Telaffuz ve Politika
Paralel bir Demokrasi Okuması
Maurizio Lazzarato
Devrimci söylem mevcut toplumun eleştirisi biçimini
aldığında,
hakikat anlatıcısı (parrhesiastic) bir söylem rolünü oynar.
Foucault
Jacques Ranciere politik
uyruklaştırmanın/özneleştirmenin(subjectivation) “en azından teorik düzeyde
Foucault’yu hiç ilgilendirmediğini” ileri sürer. “O iktidar ile işgal
edilmişti”1 Uyruklaştırma Foucault’nun eserinin tam da doruğunu
oluşturduğundan, bu çok aceleci ve dikkatsiz bir yargıdır. Aslında biz burada
politik uyruklaştırmanın iki radikal heterojen kavramlaştırmasıyla karşı
karşıyayızdır. Ranciere’in aksine, etiğin politikayı yansızlaştırması için,
Foucault’nun politik uyruklaştırması ethopoiesis’den
(bir ethos, bir özne formasyonundan) ayrıştırılamaz.
Foucault’ya göre dünyanın (kurumlar, yasalar) dönüşümüne ve kendinin,
başkalarının ve varoluşun dönüşümüne bağlantının gerekliliği Mayıs 68’den sonra
şekillendiği gibi tam bir politik sorun oluşturur. Bu iki uyruklaştırma
kavramlaştırması fiililiği kavramak için iki heterojen projenin tam bir
ifadesidir. Bu aynı zamanda Foucault ve Ranciere tarafından önerilen Grek
demokrasisinin işleyiş tarzları ve kurumların ayrı okumaları içinde yollarının
kesişmesidir. Sadece bir politika kavramlaştırması bakımından değil fakat aynı
zamanda sözceleme/ifade (enunciation) ve dille ilişki içinde dikkate değer
farklılıklar gösteren iki yaklaşım.
Ranciere için Grek demokrasisi
biricik politik ilkenin eşitlik olduğunu ilk ve son olarak göstermiştir, ve bu
dilde yaşayan varlığın kavranması için gerekli asgari eşitliği buluruz,
dolayısıyla politik eşitlik ilkesini doğrulamak için bize izin verir. Konuşma,
ister bir buyruk ister bir sorun biçiminde olsun, dilde karşılıklı anlaşmayı
önvarsayar, ve politik eylem, dilde içerilen ne olursa olsun, bu potansiyeli gerçekleştirmeli ve
artırmalıdır.
Foucault’nun demokrasiyi çok benzer
okumasında da, eşitlik zorunlu fakat politikanın yetersiz koşulunu oluşturur. Sözceleme/telaffuz
(hakikat-anlatımı, parrhesia)
demokraside paradoksal ilişkiler yaratır, hakikat-anlatıldığından itibaren
zorunlu olarak etik bir farklılaşmayı ima eden eşitlikte (dilde) fark (telaffuz)
ortaya çıkar. Politik eylem eşitliğin farklılığı ağırladığı, zirvesi uyruklaşma
ve tekilliğin yeni biçimlerinin üretimi olan bu ‘paradoksal ilişkiler’in içinde
yer alır.
Hakikat-anlatımı (parrhesia)
Foucault demokrasi problemine
hakikat-anlatımı (parrhesia) aracılığıyla girer, örn, birinin toplantıda söz
alma yoluyla, yükselme ve kent’in işleriyle ilgili hakikati telaffuz etme
riskini varsayar. Bir demokrasi analisti olarak, Foucault, kendi ustalarından
biri, Nietzsche’de klasik bir tema
yakalar: hakikatin değeri, hakikat istenci ya da “kim”in hakikati istediği
sorunu.
Hakikat ve özne arasındaki ilişki artık
onun iktidar üzerine önceki çalışması açısından, kısaca pratikler aracılığıyla
ve iktidar söylemi tiplerinin hasta,
suçlu ya da mahkum özne hakkında hakikati konuşma girişimi ya da iktidarın
“yaşayan, çalışan, konuşan varlığı” bir bilgi nesnesi olarak nasıl oluşturduğu
aracılığıyla sorgulanamaz. 70’lerin sonundan bu yana, perspektirf yarılmış ve
formül şimdi oluşmuştur: hangi tip hakikat söylemi “duyarlı ve kendine uygulama
yeteneği” olan öznenin söylemidir?
Grek demokrasisi üzerine dersleri
kat etmenin sorgulanması tipik olarak, aslında bizim etkinliğimizi ilgilendiren
Nietzsche’ci bir soru yoluyla yönlendirilmiştir: Tanrının ölümünden sonra
“hakikati söyleme”nin anlamı nedir? Dostoyevski tersini iddia etmişti, sorun
her şeye izin verilip verilmediği değil, fakat hiçlik gerçekse o zaman nasıl
yaşarız? Onu turtalı olarak bir soruna çeviren bir hakikat endişesi varsa, o
zaman hangi yaşam tipi, hangi iktidar, hangi bilgi biçimleri ve gidimli
pratikler onu destekler?
Bu soruya kapitalist tepki herkesin
kendine uyan varoluşu satın alabileceği bir ‘piyasa yaşamı’nı oluşturmaktır.
artık ne Grek’teki gibi felsefe okulları, ne Hıristiyanlık, ne de on sekiz ve
on dokuzuncu yüzyıllardaki gibi uyruklaştırma tarzları ve varoluş tarzları
öneren devrim projeleri değil, fakat şirketler, medya, kültür endüstrisi, refah
devletinin kurumları, ve işsizlik sigortası ajansı vardır.
Çağdaş kapitalizmde eşitsizliklerin
yönetimi uyruklaştırma tarzlarının üretimi ve yönetimine katı bir biçimde
bağlanmıştır. Çağdaş ‘polis’ hem rollerin
bölünmesi ve dağıtımı aracılığıyla ve hem de işlevlerin tahsisi ve belirli
yaşam biçimlerini emirle yola getirme yoluyla işlemektedir. Neoliberalizm aynı
zamanda para, liyakat, miras ve usta ya da papazın yerini alan devletin ve
şirketlerin (ne yiyceğim, nerede yaşayacağım, hangi elbiseyi giyeceğim, nasıl
seveceğim, nasıl konuşacağım vb.) davranış reçeteleri verdiği sahici bir
‘hayatlar pazarı” üzerine temellenmiş bir hiyerarşi tesis eder.
Çağdaş kapitalizm -şirketleri ve
kurumları- hem fiziksel ve psikolojik bir “iyi yaşam” hem de yeni kapitalist
uyrukluk ve değerlilik sınırlarını resmettiği görülen, ve öznelliğin benzeri
görülmemiş yoksullaşmasının işaretini veren bir varoluş estetiği olan kendi
üzerine çalışır, ve kendine bakım reçetesi verir.
Foucault’nun son dersleri bu sorgulama
için vazgeçilmez bir alettir. Onun analizleri her şeyden önce Ranciere’in
yaptığı gibi politik eylemi izole etmememizi gerektirir, çünkü Foucault o zaman
der, toplumun eşitlikçi-olmayan
bölünmesi ve gidimli pratikler ve varoluş modelleri üretiminin etik ve
politikayı harekete geçirme şeklini, ve kapitalist iktidarın özgüllüğünü
kaybetme riski vardır. Foucault bizi uyruklaştırma
biçimlerini çözümlemeye, gidimli pratikleri çözümlemeye ve başkalarının
davarınışını yönetmeyi taahhüt eden prosedürleri ve teknikleri çözümlemeye
bağlanmaya çağırır. Özetle, özne, iktidar ve bilgi indirgenemezlikleri,
gereklilikleri ve karşılıklı ilişkileri içinde birlikte düşünülmelidir.
Politik uyruklaştırma modundan
kişisel etik alanına ve ahlaki öznenin oluşturulmasına doğru yavaş yavaş
beliren yer değiştirme içinde, parrhesia
bize bu karmaşık ilişkileri “birbirine indirgenemeyen […] fakat, karşılıklı
ilişkileri, karşılıklı olarak kurucu olan üç ayrı unsuru”2 düşünme
olanağı verir.
Parrhesia,
politeia, isegoria, dynasteia
Son iki dersinde, Foucault Parrhesia’nın (hakikati söyleme), politeia’nın (yurttaşlığa doğuştan sahip
bütün insanların eşit olduklarını garantileyen yasa) ve isegoria’nın ( toplumsal statüsüne, doğuştan haklarına, zenginliğine
ya da bilgisine bakılmaksızın herkesin konuşma hakkı meşru ve yasaldır)
paradoksal karşılıklı ilişkiler tesis ettiğini gösterdi. Parrhesia’nın, hakikat konuşması olarak icra edilmiş olması için,
var olması için, hem politeia’nın hem
de herkesin toplantılarda kamusal olarak söz alabilmesini ve kentin işleri
hakkında konuşabilmesini onaylayan
isegoria’nın olması gerekir. Fakat ne
politeia ne de isegoria kimin
gerçekten konuşacağına, kimin hakikati iddia edeceğine işaret eder. herkes
konuşma hakkına sahiptir, fakat bu birini gerçekten konuşur kılan konuşma
hakkının eşitlikçi bir dağıtımı değildir.
Parrhesia’nın
etkin uygulaması ne yurttaşlığa ne de yasal ya da sosyal statüye bağlıdır. Politeia,
isegoria, ve onların ilan ettikleri eşitlik, sadece kamuda konuşma eylemi
için -yetersizliğe rağmen- gerekli koşulları oluşturur. Aslında birinin konuşma
yapması dynasteia’dır: hitap
edilenler arasında olduğu kadar, kendi ve konuşması arasındaki tekil ilişkileri
harekete geçiren konuşma iktidarının uygulanması ve gerçek fiililiği, güç,
iktidar. Dynasteia, yani kendiyle, başkalarıyla ve dünyayla ilişkide bir
pozisyon alma anlamına geldiğinden, telaffuzla dışa vurulan bir etik
farklılaşmanın gücüdür,
Birbirine karşı taraf olan ve aşınan
eşitlerde ve topluma çekişme ve polemikler getirmede, parrhesia, bir risk ve belirlenimsiz eylemdir. Kamusl alanda
çelişki, agonizm ve çatışma ortaya çıkarır ve hatta düşmanlık, nefret ve savaşa
yol açabilir. Doğruyu söyleme bir toplantıda (Modern demokrasinin tersine,
temsilcisi olmayan Grek demokrasisinden bu yana, çağdaş politika ve toplumsal
hareketlerdeki toplantıları düşünebilirsiniz) gerçeği telaffuz etme ön
gerilimini, kendisi üzerinde ve başkaları üzerinde davranışları yönlendirmek ve
ikna etmek için bir gücü, bir kuvveti ya da eylemi (gerçeği söylemeyi üstlenme
riski cesarete sahiptir) önvarsayar. Bu anlamda Foucault’nun etik bir
farklılaşma konuşması, ya da tekilleşme süreçleri parrhesiastik konuşma yoluyla
zincirlerinden kurtulur. Parrhesia, bir pozisyon almakla politik öznelerin
kendilerini etik özneler olarak oluşturmalarını, kendilerini riske atarak ya da
meydan okuyarak, başka birine karşı, örn., kendilerini yönetmeye ya da
çatışmalı bir durumda başkalarını yönetmeye yetenekli özneler olarak, eşitleri
yarıştırma yetisini ima eder. Politik konuşma eyleminin, kamuda konuşurken, -Deleuze’un,
Foucault’nun uyruklaştırma düşüncesiyle ilişki içinde dediği gibi- öznelliğin bizzat
etkileme, otomatik-etkileme ve kendini-konumlama gücü vardır.
Parrhesia, hem kendi hem de başkalarıyla
ilişkide olası bir eylem alanını yeniden tanımlar ve yeniden inşa eder. O
durumu modifiye eder; yeni bir şeyi açığa çıkarırken kesinlikle yeni bir
dinamiğe açılır. hatta parrhesia’nın
yapısı bir statü ima etse bile, hak,
yasa ve anayasanın eşitlikçi çerçevesini
ihlal eden dinamik ve tartışmacı bir yapıdır.
Hakikat konuşmasıyla ifade edilen
yeni ilişkiler anayasa, hukuk ya da eşitlik tarafından ne kapsanır ne de
öngörülürdür, ve henüz o, bir politik eylemin olası hale geldiği ve fiilen
gerçekleştirildiği kendileri (ve yalnızca kendileri) aracılığıya olandır.
Hakikat anlatımı böylece iki
heterojen rejime bağlanır: hak (politeia ve isegoria) ve dynasteia (iktidar ve
güç), ve bu gerçek konuşma (söylem) ve demokrasi arasındaki ilişkinin “zor ve
problematik” olmasının nedenidir. De
facto bir farkın eşitlik içinde ortaya çıkışında, otomatik-onaylama ve
otomatik-etkileme gücünün ifadesinde ikili bir paradoks yaratılmıştır.
Birincisi, her ne kadar gerçek söylem demokrasi içinde tamamen farklı, kendi
eşitlikçi yapısına indirgenemez bir şeyi
açığa çıkarsa da, gerçek söylem sadece
demokrasi üzerinden (onun aracılığıyla) olabilir”3 örn., etik
farklılaşma. İkincisi, gerçek söylemin
boğulacağı ve sessizliğe indirgenebileceği olasılığı”4 demokrasi ve onun
eşitliğini tehdit eden çelişki, agonizm, düşmanlık ve anlaşmazlık boyunca
eşitlik içinde tescil edilmiştir/kayıtlıdır. Bu aslında batı toplumlarında olan
biten şeydir, artık parrhesia için
bir yer yoktur. Demokratik mutabakat (konsensüs) parhessia’nın, hakikat-anlatımının ve ondan akan eylem ve
özneleştirmenin yansızlaştırılmasıdır.
Telaffuz ve Pragmatikler
Ranciere ve Foucault’nun poziyonları
arasındaki fark dil ve telaffuz/dilegetirme, politika ve politik özneleştirme
arasındaki ilişkiye yakından bakarasak tam bir açıklıkla ortaya çıkar. Ranciere için, ‘parça olmayan’ların (demos ya da proleterya) konuşmaya
başlaması gerçeği, kendilerine (bir toplumsal gruba aidiyetleri ya da
çıkarlarına) uygun bir biçimde ait olduklarını ifade ettikleri ya da bilinç
haline geldikleri anlamına gelmez. O daha çok logos’un eşitliğine gönderme yapar. Egemenin eşitsizliği konuşan
varlıkların eşitliğini önvarsayar, çünkü eğer efendinin düzeni teba tarafından
icra edilmekteyse, efendi ve teba birbirlerini anlamaya ve ortak bir dili paylaşmaya
muktedir olmalıdırlar. Konuşma olgusu, iktidar ilişkilerini derinlemesine
bakışımsız kılsa bile (toplumdaki hiyerarşik farklılıklara meşruiyet vermek
isteyen Aventin tepesindeki Menenius Agrippa’nın söylemindeki gibi) “yasanın
eşitlik olduğu bir topluluğu”5, dil içinde anlamayı önvarsayar.
Bir eylemin politik olması için
ilkin kural (eşitlik) ve vaka (polis’in eşitsizliği) arasındaki davalaşmada
gösterinin ve argümanın ret nedeni ve kural olarak işleyen bir eşitlik ilanını
varsaymalıdır. Eşitliğin bir yerde ilan edilmiş olmasının verili oluşu, onun
iktidarının gerçekleşmiş olmasını gerektirir. “bir yerde kayıtlı olmak onun
pekiştirilmesini ve genişletilmesini gerektirir.” Eşitlikçi politika meşruiyet
kaynağını ve argüman kümesini dilin yapısı ve mantığı içinde bulur. Politika
“eşitliğin ve çelişki içindeki tarafların eşitsizliğinin, konuşan varlıklar
olarak sayılmanın oyuna dahil olduğu”6 bir sahnenin yaratılmasını
içerir.
Ranciere için, her ne kadar “konuşma
ve konuşmanın sayılması” logos’un ikiliğiyle olumsuzlanmışsa da, gerçekten de
dilin bir mantığı vardır. Konuşma aynı zamanda bir topluluğun (sorunları ifade
eden bir konuşma) ve bir bölünmenin
(emirler veren konuşma) yeridir. Bu
ikiliye karşı sözceleme/telaffuz “ortak bir dilin var olduğunu” ve tıpkı modern
proletarya gibi antik demosun
varlığını, basitçe konuşma ve iddia etme yoluyla akıl ve konuşma bahşedilmiş
varlıklar olduklarını, ve buyruk verenlerle eşit olduklarını göstermeli ve
savunmalıdır: “anlaşmazlık dilin içeriği hakkında değildir […] fakat aslında
konuşan varlıkların kaale alınması hakkındadır”7 Eğer Ranciere,
evrensel ve gidimli akılsallıkla (evrenselliğin ilk şartı konuşan varlıkların
bir dil topluluğuna evrensel aidiyetleridir) aynı zamanda kendini onlardan
ayırt ederken, oynuyorsa, o zaman Foucault’da özneleştirmeyi öznenin hem
oluşturulması hem de bozulmasının içkin bir süreci olarak tanımlar.
Foucault için Parrhesia –F.Guattari’nin formülasyonunu kullanırsak- dilin dışına
çıkma/dilin dışına adım atmak”tır, fakat aynı zamanda analitik felsefede
anlaşıldığı gibi pragmatiğin dışında çıkmaktır.
Burada gidimli ya da mantıksal akılcılık yoktur çünkü telaffuz dilin ya
da pragmatiğin kuralına bağlanmaz fakat “varoluşsal” ve “otomatik-onaylayıcı
bir politik” pozisyon almanın riskini üstlenir. Dilin mantığı yoktur, fakat her
zaman doğrulanamayan telaffuzun zaten orada (eşit) olması anlamında, fakat ilk
kez konuşan birinin eyleminde verili olan yeni bir şeye açılan bir estetiği
vardır.
Parrhesia pragmatiğin tanımladığı edimselliklerden
çok farklı bir telaffuz/söz dökme biçimidir. Edimsellikler konuşmacının az ya
da çok kurumlaşmış statüsünü varsayan ve telaffuzun üretmesi gereken etkilerin
zaten kurumsal olarak verili olduğu (“toplantı açıktır” gerekeni yapması için
yetkilendirilen biri tarafından telaffuz edilen/söze dökülen şey, sadece
önceden bilinen etkileri üreten kurumsal bir “tekrarlama”dır) dilsel ‘ritüel’
formüllerdir. Öte yandan, Parrhesia,
önceden herhangi bir statüyü varsaymaz; o ‘herhangibiri’nin/ ‘hiçkimse’nin
telaffuzudur. Edimselliklere benzemez, “belirsiz bir riske açılır”,
“olasılıklar, tehlikeler alanı, ya da en
azından belirlenmiş-olmayan olası sonuçlar”9 sağlar.
Parrhesia’nın
istilası bir kırılganlığı, ani kırılmanın açtığı bir durumu, bir şeyi saptar,
ve önceden bilinemeyen “belirli sayıdaki etkileri mümkün kılar”. Telaffuzun
etkileri her zaman sadece tekil değildir, fakat her şeyden önce söz söyleyen
özneye bağlanma ve etkilenmedir.
Konuşmacının dikkate aldığı şey, her
şeyden önce duyarlığın yeniden biçimlendirilmesidir. Parrhesiyastik ifadede (anons) konuşan özne kendi içinde ikili
bir anlaşma biçimlendirir: o kendini hem ifadeye hem de ifadenin içeriğine, ya
da hem söylediği şeye hem de söylediği şeyin gerçekliğine bağıtlar. Öznenin
varlık tarzı üzerinde telaffuzun geriye yönelimli bir eylemi vardır: “ifade
durumuna geçerken özne değişikliğe uğrar ya da kendini olumlar, konuşma olarak
sahip olduğu varlık tarzını kesinleştirir ya da her halükarda belirler.”10
Parrhesia düşündüğünü söyleyen, bir
hakikati ifade den biri poziyonunu alma ve cesaret etme bildirimidir, fakat o
aynı zamanda “gerçek olarak işittiği acı hakikati almayı kabul eden muhatabın”11
da posizyon alma ve cesaret bildirimidir. Hakikati konuşan ve düşündüğünü
söyleyen kişi, “bir bakıma telaffuz ettiği hakikatin işareti, onun bu hakikatle
kendisini bağıtlaması, onunla, onun için yükümlü olmasıdır”12
“seslenmek durumunda olduğu kişiyle ilişkisini ilgilendiren”13 bir
risk alır.
Konuşmacı ve onun telaffuzu
arasında, hakikati söyleyen biri ve sözü almayı kabul eden biri arasında, etkin ve öznel bir bağ tesis edilmiştir, -bir “inanç”, Willam James’in belirttiği
gibi, bir ‘eylem dispozisyonu’14dur.
kendiyle ilişki, başkalarıyla ilişki, ve onlarla birleşen bir inanç, ne
eşitlikte ne de hakta içerilidir.
Parrhesia Krizi
Grek demokrasisinin krizinde
Ranciere doğuştan statülerini ve refahlarını yeniden tesis etmek için basitçe
aristokratların arzularını algılar, halbuki Foucault bu yaklaşıma ilgisiz
kalmaksızın krizi politika ve etik, eşitlik ve ayrışma arasındaki ilişki
etrafında birleşme olarak görür.
Demokrasinin düşmanları yalnızca
politika ikesi olarak eşitlik yandaşlarının (Ranciere ve Badiou) görmediği bir
problem üzerine parmak basar, ve dolayısıyla bu herhangi bir yararlı yanıta yol
açmaksızın on dokuz ve yirminci yüzyıl komünizminin zorluklarından birini
oluşturur.
Eşitlik talebinin düşmanları olarak,
eğer herkes kentin işlerine dair söz söyleyebilirse, bireyler birçok anayasa ve
hükümetler gibi olacaklardır. eğer herkes kürsüye çıkarsa o zaman ahmaklar,
ayyaşlar ehil olanlarla ve en iyilerle aynı şekilde kamu işlerine dait
kanaatlerini ifade etmekle yetkilenmiş olacaklar. demokraside hakikati anlatmak
için tamamen rol kesen eşitler arasında çelişki ve çekişme, çatışma ve anlaşmazlık,
toplantılardaki kalabalıklara dalkavukluk eden hatipler yoluyla zıvanadan çıkan
bir yozlaşma. eğer konuşma hakkı ellerine geçerse “ herkes her şeyi
söyler.” O zaman iyiyi, kötü hatipten
nasıl ayırabiliriz? etik bir ayrılmayı
nasıl üreteceğiz? Demokrasi düşmanlarının her zaman iddia ettikleri bir
hakikat, “konuşan özneler arasında ayrımsızlık”la tanımlanmış bir politik
alanda konuşulamaz: “demokrasi konuşan, tartışan ve karar verme yeteneği olan
öznelerin etik olarak farklılaşması için bir alan yaratmaz.”15
Bu argümanlar doğrudan “sosyalist”
ücret eşitliğinin neoliberal eleştirisini ve daha genelde, sosyal haklar
açısından eşitlik düşüncesini akla getirir: eşitlik, özgürlük ve “etik farklılaşma”
için bir engeldir, ve o öznelliği hak öznelerinin farksızlaşması içinde boğar
Aynı şekilde Guattari gibi, Foucault
da, hiyerarşileri, eşitsizlikleri ve ayrıcalıkları yeniden tesis etmek için bir
politik iradenin ifadesi olan neoliberal özgürlüğe yalnızca “eşitlikçi
politika” yoluyla karşı çıkmayışımıza dikkatimizi çeker. Çünkü, bu eleştirileri
daha önce liberallerin farklı politik hareketler yoluyla, sosyalizmin
eşitlikçiliğine karşı yöneltmiş olmalarını ıskalamak olacaktır.
Foucault demokrasi düşmanlarını
sadece kınamakla yetinmez, fakat, Kinikleri kullanarak, o kendi bölgesi
üzerindeki aristokratik eleştiriyi tersine çevirir: etik farklılaşma, öznenin
kuruluşu ve kendi oluş.
Parrhesia’nın
krizinden sonra politik riske artık kendisi maruz kalmayan bir
‘hakikat-anlatımı’ ortaya çıktı. Her ne kadar, bizi burada ve şimdi varolanlar
olarak kendiyi, yaşamı ve dünyayı dönüştürmeye, deneyimlemeye ve test etmeye
hizmet edebilen teknikler ve başka pratiklerle, başka bir dünyaya erişim
sağlayan bir saflaştırma ve ruhun bilgisi arasında, bir “yaşam estetiği” ve
“ruhun metafiziği” arasında bir alternatifle karşı karşıya bıraksa da,
kaynağını kişisel etik ve ahlaki öznenin oluşumu alanından çıkarsayan bir
hakikat-anlatımı. Bu kendinin oluşumudur, artık “ruh” olarak değil, fakat
“bios” olarak, bir yaşam tarzı olarak. Bu alternatif Platon’un metinlerinde her
zaman içerilidir, fakat onu açığa çıkaran bir kiniktir ve onu politize etmekle,
demokrasinin düşmanlarına karşı döndürür. Kinikler ve Platonculuk arasındaki
zıtlık şöyle özetlenebilir: Birincisi bu
dünyadaki “başka hayat” ve “başka
dünya”, başka öznellik ve başka kurumlara eklemlenir halbuki ikincisi için mesele
daha çok Hıristiyanlığa uzatılacak bir bağlantı içinde “öteki yaşam” ve “öteki
dünya”dır.
Kinik geleneksel gerçek yaşam
temasını, hakikat-anlatımının kendisini yüklediği ve geçirdiği anda tersine
çevirir. Grek geleneğinde “gerçek yaşam”, huzursuzluk, değişim, yolsuzluk,
itibarsızlıktan kaçan ve olduğu kimliği içinde değişiklik olmadan kendini sürdüren
bir yaşamdır. Kinik bu “gerçek yaşam”ı, “başkalığın dünyanın dönüşümüne yol
açmasını gerektiren”, “başka yaşam” uygulama ve iddiasıyla ters çevirir. “Başka
dünya için başka yaşam”16
onlar “başkaları için yararlı ve kendi içinde sakin olan egemen yaşam”
temasını “başkaları için ve karşı, kendisi için ve karşı mücadeleci ve
savaşımcı bir yaşam, aktivist yaşam”17 “bu dünyadaki dünyaya karşı” 18
bir savaşım içinde tersine çevrilirler.
Kinikler ayrılamaz bir biçimde politika ve etikle (ve hakikatle) bağlantı
içinde Parrhesia’nın “kriz”ini aşarlar, ve eşitlik ve demokrasinin acizliği etik bir
ayrışma meydana getirir. Antik düşüncenin egemen yaşamından ve iyi yaşamdan
zorlukla uzaklaşmak yoluyla, politik olarak kendiyle ilişkiyi yeniden
biçimlendirir ve sahnelerler.
Politik Eylemin iki Modeli
Grek demokrasisinin bu iki okuması
“devrimci” eylem için çok farklı iki model yoluyla aydınlanır.
Ranciere için, politika
gösteri, konuşma, kanıtlama yöntemi aracılığıyla eşitlik adına yapılan
bir yanlışın telafisidir. “Parça olmayanlar”
politik eylem yoluyla sadece gürültü çıkardıklarını değil,
konuştuklarını göstermelidirler. Aynı zamanda başka bir dili bir azınlık dili
konuşmadıklarını fakat, efendide, efendilerinin dili içinde kendilerini ifade
ettiklerini göstermelidirler. Nihayet akıl ve konuşma bahşedilmiş varlıklar
olduklarını konuşmakla ve kanıtlamayla göstermelidirler.
Gösteri, kanıtlama ve konuşmaya
dayanan devrimci eylem modeli konuşma bir kapsamayı, ne türden kavgalı olursa
olsun, diyalektik bir tanımaya çok yakın duran bir ‘tanımayı’ amaçlar. Politika
halâ aynı topluluğa ait olduğunu kabul ederken iki dünyaya bölünmüş olan
parçalara, “biz” ve “onlar” olarak sayılmış zıt parçalara bölünmeye yol açar.
“dağılımın (partage) sergilenişinde sayılmayanlar, diğerlerinin eşitliğini
çalmak yoluyla kendilerini saydırabilirler”19
Ranciere’in modeline benzeyen bir
şey bulmak isteseydik, demokratik politikaya değil fakat savaş sonrası dönemde
New Deal (Yeni Düzen)’in uyanışında biçimlenmiş olan sosyal demokrasiye
bakmamız gerekirdi. Bu, sosyal güvenliğin ortak-yönetiminin Fransız modelinde
hala bulduğumuz bir sosyal demokrasi türüdür, “biz” ve “onlar” arasındaki
tanıma ve davalaşmanın kapitalizmdeki ve demokrasinin kendindeki gelişmenin
motorunu oluşturduğu sınıf mücadelesinin “diyalektik modeli.”
Ranciere’in refah devletinin sosyal
demokrasisinde savunduğu şey işçilerin (reformist versiyonları içinde
sendikaların) politik özneler olarak dahil oldukları konuşmanın kamusal
alanıdır, ve çalışma artık özel değil fakat bir kamu sorundur:
Refah ve dayanışma kurumlarının işçilerin
demokratik mücadelesinin dışına doğdukları, yönetilenler ve katılanların temsilcileri
tarafından birlikte yönetilenlerin çoğalan ve paternalist bir devletin ürünü
oldukları kötü niyetli bir iddiadır. Bu mitik devlete karşı mücadelede yönetsel
elitlerin biçimlendirmesinden çok geleceği ve ortağı korumaya alan başka
kapasiteler ve beceriler içindeki bu devlet-dışı dayanışma kurumlarına saldırılır.20
Ranciere’in (daha genel olarak
solun) pozisyonu’yla ilgili temel problem kuşkusuz yirminci yüzyılda
genişletilmiş bir demokrasi modelini aşmanın ve eleştirmenin güçlüğüdür, ancak
bugün bu model ilke olarak devlet, sendikalar ve işverenlerden başka politik
özneleri içerme acizliği içindedir ve yeni politik öznelerin ve nesnelerin
ortaya çıkmasının en büyük engellerinden biridir.
Grek demokrasisinin Foucault’cu
analizinden çıkan politik model tamamen farklıdır. öğretiler politik özneleştirmeyi sorgulamak
için göreli olarak yapılanmamış “marjinal”, “azınlıkçı” ve “popüler” bir okula,
kinikler gibi felsefi bir okula neden referans verir? Foucault’nun önermek
istediği şey şunu izler gibidir: diyalektik
ve bütünlükçü ‘demos’ politikalarından uzağa taşındık, uzaklaştık.
Ranciere için, “hiçbir paya sahip
olmayan her kim ise kadim zamanların yoksulları, üçüncü sınıf, modern
proletarya, onun aslında bütün ya da hiç dışında herhangi bir payı olamaz”21
Bununla birlikte, Kinikler’in, 68’ sonrası politik hareketler gibi (kadın
hareketleri ya da işsizlik hareketleri gibi) “Biz halkız” ya da biz aynı zamanda “bütün ve parçayız”ı talep
edebildiklerini görmek zordur. Foucault’nun modelinde, problem parça
olmayanların sayılması, ya da efendileri gibi aynı dili konuşanların gösterisi
değildir, fakat bütün değerlerin aynı anda, ve her şeyden önce, parça olmayanların
ilgileri ve onları özneleştirilme tarzının “ötesinde değerleme”yi üstlenmektir.
Bu ötedeğerlemede (transvaluation) eşitlik,
farka, ve etik farklılaşma için politik
eşitliğe bağlanmıştır. Kinikler aracılığıyla bir kez daha -bu kinikleri
paranın “değeri”ni değiştirmiş olanlar gibi “sahtekar” kisvesindeki felsefe
tarihine sokan- Nietzsche ile karşılaşırız
Kiniklerin “paranın değerini
değiştirme” mottosu hem paranın (Nomisma),
hem de yasanın (Nomos)
değiştirilmesine atıfta bulunur. Kinikler tanınma talep etmediler, onlar sayılmış
ya da içeri alınmış olmayı istemediler. Onlar başkalarına karşı, dünyaya karşı
kendilerini test etmek ve deneyimlemek yoluyla çağdaşlarının yaşam tarzlarını
ve kurumlarını eleştirdiler.
Bir etik-politik özne olarak kendini
nasıl oluşturacağı problemi aynı zamanda özel hakikat oyunlarını içerir:
Artık Platonculuktaki gibi, gerçek bilgi ve önermelere ulaşmanın çıraklık
dönemi hakikat oyunu yok, fakat kendine,
kişinin yapma yeteneğine, ulaşılan bir bağımlılık düzeyine, yapılmış bir
ilerlemeye dayanan hakikat oyunu var […] Bu hakikat oyunları mathemata’dan çıkarsanamaz, onlar öğrenilmiş ve düşünülmüş olan şeyler
değildir, onlar kendi -bu dünyadaki bir savaşım, kendini deneme, uygulama-
üzerinde edimselleşmiş uygulamalardır.22
başka bir yaşamın ve başka bir
dünyanın kuruluşunda deneyimli hakikat oyunları böylece artık onların
tanınması, gösterisi ve argümatasyon mantığı yoktur, fakat bunlar hem hakları
hem de bir ethos’un formasyonunu
birlikte bağlayan politik deneyimlemedirler. Platon ve Kinikler arasındaki
zıtlık bir ölçüde Foucault ve Ranciere arasındakini andırır.
Akıl ve varoluş, tiyatro ve edimsellik
Ranciere için politika sadece bir
“tiyatro”nun, aktörlerin gidimli ve argümantasyonun ikili mantığıyla, yani
anında (eşitlik varsayıldığı andan itibaren) makul olan ve (bu eşitlik hiçbir
yerde olmadığına göre) makul olmayan politik konuşma hünerlerini
edimselleştirme aşaması aracılığıyla vardır.
Politikanın “konuşma ve akıl”
aşamasına gelmesi için, polisin mantığı ve eşitlik arasındaki boşluğun yorum ve
teatral dramatizasyon yoluyla oluşturulması gerekir. Bu normatif bir politika
kavramlaştırmasıdır. Kamusal alanı anlamanın konuşma ve akıl yoluyla politik
olan konuşmadan başka eylemi yoktur. Ranciere bu yüzden politik olarak, bu
hareketlenme modeline itibar etmediği 2005’deki banliyölerdeki eylemlerle
ilgilenmez,
Sorun çoğunluğu Fransız olan
insanların bütünleşmeleri değil fakat onlara eşitler olarak davranmış
olmalarıdır. […] Bu, ortağa konuşmayla bahşedilen bir politik özne olarak
sayılıp sayılmadıklarını bilmektir.[…] Bu isyan hareketi görünüşte henüz bir
politik biçim, ben bundan örn., bizzat aynı topluluğun parçası olduğu ölçüde
düşmanı tanıyan bir konuşma sahnesini anlıyorum- bulamadı.23
Gerçekte, çağdaş hareketler Ranciere tarafından örn., gösteri, kanıtlama
ve konuşma yoluyla eşitlik talebine uzanan bir konuşma ve akıl sahnesi kurmak
yoluyla betimlenen politik mantığı gerçekleştirmek için ihmal edilmezler. Fakat
onlar yeni politik özneler olarak tanınma uğruna savaşsalar bile, bu eylem
biçimini sadece poltik olarak tanımlanabilecek bir eylem olarak yapmazlar. Ve
hatta daha önemlisi, bu mücadeleler artık demos’un
bütünlüğü ve diyalektiğinin olmadığı yani anında parça ve bütün, hem “hiçbir
şey”, hem “her şey” çerçevesi içinde meydana gelir.
Tersine, kendilerini politik özneler olarak empoze
etmek için onlar toplumlarımızın politik ve sosyal demokrat rejimleri içinde
yeniden doğmuş gibi, “halk” ya da “işçi sınıfı” politikasından uzaklaşmayı
kırmakla yükümlüdürler.
Bu politik hareketler bu farklı
politik eylem tarzlarıyla oynarlar, fakat “eşitlik ve onun yokluğu”nu
sahnelemeyle sınırlanmış olmayan bir mantığa göre. Eşitlik,“herkes için
haklar”ın başka bir yaşam, başka bir dünya üretimi hareketini ayarlayan bir
özneleştirme sürecinin toplumsal temeli olan farklılaşma süreci için -yetersiz
de olsa- gerekli koşuldur.
Sosyalist bir bakan tarafından
adlandırıldıkları gibi, Fransız banliyölerinin “küçük barbarları” bazı
yönlerden, düzenli ve diyalektik tanıma
oyunlarına kapılmaktansa, tiyatroyla çok az ilgili olan başka beceri ve
buluşlarla tiyatro sahnesini terk etmeyi tercih eden kinik “barbarlara”
benzerler.
Tiyatro sahnesinden çok, Kinikler (açığa
çıkarma ve risk alma olarak ikili anlamda) dil, konuşma ve semiotik gösteren
aracılığıyla kamuya açılması ya da teatral casting dramaturjisi, konuşma ve
diyalog aracılığıyla ortaya çıkması gerekmeyen çağdaş performans sanatlarını
akla getirir.
“Başka bir yaşam” , “başka bir dünya”
üretimini ortaya koymak için bir patika açan özneleştirme süreci nasıl işler? Basitçe
dil ve akıl aracılığıyla değil. Kinikler
sadece “konuşan varlıklar” değildirler fakat aynı zamanda, kuşkusuz bir şey
söyleyen ancak bu söylemeye rağmen anlamlandırma zincirleri arasından geçmeyen
bedenlerdirler. Kişinin ihtiyaçlarını (yemek, sıçmak) ve arzularını (sevişmek,
masturbasyon) kamuda tatmin etmesi,
düşünce ve duygularını uygulaması, rezalet çıkarması, provoke etmesi,
semiotik bir çokluğu cezbeden farklı ‘edimsel’ tekniklerdir.
Kiniğin yaşam tarzını ifade eden
sopa, dilenci çantası, yoksulluk, gezginlik, dilencilik, sandaletler, yalın
ayaklar vb.. sözel-olmayan ifade
kipleridir. Jest, edim, örnek, davranış ve fiziksel buradalık, ifadeyi
naklettiği halde intikal ettirmeden başkalarına hitap eden ifade pratikleri ve
göstergeleridir. Kinik ‘edimsellikler’de dil yalnızca düzanlama ve temsiliyete
değil fakat bütün bir “varoluşsal işlevler”in hepsine sahiptir. Guattari’yle birlikte
söylersek, bu varoluşsal yurtlukların
inşasına katılmak ve bir ethos ve bir politikayı onaylamaktır, olumlamaktır.
Grek geleneğinde, erdeme erişmenin
iki yolu vardır: logos aracılığıyla geçen uzun ve kolay yol, örn., söylem ve onun ilmi çıraklığı, ve ‘bir
şekilde sessiz” olan Kiniklerin kısa fakat zor yolu. Kısa yol ya da söylem
olmaksızın kestirme yol, kendini denemeye tabi tutmanın, uygulamanın yoludur.
Kinik yaşam sadece dil aracılığıyla,
konuşma aracılığıyla kamusal değildir. Daha çok o kendini maddi, gündelik
yaşama maruz bırakır. Grek toplumunun kurucu bölünmelerini doğrudan yeniden
biçimleyen maddi ve fiziksel kamusal yaşamdır: bir yandan polis’in kamusal
uzamı öte yandan evin özel idaresi. Mesele ‘varoluş’la ‘logos’ zıtlığı değil
fakat kurumlar ve yaşam tarzlarını sorgulamak için onların aralarındaki
boşlukta yer alma meselesidir. Kinikler için, “inandırıcı gösteri ve söylem
üzerinden ikna görevi olduğu kadar plastik bir hakikat, kendini-bildirim,
varoluş biçimi”yle24 aynı zamanda başka yaşamı olmayan bir gerçek
yaşam olamaz.
Ranciere’de, çağdaş eleştirel
teorilerin çoğunda (Virno, Buttler, Agamben, Michon) olduğu gibi akıl merkezci
bir önyargı vardır. Ranciere’in Aristoteles eleştirisine rağmen, bizim her
zaman bağlı olduğumuz ve Grek felsefesinin formülasyonları çerçevesinde: insan
sadece dille donatılmış hayvan, ve dile sahip olması yüzünden politik
hayvandır. Kinikler logos’un tesis ettiği insan ve hayvan arasındaki “tasnife”
saldırdıklarında, Grek ve Batı felsefesi ve kültürünün temellerine
saldırmaktadırlar:
Kadim düşüncede, hayvanlık insan
varlığı için mutlak bir farklılaşma meselesiydi. Bu, hayvanlıktan kendini ayırt
etmek yoluyla insan varlığını olumluyor ve onun insanlığını bildiriyordu.
Hayvanlık insanın akılla donatılmış insan varlığı olarak oluşumunda bir
tiksinti meselesiydi.25
Kinik eşitlik ve polis arasındaki
bolşluğu dramatize etmez, fakat yerine hayvanlık pratiğinin bir uygulaması ve
bir meydan okuması olarak kendini bildiren bir yaşam, utandırıcı ve rezil bir
yaşamı koymakla, “gerçek yaşam” ve onun kurumları üstüne bir vurgu yapar.
Duyulurun dağıtımı, ya da Bölünme ve üretim
Ranciere’de, politik özneleştirme
bir ethos’u ve hakikat oyunlarını ima
eder. Bu, ‘gösteri’, ‘kanıtlama’ ve konuşmanın (hitabın) hakikat oyunlarını
uygulayan, akıl ve dil aracılığıyla bir öznenin oluşum tarzını gerektirir.
Hatta Ranciere’de, (konuşma ve aklın öznesini oluşturan) etik ve hakikate
(kanıtlayan ve iddia eden gidimli pratiklere) eklemlendiği sürece politika
özgül bir etkinlik olarak tanımlanmaz. Onun nasıl başka türlü olabileceğini görmek
zordur.
Fakat eğer politikayı özerk bir
eylem tarzı olarak yapmak imkânsızsa, aynı zamanda politikayı Foucault’nun
iktidar mikrofizikleri dediği şeyden ayırmak da zordur.
Ranciere’de parçaların (-konuşmaya
sahip olan- burjuvaları ve -sadece ses çıkararak kendilerini ifade eden-
proleterleri ayıran sınıflara bölünme) dağıtımını organize eden ‘duyulurun
dağıtımı’ bir özneleştirme (”biz/onlar”) tarzına olduğu kadar, bu ilişki tipine
de izin vermez gibi görünmektedir. Duyulurun dağıtımı işlevlerin ve rollerin,
ifade ve algı tarzlarının bölünmesidir ve o mikropolitik ilişkilerin kökensel
bir rol oynadığı iki tarz/yol içinde üretilmiştir. Toplumun, davranışları
yönetme tarzıyla (iktidar), gidimli pratiklerin toplanmasıyla (bilgi) ve
uyruklaştırma kipleriyle (özne)
üretilmiş “sınıflara” (parçalara)
bölünmesi. Fakat bu ‘ikici’ dağıtım sadece bu üç aygıtı (bilgi, iktidar, özne)
enlemesine kat etme eyleminin sonucu değildir, bu bizzat onu mümkün kılan ve
işleyişsel olan mikro iktidar ilişkileriyle enlemesine kat etmedir.
Guattari’nin uyruklaştırmanın “kamusal tesisatları” dediği şey içinde gelişen,
aile içinde erkek ve kadın, baba ve çocuk, okulda öğrenci ve öğretmen, sağlık
sisteminde doktor ve hasta vb., arasındaki ilişkiler, parçalara bölen kurucu ve
enlemesine ilişkilerdir. Duyulurun “moleküler” bir dağıtımı, aynı anda parça
olmayanları enine kat eden (bizi ve
onları, büyük diyalektik dağıtımınkilerden farklı çizgilere göre bölen) iktidar
mikrofizikleri vardır. Çağdaş kapitalizmi molar (sermaye ve emek, zengin ve
fakir, buyuranlar ve boyun eğenler, yönetmekle yetkilendirilenler ve
yetkilendirilmeyenler arasındaki büyük düalist zıtlıklar) ve mikrofizik (destek
bulan, hatta içinden geçilen, ve parça olmayanlar içinde şekillenen iktidar
ilişkileri) arasındaki ilişkiyi sorgulamadan anlamak mümkün değildir.
“Bios”, “varoluş”, ve “yaşam” demos’un
politik bölünmesi kavramlarının karşısına konacak vitalist kavramlar değildir. Onlar
daha çok bizim mücadeleler, çatışmalar, uyruklaşma ve uyruklaştırmalar bulduğumuz
şey içindeki mikrofiziksel iktidarın etki alanlarıdır.
Kiniklerin bios, varoluş ve yaşamı nasıl anladıklarına dair bir düşünüm, bizi
öznellik üretiminin en önemli özelliklerinden biri olduğu için, çağdaş
kapitalizmin iktidarına karşı koymaya amatörce sevk edebilir. Belirli bir
biçimde, Foucault’cu metodolojiyi kulanmakla yükümlüyüz çünkü, çağdaş
kapitalizmde, “etiği”, “politika” ve “ekonomi”den ayırmak imkansızdır.
Foucault bize parrhesia’nın egemen “politika”dan bireysel “etik”lere yavaş yavaş
kaymasının kent için yine de yararlı olduğunu anlatır. Sizi kendinize özen
göstermeye teşvşik etmek, sizi bütün kent için yararlı kılar. “Eğer kendi
yaşamımı korursam, bu kesinlikle kentin çıkarınadır”26
Hıristiyan kilisesinin pastoral
iktidarıyla yeniden eşekillendirilmiş ve bütünleştirilmiş, Bios’u düzenlemenin teknikleri (kendini ve başkalarını yönetme
teknikleri) refah devletinin eylemlerinde sürekli olarak çok daha önemli hale
gelmiştir.
Foucault’nun kadim Grekle ilişki
içinde söz ettiği “yaşam bakımı”, “büyük kaygı ve bakım zinciri” Kapitalizmde,
aynı zamanda savaştaki yıkım için nüfusu paketlemeye gönderdiği gibi, devlet
tarafından varsayılmıştır. Kendine özen göstermek, kendi ve kişinin kendi
yaşamı, üstüne çalışmayı edimselleştirmek, emeğin toplumsal bölünmesine tahsis
ettiğimiz yerleri işgal etmeyi bizim için gerekli kılan yapma ve konuşma
biçimlerine özen göstermek demektir.
kendine özne göstermek (kendi bakımını yapmak) İktidarın bize tahsis
ettiği işlevlerden sorumlu bir özne haline gelmek için bir ihtardır. Bu yaşam
biçimleri ve davranışlar üzerinde kontrol teknikleri öncelikle bugünün
‘yoksullar’ı (yoksul işçiler, minimal
geliri olanlar, işsizler) yoluyla deneyimlenmektedir. Bios, varoluş ve yaşam kavramlarıyla koyutlanan sorun vitalizm
sorunu değil fakat mikroiktidar ilişkilerinin enlemesine bir özneleştirme
yoluyla nasıl politize
edileceğidir. Eğer, Ranciere’in
olumladığı gibi her şey politik değilse -ki bu durumda politika hiçbir yerde
olacaktır-, o zaman Foucault’nun eklediği gibi her şey “politize
edilebilirdir”.
Ranciere’in başka yerde ondokuzuncu
yüzyılın işçileri vakasında muhteşem bir biçimde betimlediği bir ethos
düzenlemesi, kendi üzerine çalışmayı, tarihsel bir bakış açısından çözümlemesi,
politikayı teorik tanım düzeyinde ihmal eder gibi görünmektedir.
Kinikler tarafından uygulanan ethos, bios ve varoluş “ahlaki söylem”in
bir versiyonu değildir. Bir moral kod aracı ya da yeni bir pedagoji kurma
değildir. Bir ethos’un formasyonu aynı zamanda, olası bilginin farklı biçimlerinin,
“bireysel davranış için normativ matrisler”in, ve “olası özneler için virtüel
varoluş kipleri”nin birbirleriyle ilişki içinde eklemlendikleri bir “deneyimin
odak noktası” ve bir “deneyim
matrisi”dir.
Ranciere’de politika öncelikli bir
deneyim değil fakat esas olarak bir biçim sorunudur. “Politik bir eylemi
yaratan onun nesnesi ya da içinde meydana geldiği yer değil fakat yalnızca,
sadece bölünme biçimleriyle varolan bir topluluğa, ihtilaflı bir kuruma
eşitliğin doğrulanmasını kaydeden bir biçimdir.”27
Bu “deneyimin odak noktaları” ve
kiniklerin ardından meydana gelen deneyimlerin
sorgulanması baştan sona Batı tarihi ve ondokuzuncu yüzyıl sonu ve
yirmincinin başlarında devrimciler yoluyla ve aynı dönemdeki sanatçılar yoluyla
yenilenmiş bir biçim içinde ortaya çıkışı aracılığıyla iletilmiştir.
Örgütlenme ve
Aktivizm
Foucault’cu özneleştirme sadece eşitlik
ve eşitsizlik hakkında, eşitlik için yanlış yapmanın gösterisi hakkında bir
argüman değildir, fakat kolektif bir kendi formasyonunun ve etik farklılaşmanın
belirsiz zaman ve uzamına açılarak politika sorununu yerinden eden eşitlik ve
eşitsizlik arasındaki boşlukta ortaya çıkan tam anlamıyla içkin bir ölçüttür
Eğer politika “etik” bir özne
formasyonundan ayırt edilemez ise, o zaman örgütlenme sorunu merkezi, hatta
farklı bir şekşilde komünist modelde olduğundan da önemli hale gelir. Duyulurun
yeniden yapılandırılması, Foucault'nun sezgisini sürdüren Guattari'nin
'analitik' bir politik çalışma olarak tanımladığı bir 'aktivist'in muhatap
olması gereken bir süreçtir.
Guattari için GIP (Groupe d’information sur les prisons), müdahale alanına giren fakat aynı zamanda müdahale
edilenlerden yana aktivizmin muhatabının ikiye katlandığı yerde, analitik ve
aktivist olarak dikkate alınan bir kolektif topluluk olarak düşünülebilir. Görev,
ortaya konan ifadelerle fakat aynı zamanda prosedürler, teknikler ve kolektif konuşma
topluluğunun (örgütlenme) kipleriyle kalıcı olarak çalışmaktır.
Aksine, Ranciere “politik
kolektiflerin örgütlenme biçimleriyle ilgi’lenmez. O sadece “politik
özneleştirme eylemleriyle üretilen değiştirmelerle (alterasyonlarla)”
ilgilenir, örn., sadece geçici süreli
anındalıklara yakınlık duyan, nadiren ortaya çıkışı içinde bir özneleştirme
eylemi algılar.
Ranciere, her ne kadar, müdahale ve
eylem politikası bir özne oluşturma eyleminden ayrılamaz olduğu ölçüde mayıs 68’in,
kesinlikle anayasal kurallar ve işlevleri sorgulamasıyla ilgilense bile, “68’i
yaratan grupların tutarlı/kararlı biçimleri”28yle ilgilenmeyi
reddeder.
Eşitlik ve eşitsizlik ilişkisi
paradoksal olsa bile ne bir anayasaya ne de bir yasaya kaydedilebilir, eğer
onlar ne öğrenilebilir ne de öğretilebilir, fakat sadece deneyimlenebilir ise,
o zaman birlikte eylem biçimi sorunu kökensel hale gelir.
Herkes tabanda yer alırsa ne olur,
sonra ne olur? Bu farklılaşma eylemi nasıl sadece konuşmacıyı değil fakat aynı
zamanda onu tanıyanı da etkiler, örn., topluluk ifade ve beceri aracılığıyla nasıl
birbirine bağlanmış olarak biçimlenir, ve nasıl kendini kimliklenme etrafında
kapatmaz da, etik farklılaşmaya açık kılar?
Hareket halindeki bir savaş makinesi
içinde deneyimlenmesi ve icat edilmesi gereken bir birlikte-oluş ve bir
karşı-oluş, Foucault’nun felsefi söylemin özgüllüğü olduğunu iddia ettiği
şeydir ve diyalektik demos modelinin dışında olması nedeniyle bugün politikanın
koşulu haline gelmiştir.
“ethos sorununu aynı zamanda hakikat
ve bu ethos’un biçimi olan hakikate giriş kipi ve bu ethos’un kendi farklılığı
ve tekilliğini olumlayacak bir politik yapı sorgulaması olmadan” asla
koyutlayamayız […] alethia sorununu da aynı zamanda politeia ve ethos sorununu
yeniden açmadan asla koyutlayamayız.
Aynı şey politeia ve ethos’a da uygulanır”29
Ranciere bölünme ve topluluk her
ikisinin de düzeneği olarak sadece demokrasi duyulurun dağıtımını yeniden şekillendirir,
oysa Foucault sınırlarını algıladığı sürece politik eylem modelini daha az
coşku göstermiş fakat çok daha fazla korumuştur. Politik özneleştirme eşitliğe
dayanırken aynı zamanda ötesine geçer. Politik soru o zaman şudur, bu yeni koşullar altında eşitlik nasıl uygulanacak
ve icat edilecektir?
Çev.
Sven-Olov Wallenstein
Türkçe
çev. hç
*******
Kaynak. FOUCAULT, BIOPOLITICS, AND GOVERNMENTALITY,
(2013) Edit. and Trans. by Jakob Nilsson & Sven-Olov Wallenstein, Södertörn University The Library SE-141 89
Huddinge www.sh.se/publications,
pp.155-175
Notlar
1 “Biopolitique ou politique?”
interview with Eric Alliez, Multitudes, No. 1 (March 2000): 88-94, citation at 90.
2 Michel Foucault, Le courage de la verite: Le gouvernement de soi et des autres II,
Cours au College de France 1984,
ed. Frederic Gros (Paris: Gallimard/Seuil, 2009), 10.
3 Michel Foucault, Le gouvernement de soi et des autres: Cours au college de France,
1982–
1983,
ed. Frederic Gros (Paris: Gallimard/Seuil, 2008), 167f.
4 Ibid, 168.
5 Jacques Ranciere, Aux bords du politique (Paris:
La Fabrique, 1998), 102. “The egalitarian logic implied in the act of speech
and the inegalitarian logic inherent in the social bond” (115).
6 Jacques Ranciere, La Mesentente (Paris:
Galilee, 1996), 80.
7 Ibid, 71.
8 Ibid, 86.
9 Michel Foucault, Le gouvernement de soi et le gouvernement des autres, 61.
10 Ibid, 66.
11 Foucault, Le courage de la verite,
14
12 Ibid.
13 Ibid, 15.
14 See William James, La volonte de croire (Paris:
Seuil, 2005) [The Will to Believe, and
Other Essays in Popular Philosophy, 1897].
15 Foucault, Le courage de la verite,
46.
16 Ibid, 264.
17 Ibid, 261.
18 Ibid, 262.
19 Ranciere, La Mesentente, 159.
20 Jacques Ranciere, La haine de la
democratie (Paris, La Fabrique, 2005),91. Bu kitabı piyasaya sürüldüğü gün (eylül
2005), düzensiz ve karmaşık bir örgütlenme (emekçiler-günü derneği) tarafından
üstlenilmiş bir eylemden döndüğümde satın aldım. Tartışmalara yol açan bir
olaydı, sendikalar, işverenler ve devleti bir araya getirmeyi üstlenen Kültür
bakanlığında bu yeniden biraraya gelenlerden birinin odasını işagel ettiler,
böylece herkesin fakat kendilerinin de politik özne statüsünü yadsımış oldular.
Aynı akşam bu pasajı okurken çarpıldım. Liberallerin refah devleti
saldırısında, farklı politik hareketlerin
(bağımlılık üreten ve beden üzerine iktidar uygulayan) 70'lere karşı
yönelttikleri eleştiryi, ki bugün de (eşitsizlik, sosyal ve politik dışlama,
bireylerin yaşamları üzerinde denetim üreterek) devam eden o eleştiriyi
susturmak ve savunmacı bir tutum almamızı gerektirecek hiçbir neden yoktur.
21 Ranciere, La Mesentente, 27.
Uyuşmazlık 28
22 Foucault, Le courage de la verite,
210.
23 Jacques Ranciere, “La haine de la
democratie – Chroniques des temps consensuels,”
Liberation, Dec 15, 2005.
24 Foucault, Le courage de la verite,
288.
25 Ibid, 244.
26
Ibid, 83.
27 Ranciere, La Mesentente, 55.
28 Jacques Ranciere, La methode de l’egalite: La philosophie deplacee (Paris: Editions Horlieu, 2006), 514.
29
Foucault, Le courage de la verite, 63.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder