etik-politik
özne ya da vicdanın keşfi: J.J.Rousseau
“incedo per ignes
suppositos cineri doloso”
(kül altına gizlenmiş ateş üstünde
yürüyorum)
Aydınlanma dönemi evrenselci, laik, akılcı
ve hümanist bir ruhun inşa sürecidir. Ne ki, bir yandan insanlığın ‘ruh adına’
kilise ve kralların elinde düşkünleştiği, yozlaştığı, maddi ve manevi travmanın
zirveye ulaştığı bir yaşam biçimi ile öte yandan yeni gelişmekte olan
burjuvazinin ekonomik güce dayalı iktidar talebinin toplumda yarattığı salt
çıkara endeksli ruhsuzluk (maneviyatsızlık) tahribatı ile sürekli mücadele
içinde bir inşa sürecidir. Evet, Descartes bireyi bir akıl varlığı olarak ilan
etmekle ona belirli bir saygınlık kazandırmıştır. Ama bu yaşayan somut bireyin
ahlaki olarak kendine dönük bir saygısı değildir henüz. Descartes’ın öznesinin
bu anlamda bir bireyselliği, öznelliği yoktur. Soyut bir akıl varlığı olarak
‘ben’ vardır ama, nesnel karşılığı yoktur. Descartes’ın öznesinin sosyolojik
karşılığının olması ya da insanın özne olması için Rousseau’nun dediği gibi (EK,
s.80) halkın filozof olması dışında bir olanak yoktur. Hobbes, Locke gibi
rasyonalist doğal hukukçuların özgürlük ve eşitlik vizyonları liberal akılcı
uzlaşımlar üretmenin ötesinde, etik-politik özgürlüğün düşünü bile görmezler.
Bireyin kendine saygı duyması için, etik-politik bir cisimleşme, yani özgürlük
gereklidir. Oysa, Descartes’ın ‘ben’i, öznelleşememiş, Agustineci
aydınlanmacılığın endeksi değişmiş bir devamı olabilmiştir. Hatta denebilir ki,
Descartes’ın ‘düşünüyorum’un apaçık ontolojikliğini kurduğu noktadan itibaren
bu spekülasyonu Hegel devralacak ve bu ontolojik zemini bir dünya tarihi olarak
okuyacaktır. Ancak Descartes’ın problemi, düalizmi gereği, dışsal dünyayı,
doğayı bilmek, egemen olmak, onu içselleştirmek olduğu içindir ki bu ontolojik
zeminden ayrılarak özneyi bir bilinçlilik biçimi ve bilgi ile ilişki içinde
kurmaya yönelmiş, epistemolojik özneye geçmiştir. Epistemolojik özne, nihai
biçimini her ne kadar Kant’da bulacaksa da, temelde dış dünyanın, doğanın
nesnelliği karşısında öznenin nesnelliğini kurma çabasıdır. Ama bu bir çabadır
ve böyle bir özne verili değildir. Bu yüzden epistemolojik özne mekanik bir
nesnellik dışında, bir öznelleşmeye, içselliğe sahip değildir. Oysa içsellik
anlamında bir öznellik tam da Rousseau’nun bireyinin ürünüdür. Çünkü Rousseau,
tam da bu dışsal dünyayı aklen içselleştirme uygulamasının insanın kendini de
içselleştirdiğine dair (ahlaki) farkındalığın ilk örneğidir. Descartes’ın
‘ben’inin, ‘insan yapımı ben (techne)’ olduğunu fark eden, yani insanın doğayı
ve toplumu bilme, temellük etme sürecinin aynı zamanda kendini de bilme ve
temellük etme süreci olduğunu fark ve inşa eden Kant ise, bu kendini bilme ve
temellükü öncelikle ahlaki ve duygusal zeminde hisseden ve inşa eden
Rousseau’dur. Rousseau’dan Kant’a geçen, bu kendini temellük etme
farkındalığıdır. Kant bu farkındalığı, (ahlak yasasını) bizzat aklın özerk
işleyişine bağlamakla modern öznenin radikal özerkliğini ve kendiliğini ilan
edecektir ama bunun ahlaki ve hissi farkındalık temelinde keşfini Rousseau’ya
borçlu kalacaktır. Zaten Rousseau’nun önemi de bu ‘keşfe’ (ya da maddeci doğa
felsefesinin özgün bir biçimde tekrarına) dayanır. Rasyonalistlerden
farkı, Rousseau’nun bu öznelleşmeyi epistemolojik bir deneyime değil, ahlaki
bir deneyime dayandırmasıdır. Oysa Rasyonalizmin ahlaki deneyimi ya da etik
cisimlenişi salt elitist bir kaprisin ötesine geçmez.
“Aralarından bazıları, felsefede
materyalizme kadar ulaşırlar, İnsanın bilimle, nesnelerin özünü bulabileceğine,
uygarlığı geliştirebileceğine ve mutluluğu yeryüzünde sağlayabileceğine
inanırlar. Ama politikada, mutlakiyete karşı demokratik tezleri savunup
desteklemek durumunda kalırlarsa da
(Diderot’nun Ansiklopedi’deki ‘Autorité Politique’ maddesi
gibi) bunlar, pek demokrat sayılmazlar. Yüce gönüllü ve yürekli oldukları için
halkın mutluluğunu sağlamak isterler. Ancak bu, ‘halkın kendisinin, aydınlıktan
ve sağduyudan yoksun’(d’Holbach’ın sözü) aşağı halk tabakasının işi
olmamalıdır. Kendileri de burjuva oldukları için, gürültücü, rahat durmaz ‘ayak
takımından’ kuşku duyarlar. Aklın egemenliğini kurmak, aydınlanmış bir
azınlığın rolü olacaktır.”(EK,
L.Lecercle’nin ‘Giriş’i s.15)
Rousseau, aydın elitizminin akılcı
despotizmi ile amansız düşmanlığın tarihteki en tipik örneklerinden biridir.
Temel gerekçesi de tüm teorisine ve yaşamına yayılan insanın insan olması
nedeniyle ‘saygıya layık’ olduğuna dair hümanist inancıdır. Bu inanç yüzünden,
insanı ‘aşağılayan, horlayan, küçük gören istisnasız her tür söyleme radikal
olarak düşman kesilir. Determinist dünyasında hiçbir ‘tekil’ yaşama alanı
bırakmayan ve insanı boyun eğişiyle tanımlayan hıristiyanlık ve kiliseye ne
kadar karşıysa, beraber ve dostluk içinde yola çıktığı d’Lambert, Diderot,
Voltaire, d’Holbach, Grimm gibi akılcı arkadaşlarına da, aynı nedenle ve
o oranda karşıdır. Dostlukla başlayıp düşmanlıkla biten bu süreci Rousseau’nun
kişiliğine bağlayan yorumlar elbette vardır, ama kişiliklerin ötesinde felsefi
ve politik tercihlerin yarattığı düşmanlık zaman içinde su yüzüne çıkar ve akılcı
(yani makul ve uzlaşımcı) burjuva ideolojisi ile devrimci ideolojinin
antagonizmini cisimleştirir. İtiraflar, kişiselden öte bu ideolojik
düşmanlık sürecinin en tipik tezahürleri ile doludur. Rousseau, ‘dostları’ gibi
şehirli değil, daha çok bir köylüdür. Soylu değildir, burjuva değildir, zengin
değildir, halkın içinden gelir, tüm çocukluk ve gençliği halkın fakirliği,
cehaleti ve sefaleti içinde geçer. Bu süreç ona halkı (kabul etme anlamında) tanıma
ayrıcalığını kazandırır. Şehirli rasyonalistler ve evrenselciler özgürlük ve
eşitlik mücadelesinde ‘şövalyeler’ ise, yerlici Rousseau, ‘Donkişot’tur.
Rasyonalizmin din karşısında ‘düşünen ben’e ve akla kazandırdığı saygınlığın,
içinden geldiği bu yoksul ve yoksun insanlara hiçbir saygınlık kazandırmadığını
ve kitlelerden ne kadar uzak olduğunu yaşayarak öğrenir. Dolayısıyla
rasyonalistlerin kilise karşıtlığının, halkın özgürlüğü ile hiçbir ilgisinin
olmadığı, sadece burjuvazinin iktidar talebi gereği olduğunu kısa sürede görür.
İtiraflar’da, rasyonalist arkadaşlarıyla olan ideolojik kavgasının
altında yatan temel nedenlerden biri de budur. Çünkü iktidar talebi dine bugün
karşı olmayı gerektiriyorsa aynı nedenle yarın müttefik olmayı da
gerektirebilir. Ve onun doğal hukukçulara, özellikle Hobbes ve Locke’a yönelik
saldırıları, çoğu kez tam da bu tür uzlaşmacılıkları yüzündendir. Ve böyle bir
uzlaşmacılık üstelik bir de ‘ahlak’ olarak meşrulaşmıştır. Bir Descartes’cı ya
da doğal hukukçu için, insan akıl yürüten varlık olarak özgür bir insandır,
akıl sahipliği zaten özgürlüğün teminatıdır. Ve aklın bu özgürlüğü, özgürlüğün
doğası gereği bir ahlak önerir. Çünkü, akıl yürütme zaten kötü akıl
yürütemeyeceği için, vereceği yargılar da kötü ya da ahlaka aykırı olamaz.
Fakat, öte yandan, rasyonel düzlemde, insan davranışı, ya da insanın
özgür/ahlaki davranışı, ‘akla uygun davranmak’ biçimi dışında anlam kazanamaz.
Akla uygun davranmak, tam da Descartes’tan taşan bir vizyon olarak, toplumda
genel kabul gören ortalama ahlak ne ise, ılımlı ve geçerli olan, yani mümkün
olan, işte akla uygun (özgür) davranmak, o mümkün olana uymak, makulü mümkün
kılmaktan ibarettir. Kısaca mümkün olan akıl yürütmek, düşünmektir, öyleyse
makul olan da buna uymak yani uzlaşmaktır. Deleuze bu akılcı prosedürü bütün
açıklığıyla şöyle özetler:
“Anlama ve akıl, artık kimseye itaat etmek
istemediğimiz zaman itaatimizi sağlayan şeylerdir. Akıl, Tanrı’ya, devlete,
ebeveynlerimize itaatten vazgeçtiğimiz anda ortaya çıkar ve bizi uysallığımızı
sürdürmeye ikna eder. Akıl makul varlıklar olmamızı sağlayan köleliğimizi ve
itaatimizi temsil eder” (Deleuze,1983 ss.92-3)
Rousseau’yu
çıldırtan da, aklın kitlelerin yükselen feryatları karşısındaki bu duyarsızlığıdır.(*)
Uygarlığın ilerleme olduğunun o da farkındadır, ama çağdaşlarından farklı
olarak bu ilerlemenin insanın türsel gerilemesinde, yozlaşmasında bir ilerleme
olduğunun da farkındadır. Descartes’ın tüm canlıları makine olarak gören
mekanikçiliğinin, sonuç olarak rasyonalizmin elinde kitlelerin ‘ayak takımı’
olarak aşağılanmasına dönüşmesi karşısında isyan eder;
“..insanı çevresinden ayırıp yalnız bırakan
felsefedir; acı çeken bir insan karşısında ona, gizlice “istersen geber; ben
güvenlik içindeyim” dedirten felsefedir. Filozofun sakin uykusunu tedirgin
eden, onu yatağından çekip çıkaran, artık toplumun tümünün başındaki
tehlikelerden başka bir şey değildir. Filozofun hemcinsini, onun penceresinin
hemen altında, ceza bile görmeden boğazlayabilirler; onun yapacağı, kulaklarını
elleriyle tıkamaktan... ibarettir. Vahşi insanda bu hayran olunmaya değer yetenek
hiç yoktur; bilgelik, düşünce yokluğu yüzünden onun ilk duyduğu insanlık
duygusuna düşüncesizce teslim olduğu her zaman görülür. Kargaşalıklarda sokak
kavgalarında ayak takımı toplanır, tedbirli adam ise uzaklaşır; kavga edenleri
birbirinden ayıran, namuslu insanların birbirini boğazlamasını önleyen, ayak
takımıdır, pazarcı kadınlardır. (EK, s.113)”
Bu yüzden Rousseau ne böyle bir aklı ve ne
de onun ‘akla uygunluk’ ölçütünü asla benimsemez. O hemcinslerinin akıllı
varlıklar oldukları için değil, duyarlı varlıklar oldukları için kötü muamele
görmeme hakkına sahip olduklarına inanır. Bu yüzden A.Badiou ‘insan hakkı’
dendiğinde ‘kötü muamele görmeme hakkı’nı anlar. Rousseau için ‘yaşamak hissetmektir’(Emile, s.
14) O, “Varolmak, hissetmek demektir. Hassasiyetimizin zekamızdan evvel başlamış
olduğu ve fikirlerden evvel hislere sahip olduğumuz, itiraz götürmeyen bir
hakikattir.”(Emile, s. 295) der, ve incelemesini maddi ve manevi
eşitsizliğin kaynağına ilişkin zorluklar yığınını ortadan kaldırmaya
yöneltir (EK. S.80). “Varım ve hasselerimin (duyularımın hç) aldıkları
tesirleri hissediyorum. Karşılaştığım ilk hakikat işte budur ve bunu kabul
etmek mecburiyetindeyim”(Emile, s. 272), diyen Rousseau için hiçbir şey duyusal
algıları çürütemez. Tüm duyular hakikati haber verir, kavram duyusal algılara
dayanır. “Hasselerimiz (duyarlığımız hç) bilgilerimizin ilk vasıtalarıdır, O
halde hasıl ettiğimiz (ürettiğimiz hç.) ilk fikirler maddi ve hissedilir
cisimlerin doğurdukları fikirlerdir”( Emile,s. 258). “idrak etmek, hissetmek
demektir; mukayese etmek ise, muhakeme etmek demektir. Hissetmek ve muhakeme
etmek aynı şey değildir (Emile, s. 273). Descartes’ın kuşkusunu endişe verici
bir kararsızlık olarak niteler ve ‘benim kalbim bu huzursuzluktan hoşlanacak
kadar bozulmuş değildir’ diyerek her tür evrensel hakikat arayışını, soyut
saçmalık ve kibir ve gurur yarışındaki filozofların münakaşaları olarak görür
(Emile s.270). Ve materyalist ya da idealist bütün metafiziği bir spekülasyon
olarak, bir utanç kaynağı olarak niteler (Emil, s.277) Akla dönük bu derin ve radikal güvensizlik
nedeniyle de Aydınlanmanın her şeyi akıl ve bilgi birikimiyle, ilerlemeyle
çözeceğine dair inancını paylaşmaz.
“Sanatlar ve Bilimler Üzerine Konuşma bizi en iyiye götürecek bu tür bir ilerleme iddiasını
çürütür. Tersine bu ilerleme iddiası daha çok ahlaki çöküşle birliktelik
demektir. İlgilerimiz, kavrayışımız bizdeki yardım severliğin, merhametin
kaynağı değildir. Bu tiksinç ilerleme felsefesi erdemli eylemler için bir zemin
olamaz.”(C. Taylor, 2001, 357)
Rousseau’nun aydınlanmaya ve doğrudan
Descartes’a en açık yanıtlarından biri onun şu cümlesinde özetlenir: “L’homme
qui médiate, est un animal déprave” ‘düşünen insan yozlaşmış bir hayvandır’
(EK. s.92). Eşitsizliğin Kaynağı Rousseau’nun rasyonalizme ya da
daha genelde tüm bir ilerlemeci bilim inancına karşı radikal bir karşı çıkış
belgesidir.
Rousseau için sorun akıl ve bilgi çokluğu
ile değil istencin dönüşümü temelinde ele alınabilir. Bireyin inanç-dogma (din)
ya da akıl yoluyla değil eylemleri yoluyla kendini ahlaki bir özne olarak
oluşturması, kendine dışsal olan değil, bizzat içselliği yoluyla kendini
meydana getirmesi, işte bu, istencin dönüşümü problemidir ve Rousseau’nun temel
sorunudur. (Bu aklın ve hıristiyanlığın tahakkümüne karşı ‘istencin
dönüşümü’nün temel problematik olmasıyla bir de Nietzsche’de karşılaşacağız.) O
halde Rousseau’nun problemi bir akıl ya da inanç sorunu yani bir cogito sorunu
temelinde değil, istenç ve güç temelinde ele aldığını söyleyebiliriz. O halde
Rousseau, akıl ya da din gibi zorunlu belirleyicilerin açıklaması olabilecek
bir metafiziğin, ya da varlığı böyle bir determinizme bağlayacak soyutlamaların
değil, varolma özgürlüğünün, yaşama kudretinin, istencin özgür öznesinin
peşindedir. Ve bu asla salt teorik bir arayış değildir, aynı anda pratiktir.
Normatiflikleri açısından Descartes düşüncenin bilgisel değerine
dayanırken, Rousseau düşüncenin edim ve
eylem değerine dayanır. Bu yüzden de, Descartes’ın tersine, akla değil ‘doğaya
uygunluk’ (naturam sequi) temelinde özgür ve kendine yeterli bir birey nosyonu
ilan eder. Daha İtiraflar’ın ilk satırları, aydınlanma romantizminin
ruhunu yansıtan böyle bir ilan ve meydan okumayla başlar:
“Benzeri hiç görülmemiş ve hiç görülmeyecek
olan bir işe girişiyorum. Benzerlerime, doğanın tüm doğruluğu içinde bir insan
göstermek istiyorum, ve bu insan ben olacağım. Sadece ben. Kalbimi duyuyor ve
insanları tanıyorum. Gördüklerimden hiç biri gibi yaratılmamışım; yaşayanlardan
hiç biri gibi yaratılmış olmadığıma inanmak cüretini gösteriyorum. Öbür
insanlardan daha iyi değilsem bile, hiç olmazsa başkayım.” (Rousseau,
İtiraflar, s.11)
İşte Decartes’ın ‘düşünen ben’inin
apaçıklığı karşısına çıkarılan bir başka apaçıklık, hisseden, duyarlı bireyin
yeganeliğinin, benzersizliğinin, kendine yeterliğinin apaçıklığı. Nick
Mansfield bu sözlerin daha önce, başkaları tarafından bir çok kez yazılmış ‘İtiraflar’a
girişlerden tamamen farklı bir başlangıç olduğunu, burada Rousseau’nun yaptığı
şeyin kendini haklı kılacak, ya da kendi deneyimlerini aklayıcı bir anlatı
kurmak olmadığını, tersine karşımızda zaafları hatta suç ve açmazları içinde
fakat herkesten başka olan benzersizliği içinde bir Rousseau’nun bulunduğunu
belirtir (Mansfield, s.15-18). Evet bu sadece Rousseau’dur, her şeyin
merkezinde, her şeyden başka olan, biricik ve benzersiz bir ‘birey’.
Heyecanları, tutkuları, düşünselliği kısaca tüm doğallığıyla kendine yeterlilik
duygusunun cisimlenişi olan bir birey. Daha sonra Kant tarafından
taçlandırılacak olan bu bireysel benzersizlik duygusu, bu yeganelik algısı tüm
bir batı bireyinin en temel normudur.
“Sen! İstediğin kadar çalış çabala; hakiki
nüfuzun hiçbir zaman hakiki kudretlerini geçmeyecektir. ... İradesini yürürlüğe
koyan yegâne insan, onu yürürlüğe koyarken başkalarının yardımına muhtaç
olmayan insandır. Bundan da şu anlaşılır ki,
sahip olunan özelliklerin en iyisi geniş yetkilere sahip olmak değil
özgür olmaktır. Hakikaten özgür olan adam ancak muktedir olduklarını ister ve
hoşuna gideni yapar. İşte benim esas düsturum budur” (Emile, ss.58-9)
Daha sonra Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir’
yazısında ilan ettiği kendine yeterli olgun insan yani Batılı beyaz
adamın ilk kez burada tanımlandığını görüyoruz. Başkalarının yardımına muhtaç
olma kategorisi bir düşkünlük, suç, olgun olmama durumuna işaret eder. Bundan
böyle dünyanın tüm diğer geri kalan insanları Batılı birey karşısında ‘yardıma
muhtaç’ olarak kalacaklardır. Rousseau’nun elbette böyle bir öngörüsü yoktur,
ancak bu öngörü, bireyin böylesine bir tamlık ve yeganelikle inşasının dolaysız
sonuçlarından biri olarak, zamanla batı ideolojisinin dingilini oluşturacaktır.
Çünkü birey daha doğuşunda tanımlanırken böyle bir eşsizlik, yeganelik, tamlık
ve kendi sahip olduğu kudret üzerinde kendisi irade yürüten biri olarak
tanımlanmaktadır. Özgürlük ancak bu koşula, kendine muktedir olma koşuluna
bağlanmıştır. Bu koşulu dünyadaki başka hiçbir kültür ya da uygarlığın anlamlı
bulma olanağı yoktur. Aydınlanma döneminde geçerli olan bu gerçeğin bugün bile
özellikle doğu kültürlerinde anlam taşıdığına dair bir belirti bulmak oldukça
güçtür. Kendi kendini yürürlüğe koyma kudreti, Kant’da bu akla dayanır,
Rousseau’da istence, fark sadece budur. Ama buluş, keşif Rousseau’nundur, Kant
bu buluşu endeksini değiştirerek aynen sürdürmüştür. Rousseau’da bu kendine
yeterli, özerk ve özgür özne ‘fiilen’ (yani meydana geliş modu olarak)
tüm dünyaya ilan edilmektedir. Descartes’ın yaptığı kurgusal keşiften sonra,
Rousseau İtiraflar’da bu ‘ben’in meydana gelişini, cisimlenişini,
yürürlüğe koymuştur.
Rousseau’nun problemi nedir? Yani en
temelde nedir? O toplumsal çöküşü, akıl ve uygarlığın (techne’nin) yarattığı
tahribat ve yozlaşmayı, politik zeminde doğayla restore edilmiş bir insanlık
vizyonuyla ortadan kaldırmanın, aynı şekilde restore edilmiş bir bireye dayanmaksızın
mümkün olamayacağına kesin bir biçimde (hatta mutlak olarak) inanmaktadır. Bu
Marksist literatürde yabancılaşma (alienation), şeyleşme (reification) ya da
dışsallaşma (estrangement) adlarıyla tartışılan izleğin ilk kez aydınlanma
çağında ortaya çıktığı uğraktır. Hatırlanacak olursa (‘doğayla restore edilmiş’
kaydı yerine ‘devrimle’ inşa edilmiş kaydını koyarsak), Marx’ı Rousseau’dan
ayıran ve sosyalist uygulamaların yıkımına neden olan temel saik de budur. Yani
yabancılaşmaya, gerçekçi, emek sömürüsü ve üretim sürecine ilişkin rasyonel
açıklamalar getirebilmek, ama bunun öznelliğini inşa edememek, (Şunu da eklemek
gerekir ki, Rousseau’da da sadece yabancılaşmanın öznelliği ve duyarlığı vardır
fakat bu kez onun tarihsel ve diyalektik keşfi yoktur) duyarlılığını
geliştirememek. Yani bu rasyonel açıklamalara inanan insanın yabancılaşmaya
karşı mücadelesini rasyonel gerekçelerle teçhiz edebilmek, ama bu mücadelenin
öznelliğini-içselliğini geliştirememek (dolayısıyla insanı nesnelleştirmek gibi
bir sapkınlık içinde, her tür öznelliğin burjuva ya da küçük burjuva gibi
yaftalarla aşağılanmasına hatta dışlanmasına dönüşmesi dışında bir yere
varamamak) ya da bu öznelliği burjuva ahlak ve ideolojilerinden ödünç almak.
Kısaca akıl ile duyarlılığı, etik ile politikayı buluşturamamak. Marksist
bağlamda sonuç, aklın yarattığı hiyerarşi içinde duyarlılıkları tuz buz
edip, bireyi paramparça bir halde tekrar topluma ya da liberal ve dinsel
ideolojilere peşkeş çekmekten öteye varamamıştır. Rousseau bağlamında da politika daha çok ‘müphem’ bir ‘iç ses’in
ahlaki yükü altında kalır. Ama Marksist bağlamda yabancılaşma ve giderek
fetişizm nasıl bir anlam taşıyorsa, Rousseau bağlamında da ‘iç ses’in
(vicdanın) keşfi aynı önemde bir anlam taşır.
Rousseau’nun bireyi ilk kez ahlaki ve
duygusal özne olarak inşasından, ya da bireyin eylemleri aracılığıyla kendini
ahlaki özne olarak oluşturmasından, Kant’ın onun radikal özerkliğini ilanına,
epistemolojik öznenin radikal özgürlüğüne kadar kat edilen yol, ‘batılı
birey’in oluşumunun kat ettiği yoldur. Ama bu
yolun öncesi vardır. Bu yüzden de bireysellik, kendine yeterlik ya da tekillik
nosyonlarının Rousseau’da nasıl ortaya çıktığı temel bir sorudur. Daha doğrusu
aydınlanmada nasıl ortaya çıktığı temel bir sorudur. Çünkü Platondan, Hıristiyanlığa
ve skolastiklere ve oradan rasyonalistlere dek gelen metafizik süreçte, varlık
hep tümel ya da evrensel olan bir determinizme bağlı olarak düşünülmüştür.
Rousseau’nun bireyin kendine yeterliğini hissedebilmesi her şeyden önce soyut
bir tekillik nosyonu gerektirir. Birey ancak böyle bir nosyon varsa
tasarlanabilir. Aksi halde tümellerin-evrensellerin dünyasında birey ya da onun
özgürlüğü ya da tekil varoluşu düşünülemezdir.
(…)
Bireyi bir nominalist gibi kurmadığı açık
olan Rousseau’nun ilahiyatı ya da rasyonalizmi referans almadığı da ortada. O
zaman geriye, bireyin kendini eylemleri yoluyla inşa etmesi için referans
olarak, Antiklerden Romaya geçen ve yüzyıllar boyunca etkili olan, hatta
hıristiyanlığın savaşmak ve çoğu yerde tavizler vererek kendini revize etmek
zorunda kaldığı Stoa ahlakına dayalı bir tercih kalmaktadır. Rousseau klasik
bir stoacı değildir ama yine de bir stoalıdır. Aydınlanma
döneminde bu ahlakın en tipik görünümü tanrı meselesiyle ilgili alanda orta
çıkar. Charles Taylor, Descartes’ın öznesinin pek de transparan olmadığına dair
yaygın bir yaradancı (deist) geleneğin Aydınlanma boyunca etkili olduğundan
bahseder (2001, ss.355-367). Örneğin Pascal, çağının matematik dahisi ve tam
bir Kartyezyen bilim adamıdır. Ama ‘Ben’ konusuna gelince o, benliğin hiç de
anlaşılır olmadığını, zihne açık olmadığını hatta anlaşılmaz bir varlık
olduğunu düşünür. Ve o da çağdaşlarının çoğu gibi insandaki ‘iyi’nin ya da düzenin
ancak tanrının bir inayeti/kayrası (providence) olabileceğini ileri süren
Augustineci öğretiye bağlı kalır. ‘Ben’ zıtlıklar ve çelişkiler yumağıdır,
kendinde transparan varlık olmaktan çok uzak, hatta ‘ben’ kendisi için bile bir
sırdır. Bu içsel zıtlıklarımıza, karmaşamıza düzen veren, ve hatta bir ‘ben’
tasarımını verebilen yalnızca tanrının inayetidir. Rousseau da Emile’de
özellikle Savua rahibinin ağzından kendi yaradancı tutumunu açıklarken
Pascal’dan çok farklı bir yerde değildir; “Hatta nefsimizi, tabiat ve hayat
cevherimizi bile tanımıyoruz. İnsanın basit veya karmaşık bir varlık olup
olmadığını ancak biliyoruz. Her taraftan anlaşılmaz sırlarla kuşatılmış bir hal
içindeyiz. Hissedilen alemin haricinde kalan bu sırlara nüfuz için zekamız var
diyoruz; hakikatte ise muhayyileden (düşgücünden hç.) başka bir şeyimiz yok”(Emile,
s. 270). Rousseau’nun da paylaştığı bu
yaradancı gelenek aslında tam da Descartes’cı ‘ben’in apaçıklığına karşı bir
saldırıdır. Romantizmin akıl (bilim) ve inanç (din) gibi iki temel kaynağa
açıktan saldırısını meşrulaştıracak bir zeminin, cogito’nun apaçıklığını
kabullenmesi beklenemezdi. Rousseau için ‘ben’ apaçık falan değil, tam tersine
özellikle tutkular ve istencin kökeni söz konusu olduğunda bir giz ve bir
sırdır. Bu sır bize, ancak insanın doğasına giderek onu o ilk yalınlığı,
yalnızlığı ve masumluğu içinde tanımakla açılabilir, ama yine de bir ölçüde.
Sır tümüyle bilinemez. Bu sırrın yani tanrının stoalı karakteri üzerinde biraz
sonra durmak istiyorum. Burada sadece tanrının, rasyonalistler gibi laik bir
biçimde reddedilmediğini, sadece tanrı yerine doğanın ikame edildiğini
vurgulamakla yetinelim. O hakikati (alethia) rasyonalistler gibi reddetmemiş
sadece yerine bir ahlak (ethos) koymuştur.
“Ortodoks öğretide, en üstün sevginin
kaynağı inayettir. Rousseau için bu doğanın sesi haline gelir. Ortodoks
teorideki ilk günah öğretisi terk edilmiştir, doğa köken olarak tanrıdır ve
bizi yozlaştıran, yabancı kılan şey bizim ondan ayrı düşmüşlüğümüzdür. Böylece
istencin Augustineci resmi, ilahiyatın merkezi ilkesini yadsıyan bir öğretiye
aktarılmış olur” (C. Taylor, 2001, s.357)
Rasyonalistlerin dini akılcı ve radikal
redleri keskin bir laiklik söylemi olarak kurulmuştur. Oysa Rousseau’nun
laikliği hiçte keskin olmayan bir biçimdir ve söylemden çok yaşamın
laikleşmesiyle ilgilidir. Akılcılar redleri gereği doğrudan vahiy yerine kelamı
koydukları için, savunularının meşruiyetini akılda temellendirirken, Rousseau
tanrıyla birey arasındaki aracıları ortadan kaldırmış ve bunu da akılla değil
doğrudan doğanın (tanrının) bireydeki ‘iç ses’i ile yani ‘vicdan’la yapmıştır. “Tanrı,
insana yaptırmak istediği emirleri başka adam vasıtasile söyletmemiştir. O, bu
emirleri doğrudan doğruya kendisi söylemiş ve insan kalbinin derinliklerine
yazmıştır” (Emile, s. 207) Akılcılar için akıl ne ise, dinciler için ‘kutsal
kitap (vahiy)’ ne ise, Rousseau için vicdan odur:
“Ey
vicdan, ey ilahi cevher, ölmez ses! Hitabım sanadır: Fani ve cahil yaratıkların
en emin rehberi sensin; zeki ve özgür olan ve fakat iyilik ve kötülüğü ancak
seninle ayırt edebilen insanları Tanrı’ya yaklaştırıp benzer kılan, senin o
ölmez sesindir: ... Kendimde, beni hayvanların üstünde kılan, senden başka bir
şey bulamam... İnsanların doğası ve üstünlüğü senden ibarettir!”(Emile, s.296)
Rousseau
bu satırlarını -aynı yerde-, ‘senin için tanrıya şükrediyorum, felsefenin
korkunç makinesinden bizi kurtarıyorsun’ diyerek bitiriyor. Bu da gösteriyor ki
Rousseau bireyi inşa ederken kesin biçimde Descartes’cı akılcılığa karşı
amansız bir savaş içindedir. Duygusal bir içsellik olarak vicdan Rousseau’da
çok güçlü bir anlam taşır. Vicdan topluma dâhil olan varlıkta ortaya çıkan ve
ona dilini ve bu yüzden de aklını bahşeden doğanın sesidir. Doğal insan, mutlu
yalnızlığından toplumsal yurttaşa ancak bu ahlaki özgürlük öznesi olarak
geçebilir. Çünkü bu geçişi kendine buyuran yine kendisi, yani iç sesidir. Ve bu
ses tanrının olduğu ölçüde ‘kendi’nin (self’in) sesidir. İnsanı tanrıya benzer
kılan vicdan dolayımıyla bireyin statüsü
Rousseau’da arke, yani ilk nedendir.. Ve bu ilke hem dine hem de akla karşıdır.
Üstelik bu karşıtlık hiçbir uzlaşımcı karakter taşımaz, çünkü aklın değil,
istencin pratiğidir. Rousseau, düşünce ile yaşam arasına ayrım koymayan, ya da
birleştiren ahlakın mevcut sistemle antagonizminin, akılcılar ise düşünce ve
yaşamı ayıran (analitik) aklın mevcut sistemle ahlaki uzlaşmacılığının
temsilcileridirler. Birincisi kişisel düşünce ile yaşamı ayırmadığı için
yaşamda değişim ve iyileşme peşindedir, ikinciler ise akılcı soyutlamalar ve
teori düzeyinde, bir değişim ve iyileşme peşindedirler. Bu yüzden de yaşam
(pratik) akılcılar için teoriyi destekleyen bir aksesuardan öte anlam taşımaz.
Rasyonalistler teorik olarak, söylemde radikaldirler (ve toplumda bu daha çok
‘görünürlük ve gürültü’ yaratır) oysa Rousseau’nun karşı çıkışı teorik bir
yadsımadan çok, teorik-pratik bir yer değiştirmeye ve tevazu içinde yaşamaya
dayanır (ve bu da toplumda pek ‘görünürlük ve gürültü’ yaratmaz). Kısaca rasyonalistler
aydınlanmanın akılcı tinini inşa ederler, ki bu ilerde burjuva ‘düşünce ve
ifade özgürlüğü’ biçimini alacaktır, Rousseau ise aydınlanmanın ahlaki ve maddeci
tinini inşa eder ki bu da, ne düşündüğünle değil, o düşündüğünle ne yaptığınla
ilgilenen bir ahlakın zemininde yer alacaktır.
(…)
Bu bakış açısı içinde onun kendi yurttaşlık
kurgusunu mevcut sıradan yaşamın bozulmuş ahlakıyla birleştirme olanağı yoktur.
Toplum sözleşmesi tam da bu birleştirme
projesidir. Orada Rousseau, kamusal olarak müşterek bir meşruiyet (hukuk)
zemininde, bireyin yurttaşlığını, ‘ben’in kendine/vicdanına ‘boyun eğmesi’
biçiminde inşa eder. Bireyin ahlaki kendiliğinin, vicdanının/ doğasının/iç-sesinin,
ilk defa kamusalın (Toplum sözleşmesi’nin) gereklerine boyun eğmesi olarak
tasarlanması, kendiliğin inşası ile toplumun inşasını, aynı edimde, aynı anda,
aynı şey kılar. Bireyin ve toplumun inşası üst üste bindirilmiş bir aynılıktır.
Bu aslında Aristoteels’daki Physis ve techné’nin aynı meydana gelme modunun,
aynı ama özdeş olmayan ikililiğinden başka bir şey değildir. Bir farkla
Aristoteles’de düşünce ile (logos ve
onun yapımları olan ‘techné’ ile) doğası [hem tüm duyarlılığı, (aisthesis’i)
ile birlikte bedeni de içeren doğa (physis)] arasındaki boşluk, açıklık,
uzaklık, Rousseau’da yoktur. Bu iki edim tam anlamıyla bir ve aynı edimdir.
Vicdan hem iç ses hem de eylemdir. Özdeş değil fakat aynı meydana gelme
modudur. Yaşamın anlamı peşine düşmekle yaşamak bir ve aynı şeydir. Onu
Ansiklopedicilerden ayıran da budur. Öte yandan Rousseau’nun bu anlayışı,
Kant’a ‘pratik aklı’ yazdıracak ve ahlak sistemini kurduracak temel formülü,
özgürlüğün ‘ben’e ancak ‘ben’ tarafından buyurulabileceği, ‘ben’in ancak kendi
buyruğuna göre eyleyeceği şeklindeki ahlak yasasını verecek ve nihai biçimini
orada bulacaktır. Böyle bir birey algısı ise ‘özgürlük’ modu dışında
düşünülemezdir.
Rousseau İtiraflar’da toplumdan uzak, doğa
içinde yaşadığı sekiz dokuz yıllık bir ‘ara’dan söz eder;
“Chambery’e gelişimden, 1741’de Paris’e
gidişime kadar, sekiz dokuz yıllık bir ara burada başlar. ..bu arada hayatım
sade olduğu kadar tatlı geçti, ve bu düzen birliği, ard arda gelen karışıklıkların
saptanmasını engellediği karakterimin biçimlenmesini tamamlamak için en çok
ihtiyacım olan şeydi. Karışık ve devamsız eğitimim, işte bu değerli ara
esnasında kararlılık kazandı, ve beni, beni bekleyen fırtınalar arasında artık
değişmeden kaldığım şey ne ise o yaptı. ”(İtiraflar, s.155)
Madam de Warens’in koruyuculuğu altında geçen bu ‘ara’daki
yıllara olduğu kadar, yaşamının çeşitli dönemlerinde Charmantes’daki doğa
gezilerine, Sant-Germain ya da Boulogne ormanlarındaki yalnız yürüyüşlerine
borçlu olduğu, ya da o yürüyüşlerde keşfettiği şey, bireysel kendine yeterlik
duygusudur. Sade ve süssüz bir yaşam içinde toplumun ve kültürün etkilerinden
uzakta geçen bir ‘yetişme’ süreci, (Sonradan, Emil de benzer bir
yalıtılmışlık içinde yetiştirilecektir!) muazzam bir birlik ve kapsayıcılık
olarak karakterine kararlılık kazandırır. Ve artık onun kişiliği, gelecek tüm
fırtınalarda, “değişmeden kalan neyse o” olacaktır. İnsanlık tarihinde ilk kez
bu kendine yeterlik duygusunun bir ‘kişilik’ olarak cisimlenişine tanık oluruz.
Bu eşsiz kişilik, bu tamlık, iyi ya da kötü değil, benzerleri gibi de değil,
sadece “herkesten başka” olan bir tamlık ve yeganeliktir. Kısaca çağdaşlarının
pek fark edemedikleri, fark ettikleri ölçüde de Rousseau’ya düşman kesildikleri
ve onu dışladıkları, özerk bireydir. Bu bizzat kendi olma duygusu, özerklik ve
yeganelik duygusu, onda kendi ruhunu tanrısal esinlenme düzeyine ulaştırması
gibi bir aşkınlık biçimini alır çoğu kez. Bergson’daki yaratma/anlama ‘an’ı
olan “élan vital”, Rousseau’da tam anlamıyla “élan nature”dur, tamlığını,
bütünlüğünü, iç-sesini, vicdanını ona veren ‘doğa anı’. Bu yücelmenin batı
kültürünün bugüne dek süregelen ‘birey’ algısının temeline yerleşen bir
aşkınlık olduğunu söylersek abartmış olmayız. Çünkü bu kültürde, 1789 dahil
hemen tüm radikal hareketler yoluyla her seferinde yeniden ele geçirilen
bireysel tamlık, özerklik ve biriciklik, aslında tam da bireyin doğal olarak
birlik ve bütünlük içinde bir kişilik olarak ortaya çıktığı, fakat
toplum tarafından tuzağa düşürülerek kurban edildiği (tüm bir yabancılaşma
külliyatını oluşturan) izleğine dayanır. Sadece
toplumsal baskıları reddeden cesur ve atak söylemlerin bireysellik yüklemesiyle tamamlanan, bu özgün duruş (Rousseau
bunun en tipik örneğidir), bireyin gerçekten özgür olduğu inancının duruşudur. Ve
yine bu Rousseau’nun olduğu kadar, dünkü ya da bugünkü batılı bireyin de duruşu,
ethosudur.
Fakat Z. Bauman günümüzde yürürlükte olan,
yani ‘meydana gelmiş’ olan öznellik tarzına ilişkin hiç de Rouseau’nun ilan
ettiği özerk ve özgür birey tasarımına uyan bir fotoğraf vermez, aradaki farkı
görebilmek için onun yakınmasını (ya da çizdiği resmi) buraya almak
istiyorum:
“Çağımızda özveri düşüncesi meşruluğunu
yitirdi; insanlar, ahlaki ideallere ulaşmaya ve ahlaki değerleri korumaya
teşvik edilmiyorlar ve bunun için kendi sınırlarını zorlamaya istekli değiller;
politikacılar ütopyaları tamamen öldürdüler ve dünün idealistleri
pragmatikleşti. En evrensel sloganımız “Aşırılığa hayır!” Bizimkisi katıksız
bireycilik çağı ve sadece hoşgörü talebiyle sınırlanan iyi yaşam arayışı
revaçta (kendi kendini kutlayan ve vicdandan yoksun bireycilikle birleştiğinde,
hoşgörü kendini ancak kayıtsızlık olarak ifade edebilir). Ödev sonrası çağ
ancak en kalıntı halindeki minimalist ahlaka izin verebilir; Lipotevsky’e göre
bu, alkışlarla karşılamamız ve beraberinde getirdiği özgürlükten zevk almamız
gereken tamamen yeni bir durumdur.” (Bauman, 1998,s.20)
Bauman burada belki de, en başta alıntı
yaptığımız Platon’un çizdiğine benzer, farklı bir bireysellik çiziyor; ahlaki
ideali, ahlaki değeri, kısaca hiçbir ethosu olmayan, pragmatik ve katıksız bir
bireycilik. Vicdandan yoksun ve bu yüzden de kayıtsızlığa dönüşmüş bir
hoşgörüye sahip, ödev sonrası çağın, katıksız bireyciliği. Bu resmin kaynağı
Rousseau olamaz. Bu günümüzün ‘bireysel özgürlükler ütopyasının menşei ‘anglo
sakson’ dünyasının, bireyci, egoist, çıkarcı liberal demokrat bireyidir. Ve
esas olarak Locke, Mill vb. deneyci, amprisist-pozitivist ve pragmatist gelenekler bileşkesi tarafından piyasaya
sürülen bu resmin telif hakları Hobbes’a aittir. Günümüzün bu iki bireysellik
tarzının, -ki, nihai olarak cumhuriyetci birey ile demokrat birey ayrımına denk
düşer-, düşünsel inşasını anlamak, bu çalışmanın temel izleği dahilindedir. Bu
yüzden aşağıda Rousseau’yu Hobbes’la karşılaştırarak irdelemek, başka deyişle
günümüzün nihai olarak iki farklı özne tasarımının inşası sürecini biraz daha
yakından bakmakta yarar var.
Yeni pencereler açmadan önce bir özetleme
gerekli. Aydınlanma bireyi varlığını hakikatle ilişki içinde değil bilgi ile
ilişki içinde kuran bir özneydi. Nesnenin, -dışsal doğanın- öznenin tasarımı
olarak var olabildiği bu işleyişte özne ilk kez başat bir merkez haline
gelmişti. Ama öte yandan böyle bir merkez haline gelen ‘ben’in, aynı anda
‘benin yapımı olarak ben’ (uygar benlik) halini alarak nesneleşmesi probleminin görünür hale geldiği bir sürece de
ilk kez Rousseau işaret etmiş oluyordu. (Bu kaygı daha sonra tüm romantik
geleneğin ana izleği olacaktır.) Böylece Rousseau bu her iki (hem hakikat, hem
de bilgi ile ilgili) inşa prosedürüne de
karşı bir zeminde durmaktadır. Öznenin bilgi ile ilişki içinde kurulmasına, tam
da insanın nesneleşmesi, yabancılaşması, insanlığından uzaklaşması bağlamında
(uygarlık eleştirisi ile) karşı çıkıyor, hakikat bağlamında ise hakikatin
yerine ahlakı (alethia’nın yerine ‘ethosu’) koyuyordu. Rousseau’nun öznesi ne
hakikat öznesi, ne de bilgi öznesidir, onun öznesi doğal-duygusal ve
yasal-politik bir öznedir. Bu da ilk kez özne olma prosedürü ile egemenlik
prosedürünün özdeş değil ama aynı varoluş modu olarak inşası demektir.
Rousseau’da sahneye çıkan özne/Özne aynılığıdır. Oysa önceki her iki modelde de
özne prosedürü ile egemenlik prosedürleri ayrı, bakışımsız ve hiyerarşik
prosedürlerdi. Özetle önceki ikiliden farklı ve üçüncü bir tarz olarak
etik-politik özne Rousseau’nun keşfidir. Fakat bu keşfin inşa edildiğini ilan
etmek (en azından Kant’ın inşası ortadayken) pek mümkün değildir. Belki şu
kadarı söylenebilir; Rousseau’nun özneyi inşa çabasındaki başarısızlığının
kaynağına Nietzsche yerleşecek ve keşfinin başarısının üstüne de Kant
oturacaktır.
Burjuva öznenin eleştirisi ile yetinmek ya
da tanışık olmak her ne kadar yaygın bir eğilim ise de, bu öznenin keşif
öyküsü, anılan eleştirileri yeni bir gözle görmeye yol açabilir ve bence bu
önemlidir. Uygarlık eleştirisi Rousseau’yu politik özneye, statü varlığının
yerini alan sözleşme varlığı olarak yurttaşa, ahlak ikamesi ise, kendine
yeterlik duygusuna sahip özerk bir tikellik olarak ya da özgür bir kendilik
olarak öznenin yapımına götürür. Her iki süreç de eşanlı ilerleyen, çoğu kez
kesişen ve bazan da birlikte inşa edilen süreçlerdir. Rousseau’nun, -kendisini özne/toplum,
birey/devlet, halk/egemenlik aynılıklarına götüren-, uygarlık eleştirisi ve
insan doğası anlayışını, kendine yeterli birey ya da özerk özne nosyonu
olmaksızın düşünmek olanaksızdır. Dolayısı ile bu özerkliğin kuruluşunu anlamak
onun eleştirisini olduğu kadar, Kant’ın ahlak yasasında temellenen ve bugüne
dek gelen tüm bir modern öznenin özerkliğini ve kendine yeterlik duygusunu
anlamanın da temelinde yer alır.
Rousseau için haklar ve politik yükümlülük,
bir uygarlık problemi olarak, insan doğasında yapay olanı ve doğuştan olanı
belirlemeyle ilgilidir (EK.s.77). O, ‘insan ırkının ilerlemesinin insanın ‘gerçek doğa’sını bilmeyi çok
daha zor hale getirdiğini ve bu yüzden, bilgisi kavrayışımızın ötesine geçen
insanı araştırmamız içinde, bu anlamda, bir paradoksla karşılaştığımızı
anlatır”(Pearson, s. 55) Rousseau, techné’nin gelişmesi sonucu
physis’in artık görülemez olduğundan ya da hakkında bilgi edinememekten
yakınmaktadır. Varlık, olmak bakımından kendi hakikatini, tözünü, yani doğasını
giderek kaybetmiştir. Daha doğrusu meydana gelen ‘ilerleme’ içinde bu doğa
artık görünmemekte, mevcut varlık, kendini anlamaktan giderek uzaklaşmaktadır.
Techné öyle bir biçimde, iktidar’dırki (potestas), doğuş anlamında doğa, töz ya
da potentia, artık kavrayışımızın ötesindedir. Bu onun modern toplum
eleştirisinin temelinde yatan paradoksudur. Bütün teorik serüveni bu paradoksun
çözümüne yöneliktir. Aynı paradoks Nietszche’nin ‘Ahlakın Soykütüğü’nün önsözünde şöyle yer alır; “Bilmiyoruz kendimizi, biz bilenler: ...
Zorunlu olarak yabancı kalıyoruz
kendimize, kendimizi anlamıyoruz, yanlış anlamak da zorundayız
kendimizi, çünkü, ebedi yasa, ‘herkes kendinden en uzaktadır’ diyor –kendimiz
için hiç de ‘bilen’ değiliz...”(Nietzche, 1990, 21) Bilginin müritleri
olarak modern felsefeciler kendimizden çok uzaktadırlar ve bundan dolayı da
bizim gerçekte olan halimize (doğamıza) yabancıdırlar. Doğa ve techné ya da
insanın kendi ve meydana getirdikleri elbette aynı şeylerdir, ama bu açıklama, insanın hem kendisi hem de kendi yapıcısı
olması sorununa yeterli açıklığı sağlamaz. Doğa durumundaki insanda bugünkü insan
potentia olarak var mıydı? Var idiyse, kendi yaptıkları (tekné) ile kendi
varlığına son verecek biçimde mi vardı? Ve bugün, (gen teknolojisi de
düşünülürse) ‘doğa’sını meydana getirmiş, bitirmiş olan bizde, yarınki insan
var mı? Bana göre, teknolojik varlık ile
‘kendi’ ya da ‘özne’ üzerinde alabildiğine yoğunlaşan günümüz teorik serüveni
üzerinde, başka bir hayaletle birlikte, Rousseau’nun, insanın aslı, doğası,
problematiğinin hayaleti de dolaşmaktadır.
Bu paradoks, toplumsallaşmanın ahlaki ve
politik bir krizi olarak, Rosseau’nun olduğu kadar Hobbes’un da sorunudur. Ve
sorunu geleneksel teolojinin yaptığı gibi dışardan bir şeyin, (aşkın bir gücün
–Tanrının ya da bir evrenselin ) aracı olması açısından değil doğrudan toplumun
insan yapımı olması açısından, insanın meydana getirmesinin bir sonucu olması
açısından ele almışlardır. Bu aynı zamanda, insanlar arası ilişki ve toplu
yaşama biçimi sorununu tüm teolojik kabuğundan soyma sorunudur. Sadece teolojik
kabuğundan soyma değil, mevcut toplumsal eşitsizliklerin, rızanın zora dayalı
üretiminin, feodal sınıf ve zümrelerin varlığının yapay değil “doğal” olduğunu
savunan feodal kuramcıların savunularını ve egemen inançlarını da kaldırıp
atmaktır yaptıkları. Ve işin gerçeği bu tutum, Montesquieu hariç, insanlık
tarihinde hukuk ve politika konusunda ilk yöntemsel devrime işaret eder.
Rousseau’yu rahatsız eden şeyler basittir. Herkesin paradan ve ticaretten başka
şeyden konuşmamasından yakınır. Artık erdemlerden, ahlaktan falan bahseden
kalmamıştır. Ya da ruhani iktidarın ‘büyüsü bozulmuş’, dünyevi iktidarlar
ortaya çıkmıştır. Ve bu dünyevi iktidarlar ya da toplum insan yapımıdır. İnsan
kendini nasıl yaratmış, nasıl meydana getirmiştir; bu öğrenilebilirse ne
yapması gerektiği de bulunacaktır, doğa durumu ve toplum sözleşmesi mantığı
buna dayanır. Bu yüzden, doğa felsefecilerinin ortak karakteristiği, antik
felsefenin erekselci ve teolojik egemenliği yerine insanın kökenini
koymalarıdır.
“Toplumun radikal başlangıcını
gösterebilmek için, insanları toplumdan önce, doğum halinde ele almak
gerekmektedir. Toprakta biten mantarlar gibi demektedir Hobbes. Çıplak olarak
diyecektir Rousseau. Yalnızca tüm zanaat araçlarından değil, özellikle tüm
insan ilişkilerinden yoksun olarak. Ve onları sıfır toplum halinde yakalamak.
Bu doğuş hali, doğa halidir. Yazarlar bu başlangıç halini farklı
çizmektedirler, Hobbes ve Spinoza orada savaş halinin hüküm sürdüğünü, güçlünün
zayıfı yendiğini görmektedirler. Locke orada insanların barış içinde yaşadığını
görmek istemektedir. Rousseau ise mutlak bir yalnızlık içinde olduklarını. ...
Çelişik olarak, her tür toplumdan habersiz olan doğa hali, yaratılacak ideal
toplumu önceden içermekte ve betimlemektedir. Tarihin ereği başlangıcında
yazılıdır.” (Althusser, 1987, s.13)
Çelişik olarak diyor Althusser,
Rousseau’nun, Hobbes’a yönelttiği eleştiriyi, bizzat Rousseau’ya tekrar iade
etmektedir; ‘tarihin ereği başlangıcında yazılıdır’. Rousseau da, Hobbes da
doğal ve yapay olanı ayırabilmek için, ‘doğuştan’ adıyla anılan, insan
doğasının en ilkel tutkularından hareket ederler. Ancak aynı başlangıç
noktasından hareket etmelerine karşın bütünüyle zıt yerlere giderler. Rousseau
insandaki doğal kuvvete, potentiaya, insanın gerçekleştirmeye muktedir olduğu
fiillere vurgu yapıp, doğal özgürlüğü mutlaklaştıran bir politik teoriye
giderken, Hobbes tam tersine aklın meydana getirdiklerini akıl yerine ikame
ederek ve bu veriyi mutlaklaştırarak, bir politik iktidar düzenlemesine
yönelmiştir. Örneğin, Hobbes’un doğa durumu içindeki insanları, “ilksel eşitlik her türlü erdemin kaynağıdır”şeklindeki
doğa felsefesi geleneğinin temel ilkesine uygun olarak doğuştan eşittirler.
Ancak insanlar kazanma hırsında eşit, kendi güvenliğini sağlamada eşit, şan,
şöhret, saygınlık kazanma isteğinde eşit olduklarından, eğer başlarında itaat
ettikleri bir egemen yoksa sürekli herkesin herkese düşman olduğu savaş hali
denilen bir durum içindedirler. (Leviathan, s.94) İnsanlar doğaları gereği tutkularının ve
hırslarının esiridirler. Yani doğal olarak güvenilmez ve kötüdürler. “insan
insanın kurdudur” der Hobbes. Bu yüzden savaş hali evrensel bir veridir. Oysa
Rousseau için insanlar doğa durumunda yalnız, masum ve doğaları gereği iyidirler.
Rousseau’ya göre bu doğal iyilik, doğal insanın iyinin ve kötünün ötesinde,
yani ahlakın ötesinde, mantık ve dil gibi yapımlar öncesi olması yüzündendir.
İnsan yapımı insan, sonradan edinilen insandır. İnsanlar Arası Eşitsizliğin Kaynağı’nın daha giriş sayfalarından
itibaren Hobbes’un insanın doğal kötülüğü görüşünü eleştiren Rousseau’ya göre
Hobbes, doğa durumunu tasvir ederken, insanların toplum halinde yaşarken
edindikleri tutkuları, yani oluşması başkası ile deneyimi gerektiren arzuları
ya da özellikleri doğa durumuna taşımış, ve bunu doğa durumu diye resmetmiştir,
bu yüzden onlara kötülük atfetmiştir. Rousseau, doğa durumunun böyle bir
ikameyle anlaşılamayacağını, insanın masumluğunun ve doğal iyiliğinin ancak
onların doğal koşullarını dikkate almakla anlaşılabileceğini düşünür ve buna
uğraşır (EK. s.83-97).İşte yukarda
andığımız sözleriyle de Althusser benzer bir eleştiriyi Rousseau’ya yöneltir,
Toplum durumu Rousseau için bir özlemdir (mevcuttan zaten hoşnut değildir,
hatta nefret eder), doğal durumu düşünürken de bu özlemi oraya yansıtır, amacı
köken yapar diyor Althusser; Bu yüzden Rousseau için ‘Tarihin ereği
başlangıcında yazılıdır. O halde Rousseau’nun durumu tarihsel bir gerçekliğe
dayalı bir araştırma, inceleme yani teorik bir inşa mıdır, yoksa metafizik bir
kurgu olarak salt felsefe midir? Nereye kadar felsefe nerede sosyoloji (bunun da
ne olduğu kuşkulu ya!) diye de sorulabilir. Roussaeau’da bir müphemlik olduğu
açıktır. Öte yandan, doğa durumunun tarihselliği ile ilgili tutumu her ne kadar
ikircikli ise de Hobbes’unkinden tümüyle farklıdır. Hobbes’da doğa durumu yani
savaş hali yasaya uymadığımız, itaat etmediğimiz takdirde, içine
düşebileceğimiz bir tehdittir. Rousseau için ise, doğa durumu bir yönüyle
politik insanın ortaya çıkışını önceleyen fiili tarihsel bir koşuldur, -hatta o
bu evrimi, toprağın işlenmesi, maden kullanımı vb. dönemler itibariyle dikkate
alır- ama öte yandan bunun anlaşılması,
geleceği öngören bir perspektif içinde (tarihsel olgular temelinde değil,
varsayımsal akıl yürütmeler temelinde) mümkündür. Yani olgusal bir evrim var,
teoriye –bir biçimde- denk düşer, ya da en azından aykırı değil ama bu olgunun
anlaşılması tarihsel bilgi değil, spekülatif bilgi, yani metafizik. İkircikli
tutumu da budur aslında, hem doğa durumunu tarihsel ve toplumsal bir ürün
olarak görme eğilimi (EK s. 85), hem
tarihsel olguları bir yana koyan bir analiz (varsayımsal akıl yürütmeler). Pearson’un
dediği gibi, “Olguları bir yana
bıraktıran” bu eğilim onun teorisinin trajik sonunda belirleyici olacaktır,
ancak yine de tarih bir gölge olgu olarak, bir tarih imgesi olarak onun
teorisinde her zaman vardır. Bu tutumun sonucudur ki, Rousseau’da fikirler, o
fikirlerin duygularından asla ayrılmazlar. Ve bu yüzden roman biçimine
bürünürler. Örneğin, teorisinin neredeyse ana izleklerini ‘Emil’ adlı romanında
verir. Hobbes ise, Platon’dan aldığı en büyük miras olarak matematiksel ve
mekanik açıklamalara (Strauss, s.272) bel bağlar. Bu nedenle o salt çıkarımlar
ve niceliklendirmelerle uğraşır. Bu matematik-mekanik bakış Hobbes’u egemenliği
bir iradeler yekünunu temsil eden tek bir kişi –prens- olarak kurgulamasına
götürürken, Rousseau’yu bireysel ve kolektif çıkarı bağdaştıran ahlaki bir
erdemin bireylerde cisimleşmesi olarak genel iradeye (halk egemenliğine) götürür.
Ama her halükarda Hobbes’un mekanik, Rousseau’nun varsayımsal akıl yürütmeleri,
onları evrensel ve soyut bir idealizm şemasına dahil eder;
“Onlar gerçek tarih kuramını yapmıyorlar,
toplumun özünün (essence) kuramını yapıyorlar. Ne belirli bir toplumu, ne somut
bir tarihi dönemi, ne de toplumların ve tarihin tümünü açıklıyorlar. Toplumun
özünü inceliyorlar ve onun ideal ve soyut bir modelini veriyorlar. (...)
Onların amaçları, yeryüzünün tüm halklarının kurumlarını açıklamak değil, ama
hala süren kurulu düzene saldırmak ya da doğan ve doğacak olan bir düzeni
meşrulaştırmaktı” (Althusser, 1987, s.7)
Bununla birlikte tarih bize her gelmekte
olan çağın, dönemin, adı ne olursa olsun kendini sadece mülkiyet
ilişkilerindeki, üretim tarzlarındaki dönüşümle değil eşanlı olarak ideolojik
yapılarıyla da var ettiğini öğretmiştir. Ve bu da Althusserden mülhem bir görüştür. Ayrıca “kapitalist
üretim ilişkilerinden ulus ‘biçimini çıkarsamak’ mümkün değildir. ... birikimin
içerdiği realizasyon alanı –kapitalist dünya pazarı- ‘iktisat dışı koşulların’ dayattığı ...
ulusal sınırlamaları aşmak yolunda özel bir eğilim taşır” (Balibar, Irk ulus
sınıf, s.112). A.Negri’nin, Liberal camaatçilik açısından Charles Taylor’un
liberalizm eleştirilerini haklı bularak aktardığı satırları düşününce (Negri, 2003,
360-65), diyebilirim ki; Rousseau ister, gelmekte olan çağın mülkiyet
ilişkilerini çözümlememiş ve bu niyeti hiç taşımamış olsun ya da isterse tersine
burjuva mülkiyet ilişkilerini meşru gösterme niyeti taşımış olsun bu, ne
gelmekte olan dönemin tüm dünyaya ideolojik-politik bir ulus modeli vereceğini
ve ne de bu modelin ürettiği evrensel mitosların yerine getirdiği
ideolojik-politik işlevi görmemizi engeller. Öte yandan, Rousseau’nun;
Hobbes’nun kazanma hırsı, şan-şöhret kavgası, rekabet vb. şekilleri alan kibir,
gurur, (amore propre) gibi bir temel tutkuyu doğal kabul etmesine; bunlar
toplumsal ve politik güç içindeki eşitsizliklerin belli bir tarihsel gelişmenin
sonucu olarak ortaya çıkardığı durumlardır, şeklinde sürekli tekrarladığı
itirazları onun tarih algısının bir göstergesidir. Tarihsel olgular konusundaki
ikircikliğinin temelinde, tarihin ancak toplumlaşmayla başladığı, bu nedenle
doğa durumunun bir toplum durumuna değil ‘yalnız insana’ işaret ettiği inancı
da rol oynar, çünkü o toplum öncesi yani bu anlamda tarih öncesi ‘doğa durumu’
içindeki insanı incelemek istemektedir. Oysa Hobbes’un doğa durumu toplu yaşam
halindeki insanlar arasında geçerli tutkulara dayanır. Hem de içinde tüm
kötülüklerin kol gezdiği bir düzensizlik olarak. Hobbes, doğal duruma neredeyse
kendi gününü yansıtmaktadır. Aslında Hobbes’un kazanmak için sağa sola
saldıran, kabına sığmayan, çıkar kavgalarına gömülmüş, şan şöhret para peşinde
koşmaktan başka bir değer tanımayan insanı, Rousseau’nun yola çıkarken
‘insanlar artık paradan başka şeyden söz etmiyorlar, erdem ahlak kimsenin umurunda
değil’ diyerek yakındığı, burjuvazinin feodal beyler ve kilise karşısında
iktidarı almaya hazırlandığı vahşi kapitalizmin başlangıcındaki burjuva birey tipidir.
Rousseau’nun sorunu ‘ilkel’, ‘masum’ bir
insandan yozlaşmış toplumsal insana dönüşüm sorunudur. Bu, tarihte değil ama
tarih imgesi içinde bir dönüşümdür. Bu tarih imgesi çoğu kez, tarihsel
nedenselliklere dayanma biçimini alır. Bu, Hobbes’cu tutkuların, toplum ve
mülkiyetin ortaya çıkması nedenine bağlı olduğu itirazlarında tümüyle belirgindir.
İnsanlar arasında kazanma hırsı, ancak mülkiyet ve toplum koşuluna bağlıdır,
mülkiyetin olmadığı doğal durumun masumiyeti içinde böyle bir hırs olamaz. İlk
insan doğal bir masumiyet içindedir ve onun gücü sadece bedeni ve mutlak
bağımsızlığıdır. Mal mülk diye bir gücü ve buna bağlı özel çıkar savaşı olamaz.
İnsan, bugün geldiği noktada Rousseau için, yozlaşmış, tükenmiş, erdem ve ahlak
fakiri, hırslarının esiri bir köledir. Rousseau, bu olumsuz dönüşümü tarihsel
evrim şeması dışında hiçbir şeyle açıklamaz. Oysa Hobbes, varolan meydana
getirdiklerimizdir, argümanıyla (Strauss, s.274) deneyimlenemez olan
bilinemezdir şeklindeki, Locke, Mill vb. liberal geleneğin temel argümanını
önceler. Hobbes, yukarda andığımız pyhsis-techné ilişkisi içinde sadece meydana
getirdiklerimiz üzerinde tam bir iktidara (potestasa) sahibiz, bu nedenle de
sadece bunları bilebiliriz argümanıyla, gerçeği sadece mümkün olanla sınırlayan
matematik-mekanik bir katı maddecilik içinde kalır. Meydana geleni, yani insan
yapımı iktidarı (tarihsel olanı), tarih dışına taşıyarak evrenselleştirir. Bunu
tamamen mantıksal bir şema içinde totolojik akıl yürütmelerle yapar. Oysa
Rousseau’da meydana getirme, varlık, ya da insan, tarih içindedir. Her şeyden
önce mevcut yozlaşma tarihsel ve toplumsal koşulların bir sonucudur. Daha
doğrusu Rousseau bir anlamda Marks’ın 18. Brumairei’deki ünlü sözlerini
önceleyen bir tutum içindedir: “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar,
ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar”(Marks,
1976,s.13). Bu sözler eylemin, meydana getirmenin koşullara bağlılığı anlamında
heterojenliğini (yaderkliğini) göstermesi açısından Rousseau’nun tarih
algısını, tümüyle aydınlatır. O halde Rousseau’nun Marksist özgürlükçü
geleneğin tarihsel dönüşüm anlayışının öncüsü, Hobbes’un da liberalizmin tarih
dışılığının öncüsü olduğunu söylemek, bu aşamada mümkündür.
“Rousseau nerede doğa durumunu söz konusu
etse, orada evrim dönemleri içinde tanımlanmış toplumsal hayvan olarak insan
evrimiyle, uzak geçmişte yerleşik tarihsel bir biçim verilidir. Hobbes’daki
doğa durumu ise her ne iddia edilirse edilsin tarihsel değildir. Hobbes için
doğa durumu uzak geçmiş içinde bir duruşun koşulu değil, fakat daha çok, daima
içine düşmeye maruz kaldığımız bir koşuldur.”(Pearson, s.57)
Kısaca, Hobbes’un insanı, burjuva bireyinin
akılcı idealleştirilmesine dayalı biçimsel bir soyutlamadır. Rousseau’nun
insanı tarihsel ve toplumsal gelişmenin ürünü olan hümanist bir soyutlamadır.
Soyutlama statüsünü ikisi de paylaşır, ancak bu statülerin anlamları
antagonisttir.
Hobbes bir toplum ve politik yükümlülüğü
tasarlarken, herkesin herkesle savaş hali içinde olduğu durumdaki insanın en
büyük duygusuna dayanır. Bu, şiddete maruz kalarak öldürülme korkusudur. Ve
insanın en doğal tutkusu bu korku karşısında kendini koruma arzusudur.
Hobbes’un tüm siyasi projesinin anahtarı budur. Kendini koruma tutkusu,
savaş döneminde ‘güvenlik arzusu’ olan bu tutku, barış döneminde, daha çok
kazanma hırsı ve özel çıkar peşindeki burjuva bireyinin egoizmi, gurur-kibir
(amor propre) olarak somutlanır. Ve
insanın en doğal hakkı kendini çıkarını koruma hakkıdır. Hobbes, bir
arzudan bir hakka mantıksal olarak geçer.
Doğal hak nedir diye sorar bölüm 13’de
ve “kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanmak, ve
aklını kullanarak, bu amaca dönük her şeyi yapma özgürlüğüdür” şeklinde de
yanıtlar. Olay basittir ve matematikseldir. Ölüm korkusu, hayatta kalma
arzusuna, bu arzu da bu yolda (aklını kullanarak !) her şeyi yapma özgürlüğüne
dönüşür. Kendini korumak için her şeyi yapma özgürlüğü adil ve evrensel bir
doğal haktır. Özgürlük burada kendini korurken bir engelle karşılaşmama
özgürlüğüdür. Yani devlet ya da başka bir erkin müdahalesine maruz kalmama
anlamında negatif bir özgürlüktür. Ancak bu özgürlük başkalarıyla yarışan, daha
çok güç peşinde koşan bireyi, başkalarının da aynı amaca bağlı özgürlükleri ile
karşı karşıya bırakır. Eğer bu özgürlük bir biçimde sınırlanmazsa özel
çıkarların tetiklediği savaş hali kaçınılmazdır. Ne engeller bu özgürlüğü?
Kendini koruma peşinde koşan birey, kendi aklıyla kendini sınırlayabilir mi?
Hayır. Öyleyse buna rıza göstermesini sağlayacak daha genel bir akıl, evrensel
bir yasa, gereklidir. Yasa nedir? “ akılla
bulunan ve insanın kendi hayatı için zararlı veya hayatını koruma yollarını
azaltıcı olan şeyleri yapmasını yasaklayan ya da barışı koruyan genel kuraldır”(Lev. 96-7) Yani insanın seçim yapabilen
akıllı bir varlık olduğu verilidir. İnsan doğuştan akıllı bir varlıktır. Bu
aklını, her yerde savaşmamak için yani barışı aramak için kullanması, birinci
doğa yasasıdır. İkinci doğa yasası “başkalarının sana ne yapmalarını istiyorsan
sen de onlara onu yap, ya da, sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de
başkalarına yapma”dır (Lev. 97). Yani
bu yasa, doğal haklarını kullanma özgürlüğünden kendini yoksun kılmaya razı
olması gerektiğini ve başkalarının izin verdiği ölçüde ve bu ölçüyü kriter
alarak kendisinin de başkalarına karşı aynı ölçüde izin verdiği mevcut özgürlükle yetinmek durumunda
olması gerektiğini emreder. Doğal haklardan bu karşılıklı vazgeçişe Hobbes, bir
sözleşmeyle, egemen olarak kabul etmiş oldukları mutlak egemen bir bedenin
-prensin- emirlerine itaat etme biçimini
– yani hukukunu kazandırır. Rıza bu sözleşmeye dayanır. Ama sözleşme akıla
değil güce dayanır. Sözleşmeye bağlı kalmanın garantörü Prenstir, yani fiili
kuvvettir. Bütün hukuksal sözleşmelerde alan ve veren taraflar olduğu gibi
Althusser, bu sözleşmede de tarafların savaş hali içindeki birey ve bu bireyin
ölüm korkusu olduğunu belirtir. Sözleşme aslında bu iki taraf arasındadır.
Hobbes’un tam da günümüz sigorta sözleşmeleri gibi bir mantıkla hareket ettiği
sözleşmenin taraflarından Prens, sözleşmeden önce olmayan üçüncü bir taraf
olarak, sözleşmeyle kurulur. Taraflardan diğeri olan birey toptan teslim olur
ve karşılığında Prens onun güvenliğini –barışı-garantiler. Netice olarak prens,
birey ve onun ölüm korkusu arasında, bütün gücün kendisine devredildiği bir
hakemdir. Peki halk ile prens arasında bir çatışma doğarsa, ne olur? Hobbes’un
yanıtı, çatışma güç kullanarak
bastırılır şeklindedir. Hobbes’un hukuksal değişim sözleşmesi içinde
“üçüncü bir kimsenin gerekliliği
düşüncesine başvurulması, bir kişinin –Prens’in- hala şiddet ögesi içinde
kaldığını ve o kişinin hala sivil toplumun sorunlarını doğa durumunun ve savaş
durumunun kategorileri ile düşünmekte olduğunu kabul etmektir.”
(Alth.1987,s.122).
Hobbes’un sözleşmesi bu nedenle güce dayalı
bir sözleşmedir, Oysa Rousseau bu sözleşmenin hukuksal olmasına özen
gösterecektir. Hobbes’un yaptığı, doğal haklarla verilenlerin (bireysel
özgürlüklerin) doğa yasası (akıl) gereği yapılan sözleşmeyle geri alınmasından
başka bir şey değildir. Rousseau’da aslında ‘Eşitsizliğin Kaynağı’nda bireye verdiği hak ve özgürlükleri ‘Toplum Sözleşmesi’yle kısmen geri almaya
uğraşır. Yine de Hobbes’da, Rousseau’nun duyduğu bir endişe olan bireysel
isteklerle kolektif çıkar arasında bir denge gözetme ve politik katılım talebi
gözlenmez, tam tersine bireyler mutlak bir savaş hali ve mutlak itaat
seçenekleri karşısında bırakılır ve Prense itaat -rıza- tek seçenek olarak
sözleşmeyle sağlanır.
“Aralarındaki farklılık aslında egemenliği
düşünüş tarzları içindedir. Hobbes için egemenlik, insan doğasının
güvenilmezliğini dikkate alan mutlak bir güce dayanmalıdır. Oysa Rousseau için
egemenlik devredilemezdir ve genel irade içinde katılımcı olarak, yani, bir
yurttaş olarak her bir bireye dayanmalıdır”(Pearson, 59).
Hobbes’un rızanın zorunluluğunu
temellendirdiği doğa yasası akılla bulunan genel, evrensel ilkelerdir. O halde
doğa yasaları aklın yasalarından başka bir şey değildir. Başka deyişle, doğa
yasaları, doğa durumunun savaş hali içinde kendini korumanın akıl dışı
biçimlerini alt etmenin ve aklın ilkeleri doğrultusunda eylemenin
araçlarıdırlar. Ancak aklın ilkeleri nerede temellenir, sorusunun yanıtında hem
Rousseau hem de Hobbes mutabıktırlar. Bu ilkeleri doğa felsefecileri gibi,
örneğin Grotius gibi bir ayağı tanrıda bir ayağı doğada, insanın evrensel özü
diye tanımlanan aşkın ilkelere dayandırmazlar. Onlar bu ilkeleri insanın akıl
öncesi tutkularına dayandırırlar ve kendini-koruma tutkusunu, yasaya
dönüşecek bir öncül haline getirirler. Ancak aralarındaki fark Hobbes’un,
tutkularda temellenen yasaların evrenselliğini, akıl yoluyla temellendirip,
aklın evrenselliğine dayandırırken (ki bu anlamda Kant’ı öncelediği
söylenebilir),
“Rousseau,
insanın akılcı hale gelişini toplumsallaşma süreci açısından anlamaya
çalışır. Hobbes aklı, insanın doğası gereği daha çok, daha çok güç kazanma
tutkusunun evrensel yasasına çevirirken, Rousseau, bizzat aklın tarihselliğini
incelemeye yönelir ve onu bir hukuka çevirmek ister.”(pearson, 60)
Rousseau’ya göre, politika-öncesi gerçek
bir doğa durumunda yani toplumsal ilişkinin olmadığı böyle bir ortamda,
toplumsal yükümlülüklere de ihtiyaç yoktur. Varoluşumuzun bu akıl öncesi
modunda, akıl ve ölüm hakkında bir endişe dahi olamaz. Rouseau’nun, aklın
toplumsal gelişmenin ürünü olduğu anlayışını şöyle özetleyebiliriz: doğal
olayların raslantısallığı, insanları düşünmeyi öğrenmeye zorlar. İnsanın
varlığını sürdürme zorunluluğu (nüfus ve ihtiyaçların artışı) her raslantısal
dönüşüme bağlı icatları gerektirir. Doğal koşulların raslantısallığı, onları
deneyimleyen insanın düşünmesinin gelişiminin zorunluluğunun koşuludur. Ta ki,
uygarlaşma süreci içinde raslantısallığın deneyimlenmesinin yerini bizzat
düşüncenin deneyimlenmesinin aldığı koşullara kadar. Bu noktadan itibaren
insanın doğal halinin o sonsuz bağımsızlığı ve mutluluğunun yerini, mantığın
bir ürünü olan yasaların ve hukukun biçimlendirdiği bir ‘boyun eğiş’ alır
(Strauss.305). Hobbes için insan doğuştan akıllı varlıktır, Rousseau için
insanın akıllı varlık olması tarihsel ve toplumsal dönüşümün bir sonucudur.
Hobbes için akıl tek evrensel yasadır, Rousseau için akıl tarihin ve toplumun
bir işlevdir.
Hobbes’un ölüm korkusunda temellendirdiği kendini
koruma figürü tam da kendi güvenliği ve refahı için yapıp ettiklerini bir
hak olarak ilan etmeye dayanır. İnsanın kendini koruması mutlak olan tek doğal
haktır. Güvenliğini koruması -yani barışı koruması- için her şeyi yapması da
ahlakın ve adaletin temelidir (Leviathan, bl.14). Kendini koruma, barışı
gerektirdiğine göre, ahlak yasası da barışı koruyan kurallar bütünü olur.
Ahlaki olgu bu durumda bir yükümlülük olmaktan çıkar bir hakka dönüşür. İnsan
ilk defa Hobbes’la birlikte ahlaki ödevleri ile değil hakları ile
tanımlanır. Bauman’ın yukarda andığımız sözlerinde günümüzü ‘ödev sonrası
çağ’ olarak adlandırması tam da Hobbes’çu ‘hak’kın (ya da ahlak yokluğunun)
bugün egemen olduğuna işaret eder. Bu bağlamda toplum insanın ahlaki ve politik
yükümlülükleri ile değil insanın hakları ile tanımlanan hukuksal bir düzendir.
Hobbes, kendinden önce teoloji içinde bulunan, hak, adalet kavramlarını sadece
teolojik içeriğinden soyup laikleştirmekle kalmamış, özgürlük ve eşitlik gibi
temel politik erdem ve yükümlülükleri de biçimselleştirerek tarihsel ve
toplumsal içeriklerini boşaltmıştır. Ahlaki yükümlülüklere dayalı bir düzenin
gerçekleşmesi zor, hatta ütopiktir. Oysa
“insan haklarına dayalı bir düzen...
herkesin özel çıkarını, herkesin anladığı ya da kolayca anlamasının
sağlanabileceği şekilde korur. İnsanların kendilerine yüklenen ödevleri yerine
getirmektense, sahip oldukları hakları elde etmek için mücadeleye girişmeleri
daha olası bir durumdur. Burke’un ifade ettiği gibi ‘ insan hakları dersi çok
çabuk öğrenilir; sonuçları ise tutkularda bulacağız’ Hobbes’un klasik dilinde,
öncüllerin zaten tutkulara içkin olduğunu da biz ekleyelim” (Strauss, s. 280).
Devletin işlevi de insan için erdemli bir
hayat yaratmak ya da geliştirmek değil, herkesin doğal (insan) hakkını
korumaktır. Devlet sadece insanların güvenliğini ve refahını korumakla
yükümlüdür, bunun ötesinde herhangi bir ahlaki ya da politik erdeme gerek
yoktur. Devlet iktidarının sınırı başka herhangi bir ahlaki olguyla değil, bu
doğal hakla çizilir. Aslında Locke’un bile bu görüşe fazla bir şey katma
ihtiyacı duymadığı açıktır, çünkü bugün egemen olan bu argüman liberalizmin
temel yasasıdır. Ve bu argüman, bir tek
şey karşısında, toplumsal eşitsizlikler ve adalet beklentisi karşısında
duyarsızlığın, ilgisizliğin ve eşitsizliğe uğrayanları yok saymanın manifestosudur.
Bu bağlamda ‘toplum’ atomize edilir, parçalanır ve karşımıza toplumdan,
tarihten, ‘koşullar’dan bağımsız (ya da koşullara aşkın) yalıtık bir birey
çıkarılır. Ama aynı edim içinde haklar ahlakın yerini aldığında ve hakların
endeksi birey olduğunda liberalizmin karşısında kaldığı açmaz ‘kamusal yarar’
ve ‘yurttaşlık’ konusudur. Başka deyişle
‘toplum durumu’ nasıl sürdürülecektir. Ne hobbes’da ve ne de liberalizmde bunun
yanıtı yoktur. Oysa Rousseau’nun Hobbes’dan ayrıldığı ve kendisinin esas
gailesini oluşturan konu da tam budur..
Teolojik dünyadan kopuşun ve modern doğal
hukukun kurucusu olan Hobbes aynı zamanda insanı ilk kez birey olarak
öznelleştirmiştir. Aşağıda inceleme fırsatı bulacağımız gibi Rousseau, bu
öznellik devriminin ikinci uğrağıdır. Aralarındaki temel fark, bireyi
algılayışları ve konumlandırış biçimlerinde ortaya çıkar. Strauss’a göre de,
Hobbes için eğer sivil toplum öncesi bir birey olmasaydı, sivil toplum bu
bireyin hakları açısından tanımlanamazdı. Leviathan’ın 18.bölümünde, Hobbes,
egemenin haklarının tamamını ona yetkisini devreden bireylerden türetir. Sivil
toplum öncesi doğal durum olduğuna göre, bu birey, yani bu haklarla donatılmış,
gelişmiş, kendi çıkarları için savaş veren birey doğa durumunun bireyidir.
Zaten bu durumuyla sözleşmenin bir tarafıdır. O zaman birey doğa durumunun bir
verisidir ve sivil toplum, bu bireyler toplamının yetkilerini bir prense, bir
anlaşmayla devretmeleri sonucunda oluşur. Kısaca birey bu topluma önceldir.
Önce birey vardır ve doğal haklarla (bireysel özgürlüklerle yani mülkiyet
özgürlüğü ile) donatılmıştır, sonra toplum bireylerin bu doğal haklarını
korumak üzere kurulmuştur. Başka bir deyişle önce birey vardır ve doğa
durumunun savaş hali içinde, mülkiyet dahil bir takım güçler kazanmıştır, sonra
toplum bireylerin bu kazanımlarını korumak üzere (Aristoteles’deki modele çok
benzer bir biçimde) kurulmuştur. Elbette bir sözleşmeyle kurulmuştur ve kurulur
kurulmaz da bireylerin doğal mal sahiplikleri de hukuksal meşruiyet
kazanmıştır. Batı bin küsur yıllık, köle emeğine dayalı ve sömürgecilik tarihi
boyunca edindiği servet ve kazanımları böylece kendi mülkiyetine ‘hukuksal
olarak’ geçirme olanağına kavuşmuştur da denebilir. Öte yandan savaş halinde
eşitsiz koşullardaki birey sözleşmeye rıza göstermeyi kabullendiği anda hukukun
eşit bireyleri haline gelmiştir. Yani somut eşitsizlik soyut eşitlik haline
gelmiştir. Birey bu soyut eşitliğin -hukukun-mutlak öznesidir artık.
Burada Rousseau için kabul edilmez olanı
yinelersek, politik toplum öncesi kişi, ya da doğa durumu içindeki kişi, bir
toplu yaşam durumuna tekabül etmez. O, toplu yaşam öncesi bir tekillik
uğrağıdır. Rousseau’nun bu konudaki ısrarı göreceğimiz gibi onun özgürlük
anlayışına içkindir. Kişinin ahlaki özne -birey- oluşu ancak toplu yaşam
koşullarında kendini yetkinleştirmesinin bir sonucudur. Bu yüzden bireyin
başkalarıyla ilişkisi sonucunda, yani toplu yaşama halinde oluşturduğu
tutkuları doğa durumu içindeki kişiye atfedilemez. Doğa durumunda kişi kendini
başkaları dolayımı ile değil özgün bir kendilikle algılar. Özellikle de, hırs,
kazanma tutkusu, yarışma, saygınlık kazanma, gurur (egoizm) gibi başkaları ile
ilişkiyi gerektiren tutkular ve bunlar yüzünden birbiriyle savaş hali içinde
bulunmak ancak mülkiyetin var olduğu koşullarda mümkündür. Çünkü bu tutkular
haksızlık ve eşitsizlik durumlarını (zengin fakir, güçlü zayıf, köle efendi)
varsayar ki bunlar mülkiyetin olduğu mevcut toplumun çözüm bekleyen
sorunlarıdır. Sözleşme zaten bu eşitsizlikleri hukuksal eşitliğe kavuşturmak
için yapılacaktır. Oysa, Hobbes hem mülkiyetin var olduğu devletli topluma
ilişkin tutkuları bir hak olarak doğa durumundaki bireye atfetmekte, hem de aynı
bireyi mülkiyetin doğal bir hak statüsünü kazandığı devletli toplumun
kuruluşunun başlangıcına koymaktadır. Başka deyişle çözülmesi gereken şeyi
çözüm olarak sunmaktadır. Sözleşme sonrası bireyin soyut eşitliği, ya da
hukuksal eşitliği böyle bir totolojiye dayanır. Liberalizmin bireyi böyle bir
soyutlamanın ürünüdür ve bu onun ilk soyut statüsüdür. Bilindiği gibi liberal
bireyin gerçek soyut statüsüne Marks, kapitalist dolaşım ilişkileri bağlamında
işaret edecektir.
Hobbes’un tüm etik politik erdemleri
gereksizleştiren ve dışlayan ahlak yasası ve adalet anlayışı sonucunda,
insanların bu tinselliği boşaltılmış dünyada ellerine ne verdiğini de belirtmek
gerekir. Adalet artık tarafların uyuşmasına, yani fiilen buna irade eden
egemenin –Prens’in- gücüne bağlandıktan sonra insan iradesinden bağımsız,
politik ve etik yükümlülük doğuran erdemlere gerek kalmamıştır. Geçerli olan
erdemler artık duyusal hazlar ve tutkulardır, yani arzular ve çıkarlardır.
Bunlara ulaşmak ya da kaybetmemek için barış gerekli olduğundan, bütün
erdemlerin kendisine indirgenebileceği bir tek erdem vardır, o da
barışseverliktir. Buna bir de hayırseverlik eklendi mi, liberal sosyal ahlakın
çerçevesi çizilmiş olur. Etik politik erdemler ve yükümlülükler, kişisel bir
özveri, duyarlık ve disiplin gerektirdiğinden bunların önemi yadsınır. “bütün
bu erdemlerin yerine ikame ettikleri şey de, adına insanlık ya da
iyilikseverlik dedikleri bir erdemdir” (Burke’dan akt. Strauss, 283) Güç
anlayışını Machiavelli’den alan Hobbes, hazcılığa da Epicuros’un çileciliğini
reddederek ulaşır. Epicuros’u ‘gerçekçi’ olmadığı için reddeden Hobbes, şu
noktaların altını çizer
“iyi olan, hoşa gidenle temel olarak
aynıdır; dolayısıyla erdem de salt erdem olduğu için değil, hazza erişmemizi ve
acıdan kaçınmamızı sağladığı için seçilen bir yoldur... insanların uğruna sivil
toplum halinde bir araya geldikleri “iyi hayat”, artık insan(lığ)ın
yetkinleşmesiyle ortaya çıkan hayat değil, sıkı çalışmanın ödülü olan “konforlu
hayat”tır. Yöneticilerin kutsal görevi de iyi yurttaşlar yetiştirmek değil, ...
yurttaşları haz verici şeylerle donatmaktır.”(Strauss,284).
Rousseau Hobbes’u en iyi anlayan
düşünürlerin başında gelir. Onun en temel devriminin, insanı asli özellikleri,
doğası, tözü her ne denirse, kısaca insanı, gerçekleştirmeye muktedir olduğu
fiilleri (potentiası) açısından değil de meydana getirdikleri ve başardıkları
(potestası) açısından kavramanın, ve ancak bu açıdan bilinebileceğini ilan
etmenin getirdiği riskleri fark etmiştir. ‘Olması gereken’e (bir habitus olarak,
bir ethos olarak) politik ve etik bir ‘duruş’ (bir öznellik) denirse, -ki
Rousseau böyle der-, ‘olan’ da paradır.
Rousseau, paranın iktidarı karşısında Marks’tan önceki en büyük
rahatsızlıktır. Kendini koruma güdüsünün (bu, Rousseau için kendi saygısıdır)
doğal insanın kendini yetkinleştirmesinin (ki insanın yetkinleşmesi düşüncesi
Hobbes’da yoktur) onun başlangıcında bulunduğunda Hobbes’la hemfikirdir. Ama
kendini korumanın insanları rekabet içinde birbirleri ile savaş haline soktuğu
düşüncesine asla katılmaz.
Modern toplumda bireyin egoizmine,
bireyciliğine, dönüşen amore propre’u-
(eski türkçe ile izzeti nefis ya da
‘gurur’) Hobbes doğuştan gelen, doğal bir tutku olarak tanımlıyordu. Böyle
olunca kendini korumanın, ya da evrilmiş haliyle özel çıkar peşinde koşmanın
evrensel bir hak, bireysel özgürlük hakkı olarak kurulmasının saiki de bu doğal
tutkuda rahatlıkla temellenebiliyordu. Dolayısıyla Hobbes için, izzeti
nefis-gurur (egoizm) ve bundan türeyen bütün öteki hırs ve tutkular bireyler
arası yarışmanın ve giderek savaş halinin de içkin (laik) nedenini
oluşturuyordu. Rousseau buna temelden karşı çıkar ve amore propre’u (gururu), kendi saygısının (amore de soi ‘nin,) yozlaşmış, istirmar edilmiş bir biçimi olarak
tanımlar.. Gurur değil, benlik sevgisi, kendi sevgisi, öz saygı, gibi anlamlara
gelen amore de soi (nefse hürmet)
Rousseau için, gerçekte insan doğasında var olan ve doğuştan gelen bir
tutkudur. Acıma (pity) ise bu kendi saygısının, kullanıma kavuşmasıdır. Egoizm
ya da izzeti nefis, bu öz saygı gereksinimini, yani kendi sevgisini başkası
dolayımıyla karşılar. Öz saygı;, insanın kendisine önem vermesi, kendine saygı
duyması, kendine özen göstermesi duygusu ise, gurur –egoizm- buradan hareketle başkalarının da
kendisini, kendi kendisini sevdiği gibi,
sevmesi, tercih etmesi, önem vermesi, tanıması
talebi ve tutkusudur. Egoizm, benlik
sevgisinin, toplumsallaşma ile birlikte ortaya çıkan yabancılaşmış, istismar
edilmiş, yani özel çıkara dönüşmüş ve giderek aslını unutturmuş biçimidir. Egoizm,
başkasının kendisine muhtaç olmasından duyulan mutluluk, tersi durumda duyulan
üzüntüdür. Oysa, Emile’in dördüncü kitabında (ss. 207-369) uzun uzun
anlatıldığı üzere, doğal nefse hürmet yani kendi saygısı, özgün bir kendilikle
sınırlıdır ve insanın doğal kendiliğini kuran, mutlak bağımsızlık duygusundan
ayrılmayan ve dünya karşısında kendiliğinin ayrımını üreten bir duygudur. Birey
dendiğinde, şu ayrım gereklidir, kendi çıkarları peşinde koşma arzusu ile
bireyleşen tekil, toplumun bir parçasıdır. Atomize olmuş bir parçasıdır.
Toplumu parçalarsanız elde kalan bu bireydir. Ve bu aynı anda bu tür
bireylerden oluşan bir toplum homojen bir toplumdur. (ama bütün bir toplum
değil) Yani toplumu parçalayan egoizm aynı anda onu homojenleştiren bir tahrik
odağıdır (müteharriktir). Öte yandan kendi saygısına dayalı bir etik-politik
öznellik olarak birey toplumun parçası değil üyesidir. Toplumun bireyi, ferdi, üyesi. Dolayısıyla burada ne
parçalanma ne de homojenlik vardır. Burada söz konusu olan hem bütünlük hem
farklılıktır. Bütünlük politik, farklılık ise etik. Her birey zaten eşsiz,
kendine yeterli, kendi kudretinin iradesine sahip olduğundan farklıdır. Öyleyse
Birey ve toplum ayrışması, yabancılaşması Rousseau’nun değil, Hobbes’un
modelinin sonucudur. Kendi sevgisi,
nefsin kendi etkinliğidir, masum ve masundur. Oysa egois duygu, kendi nefsine,
başkalarının da kendisi gibi hürmet etmeleri istemi ve talebi olarak, kendisini
başkasının etkinliği içinde üretme duygusudur. Bireyin kendine tanıdığı
ayrıcalığı ve önemi aynen başkasından da talep etme biçimidir. Egoizm (gurur)
ve ondan türeyen bütün hırslar (başta kazanma hırsı olmak üzere) ben merkezci
bir yapının temelinde yer alırlar. Öyle ki bu duygu, had safhasında mutlak bir
egosentrik paranoyaya ve horgörüye dönüşür. Ve yine öyle ki güçlünün zayıfa,
zenginin yoksula karşı duyarsızlığının, onları neredeyse türsel dışlayıcılığa
varan bir horlamayla, aşağılamayla, akıl fukarası, angut, olduğu için bulunduğu
yeri hak eden, hatta bulunduğu yerin farkında bile olmayan bir tür alt insan
olarak nitelemesinin temelinde yer alır. Aydınlanmanın liberal aydınlar ve patronlar özelindeki bakiyesi özetle
budur. Bu yüzden egosit bireyin yaşama modu, kendisi dışında herkesin kendisine
doğal olarak verecekleri önem ve ayrıcalıkla, kendisine duyulan ihtiyaçla
biçimlenir. (Bugünkü Batı’nın kendi dışında geriye kalan dünyadaki insanların
başlarına gelen her şeyin kendi alt-insanlıklarının eseri olduğuna dair
inancının temeli.) Güçlü ve saldırgan bir devletin, zayıf ve fakir bir devletin
kendisine muhtaç olmadığını ya da bağımsız olmak istediğini söylemesine anlam
verememe ve hatta gerçekten anlamama halidir bu. Tabi kişiler için de böyle,
yani gurur-egoizm duygusu nihai olarak bireyin kendini ötekine dayatma isteminde,
öz saygı ise bireyin bağımsız ve özgür varolma isteminde tezahür eder.
Rousseau, gururun insanın toplumsallaşmasıyla kendi doğasına yabancılaşmasının,
öteki insanlara duyarsızlaşmasının ve merhametsizleşmesinin en tipik tezahürü
olduğunu iddia eder. Bu tam bir ahlak yokluğu durumudur, çünkü Hobbes’un sadece
kendi çıkarı için gerekli olan güvenliğe endeksli, barış severlik ahlakı burada
hiçbir iş görmez. Burada yasal ‘haklar’ da iş görmez. Sözde uygarlaşma, insanı
bu yozlaşma ve çürümeye uğratarak doğasını değiştirmiş ve onu kendine yabancılaştırmıştır.
Hobbes bu yabancılaşmayı ortadan kaldıramamış, tersine onu hukuksal ve yasal
bir zemine kavuşturarak süreklileştirmiştir. Rousseau en genelde, işte bu
değişmiş doğayı tekrar değiştirme projesidir. Peki Rousseau, toplumlaşma
sonrasında, doğuştan gelen kendini
korumanın Hobbes’ta aldığı biçim olan gurur-egoizm
ve türevi hırslarla hem doğasına, hem de tatminsizliği sürekli yeniden
üreten toplumuna dönük yabancılaşmadan onu kurtarmak için ne önerir? Onu tekrar
doğaya mı gönderir? Hayır. Ama bu hayır’ın nedenlerini burada tartışma imkanım
yok. Yanıt için Emile’e,(s.86 vd.)
bakılabilir. Öyleyse ne önerir? Bu
sorunun yanıtı onun ahlak ve politika anlayışını da büyük ölçüde açıklar. Denebilir
ki bu, kendini korumadan kendi türünü (insanlığı) korumaya giden bir
yolculuktur.
Hobbes insanı bir akıl varlığı olarak
varsaymıştı, akıl doğuştan veriliydi. İnsan doğuştan iyi ve kötüyü seçme aklına
sahipti. Rousseau tam tersinden başlar. Varolmak hissetmektir der. “Varım ve duygularımın aldıkları etkilenimleri
hissediyorum: karşılaştığım ilk hakikat işte budur ve bunu kabul etmek zorundayım.”
(E.s.20). Yine Emile’de
bütün tutkuların kaynağının duyarlık, (sensibilite) olduğunu ilan eder. Aklın
rolü ise bu tutkuların kullanımı safhasında sadece eğilimleri yönlendirmekten
ibarettir. Ama duygulanım (affection) ilişkilerini düzenlemek, duyarlı olma ya
da olmamayı tayin etmek daha çok başka bir dolayım gerektirir. İşte bu dolayım,
bu aracı kavram Rousseau’da merhamet ya da acıma duygusudur (pitie). Kendi saygısı
(amore de soi) ancak merhamet duygusu
(pitie) aracılığıyla deneyimlenir. Bu yüzden Rousseau, Emile’de sayfalar boyunca gençlerin, önce kendilerine ve sonra
topluma ve dünyaya duyarsızlaşmalarına neden olan gurur ve egoizmin
sakıncalarına işaret eder ve onlara insan doğasının kendi doğal duygusu olan
merhameti anlatır. Eşitsizliğin Kaynağı’nda ise şöyle der; “demek ki merhamet,
doğal bir duygudur; her bireyin kendisine karşı duyduğu sevginin faaliyetini
hafifletip yumuşatarak, bütün türün, karşılıklı olarak kendini muhafazasına
yardım eder.”(s.114) Demek ki merhamet ya da acıma hissi insanın kendine
dönüklüğünü yumuşatarak onu ötekine dönük kılan bir aracı duygudur.
Eğer bu duygu ölürse bireyin kendi saygısı, tam da gurura ve egoizme dönüşür. O
halde, toplumsallaşabilme gizil gücü tam da bu duygu aracılığıyla realize olur.
Bu yüzden, Rousseau için kendi saygısı ve
acıma ya da merhamet duygusu, onun yurttaşlık anlayışını, özellikle de ‘genel
irade’nin yapısını kuran en temel etmendir. Ben bu duygunun, Rousseau’nun
Kantçı okunuşunun temelinde yer almasında taşıdığı önemin ötesinde, Herder ve
Fichte’in misyonlarını önceleyen, bugün de geçerli ‘Avrupa merkezlilik’
anlayışının, Avrupalılık duygusunun ve
bir Avrupalı kendilik bilincinin oluşmasında en temel unsur olduğunu
düşünmekten yanayım. Rousseau’nun bu duyguya, insanın kendisini tanrı
karşısında laikleştirmesi, tanrıdan özerkleştirmesi ve mutlak bağımsızlığını
ilan etmesiyle, meşruiyet ve makuliyet kazandırdığı söylenebilir. Eşitsizliğin Kaynağı ya da Emile’in sayfalarında
merhamet duygusunun, Rousseau’nun ahlak
ve politika anlayışının doğalcı temelini oluşturmada oynadığı rolü görebiliriz.
EK’ında (s.111) annesinin kucağındaki
çocuğu çekip alarak, bebeğin zayıf kol ve bacaklarını öldürücü dişleriyle
kıran, çırpınan çocuğun bağırsaklarını tırnaklarıyla deşen yırtıcı bir hayvanın
saldırısını hapisteki demir parmaklıklar ardından izleyen ve yardım etmek için
hiç bir şey yapamayan bir mahpusun durumunu örnek verir. Ve bu durumda hiçbir
kişisel ilgisi olmayan hapisteki insanın bayılan anneye ve can vermekte olan
çocuğa uğradıkları felaketten ve hiç yardım edememekten dolayı içine düştüğü
yürek darlığı ve hissettiği sıkıntıyı, hafakanı düşünmemizi ister. Bu o
mahpusun doğal merhamet duygusunun deneyimidir. Ya da Emil’de (s.26) bir
çocuğun “feryatlar, kalbini müteessir etmeye başladığı anda, akarken gördüğü
kan karşısında gözleri dönecek, ölmek üzere olan bir hayvanın debelenmeleri
önünde elem duyacak, ve fakat bu duygulanımın nereden doğduğunu bilemeyecektir”
diyerek çocuğun sahip olduğu merhamet ya da acıma duygusunu betimler. Örneğin
kurbanlarda kesilen hayvanın kanları akarken ve hayvan debelenirken gören
çocuk, onda henüz ölüm ya da kurban fikri makulleşmemiş ise (ki çoğu kez
makulleşse bile) içine düşeceği duygulanım bu türdendir..Ya da, yolda aniden
yere yıkılıp, gözleri kaymış, ağzı köpükler içinde, çırpınarak sara nöbeti
geçiren biri ile karşılaştığınızda, duyduğunuz ve gayri ihtiyari, ağzınızdan
dökülen, kollarını tut, parmaklarını aç, bileğini ov vb. komutlar dışında bir
şey yapamama durumundaki duygulanım; kıyıya vuran ve ölümü bekleyen balina ya
da dev kaplumbağalar karşısında duyduğunuz his böyle bir duygulanımdır. Yine
Rousseau’nun bir örneğini verelim: köpeğinizi dövmeye yeltendiğinizde, onun
ayaklarını altına alarak vücudunu yere yapışır gibi sinmesi ve yalvaran
gözlerle size bakması karşısında duyduğunuz his, böyle bir acıma duygusudur
Örnekleri topluma elbette taşıyacağız ama şimdi Rousseau’nun bir belirlemesini
aktarmak durumundayız. Emil’ de (s.26) şöyle der “kendimizden dışarı çıkıp
ızdırap çeken hayvanın yerine geçmedikçe.. merhamet hissi duymamıza imkan var
mıdır? ... o halde duyduğumuz ızdırapları, kendi içimizde değil, fakat
kendimizi naklettiğimiz o hayvanın içinde hissediyoruz. Böylece muhayyile (düşgücü)
canlanarak [Varlığı] kendisinden dışarı nakletmedikçe duyarlı olmak mümkün
değildir.” Bu insani bir duygudur ve bizde doğal olarak vardır. Bu özdeşleşme,
kendisini ötekinin yerine koyma yeteneği, insanın toplumsallaşmasının temelinde
yer alır. Empati duygusu kendine saygı duygusuna içkindir. Ve öteki
deneyiminden (örneğin yere sinen köpekten) değil kendiliğin deneyiminden
(kişinin kendinden) doğar. Öyleyse ilk olarak bu duygunun öteki ile düşsel bir
aynileşme yaratan doğal bir duygu olduğunu belirleyelim. İnsanların içine
düştükleri sefalet, yoksulluk, ya da her tür acı ve ıstırap karşısında
hissedilen bir duygu. Ancak bu duygunun bütün insanlara dönük bir duygu
olduğunu söylemek için acele etmemeliyiz. Çünkü Rousseau Emile’de bizden daha mutlu, daha müreffeh, daha iyi koşullardaki
insanların yerine geçmemizin, onlara empati beslememizin, hislerimizin gücüyle,
kalbimizle mümkün olmadığını, kalbimizin her zaman bizden daha acınacak durumda
olanların durum ve koşullarına üzülebildiğini belirtir (s.27). Bizi acı
çektiklerini gördüğümüz herkesin yardımına, düşünmeden koşturtan bu duygudur.
Bizden daha iyi durumdaki birine acımak ya da merhamet etmek söz konusu olamaz,
bu olsa olsa ya kıskanmak olur ya da akla dayalı dalkavukluk. Her iki durumda
da insan kendi doğallığından ve ahlaki kapasitesinden uzaklaşır. O zaman
Balibar’ın dediği gibi; “nerede bir muhalif işsiz bırakılır, hapsedilir,
işkence edilir, nerede siyasi polis (ister KGB ister Gizli polis) casustur,
fidyecidir, vatandaşa gözdağı verir, nerede fakir çocukların caddelerde, sokak
aralarında top koşturan görüntüleri vardır, nerede cinsiyetci, ırkçı ve dinci
ayrımcılık egemendir, orada insan hakları varolamaz.”(Balibar, 1994, s. 210) Bütün
bunları görüp çoğu kez bir şey yapamamak. Günümüz toplumunda en sık
deneyimlenen durumdur bu. Televizyonda haksızlık ve eşitsizlikleri protesto
eden göstericileri dağıtan polislerin, kızları saçlarından çekerek yerde
sürüklemelerini, gencin kafasında patlayan copu, suratına inen yumruğu görüp,
yüreği burkulan ve kendini (aynen Rousseau’nun hapishanedeki adamı gibi)
kıstırılmış bir hal içinde bulan, yani o insanlara, hiçbir akılcı
gerekçelendirmeye ihtiyaç duymadan hiçbir fikirsel gururun peşine düşmeden,
salt içten gelen bir duyuyla yardım etmek isteme ve yapamama duygusu. Burada
acıma ya da merhamet duygusunun bir hiddet ya da hınç biçimini almasını hiçbir
şey önleyemez. Bu hınç, (her ne kadar Nietzsche, bunu bir sapkınlık olarak
eleştirse ve yardım duygusuyla masturbe edilen bir köle duygusu olarak nitelese
de) insan kalbinin düşsel bir aynileşme sonucu yara alması durumunda hissettiği
acıdır. Fiziksel yaralanmada duyulan acı benzeri bir acı. Şu anda, ırak işgali
esnasında, araçları içinde yanmış, simsiyah olmuş, ağzı burnu böceklerin
hücumuna uğramış tanınmaz haldeki sivil insan cesetlerinin, kopmuş bacakların,
yarılmış kafataslarının, mermilerle parçalanmış insan bedenlerinin, çocuk
ölülerinin fotoğraflarını gördüğünüzde (ki bunlar internette yayınlandı) ne
hissedeceğinizi düşünüyorsanız, işte o hissettiğiniz duygu –ki bu bir hınçtır-
eğer gerçekten bir insan hakkından söz edilecekse, o hakkı koruma taraftarı
(partizanı) olmanın temelindeki duygudur. Ve ben adalet duygusunun böyle bir hınçla
beslenmediği sürece fiili (de facto) adaletin tesis edilmesinin mümkün olmadığını
-yani bütün nomos literatürünün
karşısında Pindaros’un hala haklı olduğunu- düşünenlerdenim. (eğer bu,
yaşadığım coğrafyanın maruz kaldığı istismara tepki değil de bir önyargıysa
–doğrusu emin değilim- açıkçası ondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Tam da
Rousseau’nun dediği gibi kalbim ondan vazgeçecek huzurla halâ tanışmadı). O halde
insan hakları bütün insanları (hele insan doğduğu için) kapsayan bir hak
olamaz. Evinde baskına uğrayan ve beynine namlu dayanmış bir sivili ve baskını
yapan ABD askerini düşünelim. Hangisinin insan hakkından söz edeceğiz? İkisi de
aynı insan haklarına sahiptir cümlesi, adalet duygusunu tatmin eder mi? Öyleyse
insan hakkı sadece kötü muamele olduğu yerde bu muameleye maruz kalan için
vardır diyeceğiz. Çünkü doğal duyarlığımız sadece yoksun durumunda olana
yöneliktir. Dolayısıyla, namluyu dayayan asker ne zaman ki, bir haksızlığa
uğrar ya da işkence görür, işte o zaman onun insan hakkından söz ederiz,
namluyu dayadığı sürece değil. Örneğin, Norveçlilerin, İsveçlilerin, Avrupalıların
-konumları değişmedikçe- insan hakları söz konusu olamaz, ama Etyoplalıların,
Kenyalıların, Afrikalıların nihayet koca bir Güney yarım küre halklarının insan
hakları söz konusudur. Çünkü ihlal sürekli hale gelmiştir. Çünkü kötü muamele
ve açlık yegane insan hakkı ihlalidir. Kısaca yoksulluk bir insan hakları
ihlalidir, bir yazgı değil. İnsan hakları ancak ihlal edildiği yerde ve durumda
vardır. Bunun dışında evrensel, tüm insanlar için geçerli soyut haklar gibi
savunular saçmadır. Bill Gates’in madur olmadığı sürece insan hakları ile ne
ilgisi olabilir. Bu şu demektir, hukusal eşitlik olarak tüm insanlara teşmil
edilen hak, yani insan hakkı adlandırması, kuzey-güney, beyaz-siyah,
erkek-kadın, özgür-köle, patron-işçi, tok-aç, güçlü-zayıf, emperyal ülke-sömürge
vb. tüm gerçek eşitsizliklerin üzerini örten, bu zıtlıkları kamufle eden bir
mitostur. Bu zıtlıkları aynı payda altında gösteren her argüman (insan hakları
adında da olsa) zenginlerin, savaşçıların, saldırganların ve silah
tüccarlarının egemenliğini savunmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bütün bu
ikililerde hakları gasp edilenler ikincilerdir. Dolayısıyla haklar söz konusu
ise sadece onların hakları söz konusudur ve bu bir direniş, mücadele ve savaş
nedenidir. Rousseau bunu en temelde, merhamet duygusunun ve haksızlık
karşısında bir şey yapamama halinde de (mahpus örneğindeki gibi) hiddet
duygusunun sadece, hak yokluğuna maruz kalanlara dönük bir duygu olduğunu
tespit etmekle belirtir. Onun hukuka yönelttiği eleştiri, hukukun her zaman
güçlüden yana olduğunu ve bunun da toplumun temelindeki bütün zıtlıkların
kendisinden çıktığı ilk ve temel zıtlık olduğu ilanına dayanır(Emil. S.50).
Rousseau yine Emil’de şöyle der; “insanlar
ancak kendilerinin de başlarına gelebileceğine inandıkları diğer insanların
ızdırapları karşısında merhamet duyarlar”(s.28). Ve sorar, zenginler fakirlere
karşı neden gaddardırlar, fakir olma korkuları olmadığından, krallar neden
tebalarına karşı merhametsizdirler, insan olmayı düşünmediklerinden, ya da
tebalarını insan yerine koymadıklarından vb. Bu da şu demektir ki,
toplumsallaşma ya da insanlaşma sadece tarihsel değildir aynı zamanda
doğallığın tarihselliğidir. Rousseau, bu anlamda doğallığın tarihsel ve
toplumsal izini sürer. Konumlar, durumlar değişim içinde konum ve durumlardır.
Ama bu değişim o konum ve durumların doğallığının yerine ikame edilemez. İnsan
ancak kendi sonluluğunu, faniliğini anladığı ölçüde, diğer insanlara karşı
şefkat ve anlayış duyguları geliştirebilir. Kendisinin ötekini tanımasının
koşulu, kendisinin yapay (hukuksal) sonsuzluğu değil, doğal sonluluğu duygusuna
dayanır. Yani ölüm duygusuna. Rousseau bunu doğuluların çok iyi bildiğini
belirterek Türkleri örnek gösterir; “Niçin Türkler genel olarak ve bize göre
daha fazla insani ve misafirperverdirler? Bireylerin güç ve mutluluklarını
gelip geçici ve süreksiz gördüklerinden, başkalarının düşkünlük ve
sefaletlerine karşı yabancı kalmayacak derecede insanlığa daha yakın
olduklarından ve bugün yardım ettiklerinin içine düştüğü duruma yarın
kendilerinin de düşebileceklerini düşünür olduklarından”(Emil.s.28-29). Doğulu,
insan yapımı olan şeylerin (iktidarların) gelip geçici, doğal olanın kalıcı
olduğu inancındadır. Batılı ise tam tersine, o, doğayı zaten zaptettiğinden,
insan yapımı olanın, yani kendi iktidarının sonsuz olduğunu düşünür. Strauss’ bunu açıka ifade eden bir örneği
aktarır; “... Etrüsklü, üzgün bir şekilde kendi kabilesinin sonluluğuna
inanırken, Romalı, devletinin sonsuzluğuna inanmakta ve bundan kuşku bile
duymamaktadır”(s.529) Buradaki sorun, insanın diğer insanı tanıması, onunla
birlikte yaşama imkânını yaratması ya da onunla düşsel aynileşme edimine
girmesi koşulunun kendine dair sonluluk (fanilik) algısında temellenmesidir.
Kendisi ile öteki sonlu oldukları paydasında eşittirler. Kendisini sonsuz,
güçlü, hükümran, ölümsüz vb. konumlara yerleştiren birinin, sonlu, ölümlü bir
varlıkla kendini aynileştirmesi, kendini onunla eşit görmesi ve onunla birlikte
yaşamak istemesinin imkanı yoktur. Orada, tahakküm ya da köle-efendi
ilişkisinden başka bir ilişki tesis edilemez. Burada Rousseau’nun ahlakın (ya
da öteki duyarlılığının) temeline,
ölüm korkusunu koyması son derece anlamlıdır. Rousseau’da doğal insanın bağımsızlığı, ahlak aracılığıyla sivil
özgürlüğe dönüşür. Ve bu onun, insan olduğu sürece devredemeyeceği tek
varoluş modudur. Hatırlanırsa Hobbes ölüm korkusunu, sözleşmenin bir tarafı
olarak, bireyin itaatinin nedeni (tehdidi) yapmıştı. Birey ölüm korkusundan
kurtulmak için güvenliğini sağlayacağı prense itaat sözü verir. Hobbes’da
itaatin, boyun eğişin temelinde yer alan ölüm korkusu Rousseau’da ahlaki
özgürlüğün temeline yerleştirilir. Çünkü doğal insandan toplum bireyine
niteliksel geçiş, ancak ahlaki özgürlük dolayımıyla mümkündür. Hobbes’un bireyi
sözleşmeden önce de sonra da aynı bireydir, niteliksel bir değişim geçirmez.
Oysa Rousseau’da sözleşme öncesi doğal bağımsız insan sözleşme sonrasında bir
yurttaştır. Bu niteliksel değişim yoksa, özel iradenin düşsel bir aynileşme
mekanizması ile eşanlı olarak genel iradeyle özdeşleşmesi ve oradan kendine özgürlüğü emretmesi
mümkün olamaz. Bu değişimi sağlayan ahlaki olgunlaşmadır. Ancak sadece bu
birey, bu ahlaki-politik birey, devredilemez egemenliğin inşacısı ve taşıyıcısı
olabilir. Ve bu ahlaki olgunlaşmanın doğal temeli de merhamettir.
Ahlaki olgu anlamında sonluluk fikri insan
için hem varlığın sona ermesi (ölüm), ve hem de varlığın var olması, (amacını
gerçekleştirmesi) anlamında ikili bir anlam taşır. Aslında sonluluk gerçekten
de Batı düşün geleneğinin değil daha çok doğu kültürünün bir figürüdür. Sonlu
olma (fani olma), var olma talebiyle, sonsuz olma ise, sadece ayrıcalık ve
sahip olma talebiyle realize olur ki, dün de, bugün de Batı ile Doğu’yu ayıran
en temel tinsel farklılık budur. Var olmak demek, her şeyden önce, olmak
sözcüğünde içerili olduğu gibi, var olanın kendi etkinliğini var etmiş olması
demektir. İnsan olmak her eylemde insandaki etkinliğin yerine getirilmesi
demektir. ‘İnsan olmak’ deyiminde batı için ‘İnsan’ sözcüğü, doğu için ‘Olmak’
sözcüğü başattır. Öte yandan İnsan
olma iddiası, görünen ve gerçek ayrımına da tabi değildir. Etkinliğinin bir
kısmını şimdi, bir kısmını yarın, bir kısmını orada, bir kısmını burada realize
etmek gibi bir saçmalık olamaz. Aynı
olay, sorun, durum karşısında dün karşı
çıktım, bugün sessiz kalayım, yarın da nasıl olsa herkes unutur, ben de
unuturum, kıvırtmanın sonu yok. Şimdi böyle yaptı ama o aslında şöyle şöyle iyi
bir insandır. Oysa, insani etkinlik şimdi, burada, bu olay karşısında,
varlığının taşıdığı tüm gizil gücün (potentianın) yerine getirilmesi,
bitirilmesi, sonuçlandırılması demektir. Var olmak yapmak demektir. Yapmak,
kavramın tanımı gereği ya yapmaktır ya da yapmamaktır, ortası yoktur. İnsan
eğer insani etkinliğinin sonucu ise, sonucudur, yarım-sonucu değildir. Çünkü
yine Rousseau; “başkalarının ıztıraplarına karşı hissettiğiniz acının ölçüsü,
bu ıztırapların çokluğu ve azlığı değildir. Bu ıztıraplara karşı duyduğunuz
ilginin derecesidir”(s.30), der. Duyarlık yoksa, savaşlar, eşitsizlikler, kötü
muamele, açlık, işsizlik de yoktur. Rousseau bunu söylüyor. Bir olay karşısında duyulan acının şiddeti
değil duyarlık, haksızlıklarla ne ölçüde ilgilendiğimiz ya da ilgilenmediğimiz,
duyarlığın ölçüsü bu. Yani dünyayı (dünyada olan biteni) ne denli
hissettiğimizdir asıl olan. Ya da
umurasmadığımız. Ve bu sonuç olarak politik bir duyarlıktır.
Neo-liberalizmin öncelikle politikayı ortadan kaldırması tam da bu nedenledir.
Dünyada olanla ilgilenmeyin, hissetmeyin, tepki göstermeyin, kendi bireysel
dünyanıza kapanın. Bu tutumu meşrulaştırmak için, bireysel hakları sınırsız
eğlenme hakkına, özgürlükleri tüketim özgürlüğüne dönüştürecek ‘piyasa’ ve onun
aktörleri zaten iş başındadır. Sonuç, neo-liberal öznenin dünyaya duyarlı
yaklaşmasını beklemek, zenginin yoksulun hakkını savunmasını beklemek kadar saçma
bir hal almıştır. Efendinin kölenin yaşamını demokratikleştireceği vaadi kadar
saçma bir hal. Burada ikinci bir boyut daha vardır: kim kiminle neden daha çok
ilgilenir, kimin ilgisi kime neden yönelir de, kimilerinin varlığı bile
çekilmez olur. Üstelik ilgilendiğinin acısını, binlerce kat büyüterek tüm dünya
medyalarında reklam edip, ilgilenmediğinin acılarına duyarsız kalır. İlgisi
gerçekten, Rousseau’nun dediği gibi, ilgilendiği özne ile ‘düşsel bir aynileşme
edimi’ sonucu hissettiği acıma ve dolayısıyla yardım duygusunun bir ürünü
müdür? Yoksa kendi tutkularının, politik hesaplarının, nüfuz bölgesi inşa
çabalarının, vb. stratejilerinin bir ürünü müdür? Örneğin bugünkü Avrupayı
düşündüğümüzde şu sorunun yanıtı hem yoktur hem de apaçıktır. Niçin sadece A,B
ve C kimlikleri insan hakları mağdurudurlar da, D,E,F kimlikleri değildirler?
Yine Avrupa açısından, Türkiye niçin sadece ve sürekli olarak A kimliğinin
insan haklarını ihlal eder de B kimliğininkini hiç ihlal etmez? Komik ama politik açıdan akut bir sorundur bu.
Kısaca ilgilendiğiniz insanları hisseder de (ki böyle bir ayrım yaptığınız
sürece bunun nedeni doğal değildir, bu ırkçı bir ayrımcılıktır) diğerlerini
hissetmezseniz (ki ilgilenmiyorsanız hissedemezsiniz) insan hakları dediğiniz
manzume, açık, sarih ve net bir biçimde ayrımcı ve ırkçı bir politikaya
dönüşür.
Yukardan beri içten içe artan bir gerilim
bu ötekiyle düşsel aynileşmenin problematik yapısına eşlik ediyor. Dilenciye
para vermek ya da yardım etmek, doğal bir merhamet duygusu mudur? Ya da şöyle
soralım; Rousseau, doğa durumundaki insanın iyi ve kötünün öncesinde, ahlak öncesi
bir varlık olduğunu ve onun eylemlerinin ne iyi ne de kötü, sadece masum
olduğunu söylemişti. Ve Hobbes’un egoizmi doğa durumuna taşımasını da bu
açıdan, topluluk yaşamını ve onun ahlaki erdemsizliklerini doğa durumuna
taşıdığı için eleştirmişti. Ancak eğer doğa durumundaki insan toplum durumunda
geçerli olan iyi ve kötü kavramlarına sahip değilse, Rousseau nasıl oluyor da, merhametin doğal iyilik
olduğunu, ya da kalbin doğal yasası olduğunu bilebiliyor? Yukardan beri çizilen
şemada, ahlaki eylemin yasasının, yani etik kodunun ‘insan doğası, -Rousseau
içim kalbin, vicdanın emirleri,- olduğuna dair savunuda belli belirsiz -tam
tutarsızlık diyemeyeceğim- bir tedirginlik ortaya çıkmaktadır. Örneğin
Rousseau’nun şu saptamasını alalım;
“Merhamet hoş bir histir, çünkü acı çekenin
yerini almakla, onun gibi acı çekmekte olmadığımızı hisseder ve haz
duyarız”(E.s.24).
Bu duyguyu hemen herkesin deneyimlemiş
olduğunu düşünüyorum. Yardım etme ya da acıma deneyiminde ötekinin yerini
alarak acısını hissetme eylemine aynı anda gerçekte o kişinin yerinde
olmadığımızdan dolayı gizil bir haz duyma duygusu eşlik eder.
Bu haz duygusu tam da öteki ile düşsel
aynileşme ediminin ego ile ayartılmış olmasıyla birlikte ortaya çıkışı gibi bir
belirsizlik yaratır. Bu başkalarıyla karşılaştırma sonucu kendilik kimliğini
kuran egoist bir tutkunun ifadesi midir? Yoksa başkalarıyla karşılaştırma
olmaksızın, kendini doğal olarak ötekinin yerine koyma sonucu oluşan bir
kendilik kimliği, bir kendilik algısı mıdır? Bu noktada karar vermek
imkansızdır. Aslında ahlaki eylemi sonuna kadar ilerlettiğinizde karşınıza
nihilizmiyle, Nietzsche’nin çıkmasını engelleyemezsiniz. Nietzsche’nin acıma
duygusuna yönelik, en radikal eleştirmen olduğu bilinir. Nietzsche, ötekine
yardım etmenin, bir yandan ötekinin özerkliğine yapılmış bir müdahale, onun
üzerinde bir iktidar talebi olduğunu ileri sürer, öte yandan da, bu görünüşte
masum yardım eylemini, kendi hınç duygusunu gizlemenin -ya da onu bir
yerdeğiştirme mekanizmasıyla nötralize etmenin- bir aracı olarak kullanan aklın
kurnazlığı olarak niteler.(**) Oğlu büyük kentte, büyük bir üniversitede
okuyan bir babayla birlikte, televizyonda üniversite gençlerinin polisle
çatışmalarını gösteren sahneleri (ki oğlunun o gösteride olmamasına sevinmişti)
izledikten hemen sonra, o babanın izlerken polise karşı duyduğu hiddetin (ki bu
hiddete bol bol küfür eşlik etmişti) hemen sonrasında koşa koşa bankaya gidip
oğluna ilave harçlık gönderdiğini hatırlıyorum. Şimdi tekrar düşününce o
babanın polise karşı hıncının, para gönderdikten sonra siyasi bir talebe niçin
dönüşmesine gerek kalmadığını anlayabiliyorum. Öte yandan dilenci örneğine
dönersek, Rousseau özelinde, dilenciyle karşılaşma anında, kendini onun yerine
koymaktan kaynaklanan, ve kalpten gelen vicdanının buyruğuna bağlı, fiziksel
bir duygulanım, fiziksel bir acı duygusu yaşantılanır ki, tam da bu, onun,
doğal dediği, sosyalleşme temelidir. Rousseau’da insanın öteki ile birlikteliği var etme
kapasitesinin doğası böyle bir acıma duygusudur. Ama bu acıma duygusu bir
kimlik kurmaz. Bu noktada, ‘İyinin ve
Kötünün Ötesi’nde Nietzsche’nin kurduğu ahlak ötesi insanla, Rousseau’nun
doğa durumundaki insanın acıma duygusunun ahlak öncesi olması benzerdir. Sorun
ne?, Sorun doğa durumundayken doğal olarak kendiliği oluşturan bu duygunun,
toplum durumunda, öteki deneyimiyle, bu kez kendi sevgisinin, egoist tutkularla
ayartılmasına ve düşsel aynileşmeyle başlayan sürecin, gerçekte özdeş (dilenci)
olmamaktan doğan bir iç rahatlığına, bir haz yaşantısına dönüşmesidir. Sorun,
başlangıçta duyulan acı ve hıncın, politik bir talebe (ya da ahlaki
sorumluluğa) dönüşme uğrağının, o acıya maruz kalmamış olmaktan duyulan hazla,
politik talepten vazgeçme, duyarsızlaşma biçimini almasıdır. Dilenciye acımayla
(ki bu, aynı zamanda insanın bu hale düşmüş olmasına karşı bir hınçtır)
başlayan doğal insani tutum, yani onunla birlikte olma talebi, dilencinin
yerinde olmamaktan duyulan bir hazla, yani, egonun kendini olumlamasıyla
nötralize olur ve dilenciyi üreten toplumsal koşullara duyulan hınç, bir
politik talebe değil, tersine bu talebe karşı duyarsızlığa dönüşür. Ego
tatmininin oynadığı rol, ahlaki tutumu dilenciyle birlikte olmaktan (kolektif
eylem olarak politikadan), dilenci için bir şey yapmaya (kişisel yardıma) dönüştürerek
insanın depolitizasyonunu üretmesidir. Bu noktada, ahlaki eylem öncesinde var olmayan
kimlik tam da bu eylemle kurulmuş olur: duyarsız özne. Öyleyse dilenciye
yardım, ahlaki ve politik duyarsızlığı her seferinde yeniden üreterek, kendini
duyarsız bir özne kimliğiyle yeniden kurar. Duyarlılıkla başlayan süreç tam
tersi duyarsızlıkla biter. Doğru, ama yine de bu ilişkide doğal olan bir
başlangıç duygusu vardır. Ve bu da doğru. Bir açmaz içinde olduğumuz açık.
Ancak, burada Rousseau’nun, bütün toplumsallaşma deneyimini, yukarda temel
veçheleriyle verdiğimiz, ahlaki eylemin doğallığı bazında irdelediğini ve
sunduğunu belirtmeliyiz. Sorun ahlak yasası ya da etik kod gündeme geldiğinde
ortaya çıkan açmazdır. Ahlaki eylemin temelinde akıl ya da doğa, hangisi olursa
olsun bu açmaz ortaya çıkar. Bu açmazı Zygmunt Bauman’ın müphemlik analizinden
izlemek hem bu açmazı netleştirecek hem de bizi bir kez daha Rousseau’ya
götürecektir. Rouseau’nun “İnsan özünde iyidir ve doğasına uygun olarak hareket
etmesine yardımcı olmak yeterlidir” şeklindeki
görüşü (burada ‘yardımcı olmak
yeterlidir’ ifadesinin altını çizelim ve unutmayalım) ile Hobbes’un “
insan özünde kötüdür ve kendi itkileriyle hareket etmesi önlenmelidir” görüşünün her ikisinin de yanlış
olduğunu söyleyen Bauman; “Aslında insanlar ahlaki olarak müphemdirler:
müphemlik yüz yüze insan ilişkilerinin ‘ilk sahnesinin’ merkezinde yer alır”(S.20),
der. Şimdi öncelikle bu müphemlik durumunun Rousseau’da biraz önceki açmazda
ortaya çıktığını belirtelim. Rousseau’nun bu müphemlik durumunu yadsıdığına
dair bir kanıt yok, tam tersine son alıntıda görüldüğü gibi, insanın acıma
duygusundan haz duyduğunu belirterek, bu müphemliğin varlığını teslim etmişti. Ve
bunun toplum öncesi değil toplum durumunda ortaya çıktığını da gördük. Peki
Rousseau bu sorunu çözer mi? Hayır. Ama bu sorunun yerini değiştirerek onu
sorun olmaktan çıkarır. Bunu görmeden önce Bauman’ın başta yanlış olduğunu ilan
ettiği Rousseau’cu iddiaya rağmen, kendi etik yorumunu kurarken sanki bize
Rousseau’yu anlatmaktadır:
“Etik
yasadaki toplumsal çabaların muğlak etkisi göz önüne alındığında, ahlaki
sorumluluğun, ... benliğin ilk gerçekliği olduğu, toplumun bir ürünü değil, bir
başlangıç noktası olduğu varsayılmalıdır. İster bilgi, ister değerlendirme
yapma, isterse acı çekme yoluyla olsun, ahlaki sorumluluk, Öteki ile girilen
tüm ilişkilerden önce gelir. Dolayısıyla hiçbir ‘temeli’yoktur; hiçbir nedeni,
hiçbir belirleyici etkeni yoktur. Var olmamasını istemek veya sağlamak neden
mümkün değilse, varlığının gerekli olduğunu ikna edici bir şekilde savunmak da
aynı nedenle mümkün değildir”(s.24).
Bu satırlar mükemmel bir Rousseau özetidir.
Devamı da Rousseau’nun açılımı;
“Bir temel olmadığında, ahlaka yönelik
olarak, ‘nasıl mümkün olabilir?’ sorusu hiçbir anlam ifade etmez. Böyle bir
soru ahlakın kendisini gerekçelendirmesini ister; oysa ahlakın sebebi yoktur;
gerekçeleri ve sebepleri ifade etmek için kullanılan terimlerin ortaya çıktığı
ve anlam taşıdığı, toplumsal olarak idare edilen bağlamın ortaya çıkışından
önce gelir. Bu soru ahlaktan köken belgesini göstermesini ister; oysa ahlaki
benlikten önce hiçbir benlik yoktur; ahlak nihai belirlenmemiş mevcudiyettir;
aslında, eğer varsa ex nihilo (hiçlikten) yaratım edimidir. Son olarak bu soru
zımnen ahlaki sorumluluğun akla karşı bir gizem olduğunu; özel ve güçlü bir
dava yoksa benliklerin ‘normal olarak’ ahlaki olamayacaklarını; ahlaki olmak
için benliklerin öncelikle oluşturucu ögelerinin bazılarını bırakmak veya
azaltmak zorunda olduklarını varsayar (Ahlaki eylemin tipik olmayan bir şekilde
özverili olması temelinde, en yaygın öncül, vazgeçilen ögenin özçıkar
olmasıdır; burada kendi için değil Öteki için olmanın “doğaya aykırı” olduğu ve
varlığın iki kipinin birbirine zıt olduğu varsayılır). Oysa ahlaki sorumluluk
tam da kendini kurma eylemidir. Bir vazgeçme varsa, ahlaki benlikten toplumsal
benliğe, için olmaktan ‘yanında’ olmaya giden yolda ortaya çıkar”(s.24-5).
Ahlaki sorumluluk kendini kurma eylemidir,
bu Rousseau’nun veciz bir özetidir. Ayrıca, ahlakın, sebebinin ortaya çıktığı
toplumsal bağlama öncel olduğu tezi, Rousseau’nun Hobbes eleştirisinin ana
argümanıdır. Ahlakın nedensizliği onun temel savunusudur ki öznelliğin (ya da
benliğin eşsizliğinin) doğallığını buraya dayandırır. Ahlaki benlik öncesinde
başka bir benlik olmadığı, doğa durumundaki insanın yalın masumiyet olduğu onun
Nietzsche ile buluştuğu yerdir. Ve son olarak ahlaki eylem Rousseau için tam da
kendini kurma eylemidir. Doğa durumundaki insan, sivil topluma ahlaki
olgunlaşma dolayımıyla geçer. Ahlak bireyi yurttaş yapan aracıdır. (Ahlak,
kendi önüne özgürlük yasasını insanın kendisinin koymasıdır) Hobbes gibi toplu yaşamak için bir ahlak önermez, tam tersine o
ahlaki benlikten toplumsal benliğe, için olmaktan
yanında olmaya gitmeyi önerir ki bu
önerisi onun, az sonra göreceğimiz gibi, toplum (polis), ve egemenlik anlayışına içseldir. İşte yukarıdaki açmazın
yerini değiştirmek –yani ahlaki benliğin yerine toplumsal benliği koymak-
suretiyle, sorunu sorun olmaktan çıkardığı yer burasıdır. Nasıl?
Rousseau kendi sevgisinin merhamet ve acıma
dolayımıyla yumuşayarak kendi türünü korumaya dönüşeceği beklentisiyle yola
çıkmıştı. Ancak toplum durumunda kendi sevgisinin egoist tutkuya dönüşmesi
önlenemedi. Bu acıma duygusuna, bu içkin kendiliğe, dışardan bir müdahale
olmadığı takdirde, kendi sevgisinin acımayla yumuşatılsa bile, tutkuların esiri
olacağı, görülmektedir. Çünkü “merhametin bizi acı çeken insanın yerine koyan
duygusu vahşi insanda karanlık ve canlı, ama uygar insanda gelişmiş fakat zayıf
olan bir duygu”dur.(EK.s.112-3) Yani doğa durumundaki insanda merhamet duygusu
vardır fakat bunun bilinci yoktur, burada akıl gizil güç bu duygu fiili
haldedir. Uygarlaşmış insanda ise bilinci vardır fakat bu kez de bu duygu
zayıflamış, ölmüştür; burada da bu duygu potansiyel akıl fiili haldedir. Uygar
insan entelektüel bir güç kazanmıştır ancak, merhamet duygusuyla yumuşatılsa
bile tutkular toplumun değil kendi çıkarının hizmetindedir. Bauman’dan
yaptığımız alıntıdaki uyarıyı buraya taşıyalım; insanın doğasına uygun
davranması iyidir sadece böyle davranması için ‘yardımcı olmak yeterlidir’. Platon kendi devletini kurarken, ‘ev
idaresi’ (oikos) modeli içinde anne rolüne karşılık olarak eğitimi bir
yapıştırıcı olarak toplumunun ana akslarından biri yapar. Platon’dan sonra
onunla aynı düzeyde eğitime önem veren ikinci düşünür de Rousseau’dur. Ama
Rousseau’da eğitim, bir akıl işi midir? Eğer yardımdan kasıt eğitimse (ki
öyledir) peki bu eğitimin niteliği nedir. Yani nerde temellenir; akılda mı,
doğal duyarlıkta mı? Soruyu tekrar başa
alalım; Rousseau nasıl ‘yardımcı olacak’tır? Ya da nasıl ‘müdahale’ edecektir?
Salt akılla insan eyleminin ahlaki olması sağlanabilir mi? Kesin bir hayır. Çünkü, merhamet duygusu
akılla harekete geçmez, tam tersine bizzat felsefecinin aklı onu yok eder.
Hobbes’un soyut akılcılığı bireyi tüm erdemleri ve duygularıyla birlikte yok
etmiş, gereksiz kılmıştır: “insanı çevresinden ayırıp bırakan felsefedir; acı
çeken bir insan karşısında ona, gizlice “istersen geber, ben güvenlik
içindeyim” dedirten felsefedir.” (EK.s.113). İnsanı pozitivist, pragmatist vb.
projelerin nesnesi kılan nice uzmanın, aydının halini (ya da aydın halk
ayrışmasını) bundan daha veciz anlatan sözler zor bulunur. Rousseau elbette
‘doğa’ya dönecek ve orada merhametin orjinalitesini ‘itici güç’ (müteharrik)
yapacaktır. Toplumlaşma, ya da kendini kendinin dışına taşıyan bir özdeşleşme,
kendini ötekinin yerine koyarak hissetme, ancak merhamet gibi kalbin yasası
olan bir duyarlık gerektirir. Merhamet ya da acıma duygusu Rousseau’da insanın
toplumsallaşabilme imkanının ve kapasitesinin merkezi figürüdür. Rousseau,
toplum, ‘polis’ olanağını böylece ancak kalbin doğal yasası aracılığıyla,
vicdanı yoluyla kurar. Strauss, “Hiçbir modern düşünür, felsefi anlamda ‘polis’
kavramını Rousseau’dan daha iyi anlayabilmiş değildir. ‘Polis’ tanıma ve sevme
iktidarının tabii ölçekte yayıldığı boyutlara tekabül eden mükemmel birliktelik
anlamına gelmektedir”(s.534, dipnot, 47) der. Rousseaunun düşünü kurduğu toplum
budur. Kalbin doğal yasasının, insanın başka insana duyduğu ihtiyacı, birlikte
yaşayabilmenin erdemine dönüştürdüğü, tikelle genelin ‘Bir’ olma imkanıdır bu.
Aslında bunun Anadolu kültüründe benzer bir örneğini görmek mümkündür: kendini
sevme, yani nefis, kendini ötekilere naklederek, onları orda, oldukları yerde
kendinin kılarak Nefes’e, Can’a dönüştüğü bir gelenekten, Bektaşi geleneğinden
söz ediyorum. Nefisten (kendi sevgisinden) Nefes’e
(Tür sevgisine), tikelden evrensele bir buluşma ‘Bir Olma’dır bu. Burada topluluk ve birey bir bütündür artık:
tanıma ve sevme iktidarının, doğal sınırlarına ulaştığı yerdeki mükemmel
birlikteliği. Bu sebeptendir ki Rousseau, toplumsal projeyi soyut hukuksallık
ya da doğal hak temelinde değil, politik (polity) hak temelinde düşünür. Çünkü
ahlak ve politika birbirinden ayrılamaz. Emil’de
şöyle der: “toplumu insanlar vasıtasıyla, insanları da toplum vasıtasıyla ele
almak gerekir. Politika ile ahlakı birbirinden ayrı olarak ele alanlar, her
ikisinden de hiçbir şey anlamazlar”(s.50). Toplumu insanlar vasıtasıyla; yani
insanların eylemlerinin değeri vasıtasıyla, odağında merhametin yer aldığı,
‘kendini kendinin dışına taşıyan düşsel bir aynileşme edimi’yle, kalbin doğal
yasasıyla ele almaktır. Toplumu sadece akılcı ince hesapların meşrulaştırdığı
‘çıkar’ düzenlemeleri olarak değil, insani bir yaşama mekanı olarak
düşünmektir. İnsanları toplum vasıtasıyla ele almak ise, sadece topluluk
vasıtasıyla değil, politika vasıtasıyla da ele almak demektir. Bu bizim ayrı
ayrı, bir kimlik olarak ya da halk olarak çıkar ve yönetim olarak politika
kavramımızla düşünerek değil, ancak Greklerin, Politeia kavramıyla anlaşılabilir türden bir anlayıştır bu. Çünkü,
Greklerdeki (özellikle Platon’daki) Politeia
kavramı, toplum (polis) ve politika kavramlarının her ikisini de içerir. Topluluk
ve politikanın yönetilen ve yöneten biçiminde ayrılması, bugüne kadar gelen ve
hala çözüm bekleyen gerilimleriyle modern düşüncenin bir ürünüdür (Balibar,
2002, s.x). Rousseau bu gerilimin olmadığı Grek tanımına, topluluk ve politika
ayrımına tabi olmayan anlamıyla, ‘politeia’ya
döner ve toplumlaşma dediği her yerde eşanlı olarak politikleşmeye de işaret
eder. Toplumun kuruluşu politikanın da kuruluşudur ve tersi. Örneğin şöyle der:
“..şunu anladım ki her şey, köktenci bir biçimde siyasetle bağlantılıdır. Ve ne
kadar ilerlenirse ilerlensin hiçbir halk, kendisine biçim vermiş olan
yönetiminin doğasından değişik olamayacaktır.”(İtiraflar, s. 177) Bu noktada
Rousseau problemi Hobbes’un ‘doğal hukuk’ zemininden alır ve politik bir zemine
taşır. Çünkü çözüm hukuksal değil, politiktir. Çünkü ahlak ve politika
ayrılamaz. Ahlaki eylem ve politik eylem bir ve aynı şeydir. Dolayısıyla ahlaki
eylemin nedeni gibi bir soru yanıtını politik eylemde bulacaktır. Yukarda insanın doğasına uygun davranması için
yardımcı olmak yeterlidir önermesinde, yardımcı olmakla kastedilen şey, birey
düzeyinde eğitim, toplum düzeyinde politikadır. Politika bireyin toplum
öncesindeki bağımsızlığını toplum durumunda özgürlük olarak deneyimlemesinin,
(egemenliğinin devredilmezliğinin) ahlaki temelidir. Doğal durumdaki iç sesin
karşılığı toplum durumunda politikadır. İç ses -vicdan- ve politika bir ve aynı
edimdir. İkisi de ötekiyle düşsel özdeşleşme temeli olmaksızın varolamaz. Ve bu
olmadığı sürece egoist tutkuların egemenliği önlenemez. Bu noktadan sonra Rousseau,
politik sistemi, egemen ve özgür bir birlikte yaşamanın modelini ‘Toplum Sözleşmesi’ ile kurmaya yönelir.
hç.
2004-çeşmealtı
Kaynaklar
Rousseau, J.J., İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. R.Nuri İleri, Say
Yay. İst.2001 s. 77. Göndermeler metin içinde -EK- kısaltmasıyla ve sayfa numaraları belirtilerek yapılacaktır.
Aristoteles, Metafizik, Çev. Ahmet
Arslan, E.Ü.Basımevi, İzmir, 1985. s.80, 4 no’lu dipnot
Aristoteles, a.g.e., s. 246-248
Strauss,Leo, Devlet Kuramı, Derleyen Cemal Bali Akal, Dost yay. Ank. 2000, s.287
Göndermeler metin içinde sayfa numaraları belirtilerek yapılacaktır.
Nancy, Jean-Luc, Being singular plural, Stanford University Press, Stanford
California 2000, ss.118- 119
Ansel-Pearson, Keith, Introduction to Rousseau’s Political Thought,
in, Nietsche
Contra Rousseau, Cambridge University Press, 1999, s.55, Göndermeler metin
içinde sayfa numaraları belirtilerek yapılacaktır.
Nietzsche, F., Ahlakın Soykütüğü Üzerine,
çev. Ahmet İnam, Ara yay. İst. 1990, s.21
Bauman,Z., Postmodern Etik, Çev. Alev
Türker, Ayrıntı yay. İst. 1998,
Althuseer, L., Politika ve Tarih, Çev. Alaeddin Şenel-Ömür Sezgin, V yay. Ank.
1987 s. 13
Hobbes, T., Leviathan, Çev. Semih Lim,
YKY yay. İst. 1995, s.94 Göndermeler metin içinde sayfa numaraları belirtilerek
yapılacaktır.
Marx, K., Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev.Sevim Belli, Sol yay. Ank.
1976, s.13
Rousseau, J.J., Emil, Çev. Ali Rıza Ülgener,
Meşher Basımevi, İzmir 1936. Göndermeler metin içinde sayfa numaraları
belirtilerek yapılacaktır.
Balibar, E., Masses, Classes, Ideas, Routledge, New York & London, 1994, s.210
bkz. Balibar, E., Politics and Other Scene, Verso, London, 2002, s.x
Rousseau, j.j., İtiraflar, Akt.
Cassirer,E., Devlet Efsanesi, Çev.
Necla Arat, Remzi Kitabevi, İst. 1984.
s.177
Schmitt, C., The Concept of Political,
The University of Chicago Press,
Chicago and London, 1996, p.84
Taylor,Charles (2001), Sources of the Self, -The Making of Modern Identity-, Harward
University Pres, Cambridge
Mansfield, N. (2000), Subjectivity, -theories of the self from Freud to haraway- New York University Pres, New York.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder