Althusser Üzerine
Juan
Carlos Rodriguez,
Althusser: İnfilak (farklı bir düşüncenin ana hatları)
“çok
az risk var demek çok fazla demektir”
Louis Althusser
İnfilaktan
sonraya geriye ne kalır? [i] tüm
fotoğrafı genişletebilirim – bu yüzden “infilak” (blow-up) deyimini
Antonioni’nin çok sorunlu filmlerinin birinden aldım. Bir fotoğrafın infilak
etmesi zorunlu olarak onun biçimini bozar, detayları ve hatlarının netliğini
bulanıklaştırır. Bunun sadece (1965’den 1979’a) neredeyse onbeş yıllık bir
yaşamı birkaç kelimeye sıkıştırmak olduğunu söylemek gerek. Tam bir alanı
yeniden üreten bir alan parçasının ideal haritası: Borgesci bir sayıklamayı
varsayamaktan öte bir şey. Çünkü aklın (jameson’dan sonra) haritalarla değil (Barthes
gibi) fotoğraflarla konuştuğunu söyleyeceğim. Fotoğraftan (anın yavan bir
donmasından) pek hoşlanmadığım için, sinemadan bir başlık almayı tercih ettim:
burada, zaman en azından uzama yayılır. Haritalar ve fotoğrafların konuşması
muhtemelen böyle meşrulaşır. Sonuçta makaledeki bölümler ya da başlıkları
numaralandırmakla değil, sadece genişletilmiş anlatı sahnelerini montajlamakla
ilgileniyoruz.
Birinci anlatı dizisi:
Cennetten cehenneme
1.
Althusser düşüncesini kuran/ayakta tutan anahtar şema şüphesiz düşünce nesnesi
ve gerçek nesne arasındaki ayrım ve
kopuş (“coupure”) nosyonudur. Althusser’e göre, sömürü açısından bakan,
Marksist düşünce bu temeller üzerinde bina edilecektir.
Althusser
düşüncesini kuran/ayakta tutan anahtar şema (anlamına kısaca değineceğimiz)
onun felsefesi ve tarihdışıcılığıdır (ahistorisizm).
Bu
ilk infilak olacaktır. Bundan sonra nüanslar başlar. Metinde kaybolmamamız için
kendimi “Amiens savunması”(1975) ve “Granada Dersi” (1976) ile sınırlayacağım.
Sadece, Fernanda Navarro adıyla görünen ve
Felsefe ve Marksizm (Filosofia y Marxismo) başlığı altında yayınlanmış
olan söyleşilerde ve karşılaşma maddeciliğinde (akabinde ‘şansa
bağlı’/aleatory/ maddecilikte) içerili olan ve İspanyolca’da yayımlanmamış
metinlere gerektiğinde başvuracağım. Fakat önemli bir açıklık sağlayarak: bu
son söyleşilerin yüzde altmış, yertmiş civarında (Amiens’den eklemelerle)
Granada dersini harfiyen tekrarlayan bölümler vardır. Kalan yüzde yirmi, otuzu
metaryalist gelenek üzerine yayımlanmamış metinleri ve yüzde beş ile onu da
yeni imgeler ve metaforları içermektedir. Metaforlarla ile ilgili olarak,
Althusser’in ‘gelecek Uzun Sürer’de
belirttiği bir şey üzerine, Jacques Derrida’nın ‘gözbebeği’ Heidegger üzerine
yaptığı okumayla Althusser’de açığa çıkan göz kamaştırıcı bir etki ya da
Epikür’ün ‘clinamen’i üzerine bir vurgu söz konusudur. [ii] Başka bir deyişle
şu ya da bu biçimde, herhalde tedbirli davranmış olmalı ki, Fernanda
Navarro’nun kitabında önceden ele alınmamış hemen hemen hiçbir şey yoktur.[iii]
Althusser’in kararlı ifadelerinden birinin Fernanda Navarro’nun girişinde
görünmesi dışında elbette: “Fernanda Navarro söyleşisinin yayımlanmasını kabul
etmemin nedenlerinden biri, bütün ideolojik ve politik stratejinin merkezi ve
temeli olarak felsefenin bana da uyan önemini önceden varsaymasıydı…” (s.15).
2.
Bütün bir politik ve ideolojik stratejinin merkezi ve temeli olarak felsefe ?
Burası
Althusser’in söyleminde her zaman inşa edilen/yapısı sökülen bütün bir
‘felsefeciliğin’ son kertesidir. Althusser’in
kendisinin (Amiens ve Granada’da) hatırlattığı gibi, Marx her zaman uyarmıştı
(söylemek gereksiz Freud’un de uyardığı gibi) hiç kimse kendilik bilinçleri
temelinde yargılanamaz. Bu yüzden bilinçdışının ya da bilinçdışından bir
“belirtisel okuma”sı gereklidir (bkz. aşağıda).
Bizi
burada ilgilendiren sorun daha farklıdır. Bizim odağımız Althusser’in kendi
argüman tasarısının biçiminde her zaman ima edilen anahtar bir sorun
üzerinedir, yani kısaca: felsefe bir sorun adı mıdır, değil midir? Althusser için,
yanıt açık bir biçimde olumluydu. Marks İçin ve Kapitali Okumak’da Fakat
aynı zamanda Lenin ve Felsefe ve bilim adamları için felsefe Dersi’nde)
bütün konu açıkça belirtilmiştir: Felsefe bilim teorilerini içeren, teoriler
teorisiydi. Onun Özeleştirinin Ögeleri’nde ve John
Lewis’e Cevap’ın da bu pozisyonu düzeltir gibi görünürken, Aslında fiilen
Althusser basitçe aşırılıklar sorununu ele almayı içeren görece olarak küçük
bir yeniden-ayarlama yapar: felsefe şimdi aslında aynen “altyapısal” düzeyde ekonominin
son kertede iktidar olması gibi, “üstyapısal” düzeyde son kertede iktidar olma
uğraşıydı (güç uygulamaktı).
Ve
bunun Althusser’in asla terk etmediği pozisyonu olduğunda ısrarlıyım. Üstelik,
bu onun söylemini sürekli olarak inşa eden/yıkan bir şeydir. Gerçekten de,
F.N.’nin (başka bir bakış açısından bile olsa) haklı olarak ileri
sürdüğü gibi bu felsefenin adlandırılışı sorunlu söyleşi esnasında onun yeniden
keşfettiği bir şey değildi, o 50’lerde, aynı şekilde popülerliğinin en yüksek
seviyesinde ününü korumasının kolay olmadığı 60’larda fakat olgunluğuyla dolu
75 ve 76 arası da dahil kariyeri boyunca, açıklama süreci içinde olduğumuz bir
şeydi.
Profesyonel
bir düşünür olarak althusser’in konumu her zaman vaktinden önceye tarihlenen,
anın dışında gibi görünmeye başlamış bir sorun oldu. Ve elbette, 70’lerden
itibaren de adlandırıcı bir söylem olarak felsefede neredeyse kimse kalmadı. Bu
aşkın boyutu içinde felsefe zaten Amerikan analistleri ve Reichenbach
tarafından değer düşümüne uğratılmıştı. Pragmatistler onu ‘edebi bir tarz’a ya
da ‘kültürel çalışmalar’a çevirmişlerdi.
Ve hatta Heidegger, Avrupa bağlamında, bütün bir Batı metafiziğini
sulandırmıştı. Ve onun Varlık ve Zaman’ da yaptığı basit değildi fakat Hümanizm üzerine mektubunda’ (1946’da yazıldı
ve 1947’de yayınlandı), tam da empatik bir tarzda, eskiydi. Fransız düşünür
Beaufret’i adres gösteren Sonraki çalışmalarında Heidegger hatta tam da
‘felsefe’ terimini ortadan kaldırdı, yerine oldukça nüans yüklediği ‘düşünce’yi
koydu. Althusser’in ‘teorik-anti hümanizmi’ ve Heidegger’in ‘metafizik anti-hümanizmi’ arasındaki
farklılıktan başka yerde söz ettim [iv] bu noktada, önceden açıklanmış olduğu
gibi, Onu Derrida tarafından başarılmış ‘yazılı’ okunması içinde keşfedinceye
kadar Althusser’in Heidegger’i hiç bilmediğini belirtmek yeterlidir. Bu okuma
Althusser’i kendi ‘gizli materyalistler’ listesine onu dahil etmeye
zorlamıştır. Fakat bu
daha öteyi ima eden ‘bolluk’ uğrağına ilk kez dönmek zorunda olduğumuz
sürece, sonunda olup biten şeyin öyküsüdür. Felsefenin Althusser için asla bir
sorun olarak görülmediği bir tarzın
gerçekliği boyunca, onun kendine sorun yaptığı şey felsefe ile Marksizmin nasıl
ittifak kuracağı olmuştur. Bu sorunun özüdür, nüvesidir. (felsefe ve
politikanın aşırılaşmasından sonra tuhaf şeyler oldu, politika 68 dolaylarında
kırılması üzerine postmodern gündelik yaşam içinde fazlasıyla çözülene dek
‘adlandırıcılığı’nı (kanıtlayıcılığını ya da tözselliğini) kaybetmeye başladı.
Ve Althusser bunun gerçekleştiğini asla görmedi… [v] ) (v.Marksist kültürün kaybı bir bakıma
kapitalizmin bütünsel zaferinin anahtar belirtilerinden birirdir: varolmayı
sürdürren çelişkiler boyunca onlar şimdi
etnik, dinsel ya da ulusalcı olan
az ya da çok mitik diller aracılığıyla kendilerini ifade etmeye
çalışmaktadırlar. Dolayısıyla yeni bir marksist dili yeniden inşa etme ihtiyacı
kaçınılmazdır. Bu görev, özünde Althusser’in hayatını adadığı bir şeyin devamı
olacaktır.)
Amiens
de, Althusser neredeyse politikanın Gordion düğümünü oluşturan Marksizm ve
felsefe arasında nasıl bir ilişki olduğunu, ele aldığı kadarıyla, tüm
açıklığıyla açıkladı: önceki eserlerinde, felsefe/politika ilişkisinin en açık
taraftarları, başka deyişle 18. yüzyıl devrimlerinin açıkça politik düşünürleri
üstüne Marks’ın muştuladıklarından da çok yoğun olarak tezler biçiminde
açıkladı. “esas tez” “18 yüzyıl Fransa’sında politika ve felsefe” üzerine, tali
tez ise Rousseau’nun ikinci söylevi, başka deyişle eşitsizlik hakkındaki söylev
üzerinedir. Görüleceği üzere bu,
Althusser’in Zamanının en büyük ustaları hatta Paris toplumunu büyüleyen
Hyppolite ve Jankélvitch’e sunduğu bütün bir programdır. Bir program, aslına
bakılırsa, Marks’ın değil fakat “Rousseau’nun söylevinde yanlış kıyaslama”
(1967) başlıklı Toplum Sözleşmesi
üzerine görkemli denemede ve Montesquieu’ ‘Tarih ve Politika’ da (1959) -hatta eski bir faşist olsa bile, her ne kadar
‘yanılgı’ içinde olsa da yönetimi ‘enteresan’ bulan Rousseau’ya gelene kadar
derinlemesine bilinir biri olan paul de man metninde- açıkça muhafaza edilen
şeyin ve politik felsefenin bir önceliğidir.[vi] Söyledikleriyle, Montesquieu
üzerine kitabının yayınını izleyen yılda, 1960’da Althusser’in Feuerbach’ın
Felsefi Manifestosuna bir önsöz yazmak ve çevirmek durumunda kalması oldukça
belirtiseldir. Aslında Feuerbach’ı tüm eser boyunca sürekli anar.
Bundan
dolayı Marks’ın ‘Feuerbach üzerine Tezler’ine (bildiğimiz gibi Marks tarafından
asla yayımlanmamıştı) sık sık yapılan göndermeler (tam da Althusser’in ‘konumlar’ kitabının başlığında olduğu gibi, bir
‘sınıf konumu’ anlamında kullanılan) “tezler” teriminin sürekli yayılmasından
söz etmez.
Üstelik
yayılan şeyin, Feuerbach’la hesabını
görmesi üzerine, Althusser’in onun eski dinsel bilinciyle bir hesaplaşması
değil fakat başka bir öykü olduğundan o kadar emin değilim. Kesin olan şey
politikanın kurucu önemine dair bir ifadenin -sadece militan bir kaygıyla
beklenen bir jestin- Marks’a ve üstelik
daha sonra kararlılığı tersine dönecek bir şeye etkili bir gönderme yapmak
yoluyla doğrudan doğruya izlenmiş olmasıdır: marks’ın eserinde varolan olanak
sadece açık bir politik konumun değil fakat aynı zamanda örtük bir politik
teorinin ve Kapital’in Marks’ında felsefe ve/ya da teorinin olanağıdır. Lenin’in zaten dikkat çekmiş olduğu bir nokta
olan “Marks’ın felsefesi Kapital’de saklıdır” ifadesini Althusser tekrar ve
tekrar yineleyecektir. Her ikisi de 1965’de görünen For Marks aracılığıyla Reading
Capital’in rehberlik yolculuğu böylece başlar. For Marks’ın, kısaca La revolucion teorica de Marx’ın İspanyolca çevirisinin, bizim
kolay etkilenen solcu entelijensiyamız tarafından oldukça alaya alınmış olması
doğal olarak yeterlidir. Devrim nasıl teorik olacaktır! Sonradan ortaya çıkan
okumanın nasıl olabileceği hayal edilebilir. Fakat, belirtisel olarak, bu insanların
beceremediği şey Marks’ın aynı zamanda
amaçladığı ve hatta teorik düşüncede bir devrimi anlamaktı. Ve bu teoride
devrim araştırmasının, sömürü açısından düşüncenin başka türlü bir analizinin,
Althusser’in bizzat saptadığı kesin bir görev olduğuydu.
3.
Bununla birlikte, F.N. ile söyleşisinde, Althusser, 65’in metinleri açısından
doğan etkiyi, R. Aron gibi eski liberal bir muhafazakarın azarlamasını kabul
eder, Althusser ve grubu gerçekten de
“düşsel” bir Marksist Felsefe icat etmişlerdi.
Buna
yanıtımız bellidir, Althusser her zaman onun en iyi okuru değildir -hiç kimse
değildir. (ek olarak, R. Aron’un
Marks’la ilgili tanıklığı güç bela güvenilirdir, yine de başka
yaklaşımlar içinde olması saygındır.) Onun Kapital’in Nesnesi üzerine ve
Çelişki üzerine eseri -söylemeye gerek yok- tartışılabilir olsa bile- açıkça
görkemli ve açıkça Marksisttir. Hayır,
Althusser’in düşsel bir Marksist felsefe icat etmiş olması hiç problem
değildi. Olan şuydu, az çok fark edilmez
bir biçimde, Althusser Wagner üzerine Notlar, hatta 59’un Katkı’nın önsözü ve 1857’nin girişi
dahil, Gotha Programı’nın Eleştirisi,
Kapital, aracılığıyla şuraya buraya
dağılmış temel unsurlar üzerine (Lenin tarafından sürekli alıntılanan terimleri
kullanan) bir tür Marksist bir “Felsefi Sistem”
inşa etmeye kalkışmış olmasıdır.[vii] Ya da, ayni şey demek olan, marksın tözsel
felsefesini inşa etmeye..
Son
proje yanlış anlaşılmıştır, fakat Althusser, mecburen çelişkiye düşse bile, her
zaman yoğun ve olasılıklarla dolu olan kitabının yoluyla ilgili olarak
yanılmamıştır. Aslında, o daha önce hiç kimsenin öğretmediği bir tarzda, bütün
karmaşıklığı içinde tüm bir üretim tarzının analizini önceden varsayan kendi
gerçek içsel mantığının terimleri içinde, Kapital’in nasıl okunacağını bize
öğretmiştir. Bu içsel mantık kesinlikle ne ekonomist terimler içinde kavranmış
ne de soyut bir biçimsel-mantık anlamının terimleri içinde, fakat daha çok bir
ve aynı anda politik, ideolojik ve ekonomik olan kendi gerçek konfigürasyonu
içinde kavranmıştır. Sorunlar, örneğin, mevcut Lacancı/Freudcu
analiz içinde yaratılan şeyin kesin olarak mevcut konjonktürün belirtileri
olması ve ‘belirtisel okuma’ adını alması gibi, zamanında Althusserin en çok
eleştirildiği şeyler üzerinedir. Söylem alanında belirti/işaret aramanın
dışında, sözcüklerin nesnel mevcudiyetinin arkasını araştırmak kolay bir görev
değildi. Ve her ne kadar Althusser görece
hızla terimi terk etmişse de, görevi
terk etmedi.
Tekrar,
hatta belirti/işaret imgesini en çok eleştirenlerin (bilim adamlığına yönelenler,
pragmatistler ve anlambilimciler) günümüzde büyük bir sıklıkla geniş anlamda
anlaşılan belirtisel okumayı uyguluyor olmaları “belirtisel”dir. (Ranciere,
Establet ve Macherey tarafından) Kapitali
Okumak’ın bedenini oluşturan öteki denemeler kendi yollarında yeterince
açılıp saçıldı fakat Althusser’in metni gibi aynı düzeyde olamadı. Ve Althusser
ona zamanında projeye katılma şevki veren şey için suçu üstlenebildi. Belki de
o nitelik farklılığının farkındaydı -daha çok belki ötekiler farkındaydı-, çünkü
ikinci baskının nedeni Althusser’in metni ve Balibar’ın Tarihsel Diyalektik
Üzerine’si olarak azaltıldı. (ek, aslında Rancier’inkiler onun kendi bağımsız
denemeleri olarak yayımlandı.) hatta
Balibar’ın kendi bölümü Althusser’inki gibi aynı düzeyde değildi. [ix]
Her
neyse, çok açıktır ki denemenin bütünü bugün şöyle demektedir: F.N.’ de
Althusser’in kendisinin vurguladığı gibi, sorun basit olarak Marksist bir
felsefeyi (ya da daha doğru olarak, bir Marksist teori tarzında, Marks için bir
felsefeyi) yeniden-bina etme sorunu değildir. Daha çok amaç, sözümona Marksist
bir felsefe, elbette varolan (“filozof”) Stalin’in felsefesi, yani paylaşılan
bir mantığın çerçevesi içinden ona karşı çıkmaktı. Israr ediyorum: basit bir
anavatanın Babası değil, işçilerin basit bir idolü değil, basit bir askeri,
politik ve ekonomik dahi değil, fakat Filozof Stalin. Üstelik, post-Stalinizmin
aldığı çeşitli biçimlere, başka deyişle ekonomizm, hümanizm, küreselleşen
diyalektik materyalizm, kısaca, en acımasız biçimlerde felce uğratan saçma
ortodoksiye, karşı çıkmak. Ve burası Althusser için problemin özüydü: bu tür ‘felsefi’ konumların yanlış bir
biçimde Marksist olduğu fakat onların partinin hizmetinde düstur olarak–kabul
edilen ya da reddedilen süprüntü/felsefe olarak, her hangi bir özel zamanda
partiyi uygun gösteren bir şey ve aynı zamanda ve gerçekte şaşırtıcı bir şey
olan, mutlak bir felsefe olarak, partinin
tatışılmaz biçimde inanılan ve onun temeli ya da esasları olarak ele alınan
hakikati olarak- kullanıldığı olgusu basit değildir. Bütün bu sorunsal,
Althusser’in sürdürdüğü ve ona boyun eğen amansız eleştiri savaşıyla
çözümlemeye başladığında, genellikle unutulmuştu.
4.
Marks için ve Kapitali Okumak bu karmaşık, prizmatik perspektiften okunmadıkça
onların gerçekliğinin temelinde yatan anlam kaybolabilir. Aynı şey Althusser’in
sonraki metinleri açısından da söylenebilir. F.N. söyleşisinde, o bizzat bir
düşünür olarak gizlendiğini ya da Descartes’ın deyişiyle ‘maske’ kullandığını
ilan eder. Ve bunun anlamını gerçek katı
terimleri içinde açıklar: mücadele ve kavgaya karşı ‘skolastik’ (Yahudi ve
Hıristiyan) ve mücadele ve savaşa karşı kartezyen olan Spinoza, onları Tanrı
sözcüğüyle acımasız bir biçimde karşılamakla başladı. Önce bu doğruluğu tartışılamaz
sözcük karşısında onun düşmanlarının başka şıklar seçmek değil de sessizliğe
gömülecekleri belliydi. Bunda başarılı olan Spinoza, daha sonra, alt üst
edilmiş Hegel aracılığıyla şoke edercesine sahip olduğu materyalizmin damgasını
sistematik olarak ilerletmeye geçti. Althusser bizzat itiraf ettiği gibi, önce
sihirli “Tanrı” terimini değil, sihirli “Marks” terimini Partinin önüne koymak
yoluyla kesinlikle aynı biçimde ilerledi. Dolayısıyla referanslarını
tekrarlayıp durdu Marks, Kapital, Marks, Marks…
Etki onun -onlar çok geçmeden kalabalık olmaya başlayan- resmi
düşmanlarını felç etti. Yemin kokusunu alamamışlardı, açıkça Stalinist türün
kendi kokmuş balıklarını çiğnemeyi sürdürdüler. Sorun sürekli üzerinde fazla
durulan birisiyle, Marks sözcüğüyle, en azından ilkede, bir ölçüde
yapacaklarıydı. Buna rağmen, Althusser’in yaptığı Marks’ı savunmak oldu.
Söylemeye
gerek yok, böyle resmi felçler kısa ömürlüydü -Garaudy bu açıdan öfkeliydi-
fakat aynı zamanda Althusser’in kendi stratejisinden asla sapmadığı da
apaçıktı.
O
bir söylemi öfkeli bir Marksizmle katılaştırma yoluyla gerilla mücadelesi
vermedi fakat teorinin olduğu gibi aynı zamanda politikanın da devreye girmesi
için o aynı zamanda başka bir büyüyü, ayni ölçüde itiraz edilemeyen bir sözüğü,
yani “Lenin” sözcüğünü ekledi. Ve bu
yüzden 1968-69 dolaylarında Hegel’den önce, onun Lenin ve Felsefe’si ve onun Marks ve Lenin’i ortaya çıktı (Marks
hakkındaki metin eski usta Hypolite tarafından düzenlenen Hegel üzerine bir
konferansta okundu.) Ve en radikal
solculara karşı kendini tekrar korumak için Althusser aynı zamanda “Mao”
sözcüğünün nasıl kullanıma sokulacağını bildi (“Vietnam’dan bahsetmeye değil,
Althusser çevre ülkelerdeki devrim olasılığının gerçekliğine inandı). Fakat biz bir şeyi açık kılalım: o asla basit bir stratejik sorun değildi,
F.N. ile söyleşisinde de varsayılmış olacağı gibi, “maske” varsayımını
içeriyordu. Örneğin Lenin ve Felsefe
Althusser’in gelişiminde temelli önemi olan bir metindir.[x] Materyalizm ve
Ampriokritisizm savunusu hiç de
incelikli davranmanın gereği değildi, yani kitapta, katı bir felsefi
perspektiften savunma güçlüğü çekilmesi yüzünden Althusser doğrudan kaynaklara
geri döndü, bahsettiğimiz gibi, Lenin’in “felsefi” müdahalelerinin
değerlendirmesinden felsefe ve politikanın çözülemez bileşimini o asla terk
etmemişti. Değişik yollar içinde canlandırma ya da ikili bir “dayanak”la
karşılaştırma ya da bir “karışım” olarak görülebilecek bir birleşim. Althusser
bizzat, bitkinin kalbine ulaşmak üzere, soyulan kabuğunu ter ederek ilerleyen bir
temel üzerinde, “Lenin” okumasını hesaba katan, bir enginar (artichoke)
“teorisi” diyebileceğimiz şeyi icat etti.
5.
fakat, politikanın önceliği, iddia ettiğimiz gibi felsefenin önceliği ile
çözünmez bir şekilde ister istemez karışmıştı.
Ve
şurası açıktır ki, Althusser için (felsefe yoluyla) felsefe sadece bir model ya
da paradigmaya sahiptir: soyut mantık, bilimlerin teorik ve genelleşmiş
akılsallığı. (bilim değil, çoğulluğu içinde bilimler, naif bir pozitivizmi
itham etmemek adına Althusser’in ortaya koyduğu bir nosyon. Aynı zamanda
Bachelard, Cavailles ve Canguilhem’in etkisi vardır.) Ve yine, bilim
adamlarının kendiliğinden felsefesi olarak sunduğu semineri bilimler tarihi ve
felsefesi üzerine geniş bir projenin bir kısmıydı (Chomsky üzerine makalemde
kullandığım metinler sadece Fichant, Pecheux
ve Badiou yoluyla yayımlanmıştı).[xi]
Alhusser’in
katkısına, bizim taşıdığımız tanıklık bir kez daha tuhaf bir hileyle
büyülenmiş: felsefe, kendi kaynağında (Platon’da) bilimin mantıksal modeli üzerine temellenmişti,
fakat aynı zamanda –ki bunda büyüsel bir yan var- felsefe, kaçınılmaz biçimde
kendilerini belli bir küçük burjuva eğilime borçlu kılan “kendi” uzmanlarının bilinçdışı
ideolojilerine genellikle tabi olan -kendi olanaklılık koşullarıyla karşı
karşıya (vis-a-vis) öz-düşünüm yetersizliği içinde olan- bilimlerin koruyucusu
ve gardiyanı oldu. Zaten, kurs da
başarısız bir şey halini aldı, ne yeteri
kadar iyi bir organizasyon yapıldı ne de yeterince kavrayışlı terimler içinde
sunuldu. Kanıt, 1967’de verilen seminerin, ‘Bilir kişilerin (expert)
kendiliğinden felsefesi’ adıyla 1974’e kadar yayımlanmamış olmasıdır. Bilir kişiler (expert), hiçbiri hikmet (ilim
irfan) sahibi değildi, sadece inandırıcılıklarına inandırmaya başlayanlanlardı.
Denebilir ki, proje iki sorun ortaya koydu, temel sorunlar hala söz edilmemesi
gerekenlerdi: bir yandan yeni bir ışık
altında, yani, bilime yayılan bilinçdışı bir ideolojinin varlığıyla ilgili
olarak konumlanan, bilim/ideoloji ilişkisi; öte yandan, bir kez daha, “filozof”
Stalin sorunu, şimdi “bilim adamı” Stalin’e dönüşmüştü.
Gerçekte,
pratik dış değer bulma (extrapolation) süreci aracılığıyla hep empirik olarak
uygulanabilen soyut bir teori yoktur iddiasının bekliliği dışında, bu
Althusserci seminer/kurs’dan kurtarılan pek azdı. [xii] Aynı zamanda, zorunlu
olarak kanıtlanan belli bir çökelti kaldı: tekrar, Stalinist konumlara karşı,
bu durumda burjuva ve proleter bilim arasındaki ayrıma karşı mücadele. Böylece,
aslına bakılırsa, proje gerçekte kursun
kendisiyle son bulmadı, ama Dominique Lecourt’un ‘Lyssenko sorunu’yla zor bir
kitapta ve Althusser’in ona adadığı görkemli önsözünde sürdü.
6. Althusserci düşüncenin temel izlekleri şimdi
güçlü bir biçimde yerinde duruyor
İlk
olarak, ister sağ ister sol varyasyonları içinde (bütün partilerin emriyle
korunan) Stalinist felsefeden tamamen ayrı olan Marks’ın felsefesini (yeniden)
inşa etme zorunluluğuyla bile olsa felsefenin tartışılmaz önceliği vardı. sabit
bir biçimde Lenin’e (hatta bir ara Mao’ya) yapılan atıflar, “devrimci çocuk”tan
kurtulmanın, fakat aynı zamanda onu kavramanın ve kucaklamanın da bir yoluydu.
Belki bu nedenle Althusser 1968 dolayında gençler arasında coşkuyla karşılanan
Maoculuğun reklamını yapmakla itham edildi.
İkinci olarak, asıl bilime bağlanmış olmak felsefi önceliğin
nedeniydi. Yukarda işaret edildiği gibi
felsefe, sadece soyut bir temel, genel bir bilimsel düşünce modeli üzerinde,
felsefe yoluyla şekillenir, koşulu aynı zamanda bu düşüncenin gündüz ve gece
“gözetici”si haline gelmek olsa bile. [xiii]
Aynı
zamanda, felsefe/bilim ilişkisi sadece politikanın felsefeye müdahalesini
önceden varsayan politikanın önceliğine göre anlaşılacaktır (aslında ikincisi
birinciye müdahale etmiştir). Bu karşılıklı ilişkiyi açıklamak için (gördüğümüz
gibi, Althusser’in kaynaklarında kayıtlı bir şey) Althusser kesinlikle tuhaf
olan bir metafora “enginar”a
başvurmuştur. Ben de burada “kıç” metaforu adını verebileceğimiz şeye
başvuruyorum. Granada’da ve F.N.’de
(fakat aynı şekilde, oldukça tereddütle de olsa, Amiens’de) Althusser François
Mauriac’ın, bir çocuk olarak, ünlü halkın “kıçı” yoktur” düşüncesini hatırlatır. Aynı şekilde felsefenin arkası, yani, “dışı”, “kıç” tarafı
olmadığını düşünür (ileri sürer). Ve o bunun, yeterince mantıklı olduğuna
inanır, çünkü onun görevi bir valizin içini düzenler gibi, katlamak ve düzgünce
istiflemek yoluyla, kendi içerisinin bu dış ambalajlanmasını ya da dönüşümünü
içermektir. Brecht ve Chaplin’in imgeleri çekincesiz ve ataktır, fakat
althusser bunun farkında değildir ve kendi özelliği olarak büyük bir ısrarla
yayar. Felsefenin “dışı” onun “içinde” aranmak zorundadır: bu ısrarın içinde,
tam bir kesinlikle “açıklanmayan” fakat daha sonra daha çoğunu söyleyeceğimiz,
“içerileştirilen” politik ilişki yatar.
Şimdilik,
sadece tek bir sorunun önemi dikkate alınmış oldu: politikanın konuşması
devletin konuşmasıdır. Ve burada iki anahtar isim özellikle görünür durumdadır:
birinci olarak, Gramsci, Althusser için Devletin
İdeolojik Aygıtları’nın İtalyanların çalışması üzerine temellenmiş olduğu ısrarına
rağmen, her zaman güvenilmez, (kaypak) bir müşteridir; ikinci olarak, hızla
halefini izleyen, muhteşem Machiavelli, Althusser için politik iktidarın en göz
kamaştırıcı teorisyeni. Fakat, bizim yayımlanmamış olarak betimlediğimiz,
1975-76 sonlarıyla bütünleşmiş, bütün
metinler, bu bağlamda, hiçbir zaman unutulmamıştır. Başka deyişle, materyalizm
ve devlet teorileri üzerine bütün metinler, hatta karşılıklı ilişkinin her
zaman açık ve kesin olmamasına rağmen, Althusser’in yeni mantıksallığı içinde
her zaman birbiriyle çok yakın ilgili olan iki izlektir.
Biz
şimdi Althusser düşüncesinin izleklerinin, karşıt terimler içinde, sınırlarını
belirleyelim: felsefenin önceliği ve onun bilimle ilişkisi; ve, aynı hat
boyunca, felsefenin önceliği ve onun politikayla ilişkisi (militan bir
komünistten beklenen bir şey). Bunun dışında her zaman, aslında nadiren
belirgin olsa bile her yerde patlayan, bir üçüncü sorun vardır: (Althusser’in
her zaman aklına takılan,-teorik ilgileri ve kişisel bunalımları sıkıntı
yaratan- ve Lacan’la ilişkisi yeterince mantıksal olan psikoanalitik bilinçdışı
ve bilim adamlarının bilinçdışıyla bağlantı içinde ortaya çıkmaya eğilimli)
ideoloji sorunundan başka bir şey değildir bu.
7.
Psikolojik bağlantı Althusser’in çalışmalarının ilk dönemlerinde öne çıkan bir
unsur değildi.
“Freud
ve Lacan” (1964-65)’ le birlikte bir çok farklı boyutuyla kesin sonuçlara
ulaşan, ani bir ilgi doğdu. bu sadece konjonktürel terimleri içselleştiren
ikincide bulunan psikoanalizi ilk Marksist okumasında değildi bu aynı zamanda
onun Marks’a dönme çabası anlamında Lacan’ı Freud’a dönüş olarak niteledi. Çok
önemli olarak, ilişkisine rağmen Marksizmin o zamana kadar gözardı ettiği, ve kaçınılmaz
biçimde günümüzün gerçek bir teması haline gelen bir konuyu Marksist terimlerle
ele aldı: aklımda bireysellik teması, “özne” sorunu var. Althusser’in gerçekte
‘bireysellik’ temasına bağladığı ve geçici alt başlığı “Bir soruşturmaya doğru notlar’, onun ‘Devlet
Aygıtları’ üzerine uzun makalesi oldu. Onun dikkati anlaşılabilirdi. Çünkü metin birçokları için son derece açık
ve kararlarında isabetli olmasına rağmen, onu eleştiriye açık hale getiren
zayıflıklarıydı. Meraklanmayı bir yana bırakarak, Hegelci ve Gramscici
unsurların ‘dönüştürücü’ bir karışımı olan sivil toplum tanımında -Althusser
hegeli değil fakat Gramsci’yi konuşturur- bu zayıflıklar şunlardır: (i) Althusser'in tarihdışılığı burada bir bütün olarak ortaya çıkar: ideolojinin tarihi yoktur ve özne her zaman vardı; (ii) a priori bir
bireyselliğin mevcudiyeti hep gizlenmiştir, ve (iii) daha önce cesaretle ortaya
atılan fakat asla çözülemeyen ideoloji ile ilgili sorunlar. Söylemeye gerek
yok, bu “zayıflıklar” ayrıntılı analiz gerektirir, çünkü önemli bir nedene
dayanır, aşağıda göstermeye çalışacağımız gibi, nüanslar her zaman özseldir.
8.
Althusser ideolojiye (Aile, okul vb. aracılığıyla) maddi destek vermeye çalışsa
dahi, onun incelediği topikler arasında
ideoloji en şüphelilerinden biriydi. Granada ders yılında hala, FN’ye tekrarladığı
bir şeyi “ideolojinin buharlaşan hiçliği”ni konuşuıyordu. Fakat aynı zamanda,
ve aynı zamanda F.N.’de, o bir
“düşünceler sistemi’ olarak ideolojiyi anlatır. İdeoloji ve bilim arasındaki,
ideoloji ve felsefe arasındaki ve hatta ideoloji ve eleştiri arasındaki zıtlık,
Marks İçin ve Kapitali Okumak dönemindeki (empatik olarak pozitivistik anlamda)
belirgindir. Sadece bu metinler değil diğer makalelerde de, ki bu aslında
“teorik pratik ve sınıf mücadelesi” ve
-şüphesiz tümünün en önemlisi- “teorik çalışmalar üzerine: güçlükler ve
kaynaklar” örneklerinde olduğu gibi
karar verici olmuştur. Hatta (Marx
İçin’de yer alan) olağanüstü Brecht denemesinde [xv] Althusser bir edebiyat
türü olarak melodram analizinde gösterdiği şaşırtıcı berraklığa rağmen ideolojinin
yeri belirgin değildir. Hatırladığım kadarıyla, ‘yayımlanmamış önceki
çalışmalarına’ ve Rousseau üzerine makalesinde görünen Brecht üzerine başka bir
müdahalesi hariç Althusser onu sadece felsefenin ‘ötekisi’ olarak marjinalize
etmek için edebiyata başvurur.[xvi] Althusser’in İtalyan arkadaşı, italyan
ressam Ceremonini ile ilgili sanat üzerine benzer bir berraklık aynı ölçüde
geçerlidir. Ilginç de olsa, ikincisi de, başkalarının sadece ‘dışavurumculuk’
olarak gördüğü tarihsel bir boyutu ortaya koymaya çalışır [xvii].
İnanılmaz
ve biraz da aptalca, birçok araştırmacı, biraz aşırı olarak, “Sanat bilgisi ve
edebiyat” başlığı altında yayımlanmış olan Althusser’in bir sonuç yazdığı teorik anti hümanizm üzerine polemiğini
içeren kısa metne büyük önem vermiş ve tek başına ele almışlardır. Bu dökümanda, 1960’ların ortalarındaki
konjonktür olarak önemli uğrakta
Althusser, kuşkusuz yukarda
bahsedilenler içinde kayıtlı olan bilim ve ideoloji ve ideoloji ve felsefe
arasındaki zıtlıklar olsa da bir kez daha, edebiyat ve sanatın ideolojiyle
hiçbir ilgisinin olmadığını, hemen geri çekeceği (ve asla tekrarlamayacağı) bir
şey olduğunu vurgular. Özel konjonktürü yoksaymak ve kısa bir metne sarılmak
aptal bir eylemdir ya da Althusser’in kendisinin dediği gibi, kelimenin tam
anlamıyla ‘puştluk’tur.[xviii] Gerçekte,
Brecht üzerine iki metinde de görülebileceği gibi, Althusser Kapital’de felsefe sorununu nasıl
koyutladıysa aynı şekilde edebiyat da da ideolojik diyalektik sorununu
koyutladı. Başka deyişle metinlerden
çıkarılması gereken “örtük bir pratik” gibi. Fakat bu sadece açık olarak 1970’lerden
itibaren inşa edilmiştir; teorik hümanizm üzerine polemiği yükselttiği önceki
onyılda bu yoktur.
ikinci anlatı serisi :
Cehennemlerden cehenneme
1.
Bununla birlikte, can alıcı önem taşıyan 60’ların ortalarındaki dönemde
yazılmış ve devamı hiç beklenmeyen Lacan ve Freud üzerine belirleyici
makalesinde Althusser, ideoloji nosyonuna radikal bir burkulma verir.
Değişimin
özü bireylerin Althusser tarafından “ideolojik hayvanlar” olarak tanımlanmış
olmasıdır. Kesin ve tam anlamıyla belirtirsek, bireyleri akılsal ve dilsel
hayvan olarak tanımlayan eski Aristotelesçi, kartezyen ya da empirisist
gelenekler gitmiştir. Bireyleri ideolojik hayvanlar olarak tanımlamak
ideolojiye tamamen yeni bir problematiğin temeli olarak yer vermektir. Althusser’in bastırmadığı bu yeni problematiğin sonuçları
kesinlikle gerçektir ve metnin daha
rahatsız edici özelliklerinden biridir. Fakat , “gerçek varoluş koşullarına karşı
imgesel ilişkiler” olarak ideolojik ilişkileri konuşmak için Lacan’la Marx’ı
nasıl karıştıracağını bildiği yadsınamaz. Ve bu karışımı ideolojinin bugüne
kadarki en iyi tanımıyla gelen Althusser mümkün kıldı. Eagleton yanlış bir
biçimde hayalinin yerinin öznenin yeri olduğu için, imgesel-hayali/gerçek
karşıtlığını sadece lacan etkisine bağlar.
Aslında, sadece kapital’de
değil fakat bir çok önceki metinde Marx tarafından harfi harfine yazılan ve
Engels’le yayılan “yanlış bilinç” imgesiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Burada
Lacan’ın etkisini kanıtlayan birden fazla şey vardır: Althusser libidonal bilinçdışı ve dil ya da
libidonal bilinçdışı ve ideolojiyi kapsayan ‘sıkışma’ hakkında şimdi konuşmaya
başlar. Onun pozisyonu, doğrudur “yap fakat nedenini bilmeden” eski marksist
sloganı yankılamaya devam eder, fakat Marks’ın Kapital’de, doğa ve insan arasındaki doğrudan ilişkiyi ve bir tür
geçişliliği varsayan geleceğin komünizminin etkisiyle Robenson Crusoe ile
ilgili olarak yaptığı iddiayla karşıtlığını vurgulamak önemlidir.[xix]
Althusser toplumsal ilişkilerin ideoloji,
libidonal bilinçdışı vb. dolayımı olmadan çıplak biçimde bulunduğunu kategorik
olarak reddeder (Marx ve Freud başlıklı metinlerin iki versiyonunda da
tekrarlayacağı bir red).
2.
Bununla birlikte, İdeolojik Devlet Aygıtları üzerine parçada, ideoloji bir
çağırma ve adresleme sorunu haline gelir.
Kısaca,
kendini tanımanın bir başkası tarafından adreslendiği zaman olması. Birisi sizi
adınızla adreslediği zaman, kendinizi tanırsınız. Rab’bın Musa’yı yanan çalıyla
adreslediği gibi, ideoloji büyük harfli bir Öteki gibi işlev görür.
Adreslendiğinde Musa bir özne haline gelir, vb. Tek sorun açıklayıcı örneklerin
(Marks’ın Kapital’de çok iyi
gösterdiği gibi) dikkatle seçilmesi gerektiği sorunu değidlir. Çünkü Althusser
başlamak için Ötekinin tutarlı yani tam ve kendi kendine sahip olduğunu söylemek
durumundadır, oysa ideoloji gerçekte tutarsızdır ve çelişkilerle doludur, bu
bağlamda o herhangi bir “öteki”nin, yani
başka deyişe herhangi bir “ben” türünün tutarsızlığını sergiler. Görünüşte Althusser, çağırma nosyonunun yetersizliğini kanıtlamaya
başladığını açıklayan mevcudun, yani modern formları içindeki bireyin
tarihselliğine kördür.
Fakat
onun tarihdışılığı burada durmaz: kutsal
kitapta işaret edildiği ve sadece çok açık bir biçimde Rab’bın musa’yı bir
“özne”ye değil fakat bir köle/hizmetçiye dönüştürdüğü, yani, Onun sesinin
yeniden doğuşunu, Onu halk için delege
etmesi gibi. Bu tür bir tarihdışılık çok ağır bir bedel öder: Althusser için
özne her zaman varolmuştur, her zaman sadece felsefi olarak varolmuştur. O
özneyi ego (“Ben”)’le ve felsefeyi, felsefe kılavuzlarında açımlanan
düzçizgisel gelişim geleneğiyle karıştırır. İncil’de Musa gerçektir, açıkça
ötekinin sesine ‘tabi olan’ bir özne olarak resmedilmiştir. Fakat sorun bu
noktada değildir. Sorunun anahtarı başka yerde, yani, tarihsel bireysellik sorununda yatıyor.
Elbette
“Ben” telaffuzunun ele avuca sığmaz arzu ve itilimleri her zaman var olmaya yol
açacak fakat fiili bireysellik, “Ben’im” deme eylemi, radikal olarak tarihsel
bir olgu olur. Örneği tekrarlarken Althusser sadece etkileri yıkıcı olan bir
örneği ele alır: Musa asla “ben bir özneyim” diyemez, aslında o sadece rabbinin
kulu olduğunu söyler, daha öte, o Sözü nakletmekte aciz olduğu, kötü bir
hizmetkar olduğu ölçüde düşkündür. Althusser
bireyselliğin her zaman bilinçdışı tarafından tabi kılınmış olduğunu
bilse bile, o (alıştığı gibi) sanki o (bireysellik) önceden tabiymiş gibi
konuşur, gerçekte bireysellik her
zaman/zaten inşa edilmiştir, hatta
önceden doğmuş ve elbette “uygun isimi’ önceden empoze
ettiğinde, Musa gibi bir şekilde rabbi tarafından önceden zaten çağrılmış
olarak vardır.
Hiçbir
şeyin önceden/zaten inşa edilmiş olmaktan önce var olmadığı açıktır. Althusser
sıklıkla sadece sonuna dek buharlaştırma ve yayılma yoluyla, onu bozarak, olguyu
sezdirir. İdeolojik bilinçdışı diyebileceğimiz nosyonu kavramlaştırdığımızda ve
toplumsal düzeyde ideolojinin alanını -tarihsel maddecilik için tayin edici bir
sorun- sınırladığımızda en ağır türden bir hatayı mantıksal olarak önceden
varsaymak gibi bir şey. Tekrarlarsak,
açıkça sadece ideolojik devlet Aygıtları
makalesinde değil fakat psikanaliz üzerine farklı makalelerin hepsinde
Althusser’in zaman zaman kör edici bir berraklıkla bunun tüm veçhelerini
bildiğinden kuşku duyulamaz. Sorun sadece bizim sanki önemli değillermiş gibi,
başvurduğumuz can alıcı olgulara göndermek için her zaman beklenmedik şekilde yol
almasıdır? Neden?
Her
bilgili okurun hemen anladığı gibi, Althusser Alman ideolojisi’yle (Marx bilerek -ve sezgisel biçimde- asla bir
başka metin daha yayımlamadı-) ve Engels’in bir “yanlış bilinç” biçimi olarak
ideoloji kavramıyla derinden etkilenmiş gibi görünür,[xx] (ideolojinin Marksist
tanımı olarak, hangi tanım günümüze dek bu denli meşgul edici oldu). Bunlar
Althusser’in bir sise dalar gibi daldığı, ortaya koyamadığı, şeylerin neden
tarihsellik sorunuyla ilgili olarak çok karışık hale geldiğini sırayla
açıkladığı sorunsalı oluşturdu. Her ne
kadar Althusser bu sorunlardan çok daha fazlasına sahip olsa da, bu gerçekte sorunların yığılmaya başladığı
noktadır.
3.
İlkler ilktir. Althusser amacı açık bir biçimde tanımlamıştı: Marx’ın yeni bir bilim, tarih bilimi,
tarihsel maddeciliği yarattığını göstermek.
Fakat
yeterince açık bir biçimde -kasıtlı olarak Vico’cu tınısı olan- bu yeni bilimin
korkulan bir düşmanı vardı: Burjuva tarihsiciliği. Althusser sorunu hem
coğrafik hem de aynı anda epistemolojik terimler içinde koydu. Epistemolojik
(kendi içinde istenir bir şey bırakan) keşif düşüncesi ve coğrafik, keşfedilmemiş kıta imgesi: “tarih kıtası”.
Bunlar metafordurlar fakat keskin olduğu ölçüde bir jilet gibi Althusser’i
sonsuza dek yaraladılar. Bir yandan, yaşamının tümünü Kant’ın Kampfplatz konuşmasına -düşünceler
üzerinde sürekli bir savaş olarak felsefeye- harcadığı olgusuna rağmen, düşmanın
stratejilerini ya da savaş planını görmekte sanki başarısızdı. Ve Althusser,
Kant’ın deyiminin iki şekilde kesilmiş olduğunu farkeden birkaç kişiden
biriydi; o bir yandan Kant’ın kendi felsefesi aracılığıyla getirmeyi umduğu bir
barış aracı, öte yandan, Kant’ın herkese ve herşeye karşı yürütmeyi sürdürdüğü
bir savaş, bir savaş silahıydı. Daima, (deyim
bugün uğursuz görünüyor olsa da), barış istiyorsanız savaşa hazır olun
(si vis pacem, parabellum).
Althusser
iki ucu keskin Kantçı bıçağın doğasına işaret etmekte parlak bir anlayışa
sahipti. Fakat ortada belirli sorunlar
vardı.
Birinci
olarak bu aynı düşünce teknolojide büyük ölçekli yatırımlar tarafından
diskalifiye edilmiş, yetkisiz kılınmıştı. İkinci olarak ve daha da önemlisi,
Althusser tarihselciliğin örümcek ağına fazlasıyla takılmıştı, yani, acımasız
bir biçimde, burjuva tarihsiciliğin tam anlamıyla ne olduğunu, ne zaman ve
nasıl doğduğunu ve nerede olduğunu asla açık kılmayan sonuçlanr çıkarmaya sürülmüş
biriydi; ve gerçekte en az tarihselcilik
ve görececilik arasındaki burjuva kimliği kadar kaygılı olduğu belliydi. Bu
yüzden tarihsici [xxi] Gramsci ile ilgili daimi takıntısı İtalyan marksistlerle
süre giden tartışmalarla birlikte, “Kapiatl’i
Okumak”ın ikinci baskısının başlangıcına eklenmiş olan ilgili notda
belirtiseldi (semptomatikti).
Althusser’in,
Marx tarafından kabul edilen pozisyonların, 19. yüzyılın bir ürünü olarak tarih
olma anlamında ‘tarihsel’ olduğunu -yine!- iddia edebilen R.Aron gibi insanlara
ilişkin F.N.’ye ifade ettiği korkusu aynı şekilde açığa çıktı. Bu durumda, Marx
artık tamamen arkeolojik bir ilgi odağı olacaktır: yeterince saygın fakat,
örümcek ağları ve tozlarla süslü bir arşiv ve zamanının sınırlılığıyla
kuşatılmış.[xxii] Bu bir sonuçtu, Althusser her ne pahasına olursa olsun bunu
önlemeye çalıştı. Ve darbelerden sakınmadı. Tarihin sürmekte olduğunu ileri
sürdü ve o ancak tarihsel maddecilik tarafından analiz edilmelidir ve
edilebilir, çünkü, sömürünün analizi olduğunu iddia eden her tarihsel analizin
otantik temeli Marksizmdir. Ve görünüşe rağmen, o kamu ve özel uzamları en
içlerine dek kuşatmış, birey ve doğanın yarıklarından nüfuz etmiş olduğu ölçüde
sömürünün hiçbir zaman bugün olduğu kadar vahşi olmadığını ileri sürmeye devam
etti.
Althusser
için Marksizm, SSCB ve Doğu bloku ülkelerindeki pratik uygulamalarından dolayı
başarısız olmadı. Bu soğuk savaşın ya da küçük yerel ölçekli sıcak savaşların
yarattığı bir efsanedir. Elbette bazı durumlarda korkunç, başka bazılarında
görkemli söylenen ve yapılanların hepsinde bu hala bir efsane. Oysa gerçek tamamen
farklıdır. Şaka bir yana (ya da Althusser’in hep söylediği gibi, işin hikayesi bir
yana), bu kadar uzun süre varlığını devam ettiren (SSCB’ ve Çin için söylendiği
gibi) devlet ve toplumsal sınıfların varlıklarını bu denli uzun sürdürmüş
olduğu açıktır, o zaman bütün komünizm anlatısı, CIA ve KGB adına olsada olmasa
da basit bir propaganda değildi ise, acımasız bir alaydı. Görüldüğü gibi
Althusser’in sürmekte olanın tarihselliği savunusu radikal bir jestti. Bunun
yerine onun bu aynı tarihselliği geçmiş gerçeklikler temelinde savunması olgusu
daha az yıkıcıydı. Daha önce söylediğimiz gibi ‘görececiliği’ o kendi kavrayışı
içinde anladı.
4.
Bu noktada cehenneme girmeden önce kasvete doğru hafif bir sapma yamak
durumundayız.
Söylemesi
tuhaf, ocak 1978’de, Althusser cinnet ve
yıkımıyla çökmüş bir halde kendini ve kendi dünyasını zaten tahribe başlıyor.
Belki bu konuda sahip olduğumuz en açıklayıcı döküman, kesinlikle bu dönemde
yazılmış, arkadaşı Gürcü filozof Merab’a gönderdiği mektuptur.[xxiii] Bu
mektupta, Althusser daha baştan kendini engelleyen şeyin kendi felsefi kültür
eksikliği olduğunu ve eserinin sadece çatıdan bir görüşle başkalarını teçhiz
etmeye hizmet ettiğini, ve kendilerinden önce manzara ve evleriyle birlikte
çatıyla ne yapacaklarını düşünmek için onlara izin verdiğini, iddia ediyor (Merab’a
anlattığına göre, kötü bir yaz geçirmişti, fakat şimdi, ocak ayında, biraz da
olsa okuyabilir ve başkalarını dinleyebilirdi.)
“Analiz
adına” 1980’de Lacan’ın lehine/karşı müdahalesiyle hızlı bir şekilde takip
ettiği, 1977’de Venedik’te Althusser’in müdahalesini aynı yıkıcı amaç güdülemişti.
Bütün olaylardaki etki, merkezi karakterlerin yalnızlık ve boşluk olduğu bir
hikaye olan Gelecek Uzun Sürer’de
iletilenle karşılaştırılabilir bir tarih aracılığıyla, kendi tarihi
aracılığıyla bir öfkenin etkisiydi. Genel olarak, geneldeki işçi hareketinin
başarısızlığı, aynı özgürleştirici amacı paylaşan nedenler çeşitliliğini
kapsar. Ortak bir başarısızlıkta, en iyi ihtimalle, İlmihaller olarak alınmış
fakat aynı işçi hareketinin gelişimine katkı koymakta başarısız olmuş teorik
metinler çerçevesinde ortak bir formasyon atfedilebilirdi.
Açık
olduğu gibi, Kapitalizmin, adeta, insanların damarlarına enjekte edildiği ve
dolayısıyla kitlelerin gündelik yaşamlarında asimile edildiği ölçüde burada
Althusser kördür. Fakat hareketten (parti ve metinler) sorumlu tutulduğuna dair
kavrayışını gevşetmeyi reddeder. Althusser’e
göre imkansız metinlerin, Komünist
manifesto ya da Anti Dühring
türünden metinlerin etkisi Stalin’in büyük mirası sözde “Marks ve Engels
düşüncesi” yoluyla dünyanın her yerine yayılmıştı. Bu yüzden temmuz 1982’de
Althusser (belirsiz kalması nedeniyle söylenecek şeyler olsa bile)
Manifesto’nun (gerçekte Althusser’e göre, fichte tarafından nüfuz edilmiş) Feuerbach Üzerine Tezler’in, söylemeye
gerek yok (Engels tarafından yazılmış fakat Fizyokratlarla ilgili bir bölüm
yazan Marx tarafından onaylanmış) Anti
Dühring ve hatta (her zaman değildi ise şimdi geç Althusser’le öldüğüne
inanılan) Kapital ‘in kırpılmasıyla
başlayan bu ‘Marksist Düşünce’ mirasını tahrip etmeyi üstlendi. hatta o,
Marx’ın “dahi” Engels’in “yetenek” rolünü oynadığı -Althusser’in alayları sınır
tanımaz- bir felsefi ikili olarak Marks ve Engels kişilerini iğnelemek pahasına
bu işe başlar.
Marksist
düşüncenin enkazından kurtarılabilecek tek şey bir kitap ve bir simgesel
kişidir. Kitap, Engels tarafından yazılan İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’dur; simgesel kişi,
Kapitalizmi acımasız sömürü sisteminin gerçekleri olarak kavrayan Engels’in
yönettiği Manchester fabrikasındaki İrlandalı işçi Mary’dir. Engels’in Marx’a
aktardığı, aynı zamanda Marx’ın Engels aracılığıyla bilgilendiği tipik bir
kapitalist işletmenin faaliyetleri –hangi hatlar boyunca, nasıl çalışır, yönetim
yapıları, borsaya katılmanın doğası, nasıl karlı çıkılır vb. hakkındaki şeyler.
Şurası gerçek ki, Althusser’in işaret ettiği gibi, Mary’nin ölümü marks
tarafından güçlü bir biçimde kayda geçirildi -Aynı zamanda Engels arkadaşı gibi
konuşarak değil, fiilen ilgilendi- ve hatta Engels’in ve Mary’nin birlikte
yaşamasını asla onaylamayan Marx’’ın karısı Jennyle daha az-.
Althusser
bu kişisel ve teorik sorunlar üzerinde ayrıntılarıyla durur. Tüm söylenenler ve
yapılanları Marksizmin her öğrencisi yeterince kolaylıkla kavrayabildiği zaman,
bu bir şeydir. Fakat bu noktada, Althusser’in kendi kişisel geçmişinin, genel olarak tarih görüşünü
daha spesifik olarak da Marksizmin tarih görüşünü etkilediğinde
ısrar ediyorum, biraz yırtık bir üslubun nedenini, bizi bu sonuca
götürmesi açıklar, kısaca erken marksizmin tüm tarihinin ötesinde, özgül olarak
İngiliz İşçi Sınıfının Sömürüsüne dair, ve belirtisel olarak bireysel bir
aşağılanma adına, başka şekilde kişisel ve kolektif sömürünün simgesi Mary ve
adına dair sadece bu kitap bile hatırlanmaya değer. Başka deyişle, 80’lerde
yaşanan çölleşmede, Althusser sadece yalnızlık ve boşluğun, başarısızlığın
izini fakat aynı zamanda sömürülenlerin şanlı onurunun izini görür. O 80’lerde
üçüncü dünyanın özgürlük teolojisi olduğunu farkettiği sadece pratikte geçerli
bir takip olduğunun nedenini açıklayan kendini yaralama eylemi içine çekilen
dünyevi bir bedeni keşfetme başarısızlığı üzerine, mistik bir hale büründü.
5.
Bütün bunlara iki açıdan bakılmalıdır.
Eğer, bir yandan, burada ve şimdi devrim, yaşamın
dönüştürülmesi mitleri 68 ve 78 arasıyla çakışıyorsa, aynı şekilde mahsur
kalınan şey, partinin ve batı proletaryasının sınıf bilincinin mistikliğiydi.
Tüm süreç Althusser için zaten 60’larda başlamış ve 80’lerdeki son çarpışmaya
kadar devam etmişti. Fakat sorun sadece Althusser’in değildir. Örneğin
kendimizi çağdaş İtalya bağlamıyla sınırlamak için, T.Negri’nin Operaismo’sunun (workerism, İşçicilik) ontolojik çöküşünü
alın -Negri’nin anlatısı hapiste ve Paris sürgününde kendi sonuçlarına ulaşır-
ya da L. Colletti gibi aydınlarda yaygın
hale gelen ve Berlusconi için bir danışman olarak sona eren profeyonelleşmeyi
alın. Althusser için mit ve mistik çok spesifik bir görüş içinde, özgürleşme
teolojisi içinde birbirine karışmıştır. Söylemeye gerek yok, söz konusu olan materyalist
bir teoloji değildi (“sarı logaritma” hakkında konuşmak gibi bir şey olurdu bu)
fakat daha çok sefalet ve yoksullukla acımasızca çatışma yoluyla üretilen bir
pratikti (İngiltere’de İşçi Sınıfının
Durumu’nda olup bitenlere benzer şeyler). Başka deyişle ideolojik
gerçeklikleri en dolaysız maddi unsurlar -yiyecek, içecek, giyinme vb.
ihtiyaçları- temelinde kapsayan bir pratik.
Mistik
aşağılama? her şeyden önce, kuşkusuz Althusser örneğinde olduğu gibi eğer biz kendini-aşağılama
hakkında, karısı Helene gibi en sevmiş olduğunu, en inanmış olduğunu aşağılama
hakkında konuşuyorsak, bir yere kadar, evet.[xxv] Bu materyalist gizem (mistik),
78’den sonra ve 80’ler boyunca, yeni bir küresel ontolojikleşme tarzında, yazdığı
metinlerde Althusser tarafından dönüştürüldü. Onun şansa bağlı karşılaşma
maddeciliği ya da tesadüfi (aleatory) maddecilik dediği, mekanik maddeciliğe
karşıt olarak “yaşam”ı vurgalayan bir şey [xxvi]; ilginç bir biçimde iki Heideggerci
çeşitlemeyle, bir yandan basitçe dünyaya atıldığımızı kabullenme ve öte yandan
bize kendini teklif eden ya da veren bir dünyada var olan şeylere ilişmiş gibi,
olan dünyanın maddiliği, ile birlikte düşüncenin ve ruhun başka tür bir
maddeciliği. Büyük ölçüde, 1978’lerde önerilen materyalist geleneğin metinleri
gerçekte tuhaf bir biçimde, kendi “sınırları” içinde Marks’ı ve İdeolojinin ve devletin anahtar
sorunlarıyla ilgili Marks’ın başarısızlığını belirtmeyi “çerçeveleme” (ya da
çevreleme) tarzındadır. Ve aynı zamanda, materyalizmin bu yeraltı akımının
yalnızca yalıtılmış isimler sayısıyla nasıl izlenebileceğini göstererek, tam da
bu yazarların, formülasyonlarına tamamen asla eklemlenilemez. (Bu Althusser’in
nominalizm üzerine son emek sarfının öteki anlamıdır.)
6.
isim listesi tahmin edilebilirdir ve dahası
tekrarlama-nüksetmedir: Epicurus, (Althusser’in toplama kampinda
okuduğu) Pascal, Spinoza, Hobbes, Rousseau, Clausewitz, Freud, Wittgenstein,
Derrida, hatta Artaud ve Breton ( “filler bulaşıcıdır”); ve sonradan Foucault ve Deleuze. Ve özellikle Machiavelli, iddaya göre bütün zamanların en
büyük filozofu.
Neden?
Çünkü kendi tarihi yalnızlık üstüne boşluk üstüne temellenmiştir. Ve çünkü
, ondaki basitçe hesaba katılan bir
aslan simgesi (her politik biçimin şiddeti)
değildir fakat aynı zamanda imkânsızı doğurmayı mümkün kılan kurnazlığın
–erken versiyonu içindeki - işareti
olarak, ve bunun daha sonraki gelişimi-
çokluk ve bedenler adına direniş ve kudretin açık bir simgesi
olarak bir tilki simgesidir (bu noktadan
itibaren Foucault ve Deleuze’e başvurur). Sonuç olarak, Geç Althusser için,
1986’dan itibaren, geçerli maddeci
gelenek sadece iki anahtar isim
tarafından, yani machiavelli ve Spinoza tarafından temsil edilmiştir. Machiavelli, boşukla (ve elbette Spinoza’nın
hiç te yabancısı olmadığı yalnızlıkla) yaptığı mücadele yüzünden, derim. Ve,
insanların -eski bir terimimizi kullanırsak- ruhlarının maddeciliği yüzünden
Spinoza: insanlarda bedenin duygulanımlarının ürünü olmayan hiçbir şey meydana
gelmez. İnsan bedenle düşünmez fakat beden içinde düşünür. Yine fakat, bunun
ima ettiği herşeyle birlikte. Hiçlik bir niteleme bile olsa aslında bizzat
felsefe olan boşuktan daha az değildir: hatta bu boşluğun sadece düşüncenin
yeri olduğu, bizim açıkça boşluğun ortasında yaşamadığımız kabulü vardır. Eğer
tarihin anlamı yok olabiliyorsa, tarihte anlamlar var olabilir.
Marx’ın
bütünüyle kaybolduğundan değil, onun figürünün tabloda muğlak hale geldiğinden
sözediyor. Beklenmedik bir şekilde, Althusser Machiavelli’nin Marx’tan çok daha
fazla ilgisini çekmiş olduğunu itiraf eder, ve
her zaman şu ya da bu şekilde kendini tekrarlar gibi, Spinoza üzerine
Marks’ın okuması temelinde çalışmış olduğunu söylemeden devam eder. Böylece
marksizmden çok ‘yaşam maddeciliği’nden söz etmek daha doğru olacaktır. Yaşam maddeciliğine Althusser çok belirli
plastik bir şekil verir. Materyalist filozof
Hollywood filmlerinde sunulduğu gibi, isimsiz bir kasabaya gelen
yabancı, en iyi araziyi, en iyi
sığırları (kavramlarının değerini) nasıl seçeceğini bilse bile neyi bulmaya
gittiğini bilmeden salona giren yalnız bir kahraman ya da daha çok, nereye
gittiğini ya da nereden geldiğini bilmediğimiz, daima hareket halindeki trene
bilet almadan tırmanan bir yabancı tipinde olacaktır. Bu Althusser’in, Heideggerci
Kehre’ye (dönemeç) maruz kalması mı,
Negri’nin inandığı gibi,
düşüncesinin son aşamasında Kopernikçi bir yarılma deneyimi mi?[xxvii] Başlangıçta bu iddia geçerli
gibi görünse de, son kertede
bizzat Heiddegerci Kehre kadar tartışmalıdır.
7. Fakat biz geriye, Negri’nin böyle belirsiz bir biçimde
koyutladığı, sadece kendi geç Althusser okumasına değil, fakat aynı zamanda
modern kapitalist dünyanın gerçek kapsamını ele alma tarzına dair kaldığımız
yere yani İdeolojik devlet Aygıtlarına dönelim,
Köle ideolojisinin Greko-Roman dünyasında her şeye egemen
olduğunu; feodalizmde ve katolik uluslar baroğunda kutsallaştırmanın herşeye
egemen olduğunu hatırlamak önemlidir; özetle, Negri’nin bugüne dair ‘gerçek
kapsam’la anlatmak istediği şey, kapitalizmin aristokrasi üzerinde ve
proletarya üzerinde zafer kazandığını kimsenin inkar edemeyeceğidir. Negri’nin
unutmuş göründüğü şey, Amerika Birleşik devletleri denecek olan Kapitalizmin,
(her durumda kapitalist müdahele olan) özel ve kamusal alanları kapsayarak, 18.
yüzyıldan itibaren zaten her şeye egemen bir zafer kazanmış olduğu ve hatta
batı Avrupa’da çelişkilerin kapitalist sistemin sınırları içinde kayıtlı
olduğudur. Negri zaman zaman Marks ve Engels gibi aynı hatayı yapar gibidir: büyük sanayinin ve proletaryanın kapitalist
ilişkiler tarafından yaratıldığı açık olduğunda, büyük sanayinin proletaryayı
yarattığında ısırar eder. Fakat bu hata tarihin yanlış kullanımının basit bir
belirtisidir, Negri’nin bölümünde, Althusser’in kendi tarihsecilik sorunu
tekrar ortaya çıkar.
Althusser’in tarihi dönemleştirmekte Marks’ın “üretim
tarzları” teorisini nasıl kullanacağını bildiği doğrudur, fakat geç Althusser
kendi karşılaşma maddeciliğini sunarken yine talihsiz bir örnek seçer.
Machiavelli’nin tanımladığı gibi, talih ve virtrü arasında, politikada ortaya
çıkabilen tesadüfi karşılaşma, sadece kendi emek gücüne sahip olan (değeri
kapitalist piyasa tarafından belirlenen) (“özgür”) işçi ve (paralı adam)
kapitalist arasında kıyaslanabilir değildir. Bu, hem kendinden hem de marksizmden
söz ettiğinde ve hatta Machiavelli’in kendisine başvurduğunda bile Althusser’in
sorunlu tarihselleştirme yeteneğinin ilave bir kanıtı ve kötü bir ‘karşılaşma’
örneğidir.
Althusser’in 1978’de zaten ‘eski ve muhtemelen ham’ olduğunu göz önünde
tuttuğu Devletin ideolojik Aygıtları Denemesi üzerine de, her ne kadar Negri, söylediğimiz gibi, onu
tutalı bir biçimde saldırmak için ve aynı zamanda Gramsci’nin zaten çelişkili
‘kültürel hegemonya’ kavramını meşrulaştırmak için kullanacak olsa da, aynısı
söylenebilir. Neden Gramsci “ideoloji” terimi yerine “kültür”ü kullandı? Bu
belki de Togliatti’den sonra, Komünist partisi için göreli bir zafer bedeli
olabilir, fakat son kertede bu bir daha yenilmenin bedelidir.
8.
Bununla birlikte açıktır ki ne Marx ne de Marksizm Althusser tarafından
bütünüyle terk edilmiştir.
Ve
F.N. ile söyleşisinin son bölümünde, Althusser tekrar iki temel temayı
tarihselcilik ve hümanizmi koyutlar. Onları, onların önceki durumlarını her
zaman karakterize edemeyen bir açıklıkla koyutlar. Bir yandan tartışmasız
epistemolojik ‘görececilik’ diyeceğimiz bir durumu teslim eder. Lenin’i
izleyerek o, hiçbir şekilde dogma olmayan ve sadece her toplumsal formasyonla
ilgili inşa edilmiş ve onaylanmış olması gereken somut hakikatlere işaret eder.
Eğer bu doğruysa, tarihsel toplumların tarihi sadece sömürünün varlığına
referans aracılığıyla açıklanmış olduğu içindir. Ve sömürü her üretim tarzında
farklı biçimde yer alır. Tarihsicilik karşıtlığı, o zaman, her üretim tarzı için ve onların her bir
konjonktürü için uzam ve zamanın, bireysel ve toplumsal ilişkilerin spesifik bir imgesini inşa etme ihtiyacını
vurgulayacaktır.
Şöyle
ki, Althusserin kendi iddiasının tersine Marksizm basitçe kapitalizmi
açıklamaya hizmet etmez. Birçok marksist yazar tarafından, feodalizm hakkında
olduğu gibi, Greko-Romen köleliğini başkaları arasında özellikle Perry Anderson
ve Bradley dikkatli bir biçimde irdelediler. Aslında, başka şeylerin yanı sıra,
14. yy’dan günümüze kadar kapitalist iktidarın ve burjuvazinin biçimleniş
süreçlerini teşhis ve taktir etmek için kutsallaştırma ideolojisi ve feodal ilişkiler hakkında bilgili olmak
gerekir. Bu biçimleniş ve konsolidasayon sürecinin varolma nedeni bir mücadele
(ölümüne bir mücadele) sürecidir ve feodal düşman hakkında bilgiye sahip
olmadan, muzaffer kapitalizm hakkında bilgilenmiş olmanın imkanı yoktur. Kapitalizm
19 yy. ortalarından 20.yy ortalarına dek, kendi iç düşmanına yani, proletaryaya
ya da genelde işçi hareketine karşı mücadele etmek durumunda kaldığında, zaten
muzafferdi. Bu (her ne kadar o da yaşamını
intihara teslim etti ise de)
Poulantzas’la başlayan, özellikle onun Kapitalist
Devlet’de Toplumsal Sınıflar ve
Politik İktidar’da (1969) ve Toni Negri’nin Kurucu İktidar kitabındaki (1994) İngiliz Burjuvazisinin
biçimlenişi analizinde, ve G. Arrighi’nin ciddi olarak 14. yüzyıldan başalayan Uzun Yirminci Yüzyıl (1998) başlıklı
analizinde örneklenen ciddi analizlerin konusu olan bir şeydir.[xxviii]
Althhusser’in
tanımladığı gibi “kopuş/break/” ya da “kesik-yarık/coupure/” nosyonunda kayıtlı
olduğu görülen felsefi çelişkiler olmasaydı eğer, her şeyin gün gibi ortada
olması gerekirdi. Sorun, belirttiğimiz gibi, yarığın, eğer böyle bir şey varsa,
marks’tan itibaren gelişmiş gibi tarihsel maddecilik dediğimiz, tarihin
ayrı bir sınıflandırma açısından, benzersiz ve münhasıran, kurulmuş
olması gerektiğidir. Tarihselcilik
teriminin imalarıyla ilgili olarak bazı
açıklamaların gerekli olmasının anlamı budur ve
Althusser’in her zaman buna karşı olmasının nedeni de, fakat bu neden
sanki ilgilendiği şey bütünüyle belli değilmiş gibi kendini öne atmasına karşı
bir engel oluşturuyordu.
Bazı
şeyleri bir seferde ele alalım ve şu önermeyle başlayalım: tarihsicilik aslında
evrimciliğin bir varyantından başka bir şey değildir -Althusser bizzat yoksul
insanın hegelciliğinin evrimciliği der-, ya da Ranke, Dilthey, Croce, Cassirer,
vb. modasından sonra bilimsel pozitivizmin geç 19. yüzyıldaki ters yüz
oluşudur. Başka deyişle kaynak ya da
tohumdan olgun meyveye, determinist nedenlerin değil fakat özgür biçimlerin ya
da Croce’nin dediği gibi özgürlüğün ölümü olarak tarihe, onun kendinden kendine
doğru evrimi, insan ruhunun bir
felsefesi, kökü, olan şeyle ilgileniyoruz. Marksist geleneğin (hem dışardan hem
içerden) çoğunlukla en güçlü en maddi türü olmasına rağmen sanki daha bir
tarihsiciymiş gibi anlaşılmış olduğu doğrudur. Sadece çok tanıdık olan
sonuçlarıyla birlikte: tam özgürlüğe doğru ruhun gelişmesi yerine, biz nihai
mücadelede tam özgürlüklerini ele geçirdikleri noktaya doğru politik ve
toplumsal güçlerin (voluntarizm, sosyolojizm vb.) ya da üretici güçlerin
(ekonomizm) evrimci gelişimine sahibiz. John Lewis’e cevabında, Amiens’de, Granada’da ve F.N ile yaptığı son söyleşisinde tüm
nedenlerini çok net olarak açıklayan Althusser, bu nedenle, köken ya da
belirlenmiş amaç olmadan, etkin neden ya da nihai anlam olmadan, her tür özne
ya da teolojik temel yokluğunda, tarihsel gerçeklikler üzerine süreçler olarak
şiddetle ısrar etmek durumundaydı (Lukacs tarafından düşlendiği gibi, özne
yoluyla proletarya ya da üretici güçlerin özgür olup olmadığına bakılmaksızın,
sorun budur.) [xxix]
9.
Fakat Althusser’in söylediklerinden, bütün bunlar yeterince açık görünüyorsa, o
zaman, neden, tarihselcilik hayaletiyle uğraşıp durdu.
Ve
eğer tarihi maddecilik Marks’taki gerçek bir kopuşun köküyse, sorunlar ve
sürekli karışıklıkların nedeni nedir? Bana göre, ana hatlarıyla zaten ayırt
edilebilen sadece bir makul yanıt vardır: Althusser kendi “felsefeciliği”
tarafından kör edildi. Kendini diğerlerinin üstünde konumlayan bir soru:
tarihselci evrimcilik def edilmesi gereken bir şeyse, o zaman, Althusser
tarafından zaten çizgisellik ve evrimciliğin tam ifadesi olarak anlaşılan,
felsefe tarihi ile yapılan neydi? Çünkü Althusser için, tam da eserlerinin
başlangıcından F.N. ile yaptığı son söyleşiye dek sorun tartışmasızdı. Daha
sonradan o açıklıkla noktayı koyar: felsefe felsefe tarihinden ibarettir; felsefe
Platondan günümüze dek aynının aynı kapıya çıkışıdır (elbette, yerelleşmiş,
çığır açan çeşitlemeleri ile birlikte). Bu, özünde felsefenin tarihsiz olduğunu
söylemekle aynı şeydir. Ve bu noktada o çelişkilerin aşikar hale geldiği
yerdir, bu nedenle Althusser ideolojinin tarih-dışı doğası üzerine, benzer
şekilde ve tekrar tekrar ısrar etmek zorundadır. Onun politikaya ilişkin olarak
(politik felsefe hariç olmak üzre) ya da ekonomik düzeydeki sınıf mücadelesine
ilişkin olarak asla yapmayacağı bir şey. Sonuç olarak Althusser “epistemolojik
engel” gerçeğiyle karşı karşıyadır. O asla Atinalı devletin Machiavellici
muadili olarak onun aynısı olduğunu, ya da
feodal ekonominin wall Street türünden borsaya bağımlı olduğunu söylemeye
cesaret edemeyecektir. fakat, felsefe dünyasını evrenselleştirmekten onu
alıkoyan şey, bazan bulutlardan sarkan fikirler dünyası gibi görünmesine
rağmen, tarihin sadece yeryüzünde işinin bitmiş olması, ve onun sadece politik
ve ekononmik alanla sınırlanmış olmasıdır.
Althusser
elbette bunların hepsini uyguladı, bu nedenle o temel ve üst yapıyı içeren
Marksist yapı metaforuna inatla sarıldı. Önceden algılamayla ilgili üst yapı her zaman maddi
ve ekonomik altyapısya bir şekilde bağlıdır. Fakat bu bina metaforu onu asla ikna etmedi,
Althusser yarık imgesinden kendini yavaş yavaş ve belirtisel olarak ayırır, ve
hatta küstah ve saf biçimi içinde materyalizmden (ya da, Macherey’in zaten önermiş olduğu
gibi, idealist ve maddeci eğilimler arasında bir mücadele olarak felsefe
tarihinden) söz ederek tarihsel sıfatını bastırmayı deneyecektir. Bu, 1978 ve
86 arasında önermeye başladığı er ya da geç karşılaşma maddeciliği ya da şansa
bağlı maddecilik diyeceği şans değildir.
Fakat çelişkiler durmakta ve bulutlardan sarkmaktadırlar. Dikkatli bir
irdeleme hem karşılaşmanın hem de şansa bağlı olayın, olumsallığın, bize
fikirlerin kendilerine ait yaşamları var gibi gösteren bir dünyaya işaret eden
imgeler olduğunu açığa çıkarır. Bunun dışında, yeryüzüne bağlı bu yaşamın
biçimi maddidir.
Althusser,
kendisinin her zaman Marks’dan çok machiavelli ile ilgilenmesinin nedenini, Machiavelli’de
çok daha doğrudan maddi ve doğrudan politik olan fikirler gördüğü iddiasına
dayanarak açıklar. Gördüğümüz gibi, Althusser'in her zaman 'politik filozof'
olarak umutsuz olduğu hiç kuşku götürmez. Fakat her şeyden öte –ve biz bunu
asla unutmamalıyız- buna ilave olarak, profesyonel
bir filozof, anında her yandan tehdit altında olan felsefe yoluyla felsefe
imgesini bize hatırlatır. Her şeye rağmen, Althusser meydan okurcasına kendi
kalelerini savundu: felsefe kesin olarak felsefeydi. Bunun dışında o tam da en
zayıf yanından felsefeye saldırmıştı yani Althusser’e göre felsefenin az bir
dirençle toplanacağı yer tarihsel pratiklerin yeridir. Fakat eğer Althusser
buna muktedir idiyse, tekrar kaçınılmaz soru şudur: filozofizme Althusserci
bağlanmanın nedeni nedir? İkilemi çözmenin sadece iki yolu vardı, birincisi,
felsefe tarihinde örtük olan tür, çizgisel evrimcilik inancını terk
etmek,(Althusser’in savunmuş olduğu biçimde, bu profesyonel felsefenin sonunu
getirir); ve ikincisi, çizgisel tarih anlayışı kabul edilebilir ancak sadece
fikirler dünyasının tuhaf (tekil) bir tarihdışı türe rağmen gerçekten de bir
savaş alanını inşa eğiliminde olacağın sonucu üzerine temellenen felsefeye
uygulanması olarak.[xxx]
Şimdi
sorunun Amiens’de ve Granada da nasıl koyutlandığıyla ilgilenelim.
Üçüncü Anlatı Dizisi: Amiens, 1975
1.
Sonuç olarak, Devlet üzerine tezlerini savunduğunda
Althusser 57 yaşındaydı.
Her şey çok garipti.
Sefil -işiyle gelen- bir pansiyonda ve aynı şekilde sefil bir maaşla -işgal
ettiği yönetici pozisyonu için aldığı ücretle- geçimini sağlayan dahi, Rue
d’Ulm’un samimi ve zarif sekreteri, bu
tezlerini sadece sözde muhalif tarihçi
Pierre Vilar’ın asistanına minnet ederek savunabildi. Belki de, dedikleri gibi, ‘bir komünist asla
yalnız olamaz’ın işareti. Beklendiği gibi oldu, Althusser’in savunması öteki yazılarından - Montesquieu, The Philosophical Manifestos of
Feuerbach, For Marx, ve Reading
Capital- çok daha akademik bir tona sahipti, savunmayla başka şeyler arasında
ilgilenmişti. Bütün bunlar 1975’de, Picardie üniversitesinde gerçekleşti,
Althusser kendisinin en heyecanlandırıcı cümlelerinden birini tekrar vurgulama
fırsatı buldu: ben bir militan komünisttim ve Marksizm’in ne olduğunu bilmek
istiyordum. Cümle etkisini üzerime kazımıştı çünkü benim yaşamımı ve bizim çoğumuzun
yaşamını bir kapsül halinde sunuyordu. Neden? Açıklayalım.
Komünizmin ve Marksizmin içinde bulunduğu durum her biri
kendi yolunda gidiyordu, ya da, daha da kötüsü, Marksist olduklarını iddia eden
komünist partilerin (yetkililerinin ve ortak yetkililerinin) marksizmle hiç bir
ilgileri yoktu. Kendimizi kandırdığımız nokta neresidir? Althusserci olayın
bütünü, eğer bilinenler gerçekse, komünizmin kaderini toparlamak, kapsamaktır.
Aralık (boşluk), kopuş (coupure) den başka bir açıklama yok: sözdizimsel olarak
fiili bir cümlenin ikiye yarıldığı ortadadır. Althusser’in cümlesini çok
heyecanlandırıcı kılan şey budur. İmplikasyonu açıktır: komünizm hiç varolmadı.
Aynı statüde oldukları iddia edilen ve
kendilerine komünist partileri diyen rüyalar, yanılsamalar ve
devrimlerin komünist partileri olmayı talep eden durumlar söz konusuydu. Fakat
dünyanın küresel imgesi olarak “komünist” dünyadaki örtük gerçek, bitmek bilmez
soğuk savaş cehennemi boyunca CIA ve KGB tarafından, ağın bir yanından öte
yanına bir tenis topu gibi atılıp durması hariç, asla varolmadığıydı.
Althusser’in acımasız ifadesi dışında, (cümlenin çözümlenemez bir dize çizgisi
gibi ortada bir durakla) ikiye bölünmüş cümle gerçekten de, bizim tarihimiz
bağlamında söylenmiş imkansız anlamda anlaşılabilirdi. Marksizm ve komünizmin
birbiriyle hiçbir ilgisi yoktu. Ve eğer birbiryle herhangi bir ilgileri
vardıysa bunun doğrusunu, nasıl, ne zaman ve nedenini anlamak zorunluydu.
Althusser’in savunmasının merkezi noktası (Althusser’i
okuyan ve açıklayan Althusser), inanıyorum ki, bir ölçüde zaten
sezilmişti. Bu tabloya bakınca aklımda,
Marks’ın “keşfi”nin (tarih bilimi “kıtası”) önemiyle birlikte politika ve teori
arasındaki ( 18. yüzyıl Fransız felsefecileri arasında, Marks ve Lenin arasındaki)
tartışmasız ilişki var. Bir kez daha, bizim içim mevcut olan ve tam aynı
noktada bir sürpriz var. Althusser’in ganimeti onun kopuş nosyonunun duygusuna
bazen kapılmamızın nedeni nedir? Mükemmelen açık olduğunda bile onsuz Althusser’in
düşüncesi hiçlik miktarındadır.
Sorunun daha derininde sadece epistemolojik bir kopuş
olduğunda ısrarlıyım. Marks’ın kopuşunun
kökü, Hegel’le ya da başka herhangi bir sistem filozofuyla değil fakat bütün
bir burjuva bilişnçdışıyla, bütün varlığımıza yayılan bir yaşam biçimiyledir
(‘modus vivendi’yledir). Söylemeye gerek yok, küresel boyutlarda bir kopuştur
bu. Onsuz epistemolojik bilinç /bilinç dışı, bilimsel ya da başka türlü bir
kopuş olamaz. Şu tamamen farklı bir şeydir: “sömürü bakış açısından” düşünme.
Açıkça hayatın “öteki” kavramlaştırması ötesinde bir bakış açısından
telaffuzudur. Yeterince vurgulanmayan bir nokta: Marx sadece (öte yandan onun
asla tamamen terk etmediği) Hegel’le değil daha baştan (doğuştan ve
politika/eleştiriye ilk aktif katılımından itibaren) ona emdirilmiş -hepimiz
emmiş durumdayız- bütün bir burjuva ideolojik bilinçdışı altyapısıyla
kopmuştur.
Yavaş yavaş açımladığımız bu farklı düşünceye ilişkin
olarak bir şeyi daha açık kılalım: sömürü bakış açısından düşünmekle, sömürünün
olmadığını düşünmek aynı şey değildir. Marksizm damgasına büyük ölüde adapte
olmuş Lukacs gibi -Brecht ve Benjamin tamamen farklıdır- burjuvazinin en
eleştirici bölümü akılcılık ve akıldışı arasındaki ikilemin ötesine
ilerleyemez. Lukacs’ın konuşması akıl üzerine bir saldırı ya da yıkıcılıktır.
Fakat bu sadece faşizme karşı hizmet edicidir, kapiatlizme karşı değil. Her
neyse, aşırıya götürüldüğünde bu mantık hakkında her zaman şeytani bir şey
vardır: Hitler’in ordusundan, Nazi fabrika sisteminden ya da Dachau’daki gibi
toplama kamplarından daha akılcı birşey var mı? Tuhaf olmakla birlikte
Althusser Marx’ın Hegel’e ilişkin olarak felsefi kopuşu üzerine oldukça
takıntılı bir biçimde (Amiens’in bütününde) her zaman ısrar etmek durumunda
kaldı.
Onun çok önemli bir fırsatı çarçur etmesi inanılmazdır. Bununla
ilgili olarak sonuçta onun kopuşun daima eğilimsel olduğunu (Bidet’in
çalışmasıyla ilgili olarak F.N. ile söyleşisinde kategorik olarak onaylayacağı
gibi) kabul etmesi gerekti. Ve mutlaka, dolayısıyla, açık olduğu gibi, biz bizi
inşa eden gelenekle asla tamamen kopmayız. Geç Marks’ın kendi Hegelci
kaynaklarından kopamaz olduğu gibi, çok şükür ki, geç Althusser de orta dönem
Althusser’den kopamaz. Amiens’de sonuç olarak Althusser temel bir soruna
odaklanır: Hegel’in anlatısal bütüncülüğü (totality) ve Marx’ın bütün (total)
bir toplumsal formasyon nosyonu arasındaki fark. Eğer Hegel’in bütününde, her
uzam/alan aracılığıyla ifade edilen tek bir merkezi (diyelim Roma’nın “hukuksal
tini”) varsa, Marks’ın bütünü, tam tersine, apaçık sınıf sömürüsü sorunuyla ve
alt ve üstyapı arasındaki ilişkiyle karışıklık içindedir. Vurgulanan noktanın
tekrar başka yere kaydığında, aynı şekilde ayırt edici Althusseryan slogan,
kısaca, son kertede belirlemedir. (Althusser sonradan kendisine karşı
kullanılacak cümleler kümesini bilemeye geldiğinde bir uzmandı). Anlam açık,
ekonominin her zaman belirleyici olduğu, fakat (Stalinist ekonomizmden kaçınmak
için) Althusser, sabit bir mekanikçilikten kaçınarak bu tür ekonomik iktidarın
formasyon aracılığıyla yayılmasına işaret etmek için son kertede nosyonundan
yararlanır.
2.
fikirler
hala bulutlardan mı sarkıyordu ya da onları yeryüzüne bağlamak zorunlu muydu?
Kendi adıma, bina, yani temel ve üst yapı arasındaki
ilişki metaforunun bulanıklığını başka yerde açıkladım. Bana göre her
(ekonomik, politik ve ideolojik) toplumsal düzey kendi alt yapısı ve üst
yapısına sahiptir. Toplumsal ilişkilerin belirlenmiş olmadığını ima etmek,
sadece belirlemenin madde (temel) ve üst yapı (ruh) arasındaki bir ilişkiden
tamamen farklı bir biçim aldığı anlamına gelmez. Her halükarda, temel/üst yapı
ilişkisi Althusser’in temel zeminine, tartışmasız tezlerine yolaçtı: söylemler -her hangi bir söylem- örtük ya da
açık biçimde, teoride sınıf mücadelesinin varlığını her zaman önceden varsayar.
Edebiyat, Althusser’in aklında felsefeyi içerdiği apaçık olan yaygın bir
teorinin varlığı dışında açık bir örnek oluşturmuştu.
Kaçınılmaz olarak bir kez daha bir sorun doğar: eğer felsefe a-historik ise nasıl olur da o
her zaman konjonktürel ve tarihsel olan sınıf mücadelesi içinde kayıtlı
olur?[xxxii] İşte yanıtı olmayan bir soru daha. İlave bir karmaşa ile birlikte: Althusser eşitsizlikleri verili olan
sınıfların aynı tarihe sahip olamayacaklarında ısrarlıdır. Ve bu gerçeğe rağmen, onun ısrar ettiği gibi,
bir eşitsizlik sömürülen ve sömürenler arasında başlangıçtan itibaren
bulunmaktadır. (onun burada amacı, ne pahasına olursa olsun, hegelci
diyalektikte ima edilen kaynakların eşitliğinden kaçınmaktır.) o halde
Althusser’in temel tezlerinden bir diğerine, sınıflar sınıf mücadelesinden önce
varolamazlar tezine karşı çıkılır. Dolayısıyla o daha nüanslı şu poziyona
geçer: sınıflar kendi eşitsizlikleri
içinde aynı tarihe sahiptirler, böyle olmasaydı eğer, sınıfların kendi
mücadelelerinden önce varlığını kabul etmek zorunlu olacaktı. O zaman
eşitsizliklerin görünür hale geldiği yer mücadele içindedir, çünkü kaynaklar,
kökenler yoktur sadece devam eden sömürü süreci vardır.
Nüans zaten eşitsizliğin bir süreç olmasına rağmen
kuşkusuz her zaman varolduğunu ileri sürdüğü Özeleştirinin Ögeleri’nde Althusser tarafından tesis edilmiştir,
sorun yumurta tavuk hikayesinde hangisinin önce olduğunu söyleme sorunu değil,
kökenler üzerine gereksiz ve boş söylemler olduğunu söylemektir. Başka deyişle,
toplumsal ilişkiler sadece sömürüyü üreten değil, sömürüyü üretim araçlarına
sahip olan ve sömürülme özgürlüğünden başka bir şeye sahip olmayanlar arasında
dağıtan ilişkilerdir. Bunun sadece bir nüans olduğunda ısrarlıyım. Kendisinin
kendi “savunma”sını iletmekten çok Althusser Amiens metninde marksist
düşüncenin, burjuva düşüncesinde ima edilenden tamamen farklı bir bir anlam ve yaşam
problematiği oluşturduğunu ileri sürer.
Bu nedenle, bu makalenin başlığında beni sarıp sarmalayan gerçeği asla
unutmamak önemlidir: Althusser farklı bir biçimde düşünmeyi bize öğretmeye
çalıştı ve onun düşüncesi kendi küresel amacının her zaman görkemli olduğu
anlamına gelen her zaman ve özellikle her ne kadar bu bir “arkadaşlar”
mahkemesi olsa da, onun önceden varsaydığı Amiens mahkemesinde aldığı
pozisyonlar şekillendiğinde farklı bir etkinlik içindeydi.
Belirtmek gerekir ki, Althusser’in düşüncesi olmadan ve
basit bir nedenle bize bugün açık gibi görünen birçok şeyi düşünmek imkansız
olacaktı: başlıca tözsel felsefe girişimi, Marksist düşünceyle, yani sömürü
temelinde düşünmekle açılan tamamen teorik, ideolojik problematiklere
eklemlenmeyle karşılaştırılabilir bir projedir. Doğrudur, kendi çelişkileri
olmadan bir Althusser yoktur, fakat sonra tekrar mükemmel bir kesinlik -Althusser’in
Amiens’deki kadar kesinlik-
Manifesto’nun ilk bölümünde açımlanan (toplumların tarihinin hikayesi
sömürünün tarihinden başka bir şey değildir) anlatının beklenmedik şiddetine
rağmen, Marks’da bile yoktu. Elbette
Marks’ın sorunların (felsefi olanlar dahil) çeşitliliği içinde çapraşık hale
gelmesini gerektiren mükemmel anlaşılırlığıydı, sonuç olarak, o temel meseleleri
(politik ekonominin eleştirisi) anlamaya geldi. Sömürenler ve sömürülenler
dünyasında sınıf mücadelesi dünyasının beklenmedik açığa çıkışından sonra bile
onun karmaşık kalmayı sürdürmek zorunda kalması anlaşılır bir durumdur. Fakat
aynı şey Althusser için de geçerlidir. Düşünmenin ‘başka’ bir tarzı olan temel
ilkelerden birini tesis etmeye çalıştığı Marksist analiz dersleri boyunca, o
bugün tali görünen tartışmalarda zaman zaman karmaşık hale gelmek zorunda
kaldı. Dolayısıyla onun tamamen takdire değer çabalarının itibarını
zedelemeden, Marks’ın düşünce süreçlerini “sömürü bakış açısından” yeniden
tesis etmeye giriştiğini belirtelim.[xxxiii]
Bu yüzden Althusser’in
Amiens’de odaklanacağı temel mesele, “Bilgi” sorunudur ve kaçınılmaz olarak, teorik anti-hümanizm
sorunu, ki her ikisi de kalıcı ve kesin bir ilkeye raptedilmiştir: Marksizm
“burjuva felsefi hümanizminden bütünüyle
farklı bir düşünce tarzıdır”.
Oldukça şematik konuşarak, ekonomizm ve idealizmden
farklı olarak, Marksizm’in her zaman bir bilen özneyi varsayan bir “bilgi
teorisi” geliştirmediğini ileri süreceğim.
Tam tersine, onun bilgisi anahtar
kategorileri üretim ve süreçler olan teorik bir problematik temel üzerinden
edinilir. Ya da daha bir kesin olarak,
Marks’ın sözünü ettiği ve sözcüğün her anlamında, her zaman belirleyici
olarak kabul ettiği üretim süreci [xxxiv] ve bu gerçek nesne ve resme giriş
bilgisinin nesnesi arasındaki kesin farklılığın yeridir. Küçük bir nokta gibi
görünüyor ama onun önemi üzerinde ısrar ediyorum. Gerçek nesnenin (örneğin,
toplumsal formasyon, Kant ya da Gongora’nın bir metni) maddi bir nesnel
gerçeklik kapasitesiyle her zaman dışarıda kalır. Aynı şekilde bilgi
süreci (somut sentezler, belirleyici bir
soyut genellik, düşüncede somut olarak) her zaman akılda yer alır. Fakat bir kez bu tesis edildi mi, aynı
şekilde gerçek nesnenin marksist düşünce için olduğu gibi burjuva düşüncesi için
aynı şey olmadığı açıktır. ikincisinden itibaren, bu onun arkasında gizli
gerçeği keşfetmek için perdeyi kaldırma sorunu değildir; aslında hakikat göz ve
şey arasında doğrudan bir ilişki içermez. Tersine durum, Althusser’in “epistemoloji ve tarih” makalesinde daima
işaret ettiği ve benim Lorca y el sentido
kitabımda bir epigraf olarak kullandığım
gibidir.
“teori
basitçe, bulunmuş ya da açığa
çıkarılmış verili çıplak gerçeğin kanıtı gibi değil fakat karmaşık -kavramları,
kategorileri ve yöntemleri içeren- unsurların ve bu farklı unsurları bağlayan
çoklu içsel ilişkilerin hakim olduğu bir üretim, bilginin zaman içinde üretimi
olarak görünür.”[xxxv]
O zaman, Marksist problematik bağlamında, gerçek nesne
kadar, bilgi süreci, onun sahip olduğumuz bilgisinin fiili dönüşümünü ima eder, bununla ilgilidir.
Çok basit bir nedenle, bu gerçek nesne okuma ve görü (vision), başka deyişle, burjuva
ideoloji geleneğiyle döşenmiş bir imge açısından önceden tanımlanmıştı. Althusser’in Rousseau tavrını okuması
geleneksel burjuva Rousseau imgesiyle bir ölçüde ortaklığa sahiptir. Benzer
şekilde, eve yakın olan ve Althusser’in üstümdeki etkisinin göstergesi olan bir
örneği alalım --, benim Garcilaso okumamın, Elias River gibi, bir tür “klasik” hispanist
tarafından yapılanla çok az ortaklık içinde olması söylenebilir. Aynı şekilde,
benim Heidegger okumam Derrida’nınkiyle çok az ortaklık içindedir ve her ne
kadar onun Althusserci parametrelerde kararlı olduğunda ısrar etsem bile,
Althusser’in kendisi daha çok büyülenmişti.
Marksist problematik içinde, gerçek nesne ya da
teorik ve/ya da ideolojik düzeyin
çerçevesi zorunlulukla dönüşür demek olduğu bilinir. Ve bu olağanüstü bir keşfi
varsayar: Bizim Marx, Stalinist küçük
burjuvanın ya da yalnızca 18. yy. Burjuva rasyonalizmi olmakla ilgili
Marksizmin (Della Volpe’nin bir çok takipçisi dahil) rasyonalistlerin
Marks’ıyla aynı olmayacaktır. Elbette, nesnenin bilgisindeki basit bir
dönüşümle “gerçekte” bir toplumsal formasyonun dönüştüğü söylenemez. ikincisi sadece
Teorik pratiği, birincisi ise çeşitli tipte toplumsal, politik pratikleri
içerir. Yine de Althusser’in gerçek nesne ve bilgi nesnesi arasındaki farkı
tartışmaya başladığında kavramsal dönüşüm nosyonundan korkmak durumunda kalması
şaşırtıcıdır.[xxxvi]
Fakat bu “korku”, yeni bir Hegelcilik korkusu gibi, başka
bir felsefi etkidir, Hegel’in kendisinin
ideanın kendilik-bilgisinin kendiliğinden bir biçimde kendi
gerçekliğini, kendi maddiliğini yarattığına inandığı gibi sadece bir hegelci
bunda ısrar eder. Bu nedenle, Althusser’in korkusunun bu uğrakla ilgisi yoktur. Fakat Althusser’in bilgi süreci hakkında
konuşmak için sadece Marks’ı değil aynı zamanda Spinoza’yı (ve onun
genellemenin üç türünü) ve hatta Hegel’i (!) kaynak olarak almak zorunda
olmasını vurgulamak önemlidir. Bir
şey açıktır bilgi teorisine ne hegel ne de spinoza inanır. Althusser’in ilave
ettiği şeyler dışında onun Spinoza’dan türettiği şey: köpek kavramı havlamaz.
Benzer olarak, çember kavramı çember değildir denebilir. Aynı zamanda daha önce
de ifade ettiğimiz Marks’ın görkemli (ona göre özne/nesne özdeşliğinin saçma
ürünü) “sarı logaritma” imgesi de benzerdir. Fakat yine de hafif de olsa
yapılacak ayrımlar vardır. Eğer köpek kavramı havlamazsa, eğer üretim
ilişkileri kavramı ( en iyisini Marks’ın Kapital’de gösterdiği gibi) ekonomist
olma nedeni değilse, eğer edebiyat kavramı edebiyatçı olma nedeni değilse, o
zaman, felsefe kavramı neden, geleneksel olarak tesis edilmiş tüm kılavuzlarda
önerildiği gibi, felsefeci olmayı gerektirsin?
3.
Her
halükarda Althusser bu noktada tekrar,
dikkati öz ve görünüş gibi geleneksel felsefi nosyonlara doğru çeviren
ustalıklı bir manevra ile yön değiştirir.
O iddasını, Marks öz ve görünüşten söz ettiğinde, bu
terimlerin klasik anlamını zorlaştırdığı, 1857 Politik Ekonominin Eleştirisine Giriş’e dayandırır. Öz fiilen şeyler
arasındaki görünür olmayan, daha içerden olan ilişkiye, ve görünüş burjuva
ideolojisi hakimiyetinin şeyler üzerine dayattığı ezici, bunaltıcı açıklığa
dayanır. Bütün bunlar yeterince
açıktır, fakat bu noktadan itibaren biz bir kez daha kötü bir biçimde seçilen
örneklerden çıkarsanan bulanıklıkla karşı karşıya geliriz. İlki Althusser tarafından aşırılıkları düşünme ihtiyacını iletmek için
kullanılan, Lenin’in eğri bastonu söz
konusu ettiği tezleriyle ilgili. Eğer baston
eğri ise ve ona dayanmanın hiçbir faydası yoksa, o aşırı zıttına
bükülmeyi gerektirir. Ancak bu şekilde bir destek olarak hizmet etmek için
yeterince doğru hale gelecektir. Fakat açık olarak anahtar soru şudur: bir
bastonla geldiğinde doğru olduğuna kim karar verir? Baston iki açırı uç
arasındaki hangi noktada, en güçlü ve bu yüzden maksimum destek donanımıdır?
[xxxvii]
Sonradan, daha da kötü, talihsiz bir ikinci örnek verir:
Marksizmin gelişme ihtiyacını açıklamak ve onu fosilleştirme ve dogmaya
indirgemeden kaçınmak için, Althusser, canlı emeğin değerini korumak için ölü
emeği ekler ve bir karşılaştırma türetir. Yeterince makul bir karşılaştırma, şimdiki
haliyle geleneğin birikmiş ölü ağırlığına yönelik basit jestlerden biri. Bizim
asla sunmadığımız şey, söz gelimi, sınıf
bilincinin kaynağı olarak fabrikanın görünürlüğünü kaybedişinin, feminizmin ve
iletişim teknolojisinin yükselişiyle şekillenmekte olan yeni toplumsal
ilişkilerin somut bir analizidir.
Bundan dolayı, Amiens’de ortaya konan ikinci temel soruna
dönelim, yani kopuş nosyonuyla ilgili olarak, teorik-anti
hümanizm. Althusser, gözden kaçmış olan Sentagmanın (dizimin) yani “teorik”
sözcüğünün ikinci bölümü , “Marksizm bir Hümanizm değildir”in (gerçekte
60’larda yeniden gözden geçirilerek yazılmış bir kitap) yayınlanmasından
itibaren maruz kaldığı tüm saldırılara, giriş bölümü yoluyla işaret eder.
“Teori” üzerine vurgusunu yeniden teyit etmek için Althusser Feuerbach Üzerine ve (hatta) Devletin
İdeolojik Aygıtları üzerine parçalara geri döner. Temelde onun argümanı
Feurbach’ın insanın kendi özünü, tümüyle kendisine geri dönen nesnenin özü
üzerine yansıttığı iddiasıdır. Özne ve nesne arasındaki bu özdeşlik iki doğrultuda
dallanıp budaklanır: Yabancılaşma (nesneyi özneden ayıran) ve
metalaştırma/nesneleştirme (özneye bir nesne içinde geri dönen). Özetle, özneye
Tanrı ya da Devletin rehberliği altında kendisi tarafından boyun eğdirilmiştir.
Sadece elverişli bir kaçışın peşine düştüğü, kendisi bir amaç ve bir köken
olarak tasarlanmış insana, kendisine geri dönüşü kuşatmaktır.
Althusser haklı olarak bu ‘İnsan’ ideolojisinin
burjuvaziye -ve sözde “hümanist” geleneğe-
feodalizme karşı mücadele içinde hizmet ettiğini ileri sürer. Aynı zamanda, o
yine, bilginin meşruiyeti için anahtar olarak (burjuvazi tarafından uygulanmış
Roma hukukunun “yeniden etkinleştirimesi” ile birlikte) hukuksal özne
vurgusunun her zaman çok az bir açıklıkla tanımlandığı başka bir pozisyona
tutunur. Geneldeki teorik bilgi, terimin en
katı anlamında felsefi bilgi daha önce olduğu gibi burada da sorun
değildir -fakat başka nasıl olabilirdi ki?- Feuerbach şimdi, sadece
eylemin öznesi ve bilginin öznesi arasındaki bölünmeyi ortaya koymaktan değil
fakat aynı zamanda İnsanın değil fakat genelde insanlığın ya da insan türünün
konuşmasını mümkün kılan (en az ikiyi üretmek için gereken) cinsellik nosyonu
yoluyla tür ve birey arasındaki bölünmeyi bastırmaktan sorumlu tutulmaktadır.
Sonuç olarak,
Feuerbach tarzı “hümanizm”i yıkmak için harekete geçtiğinde Marks onun
hesabını görmekten çok öteye gitti. Althusser felsefi bir anti-hümanizm tesis
etmekle tarihin ve toplumun tüm varoluş felsefelerini sorunlaştırır
(kökenlerin, öznenin vb’lerinin yokluğu: ki kökü Spinoza’da ve aynı zamanda
Hegel’deydi) Tüm bunlar yeterince doğrudur, fakat nasıl anlatılır; Althusser’in
dediği gibi felsefe her zaman sözünü geçirir.
4. Söylemeye gerek yok, Marksist düşünce tarzı, kendi
konumu hakkında felsefi hümanizmin yol açtığı iki yanlış okumadan -Althusser’in
belirttiği gibi, böylece ona karşı yapılmış suçlamaların mantığı kabul edilir- tamamen
farklıdır:
i)
somut
insanlar ve onların dönüştürücü ve toplumsal eylemlerini sözde hor görmesi
(İngilizler ve Kuzey Amerikalıların yapı ve taşıyıcı arasındaki ilişkiye atıfları)
ii)
Serbestlik
teolojisi gibi, gerçekte varolan “hümanist” ayaklanmaları gözardı ettiği
varsayımı. Bu, Enrique Dussel tarafından, El último Marx (1863-1882) y la
liberación latinoamerican (Mexico: Siglo XXI, 1990). kitabında, sonradan ona
karşı yöneltilen gerçekten de çok ikna edici bir yaklaşımdır. Belki
Althusser’in F.N. ile yaptığı söyleşide ve yayımlanmamış eserlerinde konu
üzerinde neden uzun uzadıya konuştuğunu açıklayacak olan noktalar zaten buradan
geliyordu.
Fakat Amiens’de Althusser olgunun değil de teorik ithalat
sorunu üzerine, örn. kendini yalnızca, Marks’ın Wagner üzerine notlarından,
yani, “benim yöntemim insanla başlamaz fakat
ekonomik olarak verili bir toplumsal dönemle…” tek bir cümlesi üstüne dayandırdığı
için onu eleştirenleri, söylediğimiz gibi, çok net bir biçimde yanıtladı. Althusser her zaman elbette bu gibileri saçma olarak
kınamayı reddetti. Althusser’in argümanı yalnızca bu cümle üstüne değil fakat Kapital’in bütün bir mantığına ve onun
toplumsal üretim ilişkilerine bağlı olmasının önemine dayanır. Daha sonra tek
bir sınıfı üretim araçlarıyla teçhiz eder ve bireyleri sınıflar içine dağıtır.
Ve bunu her hangi bir “özgür sözleşme”
yoluyla değil fakat bireylerin bu ilişkiler içine kıstırılmış olmaları yoluyla
yapar.
Ve bu aynı bireyler sömürünün destekçileri ve
taşıyıcıları haline gelir ve bu nedenle de bireyselleştirilirler. Sömürülen ve
sömüren haline gelmekten önce insanlık yoktur (elbette, biyolojik bir doğanın
dışında), dolayısıyla kendi sömürülen pozisyonunda kalması ya da sokağa
atılması gereken işçi gibi kapiatlistin
de servet yapmak ya da iflas etmekten başka seçeneği yoktur. Ve bütün
bunlar bireyselleştirilirken aynı anda tamamen anononim bir tarzda işler,
ve sadece ekonomik temeli değil fakat
aynı zamanda üstyapıyı zorunlulukla kuşatır. Bu bir süreçtir, en azından
bireyselleştirmeler sayesinde her toplumsal formasyon içinde inşa edilmiş
olacağını ileri sürüyoruz. Bu yüzden, köle ya da köle sahibi olmam, kul ya da
ağa olmam, sömüren ya da sömürülen bir özgür özne olmamın etkisinde ifadesini
bulur. Elbette Althusser’in kendisi asla bu terimlerle konuşmaz. Fakat onun
başarısının sadece Marks’ı okuma yoluyla olması olasıdır.
Amiens’e, kendisini 1857’ girişi’ne dayandırdığı yere
tekrar dönelim. Althusser Marx’ın somutunun hiçbirşey fakat birçok
belirleyicinin sentezi olduğunu ısrarla hatırlatır. Onun (Althusser’in) bize
hatırlatmayı sürdüreceği şeyin ışığında, benzer şekilde, insan teriminin soyut
bireyleşmesi gerçekten bireyselleştirmenin işaretleri olan şeyin etkisini
somutlaştırmayı maskeler: ben sömürülenim ve ben sömürenim. [xxxviii] Eğer bu
işaretler yabancılaşmayı imliyorsa, o zaman özcü bir türün zıttı olarak bir
asıl hazırdır. (ve asılı benimseme, basitçe ve zorunlu olarak, olanı paylaşılır
kılar). Bu yabancılaşma türünün herhangi bir çözümü spesifik olarak ideolojik, ve
politik türden sorun doğurur. Althusser’in tercihi, sanki “başka bir pratiği”
halletmek için, az ya da çok havada asılı bırakmaktır. Aslında yabancılaşma
temasının teorik statüsünü terk etmek için değil, toplamda bunu tercih eder.
Ve böylece 65’den 75’e dek süren olağanüstü dönemle
birlikte, Amiens ara dönemi de sona erer. Gerçekten Althusser ve Helene’in
1976’da Granada’ya geldiklerinde zaman zaman çok etkilendiğimi söyleyebilirim,
çok yakın arkadaştık; ve gerçekten onun Granada’daki dersleri inanılmaz bir
deneyimdi. Bazan beş bin kişi katılırdı. Bu katılım Madrid ya da Barcelona’da
olmadı. Barcelona’da Althusser’e, Vázquez Montalbán, benim de dahil olduğum çok
aşırı ölçüde eleştirel bir makale yazdı ve acımasızca kişisel bir saldırıydı.
Ancak bu kişisel geçmişiyle ilgilidir ve burada geçerli değildir. O zamandan
kalma Triunfo dergisinin ilgili
sayfalarını incelemek bunun için yeterlidir. İşin aslı Granada’nın 70’lerde,
örneğin 1975 yazında, üç duvarcının
ölümünden itibaren, bir sendikanın Lorca’ya saygı için görkemli gösterisi gibi,
bazı belirleyici olaylara tanıklık etmesiydi. Ayrıca Granada konferansı kesin
olarak dönüştürücü olduğu ölçüde, katı bir biçimde akademik değildi, Gerçekte,
Althusser’in yaşamındaki önemli olaylar dizisinden sonuncusu oldu. Fakat bu bizim aşağıda izleyeceğimiz bir şeydir.
IV.
Dördüncü Anlatı Dizisi: Granada 1976
1.Yine aşırı ölçüde şematize ediyorum: Althusser
Granada’da iki anahtar terim kullandı:
dönüşüm ve pratik ya da pratikler.
Sadece teori değil fakat aynı anda marksist felsefe elde
bir vardı. Ve merkezi soru şuydu: Marksist felsefenin felsefi bakışı nedir?
Sadece tek bir yanıt olabilir: onun gerçek mevcudiyeti ve kendi bağdaşırlığı
aracılığıyla, Marksist felsefe, felsefenin içsel mekanizmasını açığa çıkarır.
Bu onu bir değişim geçirmeye zorlar. Dolayısıyla başlığı apaçıktır: Felsefenin
dönüşümü. [xxxix]
Althusser’in temel tezleri yeterince açıktır.
Marksist teori ve Marksist felsefe kültürümüzde bölücü bir
etkiye sahiptir, çünkü masaya sınıf mücadelesi sorununu yerleştirir. Althusser’in her zamanki gibi, açıklamadığı
şey, Platon’dan Husserl’e kılavuzları olan “daimi” bir felsefenin varlığında
neye inandığıdır. Eğer bu felsefenin dünüştürülmesi gerektiğini söylese, ona
inanıyor olurdu.
ii) Yine de, aynı anda görünür olan şey marksist
felsefenin paradoksudur. O vardır fakat asla bir felsefe olarak üretilmemiştir.
Dolayısıyla, Althusser, ister istemez, Wittgenstein ve Heidegger gibi yeni
isimler ortaya koymakla maddeci bir geleneğe başvurur.
iii) Felsefe felsefe tarihi alanı içinde üretilmiştir. Bu
tez en saçma türün gelenekçiliği üzerine bir eşiktir, ve metnin de bocalamaya başladığı yerdir.
Felsefe tarihi (kılavuzların tarihselliği) sadece felsefe içindeki “türeyimsel”
farklar için kabul edilirdir, ve ilkesel olarak onu bilimlerden ayırt eden
şeydir. Bunun saf ve basit kılavuzların esası olduğunda ısrarlıyım. Böylece
felsefe’nin kaynakları, geometriden ayrıldığı andan itibaren ,Platon’un
Grek’ine dek uzanır; ve bu, hem Newton’dan kendini uzaklaştıran hem de ona
bağlanan Kant’da zirveye ulaşır.
iv) Bir tür olarak felsefenin ayırt edici özelliği onun
bilimlerle olan ilişkisi ve mitler, dinler, politikalar ve estetik duyusallığa
ilişkin olarak farklılığıdır (Althusser için Estetik duyusallıktan söz etmek
nasıl mümkündü?) felsefenin kendisini saf akılsallıktan (şeylerin grotesk hale
geldiği yerden) ayrıştırmasının nedeni, modelin sadece varolan bilimlerin katı
söylemi içinde bulunabileceğidir. Ve tam da Kapitali
Okumak’ta teorilerin teorisi olan
felsefe gibi, felsefe bilimlerin bilimi
haline geldi. Bilimler yaptıklarını değil bildiklerini iddia ederler. Bu şimdiki olasılıkla belirtisel bir Heidegger
etkisi değilse bile, Althusser adına eski bir iddiayı vurgulamaktır. Embriyonik
Kantçılık açıktır: felsefe her bilimin olasılık koşullarını sabitler ve onları
kavrayış düzeyine indirger: bilimlerin bilimi gibi bir kapasite yoluyla
Felsefe, politika, emek vb. biçimlerin konuları üzerine gücünü dikte eden bir
istihkam ya da bir iktidar üssü olarak işler. Althusser’in burada felsefenin
kendisinin olduğuna inandığı şeyi yeterince iyi betimlediğinden kuşku
duyulamaz. Onun tutkusu tüm pratikler hakkında gerçeği söylemektir, hiçkimseyi
kendi adına konuşmaktan men etmemeye çalışmayı amaçlar; felsefe kendini akıl
yoluyla, sezgi, görü, temsil yoluyla mevcut olarak sunar.
Marks bu “çok yaşlı” felsefenin ilk eleştirisini
üstlenmiş oldu. Sorun sadece, yukarıda işaret edildiği gibi, Marks’ın bu
eleştirisinin, felsefenin “ideolojinin buharlaşan hiçliğine…” batışıyla
sınırlanmış olmasıydı. Fakat sonra şeyler değişti: Marksizm aslında bir felsefi
söylem tesis etmek durumunda değildi, fakat muazzam bir felsefi etki
üretmeliydi. Bu, Kapital’de
koyutlandığı gibi, örneğin, sınıf mücadelesinin bilimsel bilgisi yoluyla klasik
felsefenin temellerinin sarsılmasına yol açtı. Fakat zaten Feuerbach üzerine
tezlerden itibaren sınıf mücadelesi pratiklerin görünüşünü ima eder. Ne yazık
ki, sadece bir örnek olarak alırsak, Feuerbach üzerine tezlerin ilki sadece,
diyalektiğin yanlış bir imgesine yol açan, hümanistik bir pratik olarak
anlaşılmıştır. Pratiğin felsefeye hücümu tamamen farklı bir şey ima eder, bütün
felsefeler sözkonusu olduğundan pratikler her zaman içeri alınır kuşatılırlar
ya da görmezden gelinir dışlanırlar. Pratikler insanların yaptıklarıdır fakat yaptıkları
değil bildikleri gibi, felsefe onlara kendi pratiklerinin hakikatini anlatmayı
üstlenir. Bu kesin bir belirtidir: pratikler görünür olduğunda, felsefeyi
felsefe yoluyla suçlama bir olay gerektirir. Pratikler zorunlu olarak
(felsefenin onları kendi içinde kuşatmıyor, kapsamıyormuş gibi görünürken,
pratikler hakkında hakikati anlatmayı üstlenmesi nedeniyle) felsefeye
“dışsal”dır. Ancak şeylerin vukubulmaya başladığı yer de burasıdır: pratik
hakikat değildir, görme ve söyleme eyleminde gerçekleşmez. Pratik öznesiz bir
süreçtir çünkü pratikte hakikat yoktur. Pratiğin
Gramsci’nin praksisiyle aynı şey olduğu söylenemez. onlar eski yaraları açmaya
neden olan felsefenin statüsünü tehdit eden şeylerdir. Felsefe Bütün olsa bile,
pratikleri içeren bu dışsal varoluşu kabul edemez. Felsefenin tuzakları meydana
çıkardığı yer burasıdır.
Althusser nokta atışlar yapar: Tuzakların felsefe
tarafından belirlenmesi, pratikleri yeniden düzenleme ve onları kendi
hakikatleri içinde kucaklama yetisinde içerilidir. Tekrar, başlangıçta söz
ettiğimiz Chaplin’in ve Brecht’in valizini akla getiren bir imge, Bavul kapalı
olduğunda eğer pantolon paçaları ve tişört kolu dışarda sallanıyorsa, onları
makasla kesmek yeterlidir. Önemli olan her şeyi içine yerleştirmek ve bavulu
düzgünce kapatmaktır. Felsefe tarafından belirlenen tuzaklar, o zaman, herkes
akıllıca olmadan onun “içi”,
“dışı”ndan ibaret olur. Felsefe tarafından
saptanan tuzaklar felsefenin bilgisidir. Fakat o (Althusser tarafından bir
aydınlanma anarşisti olarak dolaylı biçimde başvurulan) Foucault’nun inandığı
gibi, soyut bir “bilgi=iktidar” sorunu değildir, ve ne de iktidar aşkına iktidar etkileri, sonuçlarıdır.
Etkiler söylem yoluyla üretilmişlerdir. Hakkında düşünürsek, önceki
metinlerinde ilgisine neden olan teorilerin teorisi gibi felsefenin fiili modus
operandi’si (işleyiş usulü) gibi kendini sorguladığını görürüz. Fakat bunu
söylediğinde, pratikler üzerinde iktidar ve bilgiden söz ettiğinde, Althusser
yavaşca kendine gelir ve kuşkusuz
felsefenin ideolojik bilinçdışının ya da
hatta genelde ideolojinin ‘üst yapısı’
olduğunu görmeye başlar. Bütün bu söylemin etkiler ürettiğini bize
anlattığında, bizi Amiens metnine gönderen bir iktidar türü inşa eder. Formül
şimdi yeniden düzenlenmektedir, fakat kesin olarak felsefeyi konuşmak için.
Felsefi söylemin etkisi, üretilen üstüne, pratikleri dağıtmak için, ve
dolayısıyla toplumsal bütün içindeki pratikler hiyerarşisini meşrulaştırmak
için işler.
2.Bavul hikayesi, pratiklerin
dağıtımı/deformasyonu, aynı zamanda farklı oldukları halde gerçek
neslere benzer felsefi nesneler türetir.
Althusser Felsefi nesnelerin gerçek göndergeleri olmadığı
hakkında her zaman ısrarlıdır. Onların göndermesi her zaman söyleme içseldir:
hakikat, bir, cogito, aşkın özne … başka deyişle eğer felsefe bilimlerde olduğu
anlamda nesnelere sahip değilse, onun nesneleri, yine de nedensiz,
karşılıksızdır. Bunlar daha çok, söylemsel etkinlik üzerine kendi kontrolünü
dayatan önemli araçlardır. Bu şekilde, Althusser satranç oyuncuları ve pul
koleksiyoncularının şirketinde ruhani alanda yaşayan ya da havada yüzen
felsefye müdahale eder. Buraya kadar her şey iyi. Fakat pratiğe müdahale etmekle
Althusser felsefeyi ideoloji gerçeğine bağlar. Ve olanlar tersine döner:
pratikler felsefe üstüne çarpar (etkiler) ve bu da marksist söylemin açığa
çıkışı olur.
Bu noktada Althusser ortaya temel bir soru koyar: felsefe
neden vardır? Neden onun metinlerinin okuması devam ediyor? Althusser yanıtlar:
çünkü onun sonuçları -pratikler üzerindeki etkisi ve pratikler tarafından
genelleştirilen fikirlerin daha kesinlikli olması- toplumun yapısı tarafından
talep edilmektedir. Ayrıca felsefenin çatışmacı olmaya neden ihtiyacı var?
Kant’ın bir savaş alanı olarak felsefi imge tasarımına göre, içsel
anlaşmazlıklara neden gerek var? Althusser burada tekrar kendini 59’un Katkı’ya Giriş’ ine dayandırarak alt yapı ve üst yapı imgelerine
başvurur. Marks’a göre üstyapıda ahlaki ideoloji, hukuksal ideoloji, estetik ve
dinsel ideolojiyle birlikte felsefi ideoloji bulunmaktadır, toplamda çeşitli
ideoloji pratikleri egemen ideolojinin merkezi boyunduruğu altında sürekli
olarak bir araya getirilmesi gerekmektedir.
3.İdeoloji (ideoloji aracılığıyla gerçekleşen bilimsel
pratikler dahil) olmadan pratikler olmadığı için, insanların (genellikle irade ve bilinçlerinden bağımsız
olarak) pratiklerin iskan ettiği ideolojilerin etkisi altında eylediği ve
yaşadığı söylenebilir.
O zaman, felsefe ideolojileri birleştirir ve dağıtır; ve
felsefenin toplumsal pratikler üzerindeki işleyişi ideolojiler temelindedir. Ve
bir kez daha temel bir soru: felsefe neden bu her şeye kadir (omnipotent) iktidara
sahip olmak durumundadır? Çünkü sınıf mücadelesi sadece kudrete değil değil
fakat herşeyden önce fikir birliğine (konsensüs) bağlıdır. Ve aynı zamanda
o Gramsci’nin -ve Althusser onu tekrar
alıntılar- toplum üzerinde kültürel hegemonya dediği şeyi başarmak için, Devletin İdeolojik Aygıtları’nın ikinci
bir görünüşünü var kılar. Felsefe egemen ideolojinin çekirdek ögesi olarak
eyler; bu onu hem öteki ideoloji pratiklerine bağlar ve hem de bu ideolojiyle
birlikte tutar.
Fakat egemen ideoloji buyrukla inşa edilmez. Ve
ideolojiler her zaman çelişkili olduğundan, onları dikiş yerlerinden
birleştirmek için vuku bulmak durumundadır. Felsefenin rolü budur. Felsefe ne
bir nedensizlik ne de yalnızca spekülatif bir tutum demektir. Ve burada
Althusser, tekrar, kendi son kerte nosyonunu devreye sokar: felsefe son kertede
sınıf mücadelesini teoride aşırıya taşımasının nedenini açıklayan, ideolojik
düzeyde her zaman belirleyicidir. Felsefe egemen ideolojinin teorik çimentosu
ve laboratuvarıdır. Ve devasa önemde bir son soru, bütün bunlardan sonra
Marksist felsefenin rolü nedir? Bu soru, söylemek gerekir ki, mevcut konuşma
tarzında, artık dikkate alınması gereken bir gelecek görüşü içinde, Althuser
tarafından geleceğin önüne atıldı. Problem açıktır: eğer felsefe sınıf
çelişkilerinin bir ürünüyse, eğer felsefe esas olarak bir laboratuvar olarak
işlev görüyorsa, sınıfları olmayan bir topluma kesin etkilerini yansıtan bir
düşünme türü ne hakkındadır? Felsefenin olanağı, işlevi ve mevcudiyetinin
gereksiz olduğu sınıfsız bir toplumda felsefe yapmak nasıl mümkündür.
Althusser burada önemli bir nüansın altını çizer. Sadece
egemen ideolojinin varlığını değil fakat aynı zamanda hakim muadilini, ya da az
veya çok parçalanmış unsurlarını ya da en azından Lenin’in sözünü ettiği sınıf
iç güdüsünü ele almak gerekir. Maddeci felsefe geleneğinin uzun bir
varoluşundan söz edilemez fakat her zaman hakim olmuştur. Elbette Althusser’in
bu tür sorunları tartışması bildik o her noktaya sinen belirsizlikten muzdarip
olabilir ve siz bir kez daha kendinizi havada yüzerken bulabilirsiniz. İnsan
ruhunun bir tür mevcudiyete her zaman sahip olduğu, ya da benzer bir şey,
idealistler ve materyalistler arasındaki şu bildik eğilim mücadelesi yoluyla
zaman içinde gelişmiş olduğu söylenebilir mi? bu mücadeleye ilişkin olarak, iyi
(maddeciler) ve kötü (idealistler) arasındaki bir sürekli süreçten mi söz
ediyoruz? Althusser bu tehlikenin farkındadır ve yukarıda bahsettiğimiz gibi,
daha kurnaz bir şekilde, felsefenin bir yapının hem temellerini tesis ettiğini
hem de üst yapıda çimento olduğunu ileri sürmeye çalışır. Başka deyişle felsefe
hem temel kategorileri üretir hem de deneyim için bir bağlamdır. Onun
izleyeceği hatta, bir materyalizm, bir burjuvazi vardır başka… ne? Althusser
burada kendi yeraltı maddeciliğine bir yol açıldığını hisseder. Yeraltı maddecileri,
büyük güçlükleriyle birlikte, embriyonik bir söylem içinde ya da asla tam bir
felsefe haline gelemeyen bir felsefe diyebilirsiniz, karşıtlarını (kim?) tesis
edebilmiş, şu filozoflar olurdu. Tekrar: Epikür, Makyavel ve Marks’ın
sessizliği.
Elbette Marx feuerbach üzerine onbir tezde, paratik
sözcüğünü kullanması yoluyla -daha önce bahsettiğimiz gibi- bütün felsefenin
sarsılmasına neden oldu. Marx’ın, yaşamının sonunda, Engels’e yazarken,
Feuerbach’la kültleşen saplantılarını alaya alması ilginçtir. Althusser’in bu
saplantının farkında olması ve 60’lardan itibaren onu yok etmeye çalışmak
durumunda kalması daha az ilginç değildir. Ve şimdi Althusser pratik sözcüğünü
tekrar kullanıyorsa bu tamamen farklı bir anlamdadır. Hatırlayalım; Kapital’de Marx felsefe uygulamalarını
asla yazmadı. Bu pratik felsefede felsfe teorisi ve marksist felese teorisi
için (ya da marksizm için bir felsefenin) anahtarları bulunabilirdi. Fakat
Althusser de aynı zamanda kendi “filozofizm”inin sarsılmaya başladığını farketmeye
başlar. Tüm Batı marksistlerinin derin biçimde ilgilendiği, ayrıca ne Stalin’in
ne de stalinistlerin felsefe yoluyla felsefeden en ufak bir kuşku duymamış
olmalarına rağmen, Althusser, Marx, Lenin ve Gramsci’nin tüm felsefe hakkında
vahim şüpheleri olduğu olgusunu yeterince açıklıkla vurgular.
Tam tersine, Stalinizm
felsefe yoluyla marksist felsefe yaratmış, ve sadece felsefe eğitimi
olmayan ve hatta felsefi bir gelenekle ilgili bir Alman Üniversitesine hiç
katılmamış olan, Engels’den türeyen ‘unsurlar’ temelinde değil fakat aynı
zamanda böyle bir anahtarı Plehanov, Bogdanov ve Lukacs gibi materyalist
gelenek içindeki tartışmalı figürlerden yaratmıştır. Her şeyden sonra sadece
politik terör kampanyasıyla sürece başlamak değil fakat aynı zamanda bir
Marksist felsefe yaratmanın çerçevesini sağlamak Stalin’in felsefi
pozisyonuydu. Burada, Althusser’in, ne Marks’ın, ne Lenin’in ne de Gramsci’nin
Marksizmi bir felsefe olarak hiç konumlamadıkları, aslında teşvik etmedikleri
fakat yeni bir felsefe pratiği olarak ele aldıklarını ilave etmemesinin
nedenini içeren her şey anahtara uzanır.
4. Pratik sözcüğünü Althusser kariyeri boyunca emin
olarak kullandıysa da, sonuç olarak yeni bir anlam kazandı: neo-Kantçılar tarafından kabaca anlaşıldığı
gibi pratik değil fakat, ilerledikçe gördüğümüz gibi, teorik felsefe pratiği ve
ideolojik pratikle ilgilidir.
Onun hareket noktası Marks’ın, biri şeylerin varolan düzenini
göklere çıkaran, diğeri eleştirel ve devrimci olan diyalektiğin iki türü
arasında temel bir ayrım yaptığı Kapital’in
ikinci Alman baskısına yazılan son ektir. Marksist düşüncenin tarihinde ilk
tür, kendi düzenini göklere çıkarmaya hizmet eden Stalinist diyalektikle
örneklenmiştir. İkincisi eleştirel ve devrimci çeşidi, gerçek marksist mirastır.
Düzen konuşmasını, Althusser açıktan, ekonomik ve politik iktidar konuşması,
başka türü devlet iktidarının konuşması olduğunda ısrar eder. Dolayısıyla, bir
yandan felsefe ve devlet arasındaki ilişki ve öte yandan felsefenin söylem olarak “statü”sü. Ve
dolayısıyla başka bir gerçek, bavulun dışındadır: felsefe yoluyla hatta zıtlık
kılığı altında felsefe yoluyla felsefe inşa etmekten kuşku duyulmaması aynı
anda egemen bir burjuvazinin temel prosedürünü kabul etmektir.
Althusser’in ahistorisizmi bir kez daha olağanüstüdür:
burjuva ideolojisinin hegemonik bir unsuru olarak felsefi konuşmada, o bizi Platonda
bulduğu, sadece platon’la dolaysız ilgili Dietzgen gibi felsefenin sözde
kaynaklarına geri döndürür. Dietzgen kendini, filozoflara çok daha önemli bir
yer açmak ve devletin dalkavuğu olarak felsefeci konuşması için Platon’a
dayandırmıştı. Ayrıca, biz kılavuzlarla ve onların felsefenin kaynakları versiyonuyla
tekrar geri gideriz, bununla birlikte Althusser senaryoyu karmaşıklaştırmayı
sürdürür. Marx sadece burjuva devleti değil fakat aynı zamanda gelecek devleti,
topluluğun, yani, Engels’in bahsettiği
“devlet olmayan devlet”i aklında tutar.
Bir daha, Althusser felsefe ve politika (ya da felsefe
ile devlet) arasındaki ilişkiyi tasarlar, fakat şimdi başka seçim yoktur, ve
yukarda belirtildiği tarzda, sözde materyalist geleneğe sarılır. ‘sözde’ diyorum
çünkü burada çelişkiler gerçekten de temel tiptedir. Örneğin, kölelik
dünyasında, Greko-Romen köleliği dile geldiğinde, maddeci dünyanın temeli
(yenilenmek için) ruhun maddeciliği olmalıydı. Kendi adıma, efendilerinin
ruhlarının maddeciliğine karşıt olarak, kölelerin ruhlarının maddeciliğinin
herhangi bir kanıtını (Aristoteles’de, Platon’da vb.) şimdi keşfetmeliyim.
Muhtemelen Platonculuğun öteki yüzüne karşın, Demokritos ya da Epikuros’un
atomları, basitce dünyanın doğalcı kavramlaştırılması anlamına gelir, ki daha
sonra yanıltıcı olarak burjuva eleştirisinin duyguculuğuyla bağlantı tesisi
olarak, (genç Marks’ın doktora tezinde ele aldığı üzere) yeniden yorumlandı. Köle
tarzı maddeciliğin ana ekseni (ben bir ruha sahibim, kölelere değil),
Althusser’in sözünü ettiği yeraltı maddeciliğinin dökümanlarında hiçbir yerde
çelişme yoktur.
Althusser’in feodalizm görüşü hemen hemen aynıdır, burada
da onun ahistorisizmi apaçıktır. Bir gerçek olarak maddeci söylem, aynı
noktada, kölelerin ruhlarının efendilerinin ruhlarıyla aynı olduğunda ısrar
edecektir. Heretiklerde ya da ateistlerde bu tür ifadelerin olmadığını buldum.
Materyalizm için feodal nominalizmi talep etmek her zaman sorunlu bir
taktiktir. Sınıf mücadelesinin materyalizmi kanıtını feodal dünyada klasik
Spartaküs isyanıyla Husse ve Münzer’i belirsiz biçimde bağlayan köylü
ayaklanmalarının boşlukları hariç,
hiçbir yerde bulamaz. Makyavel’de maddeci sınıf bilinci dünyasının çok fazla
kanıtını bulmak olasıdır, fakat sadece onun yeni politika ve yeni iktidar
biçimleri analizine ilişkin olarak.
Dolayısıyla, özetlersek, Althusser’in yeraltı
materyalizmi ile ilgili iddialarını ihtiyatla karşılamak gerekir. Elbette,
Althusser’in asla lafı ağzında geveleyen bir olmadığı ve Marks’a tutarlı olarak
geri dönüşleri dışında. Bu yüzden onu
ilgilendiren basitçe Granada konferansına ilşkin olarak felsefenin dönüşümü
değil fakat aynı zamanda 77’den 79’a onu meşgul eden anahtar bir sorundur.
Yani, politikanın dönüşümü ya da daha doğru bir deyişle partinin dönüşümü -ya
da görünürlük kaybı kazanması-. Bu, komünist partisinin 22. kongresi üzerine
sonradan yazdığı metinlerle ve 78’de kabullendiği katı konumu, yani komünist
partide sonuna kadar kalmasıyla, ilgilidir. Granada Konferansından aynı mesajla
çıkan yan etki: felsefe Devlete ve
egemen sınıfa her zaman bağlanmış olduğu için, elbette Marx felsefi
tedirginlik yaşasa da devletin
Marks’ıydı. Ve benzeri, Althusser
bütün bir parti geleneğinden radikal olarak koptu.
Althusser için önceden tahmin edilen bu gelişmenin
mantığı, ne Devletin anarşist bir reddi ne felsefi bir rettir, fakat basitçe
sömürülenlerden yana olmaya, -burjuva
ideolojik hegemonyasının sonunu hızlandıran
yeni bir felsefi müdahale biçimi ve
1905-17 Sovyetleri ve Paris Komünü
yoluyla zaten hazırlanmış olan örnekler gibi- başka örgütlenme araçları
bulmaya ihtiyaç duyar. Kısaca, politik bir dönüşüm ve felsefi bir dönüşüm.[xl]
Althusser’in gerçek mirası budur. Yeni bir politik pratik ve yeni bir felsefi
pratik icat etme ihtiyacı. İnsan
düşüncesi ve toplumsal pratiklerin özgürce işlemesine katkı koyabilen yeni
varoluş biçimleri. Başka deyişle sömürüden başka bir şey yapma özgürlüğünü içeren
bir komünizm.
Çünkü, bu oldukça açıktır: eğer kapitalizm sömürü özgürlüğünden mahrum edilirse,
o zaman o hiçliğe indirgenmiş olur. Her ne kadar felsefenin yerini medya ve
psikolojik, ekonomik ve dil “bilimleri” almışsa da, her ne kadar kapitalizm
gündelik rutinlerimiz ve özel yaşamımız üzerine çöreklenmiş ise de, burjuva
ideolojisinin tözsel olarak bekasını sürdürdüğünü ileri sürmek yanlıştır. Tersi
doğrudur: o bizim derimiz haline gelmiştir. Ve Althusser tarafından üstlenilen
devasa görev bugün her zamankinden daha çok geçerlidir. Ana nokta, ya Marksist
olmaya ya da Marksizme hizmet edebilen tözsel bir felsefe yaratmak değildir. Ana
nokta, daha ziyade, Marksizmi farklı bir teorileştirme ve düşünce türü olarak
konuşlandırmaktır. Kısaca, farklı bir deri türü: sömürü olmayan şeyin (bilinçli
ya da bilinçdışı) duyusu.
V. Final ve Karanlığa Düşüş: güneşin asla parlamadığı sokak.
Onu son gördüğüm zaman ve bana yazdığı son mektubun
tarihi 1979’du.[xli] Planı, -umutsuzluk jesti- Marksizme dair uluslararası bir
dergi yaratmaktı. Oysa biz zaten
uzaklara sürüklenmiştik. Daha sonra çıldırdığı klinikte onu ziyarete cesaret
edemedim ve hatta cenazesine de
katılmadım. Örneğin, 77’de belirli bir sabahı alın, ya da 78’de miydi? Her
neyse, Althusser, Fransız Komünist Partisinin 22. kongresiyle bağlantılı
metinlerine derinlemesine daldığı zamandı. Rue d’Ulm’da dondurucu bir soğuk
vardı. Althusser’in Ecole Normale’daki küçük dairesinde her şey hüzünlü ve gri
görünüyordu. Çorak bahçe, kirli çim öbekleri, basit bir el yazısıyla yazılmış
bir not kapı ziline yapışıktı (“Althusser, sonnéz ici”) Onunla onun dünyasına
uzunca bir süre girebilmiş birisi için bu, yenilgi, sürgün terk eilmişlik
görünümüydü, bu dolaysız etkiyi kapıyı açtığında varlığıyla biraz hafifletmiş
olsa da böyleydi: kadife ceket, zoraki gülümseme ve sürgit bir sigara
yuvarlayan parmakları (tuhaf bir mizah duygusuyla ısrar ettiği etkinlik “el emeği ve entelektüel emek arasında imha
edici bir bölünmeye” hizmet ediyordu). Başka bir dünyaya girmek gibiydi.
Toplama kampında geçirdiği döneme çok önem atfetmişti.
Aynı şeyi her ne kadar kampları daha kötü olduysa da Helene’le de ilgili.
Althusseri bir komüniste çeviren, onların ilişkileri olduğu iddia ediliyordu.
Fakat o ilişkinin bir zeka atmosferi ve onları kuşatan ve bizi nasıl
kuşattığını bildikleri samimi bir mutluluk olduğu yeterince vurgulanmamıştır.
Küçük koridorun sonunda Helen’in bizi çaya belki de Gürcü bir arkadaşlarının
gönderdiği votkadan bir vuruşa davet ettiği bir tür salon vardı, Althusser bana
bir dizi parti dökümanı ve az çok tanıdığım L’Humanite’den bazı makaleler
gösterdi. Ben doğrudan ona karşı saf zehir kusan metinlerin yapraklarını
çeviriken o koltuğa çöktü. “ne içersin”
diye sordu. Halâ şaşkındım. Kuru bir
sesle “senden gerçekten nefret ediyorlar” dedim. Ve sonra şaşırtıcı bir şey
oldu. Bir küfür salladı, olasılıkla o da “onlar”ın nefretinden nefret etmeye
başlamıştı. Herkesin nefretinin onu aciz kıldığına inandığımı söyledim. O
gülümsedi: “belki de öyledir
çünkü…” tek cümlede işimizi bitirdik. “…
çünkü filler bulaşıcıdır.” Kahkahalar içinde gülüyorduk. Çünkü açıklamayı
unuttuğum gibi Althusser’in zekası da kahkahaları gibi bulaşıcıydı. Her ne
kadar Ulm’ sokağında yaşadıysa da, bu güneşin asla parlamadığı bir sokaktı.
Juan Carlos Rodríguez
University of Granada
Translated by Malcolm K. Read and Manuel Urrutia Zarzo SUNY at Stony Brook
Türkçesi; hç
Not: dipnotları, umarım kısa sürede eklerim -:(
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder