Bir
alıntıyla başlayalım;
“gerçek dünya” ile “görünüşte dünya”, -
açıkcası: uydurma dünya ile gerçek... Ülkü denen yalan şimdiye dek gerçeğe bir
ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı, yalana boğuldu;
yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı
ters değerlere saptı giderek.”(EC.1969.s.8) Bu sözlerin Platon’a
–ama sadece ona mı?- ’iltifat’ edildiği ve onun yoksayıldığı açık.
Yoksayıcılık (nihilizm), ansiklopedik anlamıyla, doğrudan duyulara verili
olanın (ya da önceki terminolojiyi sürdürürsek görünüşün görünürlüğünün)
varolduğunu, bunun dışında bu varolana atıf yapan başka hiçbir şeyin (kavram ve
değerin) varolmadığını savunan dolayısıyla kurulu, yerleşik geleneği, yönetimi,
değerleri yadsıyan bir görüştür. Latince ‘Nihi’ (Hiç) kökünden Turgenyev
tarafından türetilerek, ‘Nihilizm’ adını almıştır. Ben burada nihilizmi
‘hiççilik’ sözcüğüyle değil ‘yok sayıcılık’ sözcüğüyle eşanlamlı olarak
kullanacağım, çünkü ‘yok sayma’ kavramı, temel politik tanımdır. Yani herhangi
bir iktidarın kendi uyrukları arasında hangilerini var saydığı (kaale
aldığı, hesaba kattığı) hangilerini yok saydığı (hesaba katmadığı, kendi
kaderlerine terk ettiği) anlamına gelen ve demokrasiyi tanımlayan en temel
tanımı içerir. Nietzsche’nin yoksayıcılığının (nihilizminin) felsefe içinde,
felsefi merakların tatmin oyunu, ya da akademik ukalalık malzemesi olarak
takdimi, bizzat politik bir takdimdir. Çünkü onun yoksayıcılığı, radikal ölçüde
politik sonuçlar doğurur. En azından
felsefenin yerini politikanın alması mücadelesinde temel ve görmezden gelinemez
bir zemindir. Başta Platon, Aristoteles olmak üzere, Rousseau, Hobbes, Kant,
Hegel, vb. batı felsefesinin tüm mimarları nasıl sadece teorik bir merak saikiyle
değil, politik güdülerle felsefe yapmışlarsa, Nietzsche’nin ‘sadece teorik bir
felsefi merak saikiyle’ felsefe yaptığına, politik güdüleyicilerden tamamen
yoksun olduğuna herhalde inanılamaz. Başka deyişle en temelde özgür ve özerk
bir birey tasarımı onun bütün söylemine eşlik eder.
Şimdi Nietzsche 19.
yüzyılda zaten yaşanmakta olan, aydınlanmanın seküler bir dünya kurgusuna bağlı
bir nihilizm döneminin içine doğmuştur. Değerlerin çürüyüşü içinde bulmuştur
kendini. Değerleri çürütmek için uğraşmamıştır, idealleri yıkmak için de
uğraşmamıştır, idealler zaten yıkılmış ve Nietzsche de bunu karşılamıştır,
aynen Marks gibi, bir 40 yıl farkla, yoğun olarak 1880’lerde. Yine Ecce
Homo’nun önsözünde şöyle der: “Yeni putlar dikmiyorum ben; önce eskiler öğrensin,
balçıktan ayakları olmak ne demekmiş. Putları (ki benim için ülküler demektir)
devirmek..., zanaatım asıl bu benim.” Bu sözlerde, bir yandan bu durumu veri
saymış, kabullenmiş, bir yandan da kendisinin de bir put yıkıcı olduğunu ilan
etmiştir. Hem mevcut gerçeklik yoksayıcı-nihilist bir gerçekliktir, yani zaten
yoksayılmakta olan bir değeri, ideali, ereği, Nietzsche’nin yeniden
yoksaymasının bir anlamı yoktur ama yine de Nietzsche kendini yoksayıcı, put
kırıcı ilan etmektedir. Nietzsche nasıl bir yoksayıcıdır? Biraz yakından
bakınca Nietzsche’nin sadece verili olanın, görünür olanın yadsıyıcısı,
tepkisel bir nihilist olmadığını, bunu hayır-diyen felsefelere bıraktığını ve
onun radikal bir yoksayıcı olduğunu görürüz. Megill’in ‘aktif nihilist’ olarak
nitelediği gibi (Megill,1998, s.67), evet o bir yoksayıcıdır, içinde bulunduğu
çağın mevcut, idealler, değerler, ilkeler, kurallar, kısaca teselliler öneren hakikatlerin bir bir
yoksayılmasının ötesinde, o, bu değerlerin durduğu zeminin yoksayıcısıdır. Yani
değerlere değer veren ölçünün, hakikatin yoksayıcısı. Nietzsche için değerlerin
yeniden değerlendirilmesi, yalnız değerlerin değil, değerlerin değerinin de
-değerlere değer veren hakikat rejiminin de- ortadan kaldırılması anlamına
gelir. İşte yeni değerler yaratmanın gerekçesi tam da budur. Değer koymanın
yolu değişmiştir. Şimdiye dek varolana anlam dayatan değerlere ihtiyacın
kalmaması yeterli değildir, şimdiye dek varolan değerlere atfedilen değerlerin
de -atfedici zeminin de- kökünün kazınması gerekmektedir. ‘Tanrı öldü’ zaten
19. yüzyıl realitesinin bir verisidir, Nietzsche’nin katkısı, sadece tanrıyı
değil “tanrıya atfedilen değeri” yoksaymasındadır. O halde, hem Marks ve
hem de Nietzsche ‘Tanrının değerinin kalmaması”nda özetlenen, katı olan her
şeyin buharlaştığına dair bir kriz durumunu bildiriyorlarsa aralarındaki fark
nedir? Aynı gerekçelerden hareket eden, yani aynı kriz tespitini yapan aynı
kopuşu yaşayan ancak, Kuhn’un paradigmaları gibi, aralarında hiçbir ortak
ölçülebilirlik bulunmayan bu iki ayrı dünya arasındaki fark şudur: Nietzsche
‘tanrı öldü’ der ve durur. Tanrının bıraktığı boşlukta durur, Rousseau’dan
farklı Spinoza ile yoldaş olarak ‘insanı gerisin geri doğaya çevirir’ ve doğaya
dayanarak insanı okumayı dener. Doğasını değil, varoluş biçimini elbette.
Tanrı’nın yerine başka bir hakikat ikame etmez. Bütün modernler bu boşluğun
yerine bir hakikat ikame ederler, en genelde de ‘İnsan’ı. Marks ise,
‘Tanrı’ yerine ‘Emek’ nosyonunu ikame eder. Yeni bir tanrıyı: Emeği keşfeder.
Ve tüm ömrünü bu tanrıyı egemen konuma, tahakküm edici bir mevkiye çıkarmaya
adar. Çünkü her tanrısal mevki, niyetlerden bağımsız olarak bir tahakküm
mevkiidir. Tanrının yerine ikame kullanmayan neredeyse tek filozof
Nietzsche’dir. Freud’un ikamesi, ‘varlığımızı bilinç dışının belirlediği” dir,
Descartes’ın ikamesi ‘cogito’dur, Kantt’a ‘Bilen Özne’dir, Hegel’de ‘Tarih’ ya
da ‘Akıl’dır, Heidegger’de ‘Varlık’tır bu. Durum sosyolojide de aynen
tekrarlanır ve “neredeyse
her sosyolog, ‘cemaat’, toplumsal olarak belirleyici ‘kurumlar’,
belirleyici ‘tarih’, belirleyici ‘piyasa’, Durkheim’ın ‘Toplum’u vb. bir takım mutlak kavramlarda tanrının
yerine konulabilecek uygun bir ikame
bulmuştur”(Turner&Stauth 1997, s.23).
Nietzsche
hiçbir ikame kurmaz, kurguları şeyleştirmez; tüm hakikat kurguları, dünyaya
aşkın bir ruhsallığın, dünyada şeyleşmesidir çünkü. Oysa Nietzsche, bir ‘Ruh’
varsayımına sahip olmadığı gibi bir ‘şey’ varsayımına da sahip değildir. Gerek
metafizik aşkınlıkların ve gerekse dünyevi aşkınlıkların belirleyiciliğine karşı,
insanı gündelik pratiğin içinde, tüm duygu, duygulanış ve hazları, tüm
tutumalışları (habitus’ları) ile zorunlu ya da değil ‘yanılsamaları’ içinde,
algılar. Bu algı biçimi, Marks’ın yukarda verdiğim sözlerindeki diğer önemli
vurgunun önemini kanıtlar; “ve insanlar nihayet kendi gerçek
yaşam koşullarıyla yüzleşmeye zorlanıyorlar”. İnsanın kutsallığı yitiriş
sürecinin, değerleri kaybediş sürecinin hem öznesi hem nesnesi olması
gerçeğinden Marks, bir özneye, bir kollektif özneye (Proletarya’ya) geçebilir ve
ona tarihi yapma görevi verebilir, ama Nietzsche kendi yoksayıcılığı gereği,
böyle bir ikame yapamaz ve ona kalan Platon’u ters yüz etmek olur. Nietzsche,
mitos-logos bölünmesine denk düşen ve ilk kez oluşun tümlüğünü bölen, ‘varlık-idea’ dünyası ile ‘görünüş’ dünyasını icat eden Platon’u
tersine çevirir, ama bundan Marks ya da diğerleri gibi yeni bir Varlık-Özne
çıkarmaz, yeniden var-oluşa, daha doğrusu, “oluş”a geçer, bölünmeden önceki
tümlüğü, hayatın tümlüğünü yüceltircesine. Bu hem bir mevcudiyet meselesidir ve
eşanlı olarak hem de bir deneyim. Yani; Nietzsche mitos-logos yarılmasını
yoksayarak, Megill’in ‘gelecek miti’ adı altında tanımladığı anlamda ‘mitos’a
bir dönüşün, ama bölünme sonrasını “unutuş temelinde bengi dönüş deneyiminin
esrikliği” (Klossowski,1999,93-118) olarak dönüşün filozofudur. Marks ‘hayır’
diyen bir düşünür ise, Nietzsche ‘evet’ demiştir. Ama onun evetlediği bizzat
hayatın tümlüğüdür, Platon’un gerçek-görünüş diye böldüğünden önceki
bölünmemişliği olarak tümlüğü. Tümlük ve genellik açısından bakılınca Marks
değil Nietzsche’dir hayatı tüm olarak gören ve evetleyen. Yoksayıcılık, mevcut
değerlere yönelikse, bu, ‘hayır’ diyen felsefelerin, eleştirinin işidir.
Yoksayıcılık değerlerin değerine yöneldiğinde, hayır diyecek pek bir şey kalmaz
ortada, dolaysız deneyimin sevinci ve kaotik ‘oluş’un acısından başka, o da
sadece evetlenir. Nietzche değerlerin değerlerini yoksaydıkça evetler hayatı.
Bu onun ‘yorum’ udur.
Nietzche’de üç
temel motiften (‘tema’dan değil) sözedebiliriz, kriz, değerlerin
değerlendirilmesi ve yorum sorunu. Öte yandan Nietzsche’de eleştiri de vardır,
çünkü o kendine ‘put yıkıcısıyım’ da der, bu durumda doğrudan değerlere
yöneldiği içindir ki ‘eleştiri’ (de) yapar. Ama bir noktadan sonra bu eleştiri
mutlaka kalkar ortadan, bir ‘hayır’ diyen felsefeye dönüşmez, yani bir çözüm,
bir reçete, bir hakikat önermez. Amor-fati’nin (hayatı olumlamanın) sevinciyle
göğüslenir, eleştirilen değer, yeniden değerlendirilir ve yorum başlar. Bu da
onun yoksayıcılığının, sadece değerlere değil değerlerin değerine olan
ihtiyacın da kökünü kazıma savaşı, acısı, sevinci demektir. Bu yine de
(Yapıbozumculuğun öncülü olan bir) yıkımdır sonuçta ve her yıkım hem acı hem de
sevinci beraberinde taşır. Öte yandan Marks’ın zemini değiştirmediği, bir
‘hakikat’ yerine başka bir ‘hakikat’ koyarak, yani “belirleyici”ler ihdas
ederek (iktisadi hayat gibi), modern bir zihniyet içinde kaldığı ve değerleri kendi
koyduğu hakikat endeksinden hareketle hayırlamakla, hayır diyen olumsuzlayıcı
bir yaklaşım olduğu açıktır. O nedenle Marks’ı, sadece değerlerin yoksayıcısı
olarak görebiliriz, ama zeminin değil. Nihai olarak (ya da meşhur deyimle ‘son
kertede’) yoksayar elbette ama oraya ulaşana kadar der, işçi sınıfının
değerlerine ve bu değerlerin iktidarına ihtiyaç var. Yoksayamadığı bu değerler
zemini, Hıristiyan köle ahlakının en çileci, en hilekar acıma, ve en ‘öc-alıcı’
vb. değerleridir. Devrim(ler), bu ‘maya tülü’ne (hakikat tülüne) sarılıp,
paketlenmişti. Ta ki 1989’a kadar, toplumların dolaysız Dionysoscu öznelleşme
deneyimleriyle bu tül parçalanana kadar. Ve bu Nietzsche’nin çok iyi bildiği
krizin ta kendisidir. Bugüne dek modern toplumu ayakta tuttuğu söylenen, manevi
değerlere, hukuk değerlerine, sosyal değerlere, siyasi değerlere, ekonomik
değerlere, teknolojik ve çevresel değerlere ve nihayet insana verilen değere
göz atmak bile yaşanan krizi görmeye yeter. Bu, Nietzsche’nin kriz dediğinde ya
da Marks’ın ‘katı olan her şey buharlaşıyor’ dediğinde anlatmak istediğiyle
aynı şeydir.
Nietzsche insanı,
‘İnsan doğası’, ‘insan özü’ gibi antropolojik indirgemecilik içinde değil, doğa
içinde ve varoluş terimleriyle dile getirir. Ama bunu yaparken J.J. Rousseau
kadar rahat değildir. Gerçi, medeniyetin insanlığa bir köle ahlakını
getirdiğinde hemfikirdirler. Ancak Nietzche, Rousseau’ya medeniyetin, bozucu, yıkıcı etkilerine karşı
doğaya uygun yeni bir öznellik -‘kendine yeterli bir özne’- (birey) tasarlaması
ve bunu ‘Toplum sözleşmesi” ile modern politik özne (uyruk olarak özne)
biçimine büründürmesi, kısaca bir çözüm önermesi noktasında ateş püskürür.
Oysa, “Tanrı’nın ölümü”yle doğan boşluğu, diğerleri kendi rasyonel
‘hakikatleri’ni üreterek Aydınlatırken, Nietzsche ‘rasyonel hakikat’ ihtiyacına
saldırır. Nietzsche, radikal yoksayıcılığının doğal vargısı olarak akla, dine,
bilime, metafizik ya da fizik herhangi bir ‘evrensel’e başvuramaz ve böyle bir
‘evrensel’ kurgulayamaz. Fakat, ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’,
katılıkların, belirliliklerin kalmadığı, yani gerçekliğin kaotikleştiği
tespitini yapan Marks, bu kaotik gerçekliği, görünüşü ‘hayır’layarak, ona
yeniden düzen verir ve yeni bir katılık üreterek sorunu çözer. Çünkü, Marks
için gerçeklik “Nihai olarak kozmos”dur. Çünkü, Marks’ın kaotik gerçekliği
düzene koyan değerler üzerine inşa ettiği bir zemini vardır; Hegelcilik ve
Bilimcilik. Oysa Nietzsche, bu kaotik gerçekliği olduğu gibi göğüsler, onu
selamlar ve olumlar. Çünkü, ne varlığa düzen dayatan bir değere ne de böyle bir
değerin üzerinde inşa edileceği bir zemine sahiptir. O önermez, öneremez,
kurguları şey yapamaz, Descartes’ın düştüğü tuzağa düşemez. Kaosa düzen
verdiğini söyleyen kozmos bir kurgudur, şey olamaz. Bu bir yanılsamadır,
Öyleyse Nietzsche’ için gerçeklik kaotik bir ‘oluş’tur. Referans yokluğu
sıkışması, gerçekliğin kaotikliğinin kabulü ile bir daha preslenir. Problem
zorlaşır, Nietzsche ise bu zorluğu sadece selamlar. Öyleyse Nietzsche,
yoksayıcılığının zorunlu bir sonucu olarak yeniden değerlendirme perspektifine
sahipse, ve bu perspektifin zorunlu bir sonucu olarak tesellici bir hakikat öneremiyorsa,
yani oluşun kaotik ve ‘akışkan’ varlığından öteye gidemiyorsa, geriye onun
ütopya kurmaktan fazla bir seçeneği kalmaz; üstinsan ütopyası. Nitekim o da bu
ütopyayı sonuna kadar, -’bengi dönüş’e kadar- götürür. Bu noktada şunu
hatırlamalıyız ki, önemli olan olgu, ütopyanın gerçekleşebilme olanaklılığı
değil, ütopya düşüncesinin bizzat kendisidir. Ütopyanın kendisi değil ama
politik implikasyonu, yabana atılır bir ‘gerçeklik düzeyi’ değildir. İnsanın,
nihayet ‘toplumsal bir fail olması’ ütopya düşüncesinin ve benzer biçimde
umudun varlığı ile sıkı ilişki içindedir. Bu ütopya ihtiyacı ve umut ihtiyacı, stratejik olarak,
yaşama istencinden yani güç istencinden başka nedir ki? Nietzsche bu olgunun
büyük önemini felsefi bir psikolog olarak ilk farkedenlerden biriydi. Öyleyse
bu noktada ben Nietzsche’yi, Megill’in önerdiği gibi, bir ‘estet’ olarak ya da
estetiği merkeze koyan biri olarak anlamaktansa, Nietzche’nin yeniden
değerlendirme perspektifine bağlı kalarak, Brayn.S.Turner gibi (Turner&
Stauth 1988,) ‘yeni bir ahlak önerdiği ve ütopyacı düşünceye önem verdiği’
şeklinde anlamaktan ve Richard Schsct gibi (psikolog filozof olarak
anlamaktan) yanayım. Zira estetizmin
Nietzsche’nin eserlerindeki yeniden değerlendirme perspektifini ve mevcudiyet
ve cisimleşmenin duyumsal vurgusunu kavramada başarısızlığa uğradığını
düşünüyorum. Nietzsche, tezlerinin terimleri aracılığıyla değil (çünkü onda tez
yoktur, tez olabilmesi ancak öznenin varlığı koşuluna bağlıdır) fakat
felsefesinin etkileri aracılığıyla- insan tinselliğinin özgürleştiricisidir.
Cisimleşme vurgusunu Turner&Stauth’dan ödünç alarak diyebilirim ki, Tin;
öteki dolayımıyla kendiliğimin (buradaki) cisimleşmesi içine yerleşen,
‘içgüdünün gururu’ (istenç) ve ‘aklın hilesi’ (özne) arasındaki ilişkiyi aşma
deneyimidir. Spinoza’da insan yaratıcılığı nasıl doğayı ve tanrıyı birleştiren
ve her şeyi kucakalayan bir aşka yani bir ontolojiye dönüşmüşse, Nietzsche’de
de tin, benzer bir şekilde gücün devingenliğinin ve yaratıcılığının
ontolojisidir. Tin, ne libido ne orgon, çok daha ötede enerjinin ontolojisi ya
da plastik güçtür. Yaratmanın kendisidir, yapıt oluştur. Tüm bir Batı kültürü
ve felsefesi bu deneyimin nihilizmidir. Çünkü eğer Heidegger, dünyada olmak (being-in-the
World) ise, Nietzsche bunu önceleyen bir duruma işaret eder, cisimleşmek
(being-in-the-embodiment). ‘Olmak’, her zaman ‘cisimleşme’den sonradır.
Cisimleşmeden/dışsallaşmadan olunamaz. Nietzche’nin kriz anlayışı bu anlamda
hem bir tin-kültür krizi ve hem de bir ‘varlık’ krizini içerir. Zaten o bu
ayrımı hiç yapmaz, hepsini birlikte göğüsler. Ve bu iki içerimi, cisimleşme
bağlamında; yani, güç istencinin ‘dolaysız’ deneyimini ve bengi dönüşün
üstinsanını, amor fati’nin ‘olumlaması’ ve ‘oluşun masumiyeti’ (bu öge
Rousseau’nun, Hobbes’un hırsına karşı çıkardığı amore de soi’si yani kendini korumadan çok kendi sevgisi ya da spinozadaki kendini koruma değil mi?)
bağlamında ele alır. Ve olumlamayı, oluşun masumiyetini, kendi
oluşturucularının tahakkümüne karşı özgürleşmeye çağırır; ‘Tanrı öldü’ ve ‘yeryüzüne sadık kalın’. Her
neyse, Bu ‘yeni ahlak’ motifini, bu aşamada bir haber verme çerçevesinde
bırakalım. Zira, fail’in mevcudiyetini irdelemeden böyle bir fiili temellendirmek
pek de mümkün değildir.
II.
İki gereklilik
nedeniyle Nietzsche’nin Sokrates düşmanlığını kısaca irdelemek gerekli; ilki,
onun özne eleştirisi; çok daha genel olan ‘akıl’,‘teorik insan’, ya da ‘helen
kültürü’ eleştirisinin bir parçasıdır ve ancak bu bağlamda layıkıyla anlaşılır ve
ikincisi onun tüm entelektüel performansına damgasını vuran Dionysos motifi, bu
da ‘teorik insan’ kültürünün aracısı (medium) Apollon’la karşıtlığı bağlamında
anlaşılır. Nietzsche, İyinin ve kötünün Ötesi’nde, Ahlakın Soykütüğü’nde,
Ecce Homo’da ‘Tragedyanın Doğuşu’nda, birçok kere Sokrates ile
ilgili göndermelerde bulunur. ‘Putların alacakaranlığı’nda Sokrates’e
özel bir bölüm ayırır. Platon’a göre Sokrates ölürken son sözleri “Crito,
Asclepius’a bir horoz borçluyum, onu ödemeyi unutma” olur. O dönemde hastalıktan
kurtulan biri Asclepius’a bir horoz verirmiş, Nietzsche, Sokrates’in, yaşamın
ya da kendi yaşamının hasta olduğunu söylediği kanaatindedir. Nietzsche bu saptamayı -Grek yaşamının hasta
olduğunu- doğru kabul eder. Bu Hastalığı
toplumsal çürüyüşün, değerlerin çürüyüşünün bir simgesi olarak tüm felsefesinde
yineler (bkz. Klossowski, 1999). Grek yaşamının Sokrates’den yana tercihini
Nietzsche şöyle özetler; “Grek düşüncesinin tümünün kendini akıllılığa
vurmadaki fanatikliği, acil bir durumu ele veriyor; kişi tehlikedeydi, yalnızca
bir tek seçeneği vardı; ya yıkılmak, ya da -absürd- akıllı olmak... Platon’dan
sonraki Grek filozoflarının ahlakçılığı patolojik olarak koşullanmıştır. Aynı
biçimde diğerleri de. Akıl=Erdem= Mutluluk eşitliğinin anlamı yalnızca şudur:
Sokrates taklit edilmelidir -aklın günışığı. Ne pahasına olursa olsun ölçülü,
duru aydınlık olunmalıdır: içgüdülere, bilgisiz olana verilen her ödün aşağıya
götürür”(PA,s.17). Bu aşağıya düşme riski Grek yaşamını öylesine korkutmuştur
ki, ayak takımından olan, ve son derece çirkin bir adam olan Sokrates’in
bilmenin erdemi ve onun da mutluluğu getirdiği aforizmasına, Sokrates’in
öngörüsünün çok üstünde bir yücelik, hatta kutsallık atfetmişlerdir. Bilgiyi ve
bilmeyi fetişleştiren, aklı tüm evrenin dingili olarak ileri süren Sokrates,
aslında Atinalılardan, ama özellikle soylu Atinalılardan öcünü bol bol
almıştır. Bunun için sadece mantıkçı olması yetmiştir; o müthiş mantık
yürütüşüyle ve eleştirelliği ile, sorgulamadığı ve dolayısıyla yaptığı işin
bilgisine sahip olmadığını yüzüne çarpmadığı adam kalmamıştır. Ve herkes
bilmenin dolayısıyla konuşmanın dolayısıyla hitabetin, retoriğin peşine
düşmüştür. Retorik en büyük prestij kaynağı haline gelmiştir. Teorik İnsan
kültürü yavaş yavaş egemen olmaya başlamıştır. Aydınlar, elbette içgüdü ve
duygularıyla yaşayan halktan giderek koparak, yaşamdan çekilerek, okullar
kurmuşlar, gençleri toplamışlar, düşünce ve retorik öğretmeye başlamışlardır.
Atina’nın yöneticilerinden, çocuklarını, gençlerini çalarak, yani eğiterek
teorik insanın, içgüdü ve duygudan intikamını almışlardır. Duyuları, içgüdüleri
alabildiğine aşağılamışlardır. Oysa Nietzsche’ye göre; “duyular asla
yalan söylemezler. Onlara yalanı, onları tanık yapan bizler ekleriz, örnektir,
birlik yalanı, töz, süredurum yalanı. Duyuların tanıklığını yanlış kılan neden
‘akıl’dır. Duyular oluşu, akıp gidişi, değişimi gösterdikleri sürece yalan
söylemezler...”(PA.s.20).
Nietzche’nin Sokrates’de en kızdığı
şeylerden biri, içgüdünün farkında olduğu ama buna rağmen onu aşağıladığıdır.
Kendisine konumunu kazandıran Sokrates’in içgüdünün farkındalığı ve onu
kullanışıdır. İçgüdüyü kullanışı sayesinde Sokrates Atina toplumunda bir
kutsallık kazanmıştır. İlki bildiklerinin ona, kendi ‘Daimon’u (‘Cin’ gibi
birşey) tarafından söylendiğine inanılmasıdır. O sokaklarda yürürken birden
bire durmalar, saatlerce hiç kıpırdamadan. Örneğin Şölen’e gelirken,
arkadaşından epey geç gelir, çünkü şölen evine girerken yolda birden durup
kalmıştır, öylece, arkadaşı da anlamıştır ki Sokrates’i yine Daimon’u ziyaret
etmiştir. Ve Sokrates bu Daimon’un kendisini ziyaretlerini hiç yadsımamıştır,
ama kimse de kalkıp Sokrates’den, bu Daimon’un varlığını Sokrates mantığını
kullanarak kanıtlamasını istememiştir. Sokrates bu içgüdünün gizemliliğini
‘kullanarak’ aklı ve de kendini mitleştirmiştir, hem de yaşarken. Ve yine
içgüdünün herkesten çok farkında olduğunu kanıtlayan bir diğer örnek hiç birşey
bilmediğini, bilmeyi putlaştıran kendisinin söylemiş olmasıdır. Bütün bunlara
karşın Sokrates duyulara güvenilemeyeceğini anlatmak için bir ömür harcamıştır.
Platon daha Sokrates’in öğrencisiyken
yazdığı onca şiirini, Sokrates’in yasakladığını bildiği için yakmış ve ondan
sonra varmıştır hocasının yanına.
Teorik insan kültürünün, -Nietzsche
‘İskenderiye Kültürü’ der, daha sonra ‘Helen kültürü’ adıyla anılır-hayatın
akışını, gündelik yaşamı, yeryüzüne sadık yaşamayı, duyularıyla yaşamayı
aşağılaması, doruk noktasına sanata ve kültüre düşmanlıkta varır. Platon için,
şair ve şiir öylesine tanıdık ve bildiktir ki, onu reddederken yüceltir. Ve
şiir, kendi tarihinde kendisini yüceltenlerden bile, kendisini reddeden ve
‘devlet’inden kovan Platon’dan işittiği övgüyü işitmemiştir. Platon’un bu
satırlarını anmamın asıl nedeni, Nietzche’nin Dionysos tanımını ne kadar hazır
bulduğuyla ilgilidir. Aşağıda bu iki alıntıyı peş peşe veriyorum; Önce Platon’un şiiri aşağılayışı ve akıl
ülkesinden kovuşu;
“Sokrat
ozan İon’la konuşur:
Seni coşturan,
Euripides’in Miknatıs, halkın ise Herakles dediği taştaki cinsten tanrısal bir
güçtür. Çünkü bu taş yalnızca demir halkaları kendine çekmek gücüne sahip
olmakla kalmaz, bu gücü o halkalara da
geçirir ve onlar da başka halkaları
kendilerine çekerler; öyle ki, bazan bu güçle birbirine geçmiş halkalardan uzun
bir zincir görebilirsin... mısralar biçimindeki o güzel ezgilerini kendilerinin
olmayan bir ruhun elinde, bir esinlenme halinde söylerler. Yani lirik şiirin
yaratıcıları, herkesin hayran olduğu o şarkılarını kutsal dansın cezbesi içinde
kendilerinden geçen Koribantlar gibi bir tanrısal çılgınlık halinde yaratırlar;
bu doğaüstü gücün elinde, daha sonra başka insanlara aktaracakları ritmin ve
ahengin heyecanına kapılmışlardır. Tanrısal güce yakalanınca ırmaklardan bal ve
süt akıtan ama kendilerine gelince o ırmaklarda sudan başka bir şey bulamayan
Bakkhalar’a benzerler. Çünkü bize söyledikleri gibi şairler, ruhlarında dinsel
bir görev duygusu taşırlar. Bize anlattıklarına göre bu ruhlar, arılar gibi
çiçekten çiçeğe uçarak, bahçelerde, çayırlarda ve sanat tanrıçalarının bal akıtan
pınarlarında dolaşarak tatlı ezgilerle dönerler bize sonunda; ve hızlı
imgelerinin tüylerindeki gibi sıraya dizilince, gerçeği söylerler. Çünkü şair
gerçekten de hava kadar hafif ve kutsal bir şeydir; esinleninceye yani
kendinden geçinceye kadar, tüm aklını yitirinceye kadar şiir demeye değer bir
şey yaratamaz. Çünkü içinde, akıl denen şeyin ufacık bir parçası kaldığı sürece
o, şiir yazamayacak, kahinlik edemeyecek derecede beceriksizin
biridir....Tanrı, elçileri ve yorumcuları olarak kendi görevlerine daha
noksansız uymalarını sağlamak için .. akıl ve anlayıştan bilerek yoksun
kılmıştır sanki” (Akt. Caudwell, 1974.s.66-7).
Bu satırları Platon ilk döneminde yazıyor.
Ve şiire ne denli yakın durduğunu izleyebiliyoruz, sanki o eskilerdendir,
Sokrates öncesi bölünmemiş yaşamın bir üyesi gibidir. Oysa olgun döneminde
Platon ‘Devlet’ kitabında ‘teorik insanın’ o ceberrut suratını gösterecek ve
şairler için ağza alınmayacak aşağılamalarda bulunacaktır. Akıl=erdem=mutluluk
formülünün sanat ve kültür için bir tahakküm ve tiranlığa dönüşmesi daha Grek
zamanında başlamıştır. Kaldı ki bu dönemi izleyen çağlar düşünülürse... Şimdi
de Nietzche’nin Dionysos tanımına, yada Dionysosca olanı anlatışına bakalım;
“Dionysosca
olmanın büyüsü altında kişi kişiyle yeniden bağlar kurmaz, doğanın coşkunluğu
içinde sevince kapılarak birbirine diş bileyen yabancılar, yitirdiği oğlu ile
aradığını bulanlar sarmaş dolaş olur, kişi kişiyle kaynaşır. Seve seve döker
ortaya bolluklarını doğa, çöllerin, kayalıkların yabanılları barışır birbirleriyle.
... Şimdi İncildeki evrenlerin uyumunu herkes
kendine en yakın olanla birleşerek, barışarak, kaynaşarak değil, Bir
olarak yaşar, artık ‘Maya tülü’ yırtıp atılmış, yırtıklar içinde gizler dolu
Bir’in önünde çepeçevre uçuşur durur gibi sezer özünü herkes. Kişi yüksek bir
topluluğun üyesi olarak koyar kendini ortaya türküler çığırır, oynar, oynaşır.
Unutur artık yürümeyi de, konuşmayı da, düşer yollara oynayarak yükselmek için
göklere doğru. Davranışlarından anlaşılır büyülenmişliği. Konuşur gibidir
hayvanlar, doğa süt verir, bal verir, doğa üstü bir anlam çıkar insandan. Kişi
kendini Tanrı sanır. ... Artık kişi sanatçı değildir, o bir sanat yapıtı
olmuştur: “(TD, 1965, s.11-12).
Nietzche’nin Dionysosca’dan anladığı,
Platon’un şair betiminde zaten vardır. Platon’daki o ilk mıknatıs ve demir
halkaların zincir oluşturması ve her bir halkanın mıknatıs özelliği kazanması
ile Nietzche’nin küslerin, düşmanların barışıp kaynaşarak ‘Bir’ olması; doğanın
her ikisinde de bal, süt bereket vermesi; her ikisinde de şairin esrime halinde
şiir yazması ve Nietzche’de esrime sonucu insanın artık bir sanatçı değil,
sanat yapıtı oluşu tespiti vb. neredeyse aynı şeyler anlatılmaktadır. Dionysos,
duyuların, dolaysız deneyimlenmesidir. Bu dolaysız deneyimin, hayatın oluşu,
akışı içinde yaşanması, gündelik küçük hayat içinde deneyimlenmesi, deneyimin
gerçekliğine, akıl, teori vb. dolayımıyla değil doğrudan katılım yönünde bir
itkiyi simgeleştirir. Bu deneyim İlk kez Sokrates’in ve ardından Platon’un
bilmeyi, teoriyi ya da felsefeyi yüceltmesi ile kurulan Teorik insan kültürünce
dışlanmış, yok sayılmış, aşağılanmıştır. Varolanın, varolduğu gibi olmasının
olumlanmasıdır aslında aşağılanan. Sokrates kendi hıncını yüceltecek, ‘akıl’ı
putlaştıracaktır. Artık o kahramanlar, mitoslar çağının payına düşen ise
yoksayılması olacaktır. Şairler, sanatçılar, yaşam mimarları lanetlenecektir.
Hayatı sokrates yılanı bir kez soktu mu artık büyüye de, esrimeye de, dolaysız
deneyime de yapacak iş kalmaz. Bir kızılderili atasözüdür; “yılan soktuktan
sonra büyü işe yaramaz”. Dikkat edersek, Nietzsche bu ilk döneminde Dionysos’a
daha çok deneyimin dolaysızlığı, hayatın esrik olumlanması bağlamında bir anlam yükler. Oysa orta ve olgun
döneminde Dionysos’un anlamı bu esrik deneyimden daha çok, hayatın
olumlanmasının bir simgesine dönüşmektedir. Bir enerji taşması, istenç ve
yaratıcılığın olumlaması anlamında bir simge. Nietzsche için Dionysos her zaman
bir yaratıcılık ve olumlayıcılıktır, bilinç ya da akıl ise her zaman bir
eleştirellik ve olumsuzlayıcılıktır. Bu nedenle bilinç ve eleştiriye dayalı tüm
Modern felsefeleri, ‘hayır diyen felsefeler’ olarak ilan eder. (şizoanalizin
gelecekçi bilinçaltı, dionysos bizzat bu bilinçaltıdır.) Çünkü Nietzsche, hayır
diyen felsefelerin kavram adlı tiranlarlarıyla, özgürlük, ahlak, kurtuluş,
bilim naraları atarak, insanlığı çürümeye mahkum ettiklerini görmüştür, ve
gelecektekiler de görecektir. Nietzsche, Apollon’u Dionysos’un karşısına Helen
kültürünün çıkardığını, sanata düşman olan bu kültürün, sanatı denetleme aracı
olarak, ona biçim verme, onu aydınlatma, kısaca kaosa düzen verme tarzı olarak
ileri sürdüğünü söyler. Sokrates öncesi o gizemli, müphem olarak bilinen kaç
yüzyıl olduğu bilinmeyen yaşam içinde sanat hayattan kopuk değildir. Sanat ve
büyü, sanat ve gizem, sanat ve esrime, sanat ve hayat kısaca aynı şeydir. Helen
kültürü ile birlikte, Grek sanatı ihtişamını, yüceliğini, kaybetmiştir. Apollon
plastik sanatlara biçim veren kuralların adıdır. Dionysos ise istencin dilidir,
yani müziktir, coşkudur, neşedir.
Doğrudan ‘duyulur olan’ın, oluş içinde karşılanmasıdır. Apollon ise o da
sanattır, o da duyulur olandır ama önemli bir farkla ‘teorik insan’ın
duyularına verili olandır. Ölçüye vurulu olandır. Dionysos çıplak, varlığın
duyularına verili olan, yani oluş olan dır, Oysa Apollon Sokratik aklın
duyularına göre sanat yapma kuralları ve yasalarıdır. Kısaca Apollon sanatsal
özgürlüktür ama ‘Yasalı özgürlük’tür.
Dionysos da özgürlüktür ama, doğaca, yalın özgürlüktür. Apollon,
Güzelliği tekeline almış, fetişleştirmiştir. Oysa Dionysos için güzellik
yaşamaktır ve o da ‘yasa’ya gelmez, taşlaşamaz, sabitlenemez, uçar, koşar,
esrir, konar, kalkar vb.. Yabanıllıktan bunca korkan teorik kültür kendini
rafine, seçkin, incelmiş zevkler, kalıcılık, ölümsüzlük değerleriyle bezer. Ne ki 2500 yıldır bu kültürün
yabanıllıkları düşünülürse, Dionysosca’nın yabanıllığı, bu kültürün yanında
çocukca kalır. Akıllı mı barbardır, deli mi?
Nietzsche, oluşu, dikenli çalıdan gülün çıkışına benzetir. Dionysosu
reddeden helen kültürü gülsüz kaldığı içindir ki gülü ancak taşlara kazıyarak
ölümsüzlüğü yakalamaya uğraşmıştır. Başarmıştır da, Nietzsche’ye kadar.
Nietzsche, bilgi sayesinde ebedi kurtuluşa, erdeme, yüceye, iyiye ve sonuç
olarak da mutluluğa erişecekleri inancındaki Grek kültürünün, mantıkçılığın
kuru dünyasını çekilir kılmak ve gerçekliğin acımasızlığına dayanmak üzere
sanatın yanılsama limanına sığındıklarını söyler. Apollon bizzat sanatın
yanılsama karakteristiğidir. Özellikle Megill, Nietzsche’yi tümüyle
Yanılsama/gerçeklik düzeyinde incelemeyi yeğler. Gerçekten de Nietzsche’de
insanlar, hayatın, gerçeğin ağırlığı altında ezilmemek için kültür dünyasını,
yanılsama bir dünya olduğunu bile bile, bir çıkış bir kurtuluş olarak
gördükleri inancındadır. Bu görüş birçok
filozof ve teorisyende vardır. Frankfurt Okulu’nun özellikle Marcuse’un görüşü
sanatı bilim ve ideolojinin çıkmazları karşısında bir çıkış kapısı, bir
kurtuluş olarak resmeder. Nietzche’de de bu figür geçerlidir. “Hakikat yüzünden
ölmeyelim diye var sanat” diyor, Nietzsche. Ancak yanılsama, bilme ya da
istencin herhangi birinin sanat yorumu değildir. Yanılsama sanatın gerçeğidir.
Dilin gerçeği nasıl dilin içindeyse, aynı şey sanat için de geçerlidir. Sanatın
yanılsama karakteri ona dışardan atfedilen bir şey değil, kendi ‘oluş’unun
içindedir. Yani insanların gündelik yaşamda, elmaya, armuda, ayakkabıya
ihtiyaçları olduğu gibi yanılsamaya da ihtiyaçları vardır. Ve sanat bu
yanılsamayı verendir. Sanat yanılsama olduğu biline biline istenen, ihtiyaç
duyulan ve yapılan bir pratiktir. Aynı şey Dionysos için de geçerlidir.
Dionysos’a, dionysosca olduğu bilindiği sürece tahammül edilebilir. Gündelik
yaşama, gündelik yaşam olduğu bilindiği sürece tahammül edilebildiği gibi.
Apollon, teorik insanın duyularına verili olan olduğu için daha çok tutkuların
denetlenmesiyle ilgilenir. Duyuların, tutkuların, içgüdülerin, bedensel
hazların vb. bütün bunların bastırılmasıyla. Dolayısıyla Apollon için şiir,
müzik ve yaratıcı sanatlar sanat olamazlar. Onlar tutkuları kışkırtırlar.
Öyleyse Apollon tutkuları kışkırtmayan düşler ve fanteziler kurmalıdır.
Dionysos için, hazlar, esrime, bunlar özgürlüktür. Tutkularımdan utanmıyorum,
utanç, ahlaki bir değerdir ve bu değerin önerilme koşulları içinde yeniden
değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla sanat bir yaratıcılıktır ve sanat,
tutkuları nasıl bastırırım hesabıyla yaratamaz ve böyle bir hesabı da yoktur.
Nietzcshe kısaca şöyle der; “Hayat yükseldiği sürece içgüdülerle mutluluk aynı
şeydir.” Dionysos ve Apollon zıtlığı Nietzsche’de Apollon’un teorik insan
kültürünü, bilgiyi ve aklı (günümüz bilimciliğini) yüceltmesi ve Dionysos’un da
bunun karşısına dionysosca bilgeliği koyması şeklinde somutlanır. Nietzsche sezgi ve hissedişi hiçbir zaman,
kavram, akıl ve soyutlamanın arkasına koymaz. Sezgi ve hissedişin doğrudan,
dolaysızca deneyimlenmesini, arzular. Ve
tercihini bu yüzden Dionysos’dan yana yapar.
Ancak kavramı tüm soyutlamanın uydurması olarak niteleyerek atmakla birlikte
yine de kavramlara ihtiyaç vardır. Nietzsche kavramları, erkler, ilkeler, dilin
içindeki taşlaşmalar oldukları için kovalar, uydurmalar, aldatmacalar,
metaforlar der onlara. Ama bu davranış içinde zaten onları yanılsama
olduklarını bile bile alıkoyma mantığı vardır. Nasıl sanata yanılsama olarak
gerek varsa, kavramlara da aynı şekilde, yanılsama oldukları biline biline gerek vardır. Çünkü yanılsama da elma gibi
armut gibi bir gerçekliktir. Kavramlar, dilde taşlaşmadığı sürece sorun yoktur,
çünkü yaratıcılığı kışkırtır. Nasıl taşlaşır? Gidimli kullanımda....
Sokratın ölümü, Batı
kültüründe bugüne dek yaşayan başka bir ‘mit’dir. Bu kültürde, eleştiri ve
bilinç adına, ölümü göze alan ilk ölüm, Sokrat’ın ölümüdür. Asıl bu ölüm,
Sokrat’ı bugünlere taşıyan bir mit haline getirmiştir. Ve batı tarihinde,
düşünceleri ‘uğruna ölen’ nice ‘şehit’ler olmuştur. Oysa Nietzche, düşünceleri
uğruna ölmek, o düşüncelerin doğru ya da geçerli olduğu anlamına gelmez. der.
Bu, Sokrat için olduğu kadar, din uğruna ölenler de, naziler için de,
sosyalistler için de geçerlidir. Bugün bu ‘Sokratın ölümü’ mitinin, Batı’da
aldığı biçim ‘düşünce özgürlüğü’dür. Dionysos açısından her halde düşünce
özgürlüğünden önce, düşündüğünle ne yaptığın önem taşır. Bunun dışında düşünme
olsa olsa bir özne ve iktidar talep eder .
Megill, Güç
İstemi’nin 484. fragmanında Nietzsche’nin, Descartes’ın Cogito ero sum’una saldırısını aktarır; “Düşünme var:
Öyleyse düşünen bir şey var: Descartes’ın bütün akıl yürütmesinin sonucu budur.
Ama bu töz kavramına duyduğumuz inancın ‘a priori doğru’ olduğunu varsaymak
demektir - ortada bir düşünce olduğunda ‘düşünen’ bir şey de olması gerektiği
fikri, her fiile bir fail ekleyen dilbilgisi alışkanlığımızın bir ifadesinden
ibarettir” (Akt. Megill, s.153-154). Batı felsefe geleneğinde (metafizik ya
da onto-teolojide), özne-nesne ayrımının ve dolayısıyla bir özne kurgusunun,
dilde (gramerde) temellendiği iddiası, Nietzsche’nin, Foucault’nun ‘Kelimeler
ve Şeyler’de ifade ettiği gibi,
“diyalektik
ve antropolojinin vaadlerini yaratmamızdan önce, bizim için çıkardığı bir
yangındı” (Foucault,1994, s.345). Descartes, bilginin kaynağı ile ilgili
olarak, kendisinden kuşku duyulamayacak bir köken arayışı içinde kuşkuyu
radikalleştirdiğinde bulduğu kesinlik ‘Ben’di. “Vincent Descombes, Descartes’ın
‘Düşünüyorum, o halde varım’ı yazdığı zaman, ‘Ben’i hiç bir sınırlandırmaya
gitmeden çıkarsadığını ve bunun, ‘kendi’nin ilk kez bu kesinlikte keşfedilişi olduğunu belirtir” (Mansfield,
2000,s.3). Bu tartışmayı kısaca
özetlemek, Nietzsche’nin saldırısını anlamak açısından önemli. Descartes,
kuşkuyu en sonuna kadar ilerlettiğinde ‘düşünüyorum’dan, düşünen bir ‘özne
var’ı çıkarır. Oysa düşünüyorum daki ‘ben’ dile ilişkin bir yapıdır, ve dilin
yapısından giderek ontolojik bir varlık çıkarmak, işte Nietzcshe’nin uydurma
dediği budur. Burada kurulan özne, Nietzsche’nin dediği gibi, gramer
alışkanlığından başka bir şey değildir. Oysa şahıs zamiri kullanılmasaydı
söylenmesi gereken şey ‘düşünüyorum’ olamazdı, olsa olsa ‘düşünülüyor’ olurdu.
Çünkü Descartes kuşku duyuyor ve kuşku duymak düşünmek demektir, öyleyse Descartes, kuşkusunun gerçek kesinliğini
‘düşünüyorum’ da değil, ‘düşünülüyor’da bulabilirdi. Çünkü ‘düşünülüyor’dan,
’düşünen bir ben’ çıkmaz ‘düşünceler var’ çıkar ve kuşkulanılmaması gereken
budur: ‘düşünceler vardır”. Öyleyse ‘düşünüyorum’dan ‘ben’ çıkarmak, birşeyin
(fiilin) arkasına bir şey (fail) koymaktır. Oysa böyle bir arka yer yoktur.
Bunu varsaymak için ‘neden’ gibi bir başka yanılgıya daha ihtiyaç vardır. Benin
varlığının kanıtı olarak düşünüyorumu kullanabilmek için, düşünüyorumun bir
neden olarak benin arkasına sokuşturulması gerekir. Böyle bir ‘neden’e
dayanmadan özne inşa edilemez. Oysa neden, verili olan değil önerilen (teklif
edilen) bir şeydir. Neden, üzerinde bir mutabakatın oluşması sonucunda kesinlik
mertebesine ulaşmış bir şeydir. Nietzsche, Putların Alacakaranlığı’nda şöyle
der: “Varlık
her yerde neden olarak, düşünülüp eklenmiş, altına sokuşturulmuştur; ‘Varlık’
kavramı ancak gerçeğinden saptırılmış olarak, ‘ben’ kavramından
çıkarsanır...”(PA, Felsefede Akıl, §5) Descartes tam da bunu yapar. Ve
‘düşünülüyor’dan ‘düşünceler’’i değil de
“düşünüyorum”u çıkarmakla, o koskoca felsefi güvencenin ve kesinliğin ne denli
uydurma bir temele ya da sadece gramer alışkanlığına dayandığını kanıtlar.
Şimdi bir başkası Fichte sanki Nietzsche’nin bu itirazını dikkate almışçasına, kendini
öneren özne nosyonunu nedensiz ve koşulsuz olarak kurmaya yönelir. Öznenin
varlığını öyle bir kendilik olarak düşünür ki, o nedensiz ve koşulsuzdur.
Nedeni ortadan kaldırmak için önermeyi şöyle kurar: “ben kendini
önerir ve bu saf öz-önerme sayesinde var olur” (Das Ich setzt sich selbst, und es ist,
vermöge dieses blossen Setzens druch sich selbst”) (akt. F.Neuhouser,1990
s.45). ya
da bir başkası “Ben, özgün ve koşulsuz olarak kendi
varoluşunu önerir”(akt. Neuhouser, s.43) Beni, özneyi koşulsuz, nedensiz kurabilmek için Fichte,
benin kendini önermesini benin varlığının kanıtına çevirir. Bu durumda benin
varlık koşulu kendini önermesi olur. ‘kendini önerme’ Kant’çı bilinç midir, birinci tekil şahıs zamiri midir? Kant’ın özbilincinin
varlık statüsü yoktur, ona Hegel böyle bir olanak tanımaya çalışır. O zaman
geriye Descartes’ın yanlışını tekrarlamaktan başka yol kalmaz. Çünkü öznenin
varlığının nedeni kendini önermesi ise, burada Descartes’dan farklı olarak,
kendini öneren şahıs zamirinden başka bir şey yoktur. Bunu Neuhouser’in de belirttiği gibi
‘öz-bilincin formel özdeşliği’ yani
“Ben’in Ben’i” gibi zorlama yorumlarla temellendirme çabaları da sonuç
vermez. Sonuçta ben’in kendini önermesi, ister bir özne ister bir ‘neden’
şeklinde olsun varlığın nedeniyse, totolojik bir gramer alışkanlığından öteye
gidemez. Nedensellik ne ölçüde mutabakat konusuysa aynı anlama gelen benin
kendi bilinciyle biçimsel özdeşliği da o denli mutabakat konusudur. İşte
Nietzsche’nin bizim için yaktığı yangın; bütün düşüncelere eşlik eden bir
‘düşünüyorum’u bütün düşünceleri bir nedensellik bağıntısıyla bağlayan ‘ben
düşünüyorum’u yerinden etmek ve onun yerini boş bırakmak, o yeri ortadan
kaldırmaktır. Nietzsche için yalnızca düşünceler vardır, tek tek düşünceler.
Düşüncelere dolayımı sokan gramer alışkanlıklarımızdır. İlerde değineceğimiz
gibi onun ‘açıklama-iddia’ dilini kullanamaması tam da buraya dayanır. Çünkü bu
tek tek düşünceler birbirleriyle bağlanarak bir ‘düşünme’ ortaya çıkarmaz.
Çünkü bir düşünme, düşünceler arasında bir nedensellik bağı, bir gidimlilik
varsaymak demektir, oysa Nietzsche için ‘neden’ in kendisi zaten bir
aldatmacadır, bir yanılsamadır. O halde bilinen anlamda, bir düşünme edimini,
gidimli düşünme edimini Nietzche’ye atfetmek hem olanaksızdır, hem de
Nietzche’nin metinlerinde bu zaten yoktur. Bu yüzden o sadece çekiçle felsefe
yapabilir, tek tek düşünceleri alır açar (eleştirir mi? yorumlar mı?) ve
bırakır, bir başka düşünceye geçer, ona da aynısını yapar ve bırakır. Aslında
temel sorunlarımızdan biri, belki de en temeli, Nietzsche’nin bu tek tek
düşünceleri aldığında ne yaptığıdır, yorum mu yapar, yorumun yorumunu mu yapar,
eleştiri mi yapar? Nietzche’nin genel tavrı bir felsefi eleştiri tavrı mıdır?
İdeolojik bir tavır mıdır? Kültürel bir estet adlandırması onu bütünüyle
niteler mi? Felsefi sistem öneren bir metafizikçi mi yoksa? Ahlakın Soykütüğü’
nde şöyle der: “bir
parça kuvvet, bir parça dürtüye, isteme, etkimeye eşittir - üstelik, tam da bu
dürtüden, istemeden, etkiden başka bir şey değildir; yalnızca, bütün etkileri,
neden ve sonuçlarla, “özneyle” şartlanmış bir şey olarak kavrayan ve
kavrayamayan dilin (ve onda taşlaşmış aklın temel yanlışlarının) ayartmasıyla,
başka türlü görülebilir. Nasıl, halk yıldırımı, şimşekten ayırıp, şimşeği bir
eylem, yıldırım denen bir öznenin etkimesi olarak alırsa, halk ahlakı da, gücü,
gücün ortaya konuşundan
ayırır,
sanki güçlü insanın arkasında kayıtsız, kendini ortaya koymakta ya da
koymamakta özgür, bir dayanak varmış gibi. Oysa öyle bir dayanak yoktur;
eylemlerin, etkimenin, oluşun ardında “varlık” yoktur; “eyleyen”, eyleme
eklenmiş uyduruk bir şeydir.”(ASÜ, ss. 46-47)
Halk arasında yaygın olarak bilinen bu neden-etki (hakikat her şeyin
nedenidir) nosyonuna karşı Nietzsche bu satırlarda tam anlamıyla meydan okur.
Ve felsefecilerin (özellikle de Descartes ve Aydınlanma filozoflarının) böyle
bir kanaati, akıl yürütmelerinin temeline koymaları ise tam bir fiyaskodur.
Yani eylemin ardında bir ‘eyleyen’ (‘ben’/‘Varlık’) görmek şu demektir; şeyler
özsel bir doğaya sahiptir ve eylemleriyle yarattıkları etkiler onların içsel
doğalarının bir sonucudur. Hatta bir adım daha atalım ve en başta
Aristoteles’in verdiği tanımı alalım: “biz herhangi bir şeyin yetkinleşme
sürecinin tamamlanmış ürününe o şeyin doğası deriz”. (I.Kitap, 2. Bl.) her şey doğası gereği olması gereken ne ise
olur. Örneğin bir suç eylemi, ister deneyimle kazanılmış ister doğuştan gelmiş
olsun, suçlu bir doğaya sahip biri tarafından yapılmıştır. Onun bu suçlu doğası
(neden) başına gelen belaları (sonucu) açıklamaya yetecektir. Köle doğmuş olmak
(neden) onun özgür yurttaşların yapmamaları gereken aşağılık işleri yapmasının
nedenidir. Ve bu doğaldır üstelik onun erdemidir. Hıristiyanlığın insanı,
-Platon’cu modeli hatırlayalım- suçlu olarak (günahla) doğmuşluk nedeniyle
bireyin yaşamını ve kefarete-kurtuluşa endeksleyen mantığı, Tanrı’nın ölümüyle
bu kez, Descartes’la keşfedilen (tabi daha sonra Kant’la inşa edilen) bu yeni
içsel ‘ben’in, -insanın içsel doğasının, (‘öz’ünün)- bir etkisine,
indirgenmiştir. Aydınlanma’nın ‘Tanrı’yı tahtından indirip yerine ‘İnsan’ı
ikame etmesinin, -antropolojizmin- anlamı budur. Dünyadaki gelişmeleri kendi eşsiz özünün bir ifadesi
olarak gören ve bütünüyle kendine-yeten bir özne fikrine dayanan bu Aydınlanma
ahlakçılığı Nietzsche için tam bir yanılsamadır. Her etkinin arkasında, bu
etkiyi yaratmaya niyetli bir insani ‘özne’ olduğunu sanmak bütünüyle yanlıştır.
Onun kullandığı analojideki yıldırım, kalıcı olarak varolan bir şey değildir,
onun varlığının sinyali gökyüzünde çakan şimşektir. Yıldırım sadece bu
şimşektir ve ikisini ayırmak aldanmadır. Halk ayırır, öyle zanneder ama bunu
felsefeciler yaparsa, işte o zaman Nietzsche’nin ani parlamaları (yıldırımları)
sağa sola savrulur. Çünkü şu ‘yıldırım ani parlamadır’ önermesi zaten bir
totolojidir, Nietzsche bunu anlatmaya çalışır. Yıldırım, parlamadan başka bir
şey değildir ve sadece bu parlama içinde varolur, gerçekte onun parlamasından
ayrı bir varlığa yıldırım denmesi yanılsamasını
yaratan verili dildir, gramerdir. Nietzche, “korkarım ki hala
dilbilgisine inandığımız için kurtulamıyoruz Tanrı’dan” (PA,Felsefede Akıl,§5),
der. Bu çarpıcı ama aynı ölçüde kafa karıştırıcı önermede bir çok şey ima
edildiğini söyleyen Megill, şu uyarıyı yapar; “Okurun
bunun içerimlerini anlayabilmek için ilk olarak, “Tanrı” ile “Dilbilgisi”
arasındaki bağlantıyı özne kavramının sağladığını fark etmesi gerekir.
Nietzsche özne kavramının dilbilgisindeki özne-nesne ayrımından kaynaklandığına
inanır. Ama Tanrı en üst özneden başka bir şey olmadığına göre, Tanrı fikrinin
kökeni de dilbilgisindedir.” (Megill,1998, s.156).
Bu özne-nesne ayrımını başta Nietzsche olmak üzere daha sonra
Heidegger’in de dert edindiğini biliyoruz. Foucault ve Derrida, gibi
düşünürler’in Nietzche ve Heidegger ilgilerinin ardında yatan en önemli
dürtülerden biri budur. Nietzcsche de ise sorun tamamen bir ‘dil sorunu’ olarak
somutlaşmaktadır. Dilin hakikati, dilin dışında, Aydınlanmacıların sandığı
gibi, kendinin-farkında, anlayabilir-anlaşılabilir bir varlık olarak deneyimin
gerçek zeminini kuran bir özne’nin hakikati içinde değil, dilin içindedir. Dil kendi gerçeğini kendi yaratır. Öyle ki
Nietzsche ural-Altay dillerinde (ki Türkçe bu ailedendir) ‘özne’ (ben)
kavramının daha az geliştiğini belirterek şöyle der; “Diğer bazı dünya
yorumlarına yolun kapalı oluşu gibi, Özne kavramını, en az geliştiği Ural -
Altay dillerinin alanından alan felsefeciler, büyük olasılıkla “dünyaya” farklı
bakacaklar ve Hint-Avrupa ailesinden ve Müslümanlardan farklı yollar
bulacaklardır” (İKÖ, s.27).
Eyleme (fiile) bir eyleyen (fail) yükleyen
açıklayıcı terimlerin varlığı, tam da ‘şey durumları’nın (state of affairs)
‘varlığı’ gibi bir aldatmacadır. Nietzsche’ye göre, bilgimizin sınırlarına
vardığımız noktada, bilgimizin daha öteye gidemediği yerde, bu sınırlara bir ad
takarız ve bunlar bizim uydurmalarımızdır ve aynı zamanda da yüce
yargılarımızdır; “ben”, ‘kendinde şey’,
‘koşulsuz buyruk’ vb.. Nietzsche faili, bir eyleyen olarak değil bir güç
olarak, bir ‘eyleme gücü’, ’fiil gücü’olarak tanımlar. Ama bunlar aynı zamanda
en yüksek hakikatlerimizdir de. Metafizik baştan sona kelimelere
yanılgılarımızı idealleştirme görevi vermektir. Ve bunu ilk gösteren de aslında
Hume’dur. Deneyimin bir kanıt sunmadığını, tekrarlanan alışkanlıklarımıza
‘kanıt’ vehmettiğimizi ilk o göstermişti. Aynı şekilde, yukarda Descartes
özelinde keşfedilen ‘Ben’le inşa edilen öznenin görevi, tüm varolanlara
kesinlik kazandıran tek mutlak güvence olmaktır. Dünya artık bu ‘ben’ dolayımı
ile kesinliğe, güvenceye, bilinebilirliğe ve en önemlisi ‘ölçülebilirliğe’
kavuşacaktır. Bu Heidegger’in belirlediği gibi, insanın ‘varlığı’ unutuşunun
başlangıcıdır, ya da bir diğer deyişle
insanın varlığa saldırısının. Ve Bilim, bunu üstelik evrensellik iddiasıyla
yapar, bu yüzden de ‘açıklamalar’ında birinci tekil şahısı kullanmaz. Üçüncü tekil şahıs’ı kullanır, tanımlar; ‘O,
x’dir” der. Peki bu ‘o’ kim? Ya da “kim konuşuyor?” der Nietzsche. Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de, gramer öznesinin
varlığa taşınması gerilimini Nietzsche’den devralarak tartışır; “Nietzsche’nin kim konuşuyor? sorusuna,
Mallarme, ‘yalnızlığı, narin titreşimi, hiçliği içinde kelimenin bizzat kendi’dir,
cevabını vermektedir - kelimenin anlamı değil, esrarlı ve geçici varlığı- ...
(O zaman) Dil nedir? bir işaret midir? dünyada, hareketlerimizde,
davranışlarımızın bütün esrarlı armasında, rüyalarımızda ve hastalıklarımızda
sessiz kalan şey; bütün bunlar konuşurlar mı ve hangi dili hangi gramere göre
konuşurlar? ...dil ile varlık arasında hangi ilişki vardır ve dil acaba hep
varlığa mı, en azından gerçekten konuşanın varlığına mı işaret eder? Şu hiç bir
şey söylemeyen, hiç susmayan ve kendine ‘edebiyat’ diyen dil nedir?, Bütün bu
sorular, Nietzche’nin sorusu ile Mallarme’ın ona verdiği cevap arasındaki asla
kapatılamayan mesafenin içinde” (Foucault,1994, s.399), durur. Bir şeyin ayrımına
varmış olmalıyız, Nietzche dil ile gerçeklik arasında bir tekabüliyet olduğu
kanısını radikal olarak yadsır. Dil bir şeyi ‘temsil’ etmez. Hatırlanacağı
üzere, postmodern tartışmaların başlangıçlarında ilk yerinden edilen sanı dilin
temsil ettiği sanısıydı. Bu sanıya ilk radikal tepkinin Nietzsche’den gelmiş
olması, Postmodernizm-Nietzsche akrabalığının da bir göstergesidir. Nietzsche
dilin dolayımsızlığı peşindedir. Düşünmek yürümektir, bağlantı kurmak değil.
Düşünmek Spinoza’da yürümeyle aynı işleyişe sahip varyasyonların peşi sıra
gitmektir. Ama Nietzsche, bastonsuz (düşüncenin dayanağı olan hakikatsiz)
yürümek zorundadır. Bu sadece bastonu atmakla olmaz, baston ihtiyacı da ortadan
kaldırılmalıdır. İki şekilde; hem baston ihtiyacının meşruiyetini yıkarak hem
de bedeni sağlığına kavuşturarak. Bütün yazılarına bu ikili eşanlı yayılır. Bu
ikiliden birincisini onun Descartes ve Kant’la ilişkisinde, ikincisini ise
Spinoza ile ilişkisinde anlaşılır kılabiliriz.
Kant üzerinde
biraz, ama gereğinden çok değil durmak zorundayız. Çünkü onun bilgi teorisi
modern bilgi teorisinin, ahlak teorisi modern ahlak teorilerinin, estetiği de
modern estetiğin zeminidir. Nietzsche’nin felsefesinin bu üç alanda da sessiz
ve sinsi bir savaş yürüttüğü ana hedef, Kant’dır. Nitekim özne eleştirisinde
Descartes’a saldırır ama bu aynı zamanda Kant’a da verilmiş yanıtları içerir.
Dolayısıyla Bir Nietzche algısı, verili bir Kant’algısı olmadan yerine oturmaz.
Nitekim, günümüzün teori serüveninin aktörleri, başta Derrida, Foucault,
Deleuze vb.’leri hala örtük ya da gizli, birçok konuda Kant’a cevap olarak
okunabilirler. Ama bu Hegel’den de çok, Nietzsche için geçerlidir.
Kant (1724-1804) Saf Aklın Eleştirisi’nde (1871),
Descartes’ı eleştirirken şöyle der;
“
hiç kuşkusuz tüm düşünceye eşlik edebilen bilinci anlatan ‘Varım’ tasarımı
dolaysızca bir öznenin varoluşunu kendi içinde kapsayan bir şeydir; ama onda bu
öznenin hiçbir bilgisi, dolayısıyla herhangi bir görgül bilgisi, eşdeyişle,
hiçbir deneyimi bulunmaz;” (Kant, 1993,s.148). Descartes’ın keşfettiği başlangıç, -dünyayı analiz etmek için bir
hareket noktası olan- “Ben” ise, Kant’ın yaptığı da bu özneye bir bilinçlilik
atfetmek -özneyle bilinçliliği eşdeğerli kılmak- oldu. Çünkü Kant için özne,
sadece dünyanın farkındalığı, bilinebilirliği aracılığıyla bir içerik
kazanabilirdi. Descartes, evet dünya hakkındaki bilgilerinin kesinliğini
sağlayan bir özne keşfetmişti, ama bu öznenin öznelliği hakkında hiçbir şey
ileri sürmemiş, sadece düşünmeyi ruhla ilişkilendirerek, ‘ancak ruhu olan
düşünür’ gibi, bilgiyi sadece, ruh-madde ikilemine ayrı ayrı endekslemişti.
Madde (varlık), ilk kez ‘nesne’ haline gelerek, ‘ben’den, insandan ayrılmıştı.
Descartes bunu sezgisel bilgiye dayandırmıştı ve bu sezgi ile ‘Özne’ yi kurmuştu ama ‘düşünüyorum’un birliğini
kuramamıştı. Az şey değil ama, sadece dünyanın insan-merkezli algısına yol
açabilmişti. Oysa Kant için bu yeterli değildi. Düşünüyorumun birliğini
sağlayan bilinçti. Kant’a göre bilinç sadece nesnelerin, duyulur olanın
bilgisine değil, kendi bilgisine (bilinç nedir?’e ) ulaşmak zorundaydı. Çünkü
“kendi öz varoluşumun bilinci aynı zamanda dışımdaki başka şeylerin
varoluşlarının da dolaysız bir bilincidir” (Kant, 1993,s.148). Yani, her nesneyi bilmede, bir kendi kendini
bilme, bir kendinde-bilinç (öz-bilinç) vardır. Zaten bilmenin olanaklılık
koşulu budur. İşte, bilincin deneyden
almadığı ve doğrudan kendinden çıkarsadığı bilgilere Kant ‘a priori’ der;
“Anlak, hem duyarlığın hem de tamalgının
öznel ve biçimsel koşulları ile uyum içinde, genel olarak deneyime onu yalnızca
kendileri olanaklı kılan kuralları a priori verir” (Kant,1993,s.150). Bunlar bilincin formları
olarak kategorilerdir. Düşünme bir bağlantı kurma, birleştirme ve düzenlemedir
ve bilinç bu işi kategorilerle yapar. Ama kategorilerin hiçbir içerikleri
yoktur; “kategoriler kendi başlarına birer bilgi değil, ama yalnızca verili
sezgilerden bilgiler yapmak için düşünce biçimleridir” (Kant,1993, s.152). Bu
yüzden sadece duyularla verileni birleştirip bağlayabilirler, düşünme budur.
Dış dünyada nesnelerin ‘ben’den bağımsız varlığı ancak ‘ben’ onları
deneyimlediğim zaman anlamlıdır, ancak o zaman onlar bilinebilirdir. Özetle kategoriler
hem düşüncenin öznel koşullarıdır ve hem de her türlü deneyimin nesnel
koşullarını oluştururlar. Düşüncenin öznel koşullarıdırlar çünkü, a priori
formlar olarak bilinçte verilidirler. Her türlü deneyimin nesnel koşuludurlar,
çünkü bu a priori bilinç formları olmazsa, düşünme olamaz, duyularla verili
olan bağlanıp birleştirilemez ve düşünüyorumun birliği kurulamaz. Eski
metafizikçiler kavramı, izlenimler toplamı olarak ifade ederlerdi. Tebeşir
örneği meşhurdur, tebeşir, düşünce ses çıkaran, belli bir rengi, ağırlığı olan,
dokunduğumda sert olan bir şeydir, yani tebeşir bu izlenimlerin toplamıdır.
Oysa Kant, tebeşire dair bilginin sadece bu izlenimler toplamı olmadığını,
tebeşir bilgisinin, bu mevcut izlenimlerin, bilincin kategorilerince
birleştirilmesi, bağlanması ve düzenlemesi ile elde edildiğini söyler. Böylece,
kategoriler düşünüyorumun birliğini sağlar. O halde, kategoriler her türlü
deneyimin (Dış ve iç deneyimin) nesnel koşuludur. Yani, ‘düşünüyorum’ benim
bütün tasarımlarıma eşlik etmektedir. Bu düşünme edimi sonunda iki şey
belirir: bir yanda nesneler dünyası ve öte yanda şu anda bu nesneler dünyasını
düşünen (onları birleştirip bağlayan) özne, ya da bilen özne. Descartes’da
Özne-nesne ayrılığını görüyorsak, Kant’da da, bilen özne-bilinen nesne ayrılığını
görürüz. Sonuç olarak denebilir ki Kant için düşünme sadece nesneler, şeyler,
tasarımlar vb. birleştirip bağlama değildir, düşünme bunlardan da önemli olarak
kendi birliğini ve bütünlüğünü düşünmedir. Öz-bilinci bilme, dışımızdaki
şeyleri bilebilmenin imkanı olduğu kadar çok güçlü bir kendilik duyusunun da
nedenidir. Modern öznenin kendine güveninin temelinde, kendine-yeterliliğinin
temelinde (deforme olmuş hali ego şişkinliğidir) Kant’ın bu amaçlı, bütünlüklü
kendilik duyusunu düşünmesi vardır. Özbilinç, kategorileri kullanarak kendini
düşünme, kendini inşa etme çabasıdır. Bu kendini düşünme, dış dünyayı aynı
zamanda ve ancak kendi dolayımıyla bilme anlamına geldiği içindir ki tam bir
‘merkez’ inşasıdır. ‘Varlığı’ ancak ‘bizim için varlık’ statüsündeyse bilen,
Antropolojik bir merkez. İşte bu bilen öznenin özerkliği, eylemlerinde özgür
oluşu ve kendinde-merkeziliği tam bir Aydınlanma mitiydi ve 20.yüzyıl ortalarına
kadar egemenliğini sürdürdü ve aslında küreselleşmeyle birlikte yeniden, yeni
kant olarak tedavülde etkin. Aynı yemeğin her seferinde tekrar tekrar sofraya
konması olarak felsefenin tarihi yoktur (L. Althusser).
Ama Kant’ın önemli
bir handikapı vardı, Akıl (bilinç), duyu verilerince verili olanı,
-görüngüyü- a priori kategorileriyle bağlayıp birleştiriyor ve yargı veriyordu,
burada sorun yok. Burada aklın metafizik, aykırı çalışması da yok. Ama aynı
akıl, örneğin nedensellik gibi bir kategoriyi duyulara hiç verili olmayan
‘şey’lere de uyguluyor ve yargılar üretiyordu, ‘Tanrı her şeyin nedenidir’
gibi.. İşte bu durumda diyor Kant, akıl kendi sınırları ötesinde, ‘kendinde
şey’ler (Numen’ler) dünyasında çalışmaktadır. Akıl, dünyaya ait olanlarla
ilgili akıl yürütme biçimini, aşkınlık için de aynen sürdürür, bu aklın
zaafıdır ve kendi sınırları ötesinde çalışmasıdır. Kant’a göre bu alanda yargı
verilemez, verilirse de bilinemez, çünkü bu aklın fizik değil metafizik
çalışmasıdır. Ama bu ‘kendinde şey’in olmadığı anlamına da gelmez. ‘Kendinde
şey’ler vardırlar ama bilinemezler. Kant için bilinebilirliğin koşulu, doğa
bilimlerdeki gibi, nedensel ve zorunlu bir bilgi nesnesini gerektirir. Bunlar
da dünyaya ait ve duyulara verili olan nesnelerdir. Bunlar zorunludur,
nedenseldir vb.. Ne var ki, zorunluluk, belirlenimcilik ve nedensellik
vb.(bunlar doğa bilimin yasalarıdır) sadece ‘kendinde şeyler’ için uygulanamaz
değil, aynı zamanda insanların ‘özgür’ istençleri, tercihleri, seçimleri için
de uygulanamaz. “
Kant kesin bir dille der ki: Ruhun mekânda nasıl yer alacağı şimdiye kadar
bilinemedi. Genel olarak manevi varlıktan, ne anlaşılması gerektiği de
bilinemiyor....Bu problemler için düşünülmüş bazı şeyler vardır; fakat ispat
edilmiş bir şey yoktur. Töz’ün, hareketin, sebep-sonuç’un ne olduğu doğa
alanında açıkca gösterilebilir. Fakat manevi varlık alanında sadece
negativlikler vardır: bedeni olmayan, fizik olmayan, nedensellik kanununa bağlı
olmayan tesirler gibi. Bu alanda pozitiv kavramlara, kesinliklere ulaşmak için
tecrübe ve idrak verileri eksiktir. Manevi varlık kavramı, kendi başına
alındığında, kendi varlığını ilgilendiren sorulara, varlığını koruyabilecek
cevaplar veremez.” (Heimsoeth,1967,s.47-8)
İnsan, doğa gibi bir katı belirlenimcilik içinde yapıp etmemektedir. O
halde toplumsal varlıklar olarak insanın yapıp etmeleri hakkında nasıl bilgi
üretebiliriz? Ahlaki yargıya, düşüncenin öznel koşulları olan kategorilerle
ulaşmak imkansızdır çünkü hiçbir kesinlik, nedensellik ve belirlilik
göstermemektedir, yani toplum, doğabilimin doğayı incelediği gibi
incelenememekte, yasalaşmamaktadır. Kant bu handikapı aşmak üzere ‘Pratik Aklın Eleştirisi’ni yazar.
‘Kategorik imperatif’ dediği koşulsuz buyruğu insan doğası anlayışından türetir
ve evrenselleştirir. Görecelikten kurtulmanın yolunu, ahlaki ilkeyi bir ‘ödev’
olarak, bir buyruk olarak ‘.. malısın’
şeklinde kurmakla bulur. Onun ünlü koşulsuz buyruğu “eylemine temel
oluşturan ilke salt senin isteğinle bir doğa yasası oluşturacakmış gibi eyle” şeklindedir. Ahlaki özne kategorisini,
bireylerin eylemlerinin sorumluluğunu taşıdıkları ölçüde varoldukları önermesiyle
destekleyerek dile getiren Aydınlanmacı dünya görüşü, bu savı Kant’ın koşulsuz
buyruğu’nda temellendirir. Ne varki böylece, Saf Aklın Eleştirisi ile, merkeze yerleştirilen, bilen-özne
statüsüne kuvuşturulan özne, Pratik Akıl’da
(toplumsal/politik yaşamda) tam bir uyruk, tam bir suçluluk-sorumluluk öznesine
dönüşür. Bu kurgu, Aydınlanmacı-modern özgürlük rüyalarıyla, toplum
tahayyülleriyle hiç örtüşmez ve ilk tepkiler, Romantiklerden (Schelling, Fichte
vb) gelir, Ve tabii Hegel’den. Nietzsche’nin yoksayıcılığı ise Kant’a bir yanıt
gibidir, ödevlerimiz, herkes için geçerli olan ödevler haline getirilerek
aşağılaştırılamaz, ahlak böyle bir bayağılaşmanın reçetelerini veremez,
bireyin, kişinin kendine has özgülüğünden, vazgeçmesi istenemez. Bu, tüm öznellikleri
yokeden, genel, kategorik ahlaki buyruklar vazeden Kant’a yöneltilebilecek en
ciddi itirazlardan biridir. Aslında Kant da problemin çözülmediğinin
farkındadır ve bu kez, belirlenimci bir akıl (bilim) dünyası içinde özgür bir
öznenin nasıl varolabileceği sorununu çözebilmek üzere, İnsani yaratma edimini,
estetiği gündeme getirir ve ‘Yargı
Gücü’nün Kritiği’ni yazar. Burada evet estetik düşünceyi, bilincin dışına
çıkarıp duyulara dayalı hayal gücünün tasavvurlarına bağlayarak özerkleştirir.
Ve estetik yargının özerkliğini kesin bir biçimde ilan eder. Güzellik
amaçsızdır, onun amacı insan doğasının armonisinin ve ölçüsünün kendinde
amaçlılığıdır. Bireyler güzele kendi toplum dünyalarıyla ilgili amaçlar
yükleyemezler, çünkü o amacı olmayan bir amaçlılıktır. Sanat eserini böylece
özerkleştiren ve özgürleştiren Kant, ama aynı zamanda, güzelliğe, “insan
doğasının bir yetisi olan ‘yaratıcılığı’ yoluyla doğa sanata kurallar koyar”’ diyerek, (bkz.Heimsoeth,
s.177) sanatı, doğanın belirlenimi içine yerleştirir. Güzel olanı, ‘şeyin
formu’ olarak görmekle de onu evrenselleştirmiş, genelleştirmiştir. Bireysel
güzel olamaz. Güzel ancak evrensel olabilir. vb..
Bu noktada şunun
açıkça görülür hale geldiğini düşünüyorum: başta Descartes ve Kant olmak üzere
Aydınlanma felsefesinde, bireysel deneyimi bir bütünlük olarak kavrama girişimi
ile bireyin kendi özü ve hakikatinin bilinçte, akılda, bulunduğu inancı
arasında bir karşıtlık vardır. Dikkat edilirse Descartes da, Kant da, bütün
meseleyi bir akıl, bilinç, idrak, anlık sorunu olarak görmüşler ve orada
çözmeye çalışmışlardır. Bu öznenin inşasından, özne-nesne, ayrımına, ahlak
alanına ve estetiğe kadar her çözümde tekrarlanan bir ‘akıl modeli’dir. Kant,
Estetiğinde bile -ki estetik haz demiyor, ‘estetik ide’ diyor-, teorik insan
geleneğinden ayrılmaz. Estetiği ‘duyusal hazlar’la ilişkilendirmeyi ise hiç
düşünemez. Öyleyse artık Nietzsche’nin
meydan okuyuşunun asli ögesini, akıl dışı demektense akıldan pay almayan (alogia) demeyi tercih edeceğim tavrının
adını anabiliriz: bilinçdışı. Ama bu
sözcük bize Freud’dan geçme; Freud, teorisinin ana kurgusunu olduğu gibi, bu
kavramı da, Nietzsche’den ‘adapte ettiği’ için (bkz.Turner, s.29-30) biz aslına
dönelim ve bunun Nietzsche’deki tam karşılığını verelim: Dionysos. Aydınlanma felsefecileri,
insanların dünyanın farkına varmalarını sağlayacak bir yapı ortaya koymaya
uğraştılar ve bu arayışı, insanların öznelliklerinin; tutarsız, değişken,
hoyrat, aykırı, akıl-dışı hatta muğlak ve bilinemez yönlerini bastırmak yoluyla
sürdürebildiler. İşte Nietzsche kendisine kadar gelen, teorik geleneğin
bastırdığı, tehlikeli bulduğu, aşağıladığı, (ilk aşağılayan da Platon’du)
herşeyi, tüm istemeyi ve duyusal hazları özgürleştirerek, onu ‘Dionysos’la
simgeledi. Kendine kadar gelen geleneğin kurduğu ‘bilinir olan’ın dili
karşısına, ‘duyulur olan’ın diliyle, Dionysos’la çıktı. Ve onların ‘akıl
tapınmaları’nın karşısına, insan eylemi ve toplumsal ilişkileri önceleyen
zorunlu bir güç olarak, güç istencini, çıkardı. Ve sorunu bir dil sorunu olarak
somutlaştırdı. Nietzche’nin Aydınlanma felsefecilerine verdiği şu yanıtlar
görmezden gelinemez: şöyle der;
“öznede nesnenin yeterli hiçbir ifadesi yoktur, çünkü
özne ile nesne arasında, birbirinden
mutlak olarak ayrı iki alan arasında hiçbir nedensellik, kesinlik, ifade
ilişkisi yoktur,” (Akt. Megill, s.92). Ahlakın soykütüğü’nde şöyle diyor;
“bütün bilimimiz hala dilin yanıltıcı etkisi altındadır
ve ‘özne’ denen o küçük piç kurusundan kurtulamamıştır (örneğin atom, ya da,
Kant’ın ‘kendi başına şey’i de böyle bir piç kurusu)” (AS. s.47) Yine İyinin ve Kötünün Ötesi’nde
şöyle der; “
‘Ben’ öznesinin ‘düşünme yükleminin koşulu olduğunu söylemek gerçeğe aykırıdır.
Burada şu dilbilgisi alışkanlığına göre çıkarımda bulunulur: ‘düşünmek’ bir
faaliyettir; her faaliyet bir fail gerektirir, demek ki..”(Akt. Megill, s.154) Nietzche’nin kartezyen özne eleştirisi
konusunda hiç de ‘merhametli’ olduğu söylenemez. Onda bu konuda bir acıma
yoktur. Ama acıma ve merhametin onun lügatında nasıl bir köle ahlakına denk
düştüğü de bilinir. Nietzche’nin dolayımsızlığı bu denli radikalleştirdiği bir yerde hala bir özne sorunu kalmış mıdır?
diye sorulabilir. Ama yanıtı artık açıktır: hayır, yoktur.
Onun bu
yoksayıcılığı sonucunda elde kalanlara bakarsak, tanrı ölmüştür ve Nietsche de
onun değerini yoksaymıştır. Bir diğer deyişle elinde ‘aşkın’ bir referansı
yoktur. Descartes’ın kartezyen öznesini, Kant’ın bilen öznesini yoksaymıştır,
bu da onu, bilim ve akıl referansından yoksun bırakmıştır. Artık ‘açıklama’ yapma olanağı kalmamıştır. Daha
doğrusu hem ‘felsefe’ hem de bilim yapma olanağı yoktur. Yani kavramlar
herhangi bir dolayım imkânından yoksun kalmış, doğrudan orta malı metaforlara
dönüşmüşlerdir. Nietzsche’nin dolayımsızlığının anlamı öncelikle budur. Tüm
dolayımları kavramın içine koyarak yoksaymak ilk dolayımsızlık uğrağıysa,
deneyimin dolayımsızlığı olarak, Dionysos’da simgelenen istenç yaşantısı da
ikinci dolayımsızlık uğrağıdır. Nietzche’nin entelektüel biçimlenmesini Megill
birkaç maddede özetler;
“Birincisi
bilginin gerçek ölçütü olarak dolayımsızlığa duyulan bağlılık; ikincisi,
kavramsal bilginin bu ölçütü karşılayamayacağının kabulü ve üçüncüsü de bu bilginin, yorumcunun dışında
varolan herhangi bir ‘sözde’ gerçek dünyayla hiçbir ilgisi olmayan, tamamen
kurmaca bir yaratım olduğu görüşünün şevkle benimsenmesi” (Megill, s.105) Böylesine referanssız, dayanaksız, temelsiz
kalmak, bütün dayanak ve referans adlı temellerin, mecazlardan, benzeşlerden,
eğretileme, imgeleme, ve metaforlardan başka birşey olmadığını anlamak, insan
psikolojisi açısından da kolay dayanılacak bir durum değildir. Günümüz
aydınlarının patolojisi bunu epeyce açıklıyor diye düşünüyorum. İnsanın konuşma
imkânından yoksun kalması gibi bir şeydir bu. Ve bugün yirmi birinci yüzyıl
başında bizlerin durumunu andırmadığı söylenemez. Marksizm yok, din yok, bilim
yok, referans yok... Ve ‘açıklayamayanlar’, bu olanağı yitirenler, herhalde
Nietzsche’yi en iyi anlayacak olanlar, onlardır. Nietzsche’nin kendini
ertelediği gelecek acaba bizim ‘şimdi’ miz olabilir mi? Zerdüşt’de şöyle der; “Hiç kimse bir
şeyden - kitaplar da girer bunun içine- zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp
alamaz. Bir şey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur
bizde”.
Bugün konuşurken, konuşmaya içsel olan
şu ‘dir’, ‘dır’ şeklindeki cümle bitirişlerinin artık imkânı kalmadı. Nasıl
konuşmalı, her dir’in geçtiği yerde, Heidegger’in üstüne çarpı atılarak
yazılmalı dediği gibi, okura ya da dinleyene bu ‘dir’lerin üzerine bir çarpı
atın mı demeli? ‘Dir’lerin üzeri çarpılı konuşma, nasıl bir konuşmadır?
Nietzsche genelde kendi dilini ama özelde de Zerdüşt’ün dilini kurarken
herhalde bu sıkıntılar içindeydi. Nietzsche için bu bir sıkıntı mıydı yoksa
Zerdüşt’ün dili için sevinçli bir olumlama mıydı? Bir oyun? Sanay yapıtı? Bu
durumda herhalde şiirden öte birşey yazılamaz, ya da yorumdan mı demeliyim.
Nietzsche’de şiir yazdığını söyler zaten. Zerdüşt’de ‘ben niçinler üzerine soru
soranlardan değilim” derken anlattığı gibi bize gerçekler, hakikatler sunmaz,
olsa olsa alegoriler sunar. Her alegori, her şiir bir yorumdur çünkü. “alegoriler,
bir metnin anlamının başka bir söylem olarak o metnin dışında kurulmasını
gerektiren bir yorum tarzıdır.” (K.Hart, 1989, s.156). Nietzsche’yi en iyi anlatan ifadelerden biri
olduğu için Paul de Man’ın savını da aktarmak istiyorum; “alegoriler düşünce
dünyasında, yıktıkları ise şeyler dünyasındadır” (akt. K.Hart, agy.). Vico’nun
“Bir konuşma çağından ötekine geçiş hafife alınacak bir isyan konusu değildir”
sözü belki tam da Nietzsche’nin yorum ve isyanı bağlama (hatta düğümleme)
deneyimini en iyi anlatan bir ifadedir. Yorumlar arasında doğru yorum yoktur,
Nietzsche bunu en iyi bilenlerdendir, bu durumda da ‘hayır diyen’ bir felsefe
yapılamaz. ‘Benim ki doğru’, demeyen ama bir şeye de ‘hayır öyle değil böyle’
diyen bir felsefe? Öyleyse Nietzsche, ‘öyle değil böyle’ diyemez. Diyebilir mi?
- bazı ahlaki tercihleri olduğu söylenebilir gibi. En azından sürü zihniyetini aşağılaması
ve üstinsan övgüsü Niietzsche’de süreklilik gösteren bir izlektir. Görececilik
eğer bilmedeki öznellik payı ise, onu
Feyerabend’in ‘ne olsa gider’i gibi mutlak görecelikten kurtaran da bu
izleğin sürekliliğidir. Ama bu izlekler onu görünüşün görünürlüğünü hayırlamak
noktasına götürmez. Tam tersine o bunları hayatı olumlamak için ileri sürer. Megill’e
göre, Foucault ve Derrida’nın hemen bütün yazılarında da aynı sorun
gündemdedir. Bu yazılarda “x.....dir’
şeklinde bir önermeden çok ‘olsa olsa x...dir, ya da Foucault’da olduğu gibi, X
ne Y ne de Z’dir denir, ama pozitif bir seçenek belirtilmez. (bkz.
Megill,s.139). Her ne kadar Derrida
Nietzsche’nin akıldan pay
almayanı (alogia) olumlamasına ‘Çocuk cesareti gibi’ diyorsa da, (ki bu
‘oluş’un masumiyetidir) Nietzsche, böyle bir cesarete de evet der. Ya da hayatı
evetlemek için bu noktaya gider. Özellikle Wagner’in Parsifal’i ile ilgili
düşkırıklığından ve bunun sonucu olarak Schopenhauer’dan kurtuluşundan sonra.
Peki evetlemenin yolu nedir? “Ne bilgelik, ne ruhların derinliğine iniş, ne
de konuşma sanatı diye bir şey vardı Zerdüşt’ten önce: en tanıdık, en günlük
olan şey burada hiç duyulmamış nesnelerden söz ediyor. Tutkusundan tir tir
titriyor deyiş; uz dillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar savruluyor daha
önce bilinmeyen geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü yanında,
şimdiye dek bilinen en büyük, en güçlü simgecilik bir çocuk oyuncağı kalır.
İnsan burada her an aşılmaktadır, “üstinsan” kavramı en büyük gerçek olmuştur
burada, - şimdiye dek insanda bilinen ne varsa, hepsi de sonsuz uçurumlar boyu
aşağıda kalmıştır...Zerdüşt kendini işte bu yüzden, en yüksek varoluş biçimi
saymaktadır;... Ama bu dionysos kavramının ta kendisidir işte... bir dansçıdır
zerdüşt; gerçeği en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o “uçurum gibi
derin” düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne
karşı durmuyor,- tam tersine evrensel olumlayışın, “o sonsuz, sınırsız evet ve
amin deyişin” ta kendisidir...”ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu
kutsayan-evet deyişi”. İşte gene vardık Dionysos’a” (EH.s.94)
Nietzsche’nin bu
satırlarında, Dionysos, üstinsan, bengi dönüş ve varlık anlayışına dair birçok
gönderme varken onları yeniden anlatmak, Nietzsche’nin diliyle aşık atmaya
kalkışmak olur, biz bunu yapmayalım ama onun yoksayıcılığından, yeniden
değerlendirmeye, ve buradan da güç istencine yönelmek durumunda olduğumuzu
hatırlayalım. Onun enteleküel performansının özellikle güç istenci üzerinde
odaklandığı açıktır. Üstinsan ve bengi dönüş ancak güç istencinin konum ve
işlevinden giderek anlaşılır. Gerçekten de anlaşılır mı, emin değilim.
Heidegger
Descartes’ı, Nietzsche gibi acımasızca eleştirmez, onu daha çok, olası
deneyimin gerçek zemini olarak, özne adı verilen insana geçiş koridoru olarak
görür. Mainsfield’i izlersek; “Aydınlanma
felsefecileri, üstelik çok temel ve kökensel bir mesele olan öznelliğin yapısal
temeline bakmamışlardı: biz dünyayı nasıl bildiğimiz ve deneyimlediğimiz
hakkında konuşmaya muktedir miyiz, fakat öncelikle, ‘biz varız’ın anlamı nedir?
“Dir” sözcüğünün gerçekten de anlamı nedir? ‘Olmak’lığımızın anlamı nedir? Bu,
aydınlanma felsefecilerinin kavramayı reddettikleri en temel sorudur.
Heidegger, temel yapıtı Varlık ve Zaman’da
şunları yazar; “Tarihi süreçte kendine
özgü varlık alanları yaratmış ve sonradan gelen sorunlar için eski reçeteler
olarak hizmet etmiş olan problematikler
şunlardır: Descartes’ın ego cogito’su
(‘düşünüyorum’u), Özne, Ben, Akıl, Ruh, Fail. Fakat bütün bunlar, ve bunların
varlıkları ve yapıları, tam da varlık sorununun ihmal edilme biçimine uygun
olarak, sorgulanmadan .”(Varlık ve Zaman,
s.44) ...bu Heidegger’e büyük ölçüde yapay ve keyfi geldi. Onun projesi, bu
yüzden, dünyadaki yerimizi, bazı keyfi kurguların terimleriyle değil fakat en
temel yaşam boyutuyla ilgili olarak, tanımladı: varlığın kendisiyle.
“(Mainsfield, s.22).
Heidegger bir köken
yücelticisiydi. Köken, Platon öncesi iki yüzyılın o gizemli, bilme-olma
birlikteliğine dayalı anlayışıdır. Bu mitos-logos birliğini ilk kez
Platon’un’in aklı yücelterek ayırdığı ve
Descartes’ın bu ayrılığı, ‘özne’ (insan) ile taçlandırdığı sonraki dönem ise
(Nietzche’nin deyimiyle ‘Teorik İnsan’ geleneği) Heideger için bir gerilemedir.
Gerileme krizin sürekliliği imasıdır. İnsan bu dönem boyunca ‘varlığı’
unutmuştur. Varlığın bu unutuluşu, Descartes ile birlikte varlığa karşı bir
‘saldırı’ya dönüşür. Çünkü Descartes’dan önce insan, ‘Ben’ değildi ve varlıkla
ilişkisi, özel bir ilişkiydi. Doğanın insanın uzantısı olduğu ya da insanın
doğanın uzantısı olduğu türden bir ilişkiydi. Varlık, korunan ve muhafaza edilen bir doğaydı, nesne değildi. Yeldeğirmeni
rüzgar estikçe enerji verirdi örneğin ama doğa bir nesne haline getirildikten
sonra, enerji doğadan sökülüp alınır oldu. Doğa, doğa olmaktan çıkıp ‘kaynak’
haline geldi. Bu Descartes’la başlayıp, İngiliz deneyciliği ile doruğuna çıkan
radikal bir değişimin sonucuydu. İnsanın merkeze konması, tüm varlığın da, bu
merkeze bağlı bir nesneye indirgenmesiyle sonuçlanır. “teorik bilinç dünyayı insan öznesinden
ayrı ve ona karşı duran bir resme ya da kendi karşısına yerleştirir; onu
hesaplanabilir (ama özellikle ölçülebilir ) terimlere indirgeyerek sabit ve
güvenli kılmaya çalışır. Bu temsil der Heidegger, ‘olan’ın, kendi gizini açması
değildir; daha çok bir ‘el koyma’ ya da ‘ele-geçirme’dir. İnsanın varlıklara
yönelik bir ‘saldırısı’dır” (Megill, s.217). Nietzche’nin nihilizm çağı dediği,
budur. Daha doğrusu Nietzche’nin içine düştüğü, değerlerin zaten yoksayıldığı,
Varlığın ‘nihil’lendiği, bir nihilizm çağıdır bu. Nitekim, Heidegger’deki
‘varlığın unutuluşu’ temasının, nihilizm ile radikalleşmesi, onun Nietzsche
seminerleri sonrasında ortaya çıkar.
Heidegger Varlık ve Zaman’ı
1927’de yazar. 1930-33 yıllarında, Frayburg’da ilk Nietzsche seminerlerini
verir. 1936 ve 40 yıllarında aynı yerde verdiği seminerlerin ana konusu da
Nietzsche’dir (Megill, s.198-9). Tarih önemlidir özellikle 1940. Ve bu yıl
yapılan seminerler daha sonra ‘Nietzsche’ adlı iki ciltlik bir kitap olarak
1961 yılında basılır (Heidegger, 1961). Nietzsche öncesi dönemde yani ‘Varlık ve Zaman’da, Nietzsche sonrasını
yankılayan en önemli kavramı ‘varlığın unutuluşu’dur. Gerek bu kavramın radikal
bir anlama kavuşması gerekse diğer kavramlarını Nietzsche’siz yorumlamak (gerçi bir keyif meselesidir ama)
gerçeği yani olup-biteni ıskalar. Gerçi, Heidegger’in kriz anlayışı, daha çok
doğaya ait ‘tinsel’ bir tınısı olan Nietzsche’deki kriz’e göre, doğrudan
savaş(lar) yaşayan dönem(ler)e ait bir kriz olması açısından çok daha somuttur.
Ve büyük ölçüde bu yüzden Heidegger’in teorik tespitleri, özellikle son krizin,
teknolojik bir kriz olduğuna dair tespitleri, yirminci yüzyıl yaşamında
karşılığı olan tespitlerdir. Ve Heidegger’in popülaritesini sağlayan da
özellikle bu yönüdür. Ne ki, ben de Megill gibi, bu tespitlerin ‘klişe’
tespitler olduğunu, benzer tespitleri yapan Marks’ın büyük araştırmalar sonucu
bu tespitlere (özellikle kapitalizm ve kriz tespitlerine) ulaştığı, oysa
Heidegger’in özellikle geç Heidegger’in hemen hiç bir araştırma yapmadan,
klişeler ürettiğini kabulden yanayım. Buna rağmen Heidegger kendi kitaplarının bir
‘roman’ olmadığını iddia etmiştir.
Simon Critchley,
Heidegger’in Nietzche’yi metafizik gelenek içinde okuduğundan, ve Heidegger
tarafından Nietzsche’nin köktenci eleştirisinden bahseder (Critchley,1999, s.19
ve s.53). Megill, Hedegger’in Nietzsche’yi, metafiziğin tarihinin koşulsuz tamama erdiricisi olarak gördüğünden
sözeder (Megill, s. 199). Ruben Brezdivin, Heidegger’in, Nietzsche’nin metafiziğini(!)
onayladığına (Brezdivin, 1989, s.93), işaret eder. Ve Derrida biraz daha detay
vererek (Derrida, 1989, s. 39) adres gösterir. Derrida, Heidegger’in şu yukarda
bahsettiğimiz, 1940 yılı seminerlerini içeren ‘Nietzsche’ (RKP’den 1981’de
tekrar yayınlamış) kitabının 121’inci sayfasında “Nietzsche’nin Zerdüşt’ü
Kimdir?” sorusunu izleyen bölümde, önce Nietzsche’yi bir ‘öc-alma ruhu içinde, Öc-almayı
yücelttiği için alkışladığını, (ama bu arada eleştirinin ‘dar kafalı’ların işi
olduğunu da belirterek) sonradan ”... Nietzsche’nin düşüncelerini sınırlarına
dayandıran hareketi, metafizik bir başarı olarak açıkladığını” belirtir.
(Derrida, 1989.s. 118, 2 no’lu dipnot). Kısaca nerede Nietzsche’nin
metafiziğinden bahsedilse, orada Heidegger’in “Nietzsche’nin metafiziğini
okuması”na gönderme yapılması, adeta bir gelenek oluşturmuş durumda.
Bu noktada,
Nietzsche’nin ‘metafizikciliği’nin sorgulanması, Nietzsche’nin
‘anlaşılabilirliği’nin temelllendirilmesi açısından zorunludur. Heidegger,
Nietzche’nin düşüncesinin sınırlarına dayandıran hareketi neden metafizik bir
başarı olarak alkışlar? Bir, Nietzche’nin düşüncesini sınırlarına dayandıran
hareket nedir? ve iki, bu hareket neden metafiziktir?
Kevin Hart’ın,
Heidegger’in Nietzsche üzerine 1940 seminerlerinden aktardığı pasaj tartışmaya bir
giriş sağlar;
“Metafizik adı, a
priori’likle ayrılmış ve Platon’un ‘idea’larıyla anlaşılmış olan, varlıkların Varlığı’nın bilgisinden başka bir
anlama gelmez. Bu yüzden, Platon’un
düşünce olarak Varlık yorumuyla fizik-ötesi başlar. Daha sonra gelen
dönemlerde, bu, Platon’dan Nietzsche’ye metafiziğin tarihi demek olan batı felsefesinin
özünü şekillendirir. Ve çünkü, metafizik
‘idea’ olarak varlığın yorumuyla başlar ve çünkü bu yorum, Platon’dan itibaren kelimenin
tam anlamıyla ‘idealizm’ olan tüm felsefelerin standartlarını oluşturur: Varlık
idea’da, idea-gibi’de ve idealde aranır. Metafiziğin icatcısını saygıyla anarak
bu yüzden tüm Batı felsefelerini Platonizm olarak adlandırabiliriz. Metafizik,
idealizm ve Platonizm özsel olarak birbiriyle aynı anlama gelir. Karşı
hareketler ve zıtlıkların moda olduğu yerde bile belirleyiciliklerini
sürdürürler. Batı tarihinde Platon prototip bir filozof haline gelmiştir.
Nietzsche kendi felsefesini sadece Platonizmin karşıtı olarak tanımlamaz. Nietzsche’nin düşünce tarzı her yerde, ilk
döneminde de son döneminde de, tek başına ve sıklıkla, Platon’la yapılan
muhalif (tersten) bir diyalogdur. “(Aktaran, Kevin Hart,1989,s.87)
Bu pasaj, her ne
kadar ek bir yorum gerektirmese de- yine de Heidegger’in Nietzsche’yi, tamama erdiren,
ya da sonunu getiren olarak da olsa, metafizik
gelenek içinde görmek istediğinin açık bir kanıtıdır.
Neden?, evet neden? önce Heideger’in bu
isteğini temellendirmesini biraz daha ilerletelim. Kant’ın insan ve metafizik
arasındaki ilişkiyi a priori
terimlerle çözdüğü yerde Heidegger tarihsel olarak ele alır. “Heidegger için metafizik, muazzam bir
insan tarihi dönemini kapsar: bu tarihin sonu, tam olarak anlaşılmasa da
Nietzsche’nin ‘Tanrı Öldü’ savıyla belirlenmiştir... Heidegger, metafizik
tarihini nihilizm tarihi olarak okumasında, Nietzche’nin nihilizmle
hesaplaşmasını, bir kanıtmetin olarak ele alır”(Hart,1989,s.79). Daha önce belirttik ‘Tanrı öldü’ Nietzsche’de
bir tematik değil problematiktir. ‘Tanrı öldü’, tanrı problematiğinin adıdır,
bir inanç eleştirisi değil. Tanrı problematiği bir köken meselesidir ve Nietzsche’nin
değerlerin yeniden değerlendirilmesi sorunsalı en yüksek değer olarak kökenin
değersizleşmesiyle bir hesaplaşmadır. Kökenin değersizleşmesi ve yeniden
değerlendirilmesi, Heidegger’in ‘metafizik tarihinin sonu dediği- Platon ile
kurulan Batı felsefesi paradigmasının sonu demektir. Heidegger için Nietzsche
bu sondur. Ve Heidegger’in nihilizminin radikalleşmesi Nietzsche’yi ilk olarak
inceledeği 1930 seminerlerinin, (yani Varlık
ve Zaman’dan sonrasının) sonucudur. Yukarıda alıntılanan pasajda “Heidegger bu çağı
Platon’dan her şeyiyle Nietzsche’ye koşu çağı olarak tanımlasa da, Derrida bu
çağı Permenides’ten Heidegger’e kadar, karakteristiği, sorunla tam da en canlı
bir şekilde uğraşan bir figür olarak Nietzsche ile genişletir” (Hart, 1989,
s.87). Yani
Heidegger, Nietzche’yi, Platon’u tersine çeviren ‘muhalif bir diyalog’ olarak
görürken, bir diğer deyişle Nietzsche’yi, sonunu ilan etse de metafiziğin
içinde görürken, Derrida, Nietzsche dolayımıyla, metafizik çağını, başı
Permenides ve sonu Heidegger olacak şekilde genişletir. Yani Heidegger’in Nietzsche
için biçtiği rolü, Derrida Heidegger için biçer. Nietzsche’nin düşüncelerini
sınırlarına dayandıran hareket, aynı zamanda metafiziğin de kendi sınırlarına
dayandığı bir harekettir. Heidegger bu hareketi alkışlıyor. Ama kendini bunun
dışında, sonrasında tutarak ve metafizik ya da ‘felsefe’ sonrasının başında
görerek.Eğer Nietzsche metafiziği bitirmenin ‘metafizik başarısını gösteren’
kişiyse, Heidegger de, felsefeden sonra gelip sadece ‘düşünme işi’ni yapan
biridir!. Derrida, Nietzsche’den kalkarak onun bu ‘oyun’unu bozmuştur. Elbette
Nietzsche’yi de yapıbozuma uğratarak. Ama belki de “yorumcuların pek de
sorgulamadıkları, Rorty’nin şu dolaysız ifadesindeki, Derrida’nın yalnızca
‘Nietzsche’nin çizdiği bir hat boyunca ilerlediği’ tespiti”(Hart, 1989, s.143)
çerçevesinde kalarak. Heidegger’in Nietzsche’ye vermek istemediğini,
Derrida’nın da Heidegger’e vermek istemeyip kendine sakladığını, ama her
ikisinin de bunu Nietzsche’den aldığını... Her ne hal ise bu üç düşünür
arasında oldukça sinsi bir pazarlığın döndüğüne dair bir sezgi için yeterince
veri var ortada. Nietzsche hala
‘geleceğin felsefecisi’.
h.ç.
Eylül 2004/Çeşmealtı
NİTEZCHE
KISALTMALARI:
ASü; F.Nietzsche, (1990),Ahlakın Soykütüğü
Üstüne, Ara yay. İst. 1990.
Türkçesi, Ahmet İnam
İKÖ; F.Nietzsche, (1989),İyinin ve Kötünün
Ötesinde, Ara,yay. İst. 1989, Türkçesi, Ahmet İnam
TK; F.Nietzsche, (1997),Tan Kızıllığı,
İmge kitabevi yay. Ank, 1997, Türkçesi, H.Salihoğlu-Ü.Özdağ
TD; F.Nietzsche, (1965),Tragedyanın Doğuşu, Ataç kitabevi Yay. İst.1965, Türkçesi, İsmet Zeki
Eyüboğlu
EC; F.Nietzsche, (1969),Ecce Homo, Dost
Yayınları, Ank.1969, Türkcesi, Can Alkor
PA; F. Nietzsche, (1991),Putların
Alacakaranlığı, Akyüz yay.İst. 1991,
Türkçesi, Hüseyin Kaytan
KAYNAKLAR:
Aristoteles, (1975),
Politika, Çev. Mete Tuncay Remzi
Kitabevi, İst.
Aristoteles, (1985) Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, E.Ü.Basımevi, İzmir,
Badiou, Alain.,
(2004), Etik, Çev. Tuncay Birkan,
Metis, İst.
Balibar, Etienne,
(2002), Politics and the Other Scene,
Trans; Christine Jones, Verso, London
Balibar, Etienne
(1994), Subjection and Subjectivation,
in, Supposing the Subject, pp.-1-16
Verso, London
Bauman,Zygmunt (1998),
Postmodern Etik, Çev. Alev Türker, Ayrıntı yay. İst.
Berman, Marshall
(1994), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yay. İst. Çev.
Ü.Altuğ,B.Peker
Berezdivin, Ruben
(1989), Drawing: (an) Affecting Nietzsche: With Derrida, in, Derrida and Deconstruction,
(ed.by Hugh J.Silverman) Routledge, Newyork and London.
Bloom,Harold (1995),
The Breaking of Form, in, Deconstruction & Criticism, Continium, New
York.
Cassirer,Ernst.,
(1996), Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev. Doğan Özlem, İnkilap Kitabevi,
İst.
Caudwell,Christopher.,(1974),
Yanılsama ve Gerçeklik, Payel Yay.İst. Çev. Mehmet H.Doğan
Critchley,Simon.,(1999).,
The Ethics of Deconstruction; Derrida and Levinas, Purdue University
Press, West
Lafayette, Indiana.
Critchley,Simon
& Dews,Peter (ed.).,(1996), Deconstructive Subjectivities, State
University of New York Press,
Albany.
Deleuze Gilles,
(1983) Nietzsche&Philosophy,
Columbia University Press, NewYork,
Derrida,
Jaques.,(1989), Of Spirit, The University of Chicago Press, Chicago and
London.
Derrida,Jaques.,
(1978), Writing and Difference,
The University of Chicago Press, Chicago.
Descartes,Rene.,
(1994) Metot Üzerine Konuşma, Çev. K.Sahir Sel, Sosyal Yayınları, İst.
Epikür (1962), Mektuplar
ve Maksimler, çev. Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi, İst.
Foucault,Michel.,(1994),
Kelimeler ve Şeyler, İmge kitabevi Yay. Ank. Çev. Mehmet Ali Kılıçbay
Hart, Kevin.,
(1989), The Trespass of the Sign; Deconstruction, Theology and
Philosophy, Camridge University Press, Cambridge-New
York
Heidgger,
Martin.,(1961), Nietzche I, II., Pfullingen, Neske.
Heimsoeth,
Heinz.,(1967), Immanuel Kant’ın Felsefesi, Çev. Takiyettin Mengüşoğlu,
İst.Ün.Ed.Fak.yay.İst.
Hume,David., (1979),
Din Üstüne, çev. Mete Tuncay,
Kültür Bakanlığı Yay. Ank.
Kant, Immanuel.,(1993),
Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea yay. İst.
____________,
(1980), Pratik Aklın Eleştirisi,
Çev. İ.Kuçuradi, Ü.Gökberk, F.Akatlı, Hacettepe Üniversitesi
Yayını,
Ank.
Klossowski,
Pierre.,(1999), Nietzche ve Kısırdöngü, Çev.Mukadder Yakupoğlu, Kabalcı
Yay. İst.
Mansfield, Nick.,
(2000), Subjectivity; Theories of the Self
from Freud to Haraway, NewYork University Press,
NewYork
Marx,Karl (2001), Demokritos ile Epikouros’un Doğa
felsefelerindeki Ayrım, Çev. Saffet Babür, Ayraç yay.
Ank.
Megill, Allan.,(1998),
Aşırılığın Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat yay. Ank.
Monod,Jacques
(1983), Raslantı ve Zorunluluk,
Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Dost Kitabevi yay. Ank.
Nancy, Jean-Luc, Being singular plural, Stanford
University Press, Stanford California 2000,
Neuhouser,
Frederick, ( 1990), Fichte’s Theory
of Subjectivity, Cambridge
University Press, Cambridge,
Platon, (1992) Devlet,
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M.Ali Cimcoz,
Remzi Kitabevi, İst.
Not: Platon’un eserleri, metin içinde
yapıt adının baş harfi ve fragman sayısıyla gösterilmiştir.
______, (1942), Menon, Çev. Adnan Cemgil, Maarif Vekaleti, Maarif Matbaası
______ ,
(1960), Devlet Adamı, Çev. Dr. Behice Boran, Mehmet Karasan, M.E. Basımevi, Ank.
______, (1943), Phaidon, Çev. Prof. Suut Kemal Yetkin-H.R.Atademir,
Mf.V. Maarif Matbaası, İst.
______, (1967), Gorgias, Çev. Reyhan H. Erben,
MEB basımevi İst.
Rousseau, J.J.,
(1975) İtiraflar, Çev. Kenan Somer, Remzi Kitabevi İst.
________., (2001) İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı,
Çev. R.Nuri İleri, Say Yay. İst. Metinde (EK ) kısaltmasıyla
anılacaktır.
________, (1956), Emil, Çev. Hilmi Ziya Ülken,
Ali Rıza Ülgener, Salahattin Güzey , Türkiye yayınevi, İst.
Sena, Cemil, (1976),
Filozoflar Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi yay. C.III, ss.499-515
Stauth,Georg
ve Turner,B.S. (1997), Nietzche’nin Dansı, Çev. Mehmet Küçük, Ark yay.
Ank.
Strauss,Leo,
(2000), Devlet Kuramı, Derleyen Cemal
Bali Akal, Dost yay. Ank.
Taylor,Charles.,
(2001), Sources of the Self, The
Making of the Modern Identity,
Harward University Press,
Cambridge
YKY
Cogito,
düşünce dergisi, ‘öyleyse descartes’, sayı:10 yıl:1997 YKY. Bu özel
sayıya yapılan göndermeler, metin içinde
kişi adı ve sayfa numarası ile
gösterilmiştir
Weber,Alfred
(1998), Felsefe tarihi, çev. H.Vehbi
eralp, Sosyal yayınlar, İst.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder