist Temsillerin Sınırları:
Elfriede Jelinek'in Şiddetin Dili".
13. Bkz. “Mittel” (“Araçlar”) üzerine
giriş, in Historisches wörterbuch der
Philosophie (Darmstadt: Wissenschaftliche Buchgesellschaft, 1971-), vol.5,
1431-39.
14. Hannah Arendt, On revolution (London: Penguin, 1990), 19
15. Son yıllarda, liberal olmayan temel
toplumsallaşma kiplerinin liberal toplumun varsayılan tekörnek ve
bağlayıcılığını sorguladığı ölçüde ortaya çıkan çok kültürlülük ve göç
tartışmalarında bu konu yeniden gündeme geldi, özellikle bkz. Habermas’s
Contribution to these debates in Amy Gutmann, ed., Multiculturalism: Examining the Politics of Recognition (Princeton,
N.J.,: Princeton University Pres, 1994)
16. Legal pozitivizm aynı zamanda Schmitt'in Parlamentarismus'unun
tarihsel bağlamdaki hedefini oluşturur.,” in Carl Schmitt, The Crisis of Parlamentary Democracy (Cambridge, MÖass.: MIT Pres,
1988),xxxv.
17.Walter Benjamin, “Critiquıe of
Violence”, Reflections: Essays,
Aphorisms, Autobigraphical Writings, trans. Edmond Jephcott (New York:
Schocken, 1986), 279. Orijinal ifade geschichtpshilosophische Rechtsbetrachtung
olarak görülür.
18. “Şiddet” için bkz. Historisches Wörterbuch der Philosophie‘nin girişi (Darmstad:
Wissenschaftliche Buchgesellschaft, 1971-) vol.3, 562-70.
19.
Horst Folkers, “Zum Begriff der Gewalt bei Kant und Benjamin,” in, Günter Figal
and Horst Folkers, Zur Theorie der Gewalt und Gewaltlosigkeit bei Walter
Benjamin (Heidelberg: F.E.S.T., 1979), 25-27.
20.
Benjamin, Critique of Violence, 300.
21. Araç-amaç ilişkisi hakkında bkz. Historisches Wörterbuch der Philosophie,
vol 5, 1431-39.
22. Bernjamin, Critique of Violence, 285
23.
Bkz. Günter Figal, “Die Ehtik Walter Benjamins,” in Figal and Folkers, Zur Theorie der Gewalt und Gewaltlosigkeit
bei Walter Benjamin, 4ff.
24. Bernjamin, Critique of Violence, 287
25. ibid., 293.
26. ibid,.292.
27 .Sorel hakkında bkz Ernesto Laclau and
Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist
Strategy: Towards a Radical Dmocratic Politics (London: Verso, 1985),
36-42.
28. Schmitt, The Crisis of Parliamentary Democracy, 69.
29. Schmitt'in "siyasal
Kavramı"nın okumasından geçişi şöyle: " politik oluşum, son psişik
güdülerinden kaynaklananlara bakılmaksızın, esas itibariyle belirleyici bir
oluşumdur. Vardı ya da yoktur. Eğer varsa, en üstün, yani en üstün durumda, otoriter bir oluşumdur.
Devletin bir oluşum olduğunu ve aslında kararlı bir oluşumun politik özelliğine
dayanır." Carl Schmitt, The Concept
of the Political, trans. George Schwab (Chicago: University of Chicago
Pres, 1996), 43-44. "Schmitt'in aşırı durum kavramı, Politik Teoloji'sinde geliştirdiği “Ausnahmezustand,” kavramına benzerdir, zira egemen, istisna
hakkında karar veren biridir. 'Siyasal
Kavramı'nda Schmitt, Politik Teoloji'de
ilk kez formüle ettiği, "devletin
heryerdeliğinin hukuksal formüllerinin aslında sadece tanrının
heryerdeliğinin teolojik formülasyonunun
yüzeysel bir laikleştirilmesi olduğu" tezini anar.(ibid., 42).
30. ibid., 28
31. Carl von Clausewitz, On War, eds.
Michael Howard and Peter Paret (Princeton, N.J.: Princeton University Pres,
1984), s7. Clausewitz'in gözlemlediği gibi: "Politik amaç hedeftir, savaş
ona ulaşmanın araçlarıdır ve araçlar asla amaçtan tecrit edilerek
düşünülmemelidir."
32. Schmitt, The Concept of Political, 35.
33. Benjamin’in araçlar teorisi ile ilgili
bir tartışma için
bkz.“Theologico-political Fragment” Werner Hamacher, “Afformative,
Strike: Benjamin’s ‘Critique of Violence’,” in Andrew Benjamin and Peter
Osborne, eds., Walter Benjamin’s
Philosophy:Destructions and Experience (London and New York: Routledge,
1994), 110-38.
34. Derrida kendi yorumunda daha ileri
giderek, Benjamin'in "Kansız şiddet"inin nihai olarak soykırımın
teknolojik imhadan kavramsal olarak ayrılamayacağını varsaydı. Bkz. Derrida,
“Force of Love”: 100-45
35. Benjamin’in film teorisi ile ilgili bir
tartışma için bkz. Samuel Weber, Mass
Mediauras: Form, Technics, Media, ed. Alan Cholodenko (Standford, Calif.:
Stanford University Pres, 1996).
36. Hannah Arendt, On Violence (San Diego,
New York, and London: Harcourt Brace Jovanovich, 1970),9.
37. Ibid.
38. Ibid.,5.
39. Ibid.,54.
40. Ibid.,36 -37
41. Ibid.,37.
42. Ibid.,38.
43. Ibid.,56.
44. Ibid..,4.
45. Ibid.,46.
46. Ibid.,79.
47. Ibid.,51.
48. Ibid.
49. bir mutlak olarak barış üzerine, bkz.
Arendt, On Violence, 51.
50. Arendt, On Revolution, 18 ve 19.
51. Jürgen Habermas, “Hannah Arendt: On the
concept of Power,” in Habermas, Philosophical-Political Profiles (Cambridge,
Mass.:MIT Pres, 1983),174.
52. Ibid.,172.
53. Ibid.,173
54. Ibid., 179.
55. Habermas Grek modelinin izlendiğini
ifade ettiğinde şunu onaylamıştır: "Savaşın yürütülmesi klasik stratejik
eylem modelidir. Grekler için stratejik eylem Sitenin duvarlarının dışında
meydana gelir; Arendt için de, aslında bu, bir uzmanlık maselesi olartak
apolitiktir."
56. Arendt, On Revolution, 19.
57.
Bkz. Negt’in Marcuse üzerine 1968’deki yorumu için bkz. “Rechtsordnung,
Öffentlichkeit und Gewalt,” passim.
58. 50. Arendt, On Violence, 56.
59. Ibid., 30-31.
60. Arendt, On Revolution, 98-99.
61. Bkz. Jean Paul Sartre, Franz Fanon’un The Wretched of the Earth’un “Önsöz”ü,
trans. Constance Farrington (New York: Grove Pres, 1963), 7-31. Fanon’un Hegel
Eleştirisi hakkında bkz. onun “The Negro
and Recognition,” in Black Skin, White
Masks, kitabı, özellikle de 6. bölüm.
62. Gayatri Chakravorty Spivak’ın
Foucault’nun Epistemik Şiddet kavramı tartışması için bkz. “Can the Subaltern
Speak?” in Cary Nelson and Lawrence Grossberg, eds., Marxism and the interpretation of culture (Urban: Universitu of
Illinois Pres, 1988), 280-81.
63. Michel Foucault, The History of Sexuality, Volume
I: An Introduction, trans. Robert Hurely (New York: Vintage, 1978),93. Foucault
ayrıca "İki Ders'te Clauseweitz'e ve savaşa değinir, in Michael Kelly, ed., Critique and Power: Recasting the Foucault/Habermas Debate
(Cambridge., Mass.:MIT Pres: 1994), 28.
64. Ibid., 96.
65. Ibid., 102.
66.
Michel Foucault, “Politics and Ethics: An Interview,” in Paul Rabinow,
ed., The Foucault Reader (New York:
Pantheon, 1984), 378-80.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder