Jean-Luc Nancy
the sense of the
world
(*)
Politika I
Bütün duyu mekanı ortak mekandır
(dolayısıyla bütün mekan ortak mekandır...). Duyu yalnız başına meydana
gelemez. Çünkü duyu “varlığa-yönelik”tir, o aynı zamanda “bir-den
çok-varlığa-yönelik” demektir, ve bu yalnızlığın kalbinde bile olsa geçerlidir.
Duyu çokluğun tınısıdır. Yalnız-biri-için-duyu, hatta o konuşsa bile, “gerçek”
bile olmayan, farksız ve dolayımsız bir yakarış, kendi üstüne kapanmış bir
hakikate indirgemedir. Duyu aslında her tekillikle başlar ve tekrar başlar ve
kendini ne herhangi bir tekillik ne de bütünlük içinde tamamlar, kendisi hiçbir
şey değildir fakat yenilenmiş başlangıçların değerini artırır.
Politika
aslında bir ortaklığın zeminidir. Ya da bir kez daha, politika birlikte-olmanın zeminidir. Birlikte-olmanın
ayrımına tam bir açıklıkla varmak için, o ile-olma’nın yeri olarak sevgiden
ayrılacaktır: “İle birlikte”(with),
bir zıtlığın, hatta bir aykırılığın yani iki dakiklik, (olumsal bir biçimde
değil, fakat kesinlikle “bir-ve-bir-diğeri” içinde “biri-veya-bir-diğeri”
sözkonusu olduğu için, iki) iki
hakikat, iki ad arasında aslında biraz modası geçmiş bir biçimde konumlanmış (cinsiyetlerin
görünen bölünmesinden önce, fakat yine de, cinsiyet yoluyla kurulmamışsa bile, örneklem
olarak sunulmuş) bir karşıtlığın ortak bağını kurar. Başka bir deyişle, aceleci
bir formül şöyle olacaktır: hiç kimse ne kendine ne de üçüncü bir terime
indirgenebilir değildir.93 Birliktelik içinde, tam tersine,
“iki”nin ötesindeki ortak kaygı, aslında pek çoktur ve hatta ilkesel olarak
sayılamazdır: o gruplara verili olan eğilim olarak belirsiz bir anonimlik
durumudur, ki onun oluşturduğu bağ (anonimlik bağı) sözde ya da sanki değildir.
Denebilir
ki: sevgi saf ve yalın bir doğruluk (dakiklik, mit) içinde başlar, sona ermek
için (son olmak zorunda olduğu varsayılan) duyu haline gelmek durumundadır, oysa
politika yalın (farklılaşmamış ve belirsiz oluşa-yönelik) bir duyu içinde
başlar ve hakikat (iktidar biçimini alan ilk kesme -hakikat arasına girerek
nokta koyma-kesme) içinde bir nokta koymak durumundadır. Bundan dolayı onlar
geleneğimiz içinde, bir anlamda, her biri diğerinin etkisine açık -maruz-
olduğu, her birinin diğerini çektiği ve ittiği, iki içten bağlı ve antagonist
paradigmalar olarak tanzim olmuşlardır.
Yalnızca
sevgi duyusu haline gelme, hakikat sevgisinden yoksun olduğu ölçüde sürebilir
(ve böylece, aynı zamanda, duyu -“erotik” duyu, sonunda, “politik” ya da
“toplumsal” duyu- aile- içine evrilir), bu yüzden, politik-hakikat haline gelme
duyuyu kendine soğurabildiği ölçüde sürebilir. “Totalitarizm” denen şey tamamen
hakikat içinde bir duyunun temsilidir: mit, fakat bir gerçeklik olarak mit,
kendi anlatısından farklı (difference) değil, ayrı/başka (differance)
olmadan. Bu dolayımsız orada-olmak-tır ya da mitin içkinliğidir. Faşist versiyonunda,
hakikat halkın büyük yangınıdır, ve komünist versiyonunda, hakikat kendini
insanlık olarak yaratan insanlıktır. Yaşam, ateş, yaratma: duyuyu bütünleyen üç
figür, kendi gösterileninin kalıntısı olmaksızın, yani, -hakikat adına-
kendi göndergesi içinde kendini gösteren ve kendini soğuran, burada somut bir
nokta koyma-kesme (araya girme) vardır. Bu çerçevede, politika bir yazgı
olmalı, kendini taşıyan bir tarihe, kendi amblemi olan bir egemenliğe, ve varış
noktası olarak bir kurbana sahip olmalıdır.
Gerçekten
de, özellikle din kurbanlarından, çeşit çeşit terör saltanatlarından ve bütün
ulusalcı, militan ve partizan kurbanlara dek, politik kurbanın, kurbancı
politikanın -yani, “teolojikpolitik” hakikat politikasının çarpıcı
tarihinin izi sürülmelidir. Bu anlamda, kendi ‘laikleşmelerini”
(dünyevileşmelerini) içeren bütün teolojik politikalar, kurbancıdan başka bir
şey olamazlar. Ve kurban, duyunun sonlu olumsuzluğunu olumsuzlamasının
temellükü içinde, hakikate varışı temsil eder. Bunu, bir ‘Neden’ olmayan -ve
herhangi bir Nedene dayanmadan kendi olarak- artık kurban edilmek durumunda
olan dünya ile yapmak durumundadır.94
Fakat şimdiye dek “demokrasi” dediğimiz şey
yalnızca belirsiz bir duyuyu,- tamamen kendi
(kesinlikle boş) hakikatinin zamanına sahip olan- ve böylece bir tür son
kurbanın, hakiki kurban ya da kendi Nedeninin ötesine gitmeyen, böylelikle
kurban mantığına bağlılığı devam ettiren belirsiz bir duyuyu temsil eder.
Aslında “duyu krizleri” ile ilgili hayret edilecek hiçbir şey yoktur, her şeyden
önce ve en görülür biçimde, “demokrasi”deki bir krizdir bu (ve kesinlikle
“otuzlu yıllar”la anlaşılan şeydir). Duyu ya da kanı olmaksızın hakikat, duyu
yokluğunun hakikati: kendi temelinin yokluğundaki hukuk, Neden kılığındaki eko
teknikler...
Politik sorun bu yüzden kurban koşullarının
nasıl yeniden oluşturulacağı değil, fakat, belirsiz bağlarla -birleşik
hale getirilmiş fakat henüz bağlanmamış-bağlarla, bağlı grubun nasıl ikna
edileceği, kendini, kendi hakikati içinde yeniden soğurulmuş olmayan bir duyu
mekanı olarak nasıl biçimlendireceğidir.
Bu mekan biçimleme türü bir politik
düzenlemenin (kurgu, mit) eşdeşi ya da karşılığı olamaz. O, neye-yönelik
ya da kime yönelik olduğuna dair özelliklerini tanımlamadan,
ortaklık-içinde-oluş duyusunu ‘sona erdiren şeyle’ -başka deyişle, bu
özelliklerin her birini hakikatin farklı biricikliği, farklı ‘bütünlüğü’ olarak
doğrulamadan ve tanımlamadan birlikte-olma içinde olmaya-yönelik biçimin izini
sürmektir. Ortaklık-içinde-olma özsel değil geçişli bir uygulamadır. Fakat halâ,
‘kanı’ gibi bir şey, endeks gibi bir şey geriye kalır.95
İyi
ama nasıl? Bu kontur (dış hat) biçimleri sorunu eğer bir açmaz, en azından
günümüz politik duyusunun bir paradoksu değilse, figürasyon ya da konfigürasyon
olmadan halâ herhangi bir anlam taşır mı? Ve o bir şekil halini alır almaz,
‘totaliter’ bir hakikat olmaz mı?96 Tutarlılıklarını tümüyle
kaybeden belirsizlikleriyle şaşırtmadan, kendi biçimini alan ve devam edenin
biçimi haline gelen beklentisizlik duyusunun elinde kalan nedir?
Ortaklık-içinde-olma anonimliği adına ulaşılan (kavgaya) gidişin adı nedir? Kuşkusuz,
ortaklık içinde olma kararıyla
birlikte “ortağın” bir kimliği olarak egemenlik, saf hakikat etkisi haline
gelen kendi duyu kaynaklarını tüketir, bu etkiler, yani elbette
“saflaştırma”nın etkileri olarak ortadan kalkmaz, örneğin, ben bu satırları
yazarken, balkanlarda meydana gelen ‘etnik saflaştırma’.... Fakat bu
birlikte-olma, eylem-içinde-olma gibi hiçbir şeyin ondan önce gelmediği ve onu aşamadığı
“egemenlik” sorununu ve bütün belirtilerini ortadan kaldırmaya yetmez. Egemenlik,
hiç kuşkusuz politikanın bir tür ‘kara deliği’ne kendini indirgenmiş bulan duyuyu
kaybeder. Fakat bu bizzat ortaklık içinde olma anlamına gelmez, çünkü ortaklık
duyusu olduğu ölçüde kendini yeni bir biçim içinde egemen kılamaz.
Politik
uyuşmazlık içindeki birinin tutumunu anlamaya başlamak için, her şeyden önce
Carl Schmitt’den beri ‘teolojikpolitik’ olarak adlandırılmış olana dair açık
olmak gerekir. Biz fazlasıyla kolay -özellikle de XVI.Louis’nin idamının iki
yüzüncü yıl dönümü vesilesiyle- tekrarladığımız, kendini teolojikpolitik
aşkınlıktan mahrum (kurban) eden egemenlik, ‘laik’ bir yedeklemeyi araştırmada
kendi başına kalır. Teolojikpolitiki
terketmiş olmakla, bir şey kaybetmiş olmayız, ve bir melankoli ve yas
politikasına girmiş olmayız, yeterince kolay biçimde, politikayı yasa
dönüştürmüş oluruz.97 Kaybetmemeye direndiğimiz şey, (ılımlı biçimi idari
akılcılık olarak, aşırı biçimi politik bir tepki olarak) bitmek bilmez bu yas biçimi,
kuşkusuz hakikati kaybetmektir -fakat bu bir duyunun açılışı, en azından, hala
keşfetmek durumunda olduğumuz duyunun anlamıdır. Politik görev ve sorumluluk,
“demokrasi”yi olumsuz bir (hukuk ve adalete mümkün bir zemin olamayan ve
adlandırılamayan) politik teoloji içinden geçerek bir başka biçim içinde
anlamaktır.
Bu
izah üzerine, Carl Schmitt’in tezleri, kendi zamanı için bile olsa, artık
savunulamaz. Her şeyden önce, teolojikpolitik
çağda, çok sayıda insan için, nasıl ve hangi noktaya götüren bir politika
olduğunu insanın kendisine sorması gerekir. Orada iyi bir politika olmamıştı,
ya da, bir ölçüde, bir düğüme bağlanma
anlamında, varolacak bir yerde, birlikte-olma
anlamında. Bu konuda çoğunluk için (yerel, kilise dini, şirket ya da başka
biçimlerde) sadece bir din vardı. Ve “politikanın sonu”, “sanatın sonu”
gibi, sadece dinin sonudur: duyuyu aksatan, verili bir düzenin sonu.
Burada
‘halkın çoğunluğu’nu söz konusu etmek niceliksel anlamda konuşmak değildir:
bütün kamusal ilişkilerden südur eden -“yurttaşlık”- gelmekte olan bir anlam
olarak, fakat sonuçta aynı zamanda bir duyu olarak “devlet”in anlamı altında
toplanamayan, en azından ‘tek’ olmayan ‘bir’ ilişki içinde ilişkiler çokluğuna
ve çoğulun yerelliğine gönderme yapmaksızın politikayı oluşturan şeydir. 98
Carl
Schmitt’in ardından söylenmiş bir şey olan, teolojikpolitikin “laikleşme”si
aldatıcı bir motiftir. Çünkü, eğer “modern devlet teorisinin bütün anlamlı
kavramları laikleşmiş teolojik kavramlardır”99 sözü doğruysa, bu
sözün “bir de”si olduğu daha az doğru değildir, aynı anda, Devletten,
yalnızca kendi laikleşme teorisine uygun olarak herhangi bir durumdaki
Devletten çıkmak için, ilkesel olarak, teolojikpolitikten çıkmaya
çalışılmalıdır. Bir kez daha, bu çıkış özün hakikatindeki oluş randevusunu -tamamlama
ve adım atmanın ötesinde kendi- sonu anlamında, “felsefenin sonu”ndan başka bir
şey değildir. Eğer Schmitt “metafizik imgenin, kendi politik örgütlenme biçimi
olarak temellük edilmiş olmakla, dolaysız bir biçimde anlaşılan bir dünyayla, aynı
yapıda olan belirli bir dünya oluşturma devresinin...... bir devrin en yoğun ve
apaçık ifade eden metafiziği olduğunu”100onaylamakta haklıysa, her
şeye rağmen, o, çağımızın yani, özün ve duyu niteliğindeki varoluşun
yapısökümünün metafiziği denebilecek yirminci yüzyıl -en azından biz eğer
fiilen “otuzların” yerine yeni bir şey koymaktan söz ediyorsak- başlangıcındaki
metafiziğin genişlemesini takdir eden bir konumda değildi. Yüzeysel olduğu
kadar bu formül basittir de, ve elbette başka bir jeste, “üsluba” ve praksise
dikkati çeken bir katalog olduğu kadarıyla, problemleri özetlemekten öte bir
şey değildir. Fakat, henüz özün metafiziğinden ayrı durmaya çalışan kendi
teorik vizyonlarına dair bir biçim almamış olmalarına, ve bu yüzden ilkesel
duramamalarına -çünkü kendini görünür kılan şey sadece bir kez geçmiş haline gelen
ve gelmiş olandır- rağmen -“yaşam tarzı” ve “varoluş üslubu” gibi-, her zaman
bu praksis ve “üslup” arasındayız
Bununla
birlikte, eskinin kalıcılığı ve yeni bulunanın saflığı arasında alternatif
olması bakımından yanlıştır (ve bizzat ‘teolojik’), bu yüzden
‘teolojikpolitik’in ‘son’u, kendi içselliğinin dışından ve geçmişinin dışından
gelir. Hıristiyan teolojisinde kendi kendisinin yapısını sökerek
başlayan bu büyük ve tek geçmiş aracılığıyla gitmek gerekir. Bir an için, şu
belirtilerin izini sürelim: Schmitt’in ‘teolojik kavramların politikleşmesi’102
nin ve bir katalog ortaya koymasının ötesinde onun kendi bilgi ve teorisinin,
politikanın ilkesine değil, fakat ‘politik hayvan’ın arkaik-kuruluşu
niteliğindeki toplumsal düğümü-karmaşayı bağlayan, oluşan statü içinde
politika doğrultusunda tümüyle farklı bir şeye yöneldiğini belirttiği gibi,
Rousseau da aynı anda “kayda değer” bir örneği temsil eder. Bu bağlamda,
sözleşmeye giren özne-partilerini varsayan, sözleşme modeli yetersiz kalır -yani,
kısır, yoksul kalır-. Bu arada, sadece, kendi duyusu bu partilerin kendilerini
oluşturur. Sadece onun duyusunu -(düğümü) bağlamış olarak değil ve daima
bağlı da değil-, düşünmektir. Başka bir deyişle, ortaklık-içinde duyuyu
düşünmek ne ortak bir öznenin hakikati olarak ne de “tikel” duyular üstünde
üstünlük taslayan “genel” bir duyu olarak değil, fakat tersine, sayısız tikel
her tür ‘duyu öznesi’nin içerideliğinin dışında herhangi bir ‘genel’ duyunun
yokluğu olarak düşünmektir. Rousseau’nun Egemenliği ‘laikleştirdiği’ kadarıyla,
o hala kendi tarihimiz olan tarihi işitmediği bir yöne açmakla, duyusunu
ertelemekle hakikatin vitesini küçültür. Bu artık ‘laik hale gelme’ değildir,
‘dünyevi hale gelme’dir, yani, egemenliğin varoluş, yalın varoluş içindeki
ikametidir.
Bu
noktada, Schimitt’ci “karar” basitçe
elenmiş olmaz. “laik hale gelme” ile ilgili olarak, kararın gerekliliği, -yani her
şeyden önce eylem içinde bir varoluşu olmayan devletin ve hukukun Öznesini
saptamanın imkansızlığı- sadece diktatörlüğe başvurdurabilir. Karar varoluş
bakımındandır, ve varoluş yalnızca bir ya da iki için değil çok için meydana
geldiği ölçüde, ortaklık içindekinin belirli bir içi olarak kendi
kararıdır. Hangi karar? Karar tamamen hakkında karar vermeye sahip olduğumuz
şeyin içinde içerilidir, dünyamız içinde ve yüzünden, ve böylece, her şeyden
önce, “biz” hakkındaki karar, “biz” olan, kendimize biz adı verilen ve bizim “biz” diyebildiğimiz hakkındadır.
Politika II
Günümüzün politik zorunlulukları deyiminin
en azından farkına nasıl varmaya çalışılır? İlk adımda, günümüzü kendisiyle
kaplamış, örgütleyen, tatmin eden ve tüketen bir politik mekanı,
kendine-yeterlik duyusunun mekanı olarak karakterize edeceğim bir mekanı, dört
terimin -özne, yurttaş, egemenlik, topluluk- nasıl birleştirdiğinden söz
edeceğim. İkinci adımda, ‘toplumsal bağ’ın, belki de bu bağla bağlı
olmamayla her zaman eşanlamlı olan kendine yeterlikten başka bir şey açısından
nasıl kavranacağını, -çünkü, her zaman, bir bağ olarak verili olan, sevgi ya da
nefret, hukuk ya da zorun her zaman bağlamış olduğu daima varsayılır-
kendime soracağım. Her zaman bağlı olmak olarak bu bağ nasıl düşünülür?
Yani, önceden varsayılan bir düğüme (knot) duyu atfetme yerine, kendi duyusunu düğüme
[(k)not] nasıl bağlar?
özne, yurttaş, egemenlik, topluluk
Özne (en azından, kendi felsefi ve metafizik
kavramına göre anlaşılırsa “özne”) bir yurttaş değildir. Özne ve yurttaş
topluluk kurumunu ve egemenliği talep eden iki duruşu temsil eder. Bu iki
terim, sırayla, birlikte ya da ayrı ayrı, duyunun mutlak kuruluşu ya da meydana
gelişinden başka hiçbir şey önermeyen saf biçimsel nosyonlar olarak ele alınır.
Yurttaşın ya da öznenin duruşundan bakıldığında, sabitlenmiş duyu biçimi
içinde, hangi biçim bütün politik mekânımızın iki kutbudur? (burada bir kez ve
öncelikle altını çizdiğim şey, bunun sadece ikili bir kutupsallık sorunu
olduğudur: ne özne politikasının ne de yurttaş politikasının asla saf bir
örneği yoktur.)
Özne, her şeyden önce, kendi’dir yani,
birliğin gücüyle kendi tekliğini inşa eden biri olma yoluyla sürekli geri dönendir, yurttaş ise her
şeyden önce, biri, kimileri, herkes’tir. Yurttaşlık sayısız teklikten
oluşur, öznelik kimlikleştirci birlikten oluşur. Bu kentin temsil edilişidir (şunu
vurgulamak gerekir ki, ikililik asla bir yer olması bakımından ele alınmaz
fakat iki kutbumuzun birini yansıtan bir figür olarak ele alınır) çünkü her
şeyden önce, bir kamu mekanı olarak, ya da kamu mekanı niteliğine haiz olarak
ve bir yurttaş mekanı olarak, yani, ne bir bölge, ne bir alan ne de bir insanlar
adası değil fakat bir ağ düzenlemesi olarak, bir mübadele, bir paylaşma,
çokluğun bir kez üst belirlendiği ve mobilize olduğu yerelleşme olarak, bu
mekanda yurttaş kendi yerini ve dolaşımını kazanır.
Yurttaş özellikle, bu mekanı işgal eden,
kat eden biri, onun dışsallığını paylaşmak suretiyle onunla tanımlanan biridir.
Yurttaşlık bir ya da daha çok roller, bir ya da daha çok prosedürler, kendini
taşıyan bir yürüyüş yoludur. Bu şekilde, yurttaş hakların, yükümlülüklerin,
saygınlıklar ve erdemlerin hareketli bir karmaşasıdır. Bunlar yalnızca kentin
kurumlarından başka bir amacın ya da temelin gerçekleşmesi ile ilgili değildir.
Bu anlamda, yurttaş, yurttaşlık işaret ve işlevlerini yurttaş takipçilerle
paylaşmaktan başka bir şey değildir ve bu ‘paylaşım’ onun varlığını bütünüyle
ifade eder. Bu, “özel alan” olarak belirlediğimiz ya da “ulus” olarak
adlandırdığımız şeyle ilişkisini kurmadan içeride olmaktan tamamen mahrum olan içe-kendine yönelikliğin (autos), Grek kentinin (aynı zamanda
belirli bir yaygınlıkla Roma kentinin) kendinde
erekselliğinin (autoteleological)
mükemmel olarak görünüşüdür. Bu itibarla, kent derin bir duyuya sahip değildir:
o kendi kurumlarından başkasını anlamlandırmamakla ilgilidir, başka “kimliği”,
“misyonu” ya da genişleme ya da fetihle oluşan “kaderi” dışında sadece kentin
konturlarının minimal bir anlamı vardır. Kentin ortaklık-içindeliği her birinin
diğerinin patikasını kesen yurttaşların mekânından başka bir kimlik taşımaz ve
kent yurttaşların ilişkilerinin dışsallığından başka bir birlik taşımaz.
Belirli bir anlamda, kendi saf kavramına göre yurttaşlık daima neredeyse
“dünya” yurttaşlığıdır.
(Geçerken belirtelim, Grek felsefesinin bu
kent için referansı Platon’dan çok stoiklerden sonra Aristoteles olmuştur,
Platon diğer kutup, özne için bir referans olmuştur.)
Böylece Fransız devriminin “yurttaşı”, kendini
-ve ‘Fransa’yı ya da ‘Cumhuriyeti’- uluslararası, Avrupalı, yani kozmopolit bir
boyuta sahip olarak düşünmek için iyi bir nedene sahip olmuştur. Bu, belli bir
noktaya dek Rousseau’nun ve onun ardından tamamen ‘sözleşme’ geleneğinin
mirasıydı. Çünkü, sözleşmenin nedenleri ve etkileri üzerine çeşitli teoriler
arasındaki bütün önemli farkların ötesinde, kendi kurumlarından başka herhangi
bir anlama dayanmayan ve tümüyle resmi kurumlara ait olan realitas’ın
bir res’i olarak res publica düşüncesi bu gelenekte
görülmektedir. “ulus” ya da “anavatan” gibi izlekler, aslında büyük Avrupa
monarşilerinden gelir.
Bunun sonucu kentin, din talebini, yani
duyunun öznel temellükü talebini suçlayarak, yerine Periklesten, Robespiyere
kadar sürekli başarısız olan, “uygar bir din” önermesinin riski, ilke olarak alt-ya
da üst kentli katmanlara uzak bir din dayatmaktır. Böyle yapmakla kent, Hegel’in,
Rousseau’ya “onun mutlak otorite ve görkemini, kendisi için ve kendinde varolan
kutsallığını imha ettiği” için sitem ederken nitelediği ‘ideasız soyutlama’
gibi, gerçekte soyut ve savunulamaz olan bir ihanet içindedir.116
Öte yandan bir özne politikası -bu konuya
geri geleceğiz- daima dinsel bir politikadır. Bu, tam da 1789’un ‘teolojikpolitik’
ile kopuşu sağladığı zaman kesinleşmiş olmalıdır. Çünkü burada aslında (belki
de içinden çıkılmayacak bir şekilde) birbirine giren iki kopuş vardır: biri, (aşağıda
tartışacağımız verili ilave koşullarla) artık hiç teolojik olmayan bir mekan
olarak kente (demokrasiye) yol açar, ve diğeri ‘kutsal’ teoloji yerine “halk”,
“tarih” ve “insanlığın” laikleştirdiği ya da tercihe göre romantikleştirdiği
bir teolojinin olduğu yerde (ulus-devlet’de) modern özne politikasına yol açar.
Hatta Rousseau’da halk sözcüğü
gerçekte herşeye rağmen, kendini bir özneye dönüştüren ya da özne kutbuyla
ilişki içine giren yurttaşa bir dönüşü işaret eder. Özne,
genelde, Hegel tarafından ifade edildiği gibi, kendi yapısal ve genetik yasasına
uygun olarak, kendi olumsuzluğunu kendi içinde taşır. Bu, aslında “kendi” ve
“kendinde-oluş”u (örneğin, olmak, ilişki, boşluk) kuran olumsuzluğu temellük
etmek ve birleştirmektir. Böylece, politik özne
-ya da Özne’ye uygun olarak politika-
(kuşkusuz karşılıklı olarak kentin, öznenin içselliğini parça parça
yansıtmasına dayanan) kentin kurucu dışsallığının temellüküne dayanır. Çünkü
kent mekanı, kendi ilkesi ya da amacı gibi, önce- ya da sonra bir aslilik ve
kimlik varsayar. Bu kimlik ve asliyet
organik bir düzenleme içinde “halk” ya da “ulus” biçimini, ya da mülkiyet ya da
üretim biçimlerini alabilir. Ve bu kendi ön-varsayımı (şöyle denmeli: kendiyi
kuran bu önvarsayım), bir figür, isim ya da mit içinde kimliği
kristalize eder. Politika bu öznenin tarihinin, kaderinin ve misyonunun
yönetimi haline gelir. Politika bir duyunun, mutlak bir duyunun ilanı ve açığa
çıkışı haline gelir. Bu andan itibaren, temellük edilmiş bilgi olarak duyunun
randevusu dinledir117
Böylece, yurttaş kendini duyu noktasında,
duyunun sunumu (temsili) noktasında, özne içinde kurar. Yurttaş topluluğun ona bir içeridelik verdiği noktada,
ve egemenliğin, ‘sözleşmenin’ biçimsel
kendinde erekliliğini, ya da bizzat yargılama hakkı içinde ikametini artık
içermediği fakat aynı zamanda bir özü ifade ettiği noktada, özne haline gelir,
(ve gerçekten de, teolojikpolitik özsellik bağlamında, tarih egemenlik
kavramını ürettiğinde de durum buydu). Karşılık olarak da özne kendini, öznel
özselliği “sergileyen” uygar bir mekan olarak içinde kendini dışa vurma
eğiliminde olan özü ifade ettiği noktada, yurttaşta bulur. Gerçek cumhuriyet
düşüncesi kendi son derece kırılgan dengesi içinde bu karşılıklılık noktasını
temsil eder.
Topluluk ve egemenlik, aynı zamanda
kuşkusuz Batı Politikasının bütün biçimlerini kesen böyle bir ara yoldadır. (Eğer
biri “imparatorluk” biçimi ile ilgilenirse burada iki ayrıtürden
belirleyicinin, her biri diğerinin payandası olan “yurttaşlık” ve “öznellik”-ya
da çoklu “öznellikler”in- bileşimini en iyi şekilde bildiren bir ifadeden başka
hiçbir şey bulamaz). Bu can alıcı pozisyondaki iki terim, egemenlik ve topluluk,
kuşkusuz temellük edilebilen içsellik ve temellük edilemeyen dışsallık
arasındaki duyuya aldırmadan Batı’da söz konusu olan her şeyi temsil eder.
Bir yandan, topluluk tekilliklerine uygun
aralıklara bölünebilir, bu kendinde bölünme aslında temellük edilemezdir.
Bölünme ya da aralık, kaynak ya da ilkenin kendindedir. Öte yandan topluluk,
kendini bu bölünme içinde bulan ve tanıyan özne haline gelen, ve böylece ona
kendi tözünü (diyelim, baba ve anne tözünü ya da kardeş tözünü: başka yerde “kardeşlik” izleğine geri
döneceğim) veren kendi olumsuzluğunu temellük etmiş bir bölünmenin içselliği
olabilir.
Bundan dolayı, empirik-ötesi veya şansa bağlı-zorunlu (aleatory-necessary) egemenlik, ya eninde sonunda kendi kurumları ve kararları yararına, belli bir kentin “kentliliği”nin kusursuzluğu (ne plus ultra’sı) olarak filanca kentin hukukunu belirleyen sınırlamadan başka bir şey olamaz, ya da bu kusursuzluk hariç onu kuran kendi olumsuzluğunu temellük edebilir ve böylece, kendini ifade eden üstünlüğünün tözünü kendinde-oluşturan olarak, kendini temsil edebilir.
Bundan dolayı, empirik-ötesi veya şansa bağlı-zorunlu (aleatory-necessary) egemenlik, ya eninde sonunda kendi kurumları ve kararları yararına, belli bir kentin “kentliliği”nin kusursuzluğu (ne plus ultra’sı) olarak filanca kentin hukukunu belirleyen sınırlamadan başka bir şey olamaz, ya da bu kusursuzluk hariç onu kuran kendi olumsuzluğunu temellük edebilir ve böylece, kendini ifade eden üstünlüğünün tözünü kendinde-oluşturan olarak, kendini temsil edebilir.
Başka deyişle, egemenlik ve topluluk sadece
paylaşılan bir yargılama hakkı alanının krokisi olabilirler, ya da kendilerini
kökensel bir meşruluğun öznesi olarak tanımlarlar. Birinci durumda, -“Egemenlik HİÇTİR” düşüncesi içinde
kendini tüketen Georges Bataille’in formülünü bir kez daha tekrarlarsak-
egemenlik ve topluluk hiçbir şey olmaya eğilimlidir. “Aslında hiçbir şey”
mutlak olarak res publica’nın oluşu
değildir ve oluşa sahip değildir. İkinci durumda onlar yalnızca bir şey değil
fakat kişinin (“bilinç” ya da “tin” olmak koşuluyla bu kişi, halk, lider, anavatan,
sınıf ya da bir birey olsun ya da olmasın) kendi tözünün kendine yönelik
erekliliği içinde etkin olan bir öznenin res
cogitans’ıdırlar.
Fakat politik kararın bu “hiçbir şey” ve bu
“her şey” arasında bir seçim olup olmadığı belli değildir: daha çok, bu iki
seçenek özel bir dayanışma ya da suç ortaklığı içinde değilse kendine iyi bir
neden aramak durumundadır.
Gerçekten de kişi kentin “saf” bir
krokisini tanımlamaktan kaçınabilir mi? Bunun sonucu olarak, bir özne içinde
yurttaşa dönmekten -figürleşmemiş ve tözselleşmemiş olsa bile- (fakat belki de
bu yüzden, kendi olumsuzluğunun temellükü tamamen sinsicedir) kaçınabilir mi? Ve
biri topluluğun kimlik tanımlayıcı tözü olan “şey”, res publica’nın
yapımından kaçınabilir mi? Bütün tarihimiz bunun mümkün olmadığının -ya da ya onun
saflığını sürdürme çabasının- yanıtı gibidir: totaliter özne intihar etmekten
kurtulur, fakat demokrasi de, kimlikleşmeksizin kendi demos’u ya da kratein’i olmaktan çıkar.
Tam da bu uğrakta, politik öznellik
kuşkusuz büyük ölçüde çözüldüğünde ve varolan egemenlikten ayrıldığında, asıl
varışı, ya da herhangi bir durumda neredeyse evrensel olarak arzulanan varışı,
(Avrupa’da başlayan) dünya yurttaşlığını, ve bununla birlikte “Pazar
demokrasisi” denen (bizzat paylaşımsız ya da ayrımsız) zafere tekabül eden riskleri
öğrenme sürecinde değil miyiz?
Bu en azından, görüldüğü kadarıyla, yurttaşlığın
içeride olmadan sürdürülemeyeceği, ve kesinlikle (Marksist eleştiriden kalan
eski bir sözcük..) “biçimsel” kalan dışsallığından kalanlar hariç, kendi
şeklini ve bölgesini ciddi biçimde kısıtlamadan sürdürülemeyeceği ve adaletsizlik
ve aşırı eşitsizliğin hoş görüleceği anlamına gelir. Kendinde erekliliğin bütün
boşluğu içinde, temelsiz (öznesiz) olarak genel kabul gören hukuku temellük
yokluğu, “sermaye”nin yani özneden arta kalan hukukun silip süpürdüğü ya da
temellük ettiği sonsuzluğa açılır, üstelik artık hukuktan başka bir özne de
yoktur, saf olumsuzluğun saf temellükünün sözde boş öznesi (diyalektik süreç
butcher’in dükkanı haline gelir: sözde ‘tarihin sonu’). Sonunda, sorun, burada
ele alamadığımız emek ve tekné sorunu -duyu sorunu- olarak belirir.
Bunu
söylerken, bu sorunların bu yüzyılın birinci çeyreğinde zaten ortaya çıktığından
ve bir çok açıdan da totalitarizmlerin bunlara yanıt aradıklarından habersiz
değilim. Tam da bu nedenle, bir çok entelektüel kendisini ayartılmış buldu.
Burada bu noktanın detayları üzerinde durmak istemiyorum. Fakat bu yanıltıcı ve
yanlış yanıtların onlara yöneltilen soruları ortadan kaldırmadıklarını kabul
etmek önemlidir.
-öznenin
“hiçliği” olarak, saf yurttaşlık olarak,- Demokrasi, bir yandan (kuşku yok kaygılanmadan
mümkün olmayan, devletin öznelliği basitçe asimile edebildiği varsayımıyla) devlete-karşı-veya-devletsiz-politika
hayaliyle kendini tüketmeye, öte yandan, dinsel temellük ve totaliter baskıdan
tek taraflı olarak vazgeçen kimliklere (genelde, devlet, ulus, halk figürlerine)
mahkum mudur? Ya da başka bir konuya geçersek, çok incelikli bir biçimde, bu
çatışkının çözülüşünde, “sermaye”nin kendi küresel figürü ve mantığı olacak bir
temellükün, güçlü olduğu kadar boş da olan bu temellükün mutlak öznesi, özne-nin-hiç-liği
haline mi gelir?
Bu
figür
dünyayı kesebilir (kat edebilir), kendi kimliğini temsil edebilir ve biçimlendirebilir
mi? “Dünya” -tamamen temsilin son-suzluğu değil midir? Fakat mevcut, burada’dan
nasıl ayırt edilir? Gelen nedir’in geleni
hızla nasıl yakalanır?
Bu
gerilim yurttaş ve özne arasında, birinin topluluğu ve ötekinin topluluğu
arasında, egemenlik ve kendisi arasında, aşırı bir gerginlik oluşturur. Bu,
bütün bunlara bir son verme çabamızın karşısında olduğu kadar, bütün
devrimlerimize ve bütün toplumsal sözleşmelere karşı da genişler. Batı’daki
anlamda politik aygıtlara karşı da genişler: fakat Batı’daki anlam aynı anda
politik olmayan olamaz. O, bu anlamın yani, aşırı bir gevşeme içinde bile
kendini çözen (ortadan kaldıran) aşırı bir gerilim içinde, tam da şişirilmesi
ya da diyalektiği -şişirme esnasında çözülen diyalektik- olur. Artık hiçbir
özne yoktur, fakat yurttaş da yoktur. Artık hiçbir kendine dönüş yoktur, fakat
sonlu olandan pay alan da yoktur. Hiç fakat kötü sonluluk ve kötü sonsuzluk:
bunlar aynı şeydir, bağların ve mekânların aynı kendiliğinden yokluğu.
Artık
hiçbir proje yoktur, fakat hukuk da yoktur. İnsanlar çok fazla gürültü
çıkarırlar biri hakkında ve sonra öteki hakkında, fakat tüm bu yakarışlar
teolojik kalır: hiçbir şeye ya da her
şeye yakarırlar -aksi halde, “otuzlar” mümkün olmazdı.
düğüm [(K)not]. bağlama. konuşmanın yakalanması
Problemi
özne ve yurttaş arasında bir seçim açısından koymak, eğer bu seçim öznenin
şiddetini temellük etme ve yurttaşın soyut mekansallığı arasında bir
dengelemeyse, imkansızdır. Ya da (Nazi mitine göre Aryan-Yahudi çifti gibi) üst
kimlik ve alt kimlik arasında. Mutlak olarak tatmin edilen duyu ve mutlak
olarak dışarı atılan duyu arasında. Arzu (kendi yokluğu ile dolu) ve hakikat
(kendi doluluğunun boşluğu) arasında. Çünkü bu artık bir seçim olamaz. Son
çözümlemede, her iki durumda da iş başında olan, aynı kendine yeterlik varsayımıdır.
Politik
canlanmanın iki aşırılığı olarak, öznellik ve yurttaşlık, tekil bir kendine
yeterlik şemasının iki yorumu ve konfigürasyonu haline gelir. Bu şemanın kendisi
kavram yanıyla, egemenliğe, sezgi yanıyla topluluğa tekabül eder. Şu ya da bu
şekilde, bu dört terimin bütün olanaklı bileşimleri ve kipleşmeleri,
politikanın aslında zaman içinde kendi gerçek idesine -ve özellikle de bu
“gerçek ide” “sağ” ve “sol” politikalar arasında bir ayrım yapmaya izin vermez-
sahip olur gibi göründüğü noktada, kendine yeterlik ideali ya da endeksi
etrafında döner. Bu idenin -sağ ve sol- çeşitli kanatları vardır. “Sağ” ve
“sol” -bu tekil empirik-aşkın uyum başka bir şey anlamına gelmelidir. Onun duyusu
henüz yeteri kadar belirlenememiştir.
Kendine
yeterliğin iki kutbu arasında seçim yapma olasılığı yoktur, ne de varsayımsal
bir mutlu aracı seçme olasılığı vardır: hümanizmin daha “sosyal” ya da daha
hukuksal farklı çeşitlerine göre, şimdi kimlik ve şimdi hukuk, az ya da çok
görülür olarak ikincisi her zaman gözden çıkarılır. Her iki alternatif de bundan
böyle savunmasızdır, ve bu alternatiflerle “insanlar”, yükümlülükten kaçma ya
da vazgeçiş yoluyla kendine yeterliliğin nihai figürü olarak çaresizdirler. Az
çok “hıristiyanca” az çok “toplumsal” olarak anlaşılan demokrasi korkuluğu
artık politikanın bir önerisi olamaz. Geriye kalan için, “Hıristiyan” ya da
“toplumsal” övgü ya da yergi artık birbirinden ayrılmaz. Onlar demokrasinin
Ötekiyle yalnız olumsuz ilişkisinde, sadece varsayılan ortak farklılıklarına yerleşirler.
Sosyal demokrasi yeri Hıristiyan bir cennette yenilmez kalan “değerler” dışında
bir “figür” değildir. Fakat dünyada, sadece sermayenin yeterliliği, sınırsız “kendini-koruma”
ve “kendini-değerleme”si vardır.118
Bir
kendine yetmezlik politikası aracılığıyla düşünülebilir mi? Yani, birinin
söylemek isteyeceği gibi, bağımsız ya da karşılıklı bağımlı, yaderk (heteronomous)
ya da yaderkci bir politika aracılığıyla? Farklı kendine yeterlik figürleri
içinde bazen o, kendini kendine yeterli kılan toplumsal bir bağdır, bazen de, toplumsal
bağın geçiş yolları arasındaki birimler ya da terimlerdir. Her iki durumda da,
bağ artık bir bağ oluşturmaz, o bazen kaynaşarak erimeyle bazen de püskürerek
parçalanmayla çözülür.
Bu
yüzden o, aslında (anlamındaki praksise
yönelikliğin ayırt edilemediği) bir düğüm [(K)not] düşüncesine yönelmenin
nedenidir. Can alıcı bir noktayı oluşturan şey, öznelliğin aşırı duyusunun ve
demokrasinin boş hakikatinin yerinin, düğümün bağlanmasıdır.119
Düğüm
(K)not: ne içselliği ne de dışsallığı içeren, fakat, bağlanmış olan
içinde, durmaksızın iç tarafı dış tarafa
geçirir, -çekişme ve entrika, yüzleşme ve anlaşma, ihtiyaç ve arzu, baskı ve
yükümlülük, aşk ve uyrukluk, görkem ve acıma, çıkar ve çıkardışılık vb. zinciri,
biri diğeri içine (ya da yoluyla), dıştan içe, içten dışa, kendine
tekrar dönmeden durmadan kendine geri döner. Düğümün bağlanması hiçtir, res-olmayan,
hiçbir şey fakat aynı anda, yakın ve uzak, ilişen ve ilişmeyen, karmaşık,
çapraşık ve bulanık olduğu varsayılan ilişki-içine-yerleşendir.
Gerçekte, bu yaderk gerçeklik (heteronom realitas), bu ayırıcı bağlama, sözleşme motifini hem ima eder hem de aynı
anda gizler. Bütün sorun sonuç olarak sözleşme -düğümü bağlama- düşüncesini hukuksalticari
modelden başka bir modele göre yönetip yönetemeyeceğimizdir (aslında bağın her
zaman tesis edilmiş -kendini her zaman bir özne olarak önceden varsaymış-
bir bağ olduğu varsayılır: bu toplum sözleşmesinin katı aporiası ya da
dipsiz temelidir). Başka bir modele göre ya da belki de modelsizliğe göre
toplumsal bir bağ düşünmek. Onun eylemini düşünmek, tesis etmek, ve bağlamak. (aşağıda tartışılan konu budur çn.)
Böyle
sonuçsuz -belki de aynı anda teatral bir model ya da temeli ne trajik, ne komik
ne de dramatik olabilen tiyatrosuz bir politika ima eden- bir politika; her
biri ile, her biri üzerinde, ve her biri aracılığıyla, düğümleri zincirlemekten
başka bir sonu olmadan, karşılıklı bağımlılık ve karşılıklı bağlantılarından
başka her hangi bir yapı olmadan, ve kendine yeterlik düğümlerinin bütünlüğü
(çünkü orada “bütünlük” sadece kendini zincire vurmaktır) ya da herhangi bir
tek düğüm atma olanağı olmadan, tekillikleri sürekli bağlı tutan bir politika,
talep edilmektedir.
Böyle
bir politika her şeyden önce, tekilliğin sadece, bir tekilliğin kendini diğer
tekilliklerle bağladığı yerde var olduğuna tanıklığı içerir, fakat, saf olarak
bağlı ya da bağsız hiçbir yer, bir nihayet olmadan tekrar yakalandığı, yeniden
biçimlendiği, ve yeniden bağlandığı yer dışında bir bağ yoktur. Hiçbir yerde
temellenmeyen, hiçbir yere yönelmeyen, daima duyudan genç ve hukuktan eski.
Politika bundan böyle ne bir töz olacak ne de bir biçim, fakat, her şeyden önce
bir jest: gerçek bir bağlama ve birbirine zincirleme jesti, birimleri
(bireyler, gruplar, uluslar ya da halklar) her zaman bağlayan, düğümün
birliğinden başka birliğe sahip olmayan, ötekine bağlanma (zincirlenme),
birbirine bağlama (zincirleme) her zaman dünya çapındadır, birbirine
bağlanmaktan başka birliği olmayan dünya çapında. Bu Politika tamamen bağlama
olarak bir varlık ontolojisi gerektirir, belki de bu tam olarak bütün
ontolojinin aslında, kendinden başka bir şeyle ilgilenme aşırılığıdır. Bu
aşırılığa ulaşamadığımız sürece, teolojikpolitik alanı yerinden edemeyiz.
Geriye, Rousseau’nun en karşı-“Rousseau”cu, en kararlı biçimde işaret ettiği şeye,
en azından toplum sözleşmesi vurgusuna -“sivil devlet”in sadece insanlığın orijinal
ve uygun devleti olduğu vurgusuna-120
dair her şeyin düşünülmüş olduğunu söylemek kalır.
Henüz,
bu “özne/yurttaş/egemenlik/topluluk” dörtlüsü basitçe terk edilmek durumunda değildir. Daha çok, gerilimlerini
bastırmayan fakat, “sağ” ve “sol” arasındaki karşıtlıkla belirtmeye alışkın
olduğumuz bağlantı yerlerini değiştiren öteki bileşimlere karşı kullanılacak
başka bir belirleme yapmakla oyunun yeri değişmeli. (elbette, eğer bu pozisyon
teolojik politikin ötesinde kararlı bir aşırılık oyunu içine yerleşmezse,
boşuna ortaya atılmış olur. Bu teolojik dikeyliğin yerini alması gereken aşırılığın
yatay yer değişiminin gerilimidir. Çünkü ikincisi öncekinin kendisini açmasını
engeller).
Bu
ek belirleme duyu adına bir talepten ya da bir anlamın koyutlanmasından
yükselmez. O politik bir üretim duyusu oluşturmaz, tersine, özne/yurttaş
kutuplaşmasını oluşturur. Bunun sonucu olarak,
bazen kendi duyusunu, bazen saf bir mekanı temsil etme göreviyle dolan
başka bir dünya olarak politika kurumlaşmaz. Politika sadece, bu dünyanın
yüzeyi boyunca, -bir duyu ve bir son yaratmak
için yorumlama araçları hala dönüştürülse bile, artık dönüştürme ya da
yorumlama konusu olmayan dünyamızın yüzeyi boyunca, belki herhangi bir
küresel ya da sonul anlama sahip olmadan, (ayrıca her hangi bir küresel ya
da son durumdan habersiz), kendini
bağlamaktan başka bir anlam taşımayan bir “duyu”ya sahip olmadan-
kendini zincirleyen, bağlayan ve deveran eden duyunun varlığı yoluyla ortağa bağlanmanın özgül kararlılığıdır.
Birbirine
geçme, birbirine aktarma olarak her birini, düğümlemenin başka bir ifadesi tekil
birbirine geçmeyi düğümleme politikası, ve biri
(bir halk, ülke, kişi vb.) olarak fakat sadece birbirine bağlanma gereğince biri olan biri olarak, her düğümleme politikası: ne bir tözün ‘biri’idir
ne de saf bir dağılıma atfen bir ‘biri’dir. Fakat bir düğüm nedir? Birliğin
türü nedir ve beraberliğin türü nedir? Onun kendiliğinin (özgülüğünün) kipi nedir?
Ya da hangi anlamda bir bağ, bir düğüm, bütünüyle kendiliktir? Birinin belirli
bir materyalin eklenmesiyle tali değil artık aslen bir eşyadan oluşan dokuma olarak nitelendirmediği, Platoncu politika
sanatı ve dokuma sanatını karşılaştırsak ne olurdu? Ya da daha önce de
kullandığım bir terimi kullanacak olursak, birlikte belirmenin (comparution) tüm
"belirmelerden" üstün olduğunu varsayacak olsak ne olurdu?
Bir
arzu ve duyu araştırması olarak değil, fakat birinden birine duyunun sonsuz sabitlenmesi
olarak politika ya da duyunun -sonuçta
özne ya da kentin kendine yeterliliğinden tamamen vazgeçerek, ne öznenin ne de
kentin egemenliği temellük etmesine ve sadece bu sonsuz bağlanabilenlerin
topluluğuna izin veren bir politika.
Kendine
yeterlik şemasıyla bulanık bir biçimde karışmış olmakla beraber, “sol”un
çeşitli figürleri içinde, bu politika kendini, Rousseau’dan Marks’a ve
barikatlardan örgütlere kadar çapraşık bir şekilde aramıştır. Sol bu şemayla
her zaman karışmış haldeydi, çünkü o asla teolojikpolitikin talepleri ve
beklentilerinden anlamlı bir biçimde kopmamıştı. Yine de, ne temelin (ya da
kadim-öznelliğin) dışında ne de meşruiyetin (ya da kadim-yurttaşlığın) dışında, her tekil bağda, tekilliklerin bütün
bağlarında müştereken bizzat ‘yasal mekanı’ terk mecburiyeti olarak,
kıyaslanamaz, devredilemez hak olmadan ve temel olmadan ortaya çıkan
zorunluluğun zorladığı ölçüde “solcu” kendini bu şemadan her zaman açık biçimde
ayırmıştır.
“Yasa” ve “proje” her zaman kendilerini
yansıttıkları kadarıyla kendileridir.
Aradığımız
-ya da denebilirse, “bizi arayan”- şey, bir mekan ya da töze bağlamayan-dan çok
aslında böyle bir bağlama politikasıdır. Ve sonuç olarak, bir değnek demetini
bağlamayla kıyaslanamaz olanı bağlamayla ilgili olanı arıyoruz. O bağlamanın
yeniden bağlanan bir bağından daha az bir bağlamadır, bir ağ oluşturan bağla
çevrili olan daha az bir bağ. Ve en azından bir kez bu sözcüğü kullanmak
gerekirse: evet, o bir iletişim politikasıdır, fakat, Giorgio Agamben in
formülüne göre “her iletişimin, her şeyden öte, iletişim ortak olan bir şeyi
kapsayan değil fakat iletişilebilirliği kapsayandır”122 olduğu
yerde, bütün iletişimsel ideolojilerimizle karşıtlık içinde ele alınan bir
politikadır. Bunu sonucunda, duyu neyin iletişime dahil edildiği değil fakat
iletişimin varlığının iletişime dahil edilişidir.
Bu
politika her (sonlu) birimin ölçülemez boyutu ve sonsuzluğu
olarak bir bağ tesis etmeyi gerektirir. Bu itibarla, o iki özellik taşır.
O,
arzu, istek ya da talepten başka ya da daha çok sonsuzluğu gerektirir. O bir çağrıdır (davettir). Aslında herkesin tamamen
bozucu bir şiddeti vardır. (öznel ya da kentsel kipte) ağın totaliterliğini ve
fiili kapatmasını bozması bakımından herkes.
Topluluk ya da egemenliğin düzenini bozan ya da yerinden eden herkes. Böylece burada sözkonusu olan, duyu
düğümünü bağlayan olarak (yani varoluş olarak) mutlak ve koşulsuz bir
“herkes”in “eşitözgürlüğü” yoluyla, her şeyden çok, uzlaşmaz bir adaleti
tanımlama politikasıdır. Söz konusu olan, haklar ve özgürlüklerin eşit
dağılımından bütünüyle farklı bir şey değilse, orada tamamen biçimsel ve
uzlaşımsal bir adalet ilkesinden başka bir şey görmek uyarıcı olabilir: Gerçekten
de, “haklar” ve “özgürlükler”in ötesinde gerçek eşitliğin içerdiği şey, herhangi
bir anlam açısından ölçülemez olan mutlak ve tekil bir duyunun ölçüsüz ve
biricik belirişini oluşturur. Birilik oluşturan şeyin tamamı, gerçek bir
öyle olma gücü, kendini birliğin düğümüne bağlama gücü olmalıdır: bu elbette,
insan hakları meselesidir, fakat, her şeyden önce, duyu düğümlerini bağlayan insan varlığının
hakları olarak.
Bu
politika böylece adalet, eşitlik ve özgürlüğün ötesinde, ilave bir unsur
gerektirir. Belki de bu ilave unsura “kardeşlik” (fraternity) denebilir, eğer
kardeşliği, bütün bir hukuk ve ortak tözden sonra gelenden çok önce gelen, babasız
ya da annesiz olarak kavramak mümkün olursa. Ya da kardeşliği, ölçülemez ve
türetilemez hukuk olarak ve töz olarak kavramak mümkün olursa. Ve
şu terimlerle belirtmek gerekirse: “Baba”sızlık (ya da “anne”sizlik), henüz “Babanın
ölümü”nün bedeli olan bir kurban değil -fakat, daha çok, “daima-ölü-Baba” ve
onun ölüm krallığı (thanatocracy) figürünün çözülüşüdür. Bu Hukuk’un hukuku olur,
o gerçekte gelendir.123
Topluluğun
ve egemenliğin gerçek mekanı olarak saf
uzam ya da saf duyunun mekanına katılan ve bağlama eyleminden başka hiçbir şey
olmayan, her başka tekil duyuya tekil duyuyu zincirleme eylemi, üleştirme ve
beraberleştirme eylemi, aslında hiçbir anlam taşımaz, fakat her duyu (bir kez
daha, halk, ülke, kişi vb.) olayına bir yer açar.
Böylece
politika eğer düğümün, düğümü bağlamanın, ya da tekil duyunun karmaşıklığı ya
da deyimlerle dolu üslubu dediğimiz şeyin İdeası yoksa, bir İdeadan ortaya
çıkmaz. Teorik söylem, şiir, ve şarkı olduğu kadar, jest ve hatta sessizlik
boyunca ağlama, sızlama ve yakınmayı da içeren cümlede ya da taslakta sunulan
ya da ifade edilen, duyu etkilerinin zincirleme bağlanışının belli biri’ne
ve her birine geçişi ve ortaya çıkışı: bu olay konuşmanın yakalanması
(prise de parole) adını alacaktır. Bir
kere dilin içinde ve dilin ötesinde (ya da sadece dışında), fakat daima dilin
doğasında olan, dilin kendisinin yetersiz bağladığı şeye yanıt veren “başıboş
duyu emeği”ni124 içeren “tekil şifre çözücüler”in tümünü kapsayan
konuşma böyle yakalanır, kendine özgü ve ortak.
Aracılığıyla
düşünmeye ihtiyaç duyulan şey, o zaman, konuşmayı yakalama politikasıdır, çoklu Duyu tanımlama yarışı isteğinin değil, fakat
duyu oluşturan, yani, doğumdan ölüme ve yalnızca ve boşu boşuna, herkesin düğümleri
bağlaması: düğümün kendisi ne bir duyudur ne bir amaç, ne de bir özne, ancak,
her şeyden öte, ona “hukuk” demek uygun düşer. Bu tam da magazinlerde,
zamanımızın bizzat kışkırttığı çılgınlığın “anlamının araştırılması” denen şeyin
tam tersidir. O “duyunun başıboş emeği”dir. Ve rehavete düşmeden, gösterişli
grafiksel tekillikler ve Graffiti’nin
uçucu anlamları bu “başıboş emeğin” kayıt kiplerinden biri olarak okunabilir -bu
kuşkusuz, eksik ve çaresiz bir kip, fakat tam da bu yüzden çok daha zordur ve
emek ister- .
(Graffiti’nin
konuşması ya da 1968’lerin Fransız deyişi “duvarda konuşalım”ı hatırlamak, 1968’in
romantikleştirilmesine yol açtığı anlamına gelmez. Daha çok, sorun sonuç
olarak, bir yandan, 1968’de olanın politik romantikliğin yani, laikleşmiş
teolojik politiğin sonunun genel bir tekrarı olduğu, öte yandan, kendisi henüz saydam olmayan politikaya öteki
yaklaşımın ilk ilanı arasındaki ayrımı okumaya davettir.)
Fakat
konuşmanın yakalanması -aynı anda da konuşmaya yakalanmak- önceden en azından iki
tür koşul varsayar.
1.
Onun
sadece töz açısından düzenlenmiş değil, fakat enformasyon, eğitim, ve kültür
açısından da düzenlenmiş olan maddi anlamı verili olmalıdır. Eğer egemenlik ve
teolojikpolitik içinde halkının temiz bir yaşam sürmesine izin veren bir
yükümlülükse, ve eğer, insanın insan tarafından üretimi laikleşmiş bir teolojik
politik içindeyse, o bu üretimin anlamını temellük etmeye izin veren bir
yükümlülük üstlenir, bir teolojik olmayan politika -ya da sonsuz düğümleme-
alanına dönen bu yükümlülük, “duyunun başıboş emeğine” izin verir, yani, bütün
bir emeğe olduğu kadar, düşünce emeğine de. Karşılıklı dışlayıcılıktan uzakta
bu üç yükümlülük bugün ya da çok yakın bir gelecekte, gezegenin üçte ikisinde
birikerek etkili olacak ya da uygulanacaktır. Çünkü, gezegenin üçte ikisi için,
her nasıl olursa olsun düğümün çözümü gerçek bir olasılıktır. Eğer hasar
sürerse, söz konusu olacak tek şey düğümdür, gerçekte de o zaten söz konusudur.
2.
Konuşma
(tarafından) yakala(n)ma teolojikpolitik ya da romantik entelektüel ya da bir
“mesaj” (kendi içinde dolaşan duyunun hakikati yerine bir hakikatin duyusu
içinde bir duyu) ilan eden kahin modelinden serbestleşmiş olmalıdır, fakat aynı
anda da o başka bir modelden de arınmış olmalıdır, diyelim anlamın öznel
temellükü ve belirleyicisi olan psikososyolojik model: bu model, ne yazık ki farkedilir bir biçimde
etkilidir ve kendi derin gereksinimlerinin doğasına aykırı olarak, sık sık
psikoanalizin yorumlarına gönderme yapar (fakat nihai olarak gereksinilen,
uygarlığın mide bulandırıcı “kamusal” çaresizliğinin içselliği içinde “özel
mülkiyet” terapisinden çok başka bir politika değil midir?).
Tekil
duyu olaylarının bağlanması bu iki modelden değil, fakat konuşma eyleminin ardışıklığına
erişimden ortaya çıkar -ya da, daha çok, çünkü- bu ardışıklık tamamlanmamış,
sonsuz olarak yeniden biçimleyen, sonsuz olarak sözü kesen ve yeniden bağlayan olsa
bile, -ya da çünkü- konuşma eylemleri, dilin -kendi phatic işlevi denen- en
yalın işlevine doğru eğilimli olsa bile: iletişim kendi ilişkisinden başka
hiçbir anlam taşımayan bir ilişkinin korunmasıdır.
Trans. Jeffrey S. Librett.
Türkçe çev. hç.
Kaynak:
Jean-Luc
Nancy, (1997) the sense of the world,
translated and with a foreword By Jeffrey S. Librett. University of Minnesota Pres,
Minneapolis, London (pp. 88-93 / 103-117)
notlar
Politika
I
93. örneği Hegel’de fakat aynı zamanda, her ne kadar
Freud’de sadece libido yüceltmelerinin bulanık ‘kimlikleşmeleri’ne, politik
düzeydeki ikamelerini ekleme gereği duyduğu noktada ortaya çıksa da bir ölçüde
onda da görüldüğü gibi politikanın sevgi temelinde türetimi/yüceltimi boşa
çıkar. Elbette Freud’un onayladığı gibi ‘kültürel-süper ego’nun çalıştığı
‘psikolojik olmayan’ işleyişlerde ‘uygulaması imkansız bir buyruk’ olan
‘komşunu sev’ sorunu ortaya çıktığında ise kuşkusuz “sevgi”nin nihai olarak
Freud’de ve onunla birlikte Hıristiyanlarda tamamen farklı bir biçimde
anlaşılması gerekir. (Freud, Civilization
and Its Discontents, 90). Bu konuya geri dönmek gerekecek.
94.Jean-Luc Nancy “The Unsacrificeable’, trans,
Richard Livingston, Yale French Studies 79 (1991)
95. bkz. Jean-Luc Nancy ve Philippe Lacoue-Labarthe,
arasındaki “figür” tartışması, “Scéne” Nouvelle
revue de psyhanalyse 46 (1992). Bu tartışma başka yerde devam edecek.
96. yüzlerce
başkaları arasından biri, burada basit bir deyişle baş döndürücü politik saflık
ve muğlaklığı en iyi yansıtan yazarın iyi niyetinden bir an için kuşkulanmadan:
“sloganlar aracılığıyla yeni bir kolektifin düşü kurulabilir mi?” (Théos
Angelopoulos’un filmi Le pas suspendu de
la cigogne, 1991)
97. Daha doğrusu bu gerçekten de bize olmuştu ve
olmakta da devam ediyor. Fransa'da 1993'de Pierre Bérégovoy'un intiharının
açığa çıkardığı etki kayda değerdir. Kendi içinde bu jestin anlamı ne olursa
olsun Nedenin kaybı yoluyla imkansız hale gelmiş olan başka bir kurban yerine
geçen bir kurban (riski en az yorumlardan biri) olarak anlaşıldı. Böylece o
yalnızca acıklı bir kurban ve aynı anda politikaya geri dönüş ‘anlamı’na gelen
bir bahis, bir fikirdi…("Savaş, yasa, Egemenlik -tekne'de göstermeye çalıştığım gibi Amerika ve Avrupa için
"körfez savaşı" esnasında tekrar ortaya çıkan şey aynı kurban
anlayışıyla sözde-tam Egemenlik meselesiydi). Fakat, 'gerçekten 'bize olan şey
zaten yasın ötesindedir: yoksa yas nihai olarak melankolik birleşme ve onun
silüetleri olmaksızın etkin hale geliştir.
98. Etienne Balibar -eşitlik ve özgürlüğün
karşılıklı bağımlılığını "kendiliğinden bir politik sorun" olarak
gördüğü zaman- "hiç kimse
"yukarı'dan, hatta bu "yukarısı" bizzat yasa ve demokratik devlet bile olsa başkaları
tarafından özgürleştirilemez ya da kurtarılamaz"şeklinde anlaşılmaya
başlayan "tüm insanlığın haklarının genişletilmesi sürecinin demokratik
kısıtsızlığı"nı ve "her bir hakkın politik aktör ve özne haline
geldiğini" belirtmek üzere equaliberty
terimini kullanır.
99. Carl Schmitt, Political Theology: Four Chapters on the Concept of Sovereignty,
trans. George Schwab (Cambridge, Mass.: MIT Pres, 1985),36, One kust recall
that this text was written in 1922.
100. ibid.,46.
101. Bu nedenle Hans Blumenberg'in Carl Schmitt
eleştirisi, özgürlük ve ilerleme ile
düzenlenen, kendini icat sürecinde teolojik olmayan "modern
zamanların meşruiyetini" olumlar, kuşkusuz tanıdık bir düşünce, ancak bu
(şüphesiz Marks'ınki gibi birçok açıdan) zamanın antropolojisine olan inançtan
daha çok olumsuz bir teolojiye borçlu kalır. (bkz.Blumenberg, The Legitimacy of the Modern Age, trans.
Robert M. Wallace [Cambridge, Mass:. MIT Pres, 1983].) Ancak henüz dünya ve varoluş metafiziğinden
bahsetmez. Ya da daha özlü bir formülasyonla, henüz (kendi kampfplatz'ına içsel yeni bir Eleştiriden kesin olarak başka bir
şey olan metafiziğin yapısökümünün kritik noktasını oluşturan) iktidar
düzeyinde kalanlara ve eyleme ulaşamaz. Sonuç olarak, farklı bir biçimde ele
alınması gerekmeyen Schmittci dost/düşman temasının Blumenberg'in düşüncesini
boşalttığı belirgin değildir. Şimdilik bu nasıl olur bilmiyorum.
102. Schmitt, Political
Theology, 46.
Politika II
115. Bu bölümün ilk versiyonu, Mayıs 1993’de
Tunus’da Intersignes dergisi (Fethi
Ben Salma ve Abdelwahab Meddeb) tarafından düzenlenen Özne ve Yurttaş kolokyumu
için yazıldı. Dergi kolokyum
bildirilerini yayınlayacak
116. Hegel, Philosophy
of Right, trans. T.M.Knox (London: Oxford University Pres, 1967),
sect.258,157.
117. Kesinlikle, din bir kökenin (devletin)
bilgisini olumsuzluğun temellükü olarak ve böylece şiddet olarak sağlar, bu
bilginin mekanı ya da tatmini belli bir uzaklıkta kurban ya da metakurban
kipindedir. Fakat özne (hatta, diyelim bu anlamda 'devlet' -fakat günümüzün
devleti bu şemadan uzaklaşır) politikası yine de varsayılan bu kökensel şiddet
tarafından büyülenmiş, işaretlenmiş kalır. Fakat özgün bir sevgiyi tersine
döndürme bir önceden varsayma meselesi değildir: bağın, ilişkinin verili
olduğunu önceden varsaymama meselesidir.
118. Karl Marx, Le
Capital, 2nd ed., vol.I,ed Jean-Pierre Lefebvre (Paris:PUF, 1993),680.
119. Sahte bir etimoloji yapar gibi görünmenin
tersine dinin bağlanmayla ilgisi olmadığına işaret etmek gereklidir. din
vicdanın sesini dinleyen bir gözlemdir, ve sonuç olarak, zaten bağlı ya da
verili bir düğümü ima eder.
120 Jean-Jacques Rousseau, On the Social Contract, Discourse on the Origin of Equality: Discourse
on Political Economy, trans, and ed. Donald A. Cress (Indianapolis: Hackett,1983),
bk.I,Chap,8,26-27.
121. [Cf, Jean-Luc Nancy and Jean-Christophe Bailly,
La comparution (Paris: Christian
Bourgois, 1991). Trans.]
122. Giorgio Agamben, ‘Forme-de-vie,’ Futur antérieur 15 (1993)
123. bazı okurları şaşırtsa bile, bu bizzat Lacan'dan
başka bir şey söyler: "özne olmak başka bir bakıştan önce bir bakış
olmaktan başka bir şeydir....konuşma mekanında birinin büyük A'ya
yerleşmesidir" (Le Seminaire, bk.8, Le transfert [Paris: Seuil,1991], 299)
Bir söz dağarı meselesi olduğu sürece bu daha da kesindir: bir "konuşma
mekanı" olması için "büyük A" nın ebatları "büyük" den
daha fazla ve "A"dan özsel olarak daha fazla olmak durumundadır.
Fakat bir söz dağarı -sözcük seçimi ve bu yüzden aynı zamanda imgeler ve
etkiler- meselesi aynı anda bir politika meselesidir. Dolayısıyla belki de
empirik Baba ile simgesel Baba arasındaki ayrım yetersizdir: aynı zamanda baba
sözcüğünü kullanmanın simgesel ya da imgesel düzeyde zaten neyle birleşmiş
olduğunu iyice düşünmek gerekir. Bu bağlamda, (dilin anlamının/öneminin
kaynağını sorgulayan) Nicolas Abraham tarafından açılan doğrultuda konuşma
durumunun özünü formüle etmek bana kaçınılmaz gibi görünüyor: "tam da Baba nosyonu" önce görülmeli, ve bu yüzden o kendisi anlam
türetemez ya da sonrakinden önce gelen bir anlam olur. Nicolas Abraham yazar:
"dil anlamı -burada Abraham'ın
kavramlaştırmasının ayrıntılarına girmekten kaçınmak için- kökünde içkinlik arzusuna dair bir yalan olarak" çevrilebilen,
anasemik bir yapışma arzusuyla tembel bir cemaat olarak kendisine verili
olandan hareketle çıkarır.” Böylece, 'konuşan cemaat olgusuyla geçersiz
kılındığı andan itibaren "konuşmak,
bir beden edinemeyen ihtiyaçlarla
birlikte mevcut bir hayaleti canlandırır” (L’écorce et le noyau [Paris:
Aubier-Montaigne, 1978], 386). Başka deyişle, anlam mevcudun kendiyle ilişkisi
yoluyla her zaman zaten yokluk olarak Mevcudiyet ayrılığı ve ilişkisi içinde
oluşur. (yine de, 'yalan' kavramının daha üstün olduğu varsayılan
"gerçek"le daha fazla dayanışmayı sürdürme kipi olarak korunması, ''yalan'ın
aslında, ve herhalde hakikatten daha çok, cemaatin boyutunu ortaya koyduğunu
belirtmeden geçmek istemem.)
124. Jacques Ranciere verili kimlikler ve
anlamlardan uzağa düşen ya da tutulan,
‘şansa bağlı bireyler ağının’ eylemi olarak belirler. (cf. “Aprés le sujet qui vient,
Confrontations 20 [1989]. In
English, “After What?” trans, Christian Davis, in Who Comes after the Subject? [ New York and London: Routletge,
1991], 246-52). “Göçebe” konuşması
burada bir tür genelleşmiş aylaklığın teşvikini öngörmez, fakat daha çok Claude
Lefort’un deyişiyle ‘demokratik icat’ın zorunlu bir boyutudur: biliyoruz ki
demokrasi kendini bastırılmış taleplerin etkisi altında, yabanıl patikalarda
kurumlaştırmıştır (L’invention
democratique [Paris: Fayard, 1981, 28]. Gelmekte olan demokrasi de halâ,
kendisini ve düğümün bağını getirirken başka yabanıl patikalardan geçmek ister
ve geçer.
(*) Nancy’nin metninin
daha rahat anlaşılmasında yardımcı olur düşüncesiyle çevirmen Jeffrey S. Librett’in
“Nihilizm ve Mit Arasında Dünyanın
Duyusu içinde Değer, Estetik, ve Politika” başlıklı önsözünden bir bölümü (pp. VII-IX / XIX – XXIII) aşağıda veriyorum. hç.
“ Günümüzde
Estetik, Politika ve Değer
Politikleştirme ve estetikleştirme bugün,
belirsiz değerler alanında
konumlanmış vahşice yarışan bulanık buyruklar olarak kendilerini dayatıyorlar.
Hem politika hem estetik, -hiç değilse bir ölçüde- değerli ve önemli addedilen
sanki-evrensel bir dünyanın boyutlarıdır. Fakat burada, her bir boyutun
diğerine göre oluşunun anlamı ve değeri üzerine çok küçük bir mutabakat vardır.
Geleneksel olarak "sol" politik gündemler, marjinalleşmiş estetik
düşünceleri dayatmaya bakarlar, kendilerini, kendinden hoşnutluk, vazgeçiş,
ret, ya da sahte evrensellik -kısaca, ideoloji içinde çeşitli biçimler olarak
görürler. "Sağ" gündemler solun kültürü politikleştirmesini, zaman
zaman ahlaki ve bu yüzden eninde sonunda politik değerlerin
estetist-dekadan-nihilist erozyonunun bir çıktısı olarak görmeye uğraşırlar
-eleştirel müze politikalarının destekçileri ya da Robert Mapplethorpe’un
yapıtının hayranları gibi bir kesim insanın söyledikleri sağ için örnek olarak
verilebilir-. Bu arada bu insanlar, sağ ve solun her ikisinin de paylaştığı
düşmanlık ve /veya alaycılığın nesnesi olan sanatın özerkliği açısından -bir
orta yol olarak- olumlu konuşurlar. Politika mutlak mıdır ki estetik meşru
olarak görelileşsin ya de tersi, ve bu terimlerin geçerliliği hangi anlamdadır?
Açıkça, hatta bu tam manasıyla karmaşık sorunu çözmeye girişmek üzere bitmeyen
bir enerji sarfederiz, ama yine de, mutlak ve göreli arasındaki ayrımla fiilen
ilgili sanat ve politika yapma tarzının yeterli bir izahından yoksunluğumuzu
sürdürürüz. Bu, açıkça hem
mutlak ve göreli arasındaki ayrımı ve hem de genel değer nosyonunun belirlediği
politika ve sanat arasındaki ilişki sorununu içeren yeterli bir izahtan
yoksunuz demektir.
Jean-Luc Nancy’nin (Yapısöküm geleneği
içinde çalışan Fransız filozofu) son yapıtı, sanat ve politikanın göreli (ya da
mutlak) değeri üzerine bu meydan kavgası içinde yer almakta mıdır? Ve onun
çalışması, özne modasıyla ilgili tartışmalar içindeki koşullara dair neyi
aydınlatır?
Bu soruları yanıtlamak için Nancy’nin
metninde genel değer sorununa yaklaşım tarzını ve politika ve estetik açısından
kendisinin bu soruna verdiği yanıtı nasıl özgülleştirdiğini aşağıda sırayla
göstermeye çalışacağım. Bir, Nancy, mutlak ve göreli değerler arasında
diyalektik olarak karşılıklı etkilenmenin kesilmesini olumlama yoluyla, kabul
edilen değer nosyonlarının yerini değiştirir. (Bu kesilmenin olumlanmasını,
görelileşmeyi mutlaklaştırmanın olumlanması olarak önereceğim şekilde, tamamen
pozitif olarak anlamak gerekir). Ayrıca, göreli ve mutlak değerler arasındaki
diyalektik karşıtlığı yerinden etme temeli üzerinde, Nancy estetik ve
politikanın göreli değerleri üstüne sırasıyla başlıca uzlaşımsal konumların
yerini değiştirir. Artık, bu yer değiştirmenin aşırı yanını yani, ya estetiğin
mutlak önemi karşısında (estetiğin özerkliğini "teknik",
"biçim", "duygu" ya da başka türlü, hangi açıdan tanımlamış
olursa olsun) -estetiğin özerkliği gereği- politikanın silikleşmesini ya da sağ
ya da sol eğilimler içinde mutlak politikleştirme uyarınca- estetik ya boş bir
tırıvırıdır ya da sadece egemen politik
gerçeğe tabi bir araçtır görüşünü sürdürmek mümkün değildir. Daha doğrusu, politika
ve estetik her ikisi de hissedilebilir ölçüde baskın bir buyruğun değerbilimsel
bir sorumluluk olduğu -çünkü ilişki-içinde-oluşa göre sonsuz sınırlandırma ve
mutlak görelileştirme gerekir- varsayımıyla ısrarcı olan çeşitli müdahale
deneyiminin yerleri olurlar.
Aslında müdahale deneyimleri, hem politika
hem de estetik, mutlak göreli bir zemine karşı düzenlenmiş göreli mutlaklıklar
statüsüne sahiptir.
……
Politik diyalektik kesinti: yurttaş ve
öznenin ötesinde
Bu metninde (aşağıdaki ‘politika II’
bölümü) Nancy’nin izahına göre, iki başat (ve karşılıklı olarak ek olan)
politik örgütlenme modeli, bize ‘kendine-yeterli’liği (ya da özerkliği)
açısından ikili politik anlam taşıyan Batı modernliğinden kalmıştır. Nancy
bunlara, politik (özerklik) ‘kendine-yeterlilik’ modeli, ( Aristoteles’den J.J.
Rousseau’ya yayılan bir gelenek) politik
yurttaşlık modeli ve politik uyrukluk modellerine, (Plato’dan Hegel’e dek
çeşitlemeleriyle) başat modeller der.
Başladığı ilk kutup, yurttaşlık
radikal olarak dışsal, maddi ve (öznenin kendi mutlaklığının mihenk taşı olduğu
tinsellik ve içselliğin bitmek bilmez baskısı altında olan, mutlak politik
öznenin teolojik kavramlaştırma geleneğine diyalektik olarak karşıt olarak) göreli
olan politik katılımı düzenleyen bir yoldur:
Yurttaş …bir
(kentin) dışsallığını paylaşmak suretiyle onunla tanımlanan biridir. Yurttaşlık
bir ya da daha çok roller, bir ya da daha çok prosedürler, kendini taşıyan bir
yürüyüş yoludur. Bu şekilde, yurttaş hakların, yükümlülüklerin, saygınlıklar ve
erdemlerin hareketli bir karmaşasıdır. Bunlar yalnızca kentin kurumlarından
başka bir amacın ya da temelin gerçekleşmesi ile ilgili değildir. Bu anlamda,
yurttaş, yurttaşlık işaret ve işlevlerini yurttaş takipçilerle paylaşmaktan
başka bir şey değildir ve bu ‘paylaşım’ onun varlığını bütünüyle ifade eder.….
kent derin duyu/anlam taşımaz: kendi kurumlarından başkasını
anlamlandırmamakla ilgilidir, kent yalnızca, başka “kimliği”, “misyonu” ya da
genişleme ya da fetihle oluşan “kaderi” dışında sadece kentin konturlarının
minimal bir anlamı vardır
Fakat kent her zaman diyalektik olarak
öteki, bir kent olarak kentin kimliğini sağlamak için ihtiyaç duyduğu uyrukluğun
içselliği/maneviyatı olmaksızın eyleme yetersizliği içine düşer:
...kent aslında, din
talebini, yani duyunun öznel temellükü talebini suçlayarak, yerine Periklesten,
Robespiyere kadar sürekli başarısız olan, “uygar bir din” önermesinin riski,
ilke olarak alt-ya da üst kentli katmanlara uzak bir din dayatmaktır. Böyle
yapmakla kent, Hegel’in, Rousseau’ya “onun mutlak otorite ve görkemini, kendisi
için ve kendinde varolan kutsallığını imha ettiği” için sitem ederken
nitelediği ‘ideasız soyutlama’ gibi, gerçekte soyut ve savunulamaz olan bir
ihanet içindedir... hatta Rousseau’da halk
sözcüğü gerçekte herşeye rağmen, kendini bir özneye dönüştüren ya da özne kutbuyla
ilişki içine giren yurttaşa bir dönüşü işaret eder.
Kendini özerkleştirme girişimine rağmen ve çünkü
yurttaşın dışsallığı bir içsellik modu olmadan yaratılamaz. Onu tümüyle
buharlaşmaktan koruyan bir sınır, bir birleşme olmadan dağılamaz. Onun kendini
yansıtan, kendini içselleştiren bir mitoloji (olarak) kendi nihilist eğilimine
kendini veren göreceliliği kendini mutlaklaştırmalıdır. Bu anlamda, yurttaşlık
politikası nihilizm içinde başlar ve mit içinde biter, mitten nihilizme geri
geçişi sırayla yasalaştıracak olan bir politik öznelik eki içinde kendini
dönüştürür. Fakat burada, Nancy’nin özneliği nasıl karakterize ettiğini kısaca
özetleyelim:
Özne, genelde, Hegel
tarafından ifade edildiği gibi kendi yapısal ve genetik yasası gereği kendi
olumsuzluğunu kendi içinde taşır. Bu, aslında “kendi” ve “kendinde-oluş”u
(örneğin, olmak, ilişki, boşluk) kuran olumsuzluğu temellük etmek ve
birleştirmektir Böylece, politik özne
-ya da Özne’ye uygun olarak politika-
(kuşkusuz karşılıklı olarak kentin, öznenin içselliğini parça parça
yansıtmasına dayanan) kentin kurucu dışsallığının temellüküne dayanır. Çünkü
kent mekanı, kendi ilkesi ya da amacı gibi, önce- ya da sonra bir aslilik ve
kimlik varsayar. Bu kimlik ve asliyet organik bir düzenleme içinde “halk” ya da
“ulus” biçimini, ya da mülkiyet ya da üretim biçimlerini alabilir. Ve bu kendi
ön-varsayımı (şöyle denmeli: kendiyi kuran bu önvarsayım), bir
figür, isim ya da mit içinde kimliği kristalize eder. Politika bu öznenin,
kaderinin, misyonunun ve tarihinin
yönetimi haline gelir. Politika bir duyunun, mutlak bir duyunun ilanı ve açığa
çıkışı haline gelir. Bu andan itibaren, temellük edilmiş bilgi olarak duyunun
randevusu dinledir.
Yurttaş politikası görece değerler (ve
nihai olarak nihilizmin ya da değersizliğin) politikasıdır, özne politikası
mutlak değerler (ya da mit) politikasıdır. Ve yurttaşlık nihilizmi olarak,
kendini çöküşten korumak için sonunda özne mitine döner, böylece özne miti
kendi mutlak özerkliğini kanıtlamak için kendi dışında olan her şeyi
içselleştirmeyi ya da imha etmeyi gereksinir. Her iki yolda da özne kendini
yıkar: “totaliter özne tersine döner intihar eder.”
Önce bu ikileme Nancy’nin verdiği yanıta
bakalım, bir an şu soruyu sormak için duralım: nihilizm ve mitin diyalektik
kimliği içinde kendine ait pozisyonlar açısından, bu kendine-yeterlilik
politikaları ilkesel estetik düzenleme modelleriyle nasıl ilgilidir?
Göreceğimiz gibi, yurttaşlık modeli her şeyden önce, görece olarak ve
dolayısıyla nihilistik olarak herhangi bir asliliğin, mitik mutlaklığın
erozyonuna doğru eğilimlidir, ancak, bu eğilim ikinci olarak aynı zamanda böyle
mutlak bir terim içindeki kendi zemininde çabalamakla bu hareketi siler. Onun
yapılaşmış kaderi bu yüzden estetik özerkliğinkini parçalanma estetiğine
benzetir. Uyrukluk modeli, sırayla, kendini mutlak bir köken miti
temelinde inşa etme çabasıdır, fakat bu çaba bu kökenin birliğini arzulayan
nihilist dağılma içinde sona ermeye eğilimlidir. Uyrukluğun yapılaşması, o
zaman, sanat dinininkine (ya da dinsel sanat: kült sanat) benzeştir, mutlak
bütünlük estetiği sonunda parçalanma estetiğinin laik dağılmasını meydana
getirir. Bu analojilerin altını tekrar çizelim ve şimdi Nancy’nin bu iki
yurttaşlık ve öznelik modellerine nasıl yanıt verdiğine bakalım.
Nancy, bu kendine
yeterlik politikası diyalektiğinin imkansız alternatifi yerine kendine yeterli-olmayış
praksisini önermekle yanıt verir. O böyle bir praksisi, toplumsal bağı bağlama,
bağlamama, ve tekrar bağlama sonsuz süreci olarak anlar. Bu bağlama birleşmek üzere ayrışmanın yeri lehine, daima
bireyin kimliği ve grubun kimliği arasında bir yarı yolda kalmadır. Nancy,
(öznenin kimliğinin bireyleri kendi tözel içselliği ve kapsayıcılığı içine
absorbe etmesi ya da biçimsel, dışsal bağlarla birlikte tecrit eden yurttaşlık
hukukunun politikasının) verili toplumsal bağına odaklanmaktan çok, bu verili
olan (ve tükenen) toplumsal bağ üzerine, kendi düğümünü bağlamanın, kendini tesis etme(me)nin
pratikleri ve süreçleri üzerine odaklanmaya uğraşır. Bu pratikler ve
süreçler dışsallıkları içsellikler
olarak birbirine eşikte, içerinin ve
dışarının birbirine doğru döndüğü yerde birleştirir, ancak atomistik
bireysellik ve grup kimliği ertelenmiş bir durumda kalır, kendi tanımları
(sonlulukları) süreci içinde ertelenmiş kalır.
Can alıcı bir noktayı
oluşturan şey, öznelliğin aşırı duyusunun ve demokrasinin boş hakikatinin
yerinin, düğümün bağlanmasıdır.
Düğüm (K)not: ne içselliği ne de dışsallığı içeren, fakat, bağlanmış olan
içinde, durmaksızın iç tarafı dış tarafa
geçirir, -çekişme ve entrika, yüzleşme ve anlaşma, ihtiyaç ve arzu, baskı ve
yükümlülük, aşk ve uyrukluk, görkem ve acıma, çıkar ve çıkardışılık vb. zinciri,
biri diğeri içine (ya da yoluyla), dıştan içe, içten dışa, kendine tekrar dönmeden durmadan kendine
geri döner. Düğümün bağlanması hiçtir, res-olmayan, hiçbir şey fakat
aynı anda, yakın ve uzak, ilişen ve ilişmeyen, karmaşık, çapraşık ve bulanık
olduğu varsayılan ilişki-içine-yerleşendir.
Gerçekte, bu yaderk gerçeklik (heteronom realitas), bu ayırıcı bağlama, sözleşme motifini aynı anda hem ima eder
hem de gizler… Böyle bir politika her şeyden önce, tekilliğin sadece, bir
tekilliğin kendini diğer tekilliklerle bağladığı yerde var olduğuna tanıklığı
içerir,
Toplumsal bağı
bitimsiz olarak bağlama ve bağlamama ve kesintisiz bir buyruk olarak, Nancy’nin
kendineyeterliolmama praksisi ne yurttaşlık ne de öznellik politikalarının
kendiliğinden benzetilemeyeceği sayısız koalisyonlardır (ve sayısız
ayrılıklardır). Kendine-yeterlilik modelinin aşıldığı ya da yarıda kesildiği ölçüde
diyalektik bocalaması, kendine-yeterlik modellerini tüketse de, en azından bir
boyutuyla, politik söylemin tümü,
politik başatlığı aşan bu praksis nosyonunu teklif eder. Ve hala her iki
apolitiklik de basit değildir. Nancy’nin, bilinç eşiği (fakat sadece bilinç
eşiği (liminal) ) estetiği olarak kalan parçalanma estetiği problemine verdiği
yanıt gibi, bu yanıt da kendine yeterlik politikasının ikileminin aşırı politik
söylemini vurgulamaz, yani, bu aşırılık neredeyse tüm kabullerin ötesinde
abartılan bir nokta olsa bile yurttaşlığın kendi dışsallığıdır. Nancy ile
birlikte, yani, bitimsiz bir heteronomi, herhangi bir merkezi özerklik ya da
herhangi bir yönetimde nihai sınırın olmadığı heteronomi olarak kimliğin
yerinin bitimsiz ertelenmesi olarak, anlaşılan dünya olduğu kadarıyla hariç, “dünya yurttaşı” deyiminin artık
dünyanın duyusunu kaplamadığı noktada yurttaşın ilişki-içinde-olması,
dışsallığı aşırılaştırır. Burada, fazlasıyla, estetik parçalanma içindeki gibi,
görelinin olağanüstü bir dönüşümü ya da basit ve saf mitik bir mutlak içinde,
nihilizmin hükümsüz ürünü söz konusudur. Bu dönüşümü aşmak için olağan üstü
incelikli bir jest içinde, Nancy mutlak görelileşmeyi onaylar: o mutlak değer
olarak bu olumsuz ideolojik sertleşme noktasının ötesinde değerin olumsuzluğunu
ortaya koyar. Bu görelileşmenin anlamı sadece görelileşme değil fakat, her
şeyden önce, görelileşme ve mutlaklaşma arasında bir ayrımdır. “görelileşme”nin
‘gizemsizleştirme’ içinde uzlaşımsal olarak çevrilebilirliğini tanıma açısından
o, (entelektüel olarak tembel olan ve en iyi ihtimalle geç-romantik
muhafazakarlıktan çağdaş yeni muhafazakarlığa kadar bütün yeni
otoriterciliklerin kendini aldatmasının kestirme yolu olan) yalnız gizemden
arındırma değil, fakat gizemleştirme/aldatma ve gizemsizleştirme arsındaki ayrımı gizemsizleştirme anlamına gelir.
Bu noktada, göreli hem kendi göreliliği içinde mutlak, hem de mutlaklaşan
göreli olarak görünmeye başlar. Aynı şekilde mutlak da sadece göreli olarak
mutlak, kendi mutlaklığı içinde göreli olarak görünmeye başlar.
…..”