Jean-Luc Nancy
Bir epigraf olarak Nietzsche’nin Antichrist’inden şu sözler burada
bütünüyle yol göstericidir: “Teologlar ve teologun damarlarında akan kanı taşıyan
her şey: bütün felsefemiz.” Buna Hölderlin’in kendi çok anlamlılığı içindeki
sözlerini ekleyelim:“İsa, sana çok hızlı tutundum!”
Benim sorum oldukça basit, hatta naif,
belki de fenomonolojik prosedürün başlangıcına kayıtlı: Biz Hıristiyanlığa
nasıl ve ne düzeyde tutunduk? Onunla
geleneğimize tam olarak nasıl tutunuyoruz? Bildiğim kadarıyla bu açık bir
yanıtı olmadığı için durmadan sorulan bir soru. Geleneğimizin hıristiyan
olduğunu, kaynağımızın hıristiyan olduğunu biliyoruz. Ancak bu soru bana biraz bulanık
görünüyor, çünkü bu (geleneğin) dibiyle hiç yüz yüze gelmedim. Bununla
birlikte, Michel Henry'nin şimdilerde bu sorunu ele aldığını öğrendim.1
Böylece o, zamanın belirli bir özelliğini veya belirli bir gereksinimini sunabilir.
Bana gelince ‘nasıl ve hangi anlamda,
kesinlikle hıristiyanız? sorusunun (Nietzsche bu soruyu kendi tarzında
yanıtladı) artık sorulanlar arasında olmadığını gözlüyorum. Aslında, kaderleri
tam da kendi formülasyonlarıyla yazılmış açmazlarına gömülen tartışmalar
‘Hıristiyan bir felsefe var mıdır, yok mudur?’ teması üzerine tartışmışlardı,
fakat biz, muazzam, kitlesel Hıristiyan referansın, geleneğimizin bir parçası
değil Hıristiyanlığın çıkışından bu yana geleneğimizin tam da akslarını
oluşturduğu söylenen şeyin, felsefe yoluyla ve felsefeye açık referans yoluyla
sistematik biçimde perdelendiğini kabul etmeliyiz. Şimdi, soru şu: Hıristiyanlığın
varlığı göz önüne alındığında, Hıristiyanlığın başlangıcı da dahil tüm
geleneğimiz kendisini toparlamayı ve yeniden başlatmayı nasıl temellendirdi?
Mesele budur. Fakat fenomenolojik gelenekte
(ki yalnızca onda değil) Heidegger ve Husserl’de apaçık ve bereketli olan Grek
kaynağıdır, Hristiyanlık değil. Heidegger'deki Grek kaynağının altında bastırılmış
yahudi kaynağın gizli varlığını açığa çıkarmak mümkün oldu mu?2 Bana
öyle geliyor ki, bu iki referans arasında ya da ikisini bağlayan bağ, Hıristiyan
kaynağı olabilir. Başka deyişle, Derrida’nın "Şiddet ve Metafizik'in
sonunda bahsettiği "jewgreek"in ("Jewgreek"in tarihimiz
olduğunu söyler) Hıristiyan olduğundan bahsedip etmediği merak edilebilir,
neden her zaman gözlerimizi "jewgreek"e dikeriz ki, sanki hristiyana
doğrudan bakmak istemiyor muşuz gibi. Diyelim, o zaman Hıristiyanın ya da
Hıristiyanlığın kendisi düşünülmesi gereken şeydir. Doğrudan buna yönelik iki
ilke koyarak ilerlemeye çalışalım.
Birincisi şudur: "gerçek olabilecek
tek hıristiyanlık kendi olumsuzlanma ihtimalini düşünebilen
hristiyanlıktır". Bu, Umberto Eco'nun öğretmeni olan İtalyan filozofu
Luigi Pareyson'ın deyişidir. Émile Poulat tarafından L'eère postchrétienne: Un monde sorti de Dieu (The Post-Christian Era:
A world That Has Left God)3 isimli kitabından, alıntılanmış, bu
gerçekten felsefi bir çalışma olmayan fakat özü bu alıntıda iletilen bir
tanıklık olarak son derece değerli bulduğum, Katolik Hristiyan bir eserdir.
İkinci ilke birincisiyle ilişkilidir. İlk
formülü taklit ederek şu şekilde ifade edeceğim: "gerçek olabilecek tek
şey aslında, kendi Hristiyan kaynaklarını tasarlayan bir ateizmdir." Bu
ilkelerin her ikisine de dayanarak, geçici olarak şu soruyu formüle ediyorum:
"Olan, o zaman, geleneğimizin derinlerinde, ya da bizim derinliklerimizde
olan mıdır? ya da, "bize çok apaçık olduğu için daha yakından
incelemediğimiz bu apaçık Hıristiyan hazinesinin derinlerinden çıkarılıp
geleneğimiz yoluyla bize verilmiş olan nedir?
Benim burada önerdiğim şey bütünüyle bitmiş
sistematik bir izah değildir. Yolunu bulmaya çalışan ve geçici ve pragmatik
olanlar dışında herhangi bir sonuca varamayan, henüz yapım aşamasında olan bir
düşünümü sunma riskini kasten alıyorum. İlk hamlede soruna yaklaşım biçimlerini
ayıracağım, sonra Hıristiyanlığın üç veçhesini ya da bileşenini kısaca ele
alacağım: inanç, günah ve yaşayan Tanrı. Bu metodolojik yaklaşımın ardından,
bir sonuca ulaşmayı umarak geçmesi gereken bu uzun, programlı listeden alınan
sadece üç öge.
Başlığımıza geri dönelim: “Hıristiyanlığın
yapısökümü.” Bu kışkırtıcı ve ayartıcı (ayartıcı çünkü kışkırtıcı) görünebilir
bir başlık. Fakat ben kışkırtma -ne de bunun sonucu olarak, kışkırtmadan çıkan herhangi
bir ayartma aramıyorum. Ayrıca, eğer bu başlık bir kışkırtma olarak görünseydi,
eskimiş bir imgenin düşünden biraz fazla olurdu, çünkü bugün aslında,
Hıristiyanlık özelinde herşey kanıksanmıştır. Hiç kimse bugün Hıristiyanlığa
iğneleyeci bir tonda sahip çıkan -ve
kuşkusuz Nietzscheci bir üslubu olmayan- Voltaire gibi bir filozofla yüzleşmeyi
düşlemez … Belki de “Hıristiyanlığın Yapısökümü’nü okuyan okur, başlığın
kışkırtıcı olmadığı ve belli belirsiz yanık kokan böyle bir başlığın sonuçta
yazgı olduğu, mukaddes bir kokuya değilse de, en azından ilgilenmeye değer düşüncesine
sahip çıkmaya daha yatkın olacaktır. İşin aslı, sonunda, Hristiyanlıkla fiilen
her şey yapılabilir: sadece güncelleme
değil, post-güncelleme iklimine
girdik; Hıristiyanlığın artık tanınmadığı, sadece saf biçimde tepkisel bir köktendincilikten4
onu özgürleştirmemizi şart koşan, kendini herşeye ve hiç bir şeye vereceği
görülen bir iklim.
Bu yüzden hem eleştirel kışkırtmadan hem de
güncelleme ve uyumlama
doğrultusundaki adımlardan uzak duracağım. Bunu, çok basit bir nedenle yapacağım,
bana göre, Hıristiyanlığa saldırmak ya da onu savunmak, yani ya onu engellemek
ya da korumak bugün söz konusu olamaz. Bu tür projelerin basitce zamanı yoktur,
ve kesinlikle analiz edebilmek için zamansız kılmamız gereken derin, tarihsel
nedenlere sahiptir. Kaba bir yaklaşım olarak, diyebiliriz ki onlar zamansızdır
çünkü Hıristiyanlığın kendisi, böyle bir Hıristiyanlık, aşılmıştır, çünkü o
kendisi ve kendisi yoluyla, aşılmış olma halindedir. Kendi kendini aşan
[kendinde-üstün] bu hal derinlemesine ona özgü olabilir; belki de bu onun en
derin geleneğidir - belli ki bulanıklıkları olmadan değil. Kendi ötesine geçen
ve bu yüzden de irdelenmesi gereken, bu aşkınlıktır.
Aşmış, geçmiş olma, kendini-aşmış olma,
Hıristiyanlığın artık yaşamadığı anlamına gelmez. Kuşkusuz o hala hayatta ve
uzun bir zaman için öyle olacak, fakat altta, eğer yaşıyorsa, hayat vermekten -en
azından parçalanmış bir bireysel deneyimden başka bir şey olacak bir deneyimin yapısını
düzenleme olarak hayat vermekten vazgeçti. (ayrıca, bu durum hala bir deneyim
mi?). Sadece bir kişi için anlamlı olmadığı doğru olsa bile, o duyu/manâ adına
hayat vermekten vazgeçti. Eğer "duyu" ortağın düzeniyse, o zaman
Hıristiyanlığın hayat vermekten vazgeçtiğine hiç şüphe yok - kendisinden farklı
bir statüye, farklı bir duyu alanına ve duyunun ortak bölüşümüne geçtiğine şüphe
yok. Bunu, ister hıristiyan, ister gayrı-hıristiyan olalım biliyoruz. En genel
anlamda, Hıristiyanlığın kaderi belki de genelde anlamın kaderidir, yani, son birkaç yıldır görünürde, “ideolojilerin
sonu” denen şeydir. “İdeolojilerin sonu” en azından vaad edilmiş anlamın sonu
ya da bir sezgi, amaç ve tamamlama olarak anlam vaadinin sonudur. Olan şey
kuşkusuz şudur: Hıristiyanlığın kendinde-üstünlüğünün sonu. Bu kavrama yeniden
dönmeden önce, üç aksiyom önermek yoluyla başlarken farklı bir biçimde
verilenleri yeniden formüle etmek istiyorum.
1) Hıristiyanlık Batıdan ayrılamaz. Başına
gelenler (iyi ya da kötü) ne onun aşkınlığıdır ne de tesadüfidir. Batı olarak Batıyla
eş zamanlıdır, yani, belirli bir Batılılaşma süreciyle birlikte kendini-aşma ya
da kendini-emme biçiminde oluşur. Bu birinci aksiyom, -buradaki amacımın uygun
bir bölümü olarak- Marcel Gauchet'nin Le
Désenchantement du monde (The Disenchantment of the world)5 adlı
çalışmasıyla, özellikle "Dinden ayrılma Dini" başlıklı,
Hıristiyanlıkla ilgili bölümüyle mutabakatımı varsayar.
2) Batının de-hıristiyanlaşması içi boş bir
deyiş değildir, fakat sürecin daha fazla gelişmesi mecalsiz teolojiler ve donuk kiliselerin yazgısıyla
oluşur, bizi hala Batı’ya bir çok şekilde iliştiren şey bizzat Hıristiyanlık
damarıdır. Nietzsche bunu Budha’nın gölgesinin, binlerce yıl önce öldüğü
mağarada kaldığını söylemekle çok iyi ifade etti. Biz gölgedeyiz ve kesinlikle bu gölgeyi aydınlığa çıkarmak durumundayız.
Evet, Hıristiyanlığın damarları içindeyiz;
ona tutunuruz, fakat nasıl? Bu ikinci
aksiyomu koyutlar, bu nedenle, düşüncemizin tümü baştan sona Hıristiyandır. Baştan
sona ve bütünüyle, denebilir ki, hepimiz, bütünüyle hepimiz. Belki de dindar
kalmadan hala nasıl hristiyan olduğumuzu ortaya koymaya çalışmalıyız; bu Nietzsche’nin
(“biz hala nasıl dindarız”) terimleriyle söylenemez; kendimize “hala nasıl
Hristiyan olduğumuzu” sormak bizi Hristiyanlığın nihai sınırına, tam da sonuna
götürür.
3. Bizzat Batı, Batıcılılık, duyunun belirli
bir damarını açığa çıkarmakla başarılmıştır: bir şekilde boş ya da açıkta kalan
bir damar, yerleşik bir şey olarak duyunun, duyunun ya da duyu olasılığının
sınırına taşınmış bir damar. Böylece Hıristiyanlığın yapısökümü, Batıya bu
sınırla eşlik etemektir, bu, Batının Batı olmayı sürüdürmesi ya da kendi başına
bir şey olabilmesi için kendini bırakmaktan başka türlüsünü yapamayacağı bir
geçiş demektir. Onun bu geçişe kendini bırakması gerekir böylece Batının
kendini bırakması ve Hıristiyanlığın kendini bırakması aynı hareket olur. Yine de bu geçişte, -yapısökümcü harekete zorunlu ve
uygun biçimde yol açacağını düşündüğüm şey budur- sorun bir geleneği reddetme,
eski deriyi dökme değil, fakat Hıristiyanlık ve Batı’ya kendilerinin ötesinden
gelen, Hristiyanlıktan çok kadime dayanan, geleneğimizin derinlerinden (elbette
tarihsel başlangıç değil arke anlamında) bize doğru gelen şeyle doğrudan
karşılaşmadır. Başka deyişle sorun, Hegelci diyalektik Aufhebung jesti ve diyalektik olumsuzlama olmayan bir farklılık
arasında -şimdi tamamen kendi üstüme aldığım bir belirsizlikle birlikte- başka
bir kaynağı ortaya çıkaran bir menşeyi, Hristiyanlığın kendisinden daha derin bir
hristiyanlık menşeini hristiyanlığın kalbinde tanımlayarak, Hıristiyan
menşeimizi yeniden ziyaret etmek yoluyla ortaya çıkarıp çıkaramayacağımızdır. Yine de bu belirsizlik, şayet batı kimliğini
Hıristiyanlıkla tanımlamak kabul edilirse, aynı zamanda aynının diyalektik
tekrarı ya da sulandırılmış bir versiyonu olmadan, tamamen Hıristiyanın yerini
alan bir kaynaktan başka hiçbir çıkış yolu olmadığı vargısı kabul edilirse,
giderilebilir. Bizim henüz Hegelci diyalektik olumsuzlamanın (sublation) gerçekten ne olduğunu
bilmediğimizi, belki de olumsuzlamanın (negativity)
ne olduğunu bilmediğimizi de ekleyelim. Bulup çıkarmak için onun kalbine
dalmalıyız, risk taşıyan bu kalp, söylemeye dilim varırsa, Hristiyandır.
Verilen bu aksiyomları ele alan yeni
hareket noktamızı şimdi özetleyebilirim. Hıristiyanlığın az çok bozulduğuna
dair bir söylem sık sık telaffuz edilir –az sayıdaki cemaat üyelerinin iyice
derin hoşnutsuzlukları olduğu kadar, açıkça düzenleyici bir endeks ve ortak bir
referans noktası olarak gözden kaybolduğuna dair tespitler, akılcılaşmış,
laikleşmiş ve maddecileşmiş bir topluma yönelik modern dönüşümün etkisiyle
açıklanmıştır. Dolayısıyla burada, hristiyanlıktan uzağa düşmediği halde buna
rağmen toplumun neden o hale geldiğine dair herhangi bir fikre sahip olmadan,
yani tanımı içinde kalmak suretiyle tanımlandığı sürece yalnızca soru
tekrarlanmış olur.
Bu nedenle biz çok basit fakat çok kesin
bir biçimde, modern dünyanın Hıristiyan referanstan bir sapma olduğu bahanesine
sığınan analizlerin, modern dünyanın bizzat hristiyanlığın açılımı olduğunu
unuttuklarını ya da yadsıdıklarınnı belirtelim. Bu yadsıma, “Modern” dediğimiz
dünya kuşkusuz kendi hıristiyan referanslarının içsel yadsınması üzerine -ki bu
tesadüfi değildir- yapılaşmış olduğu ölçüde ve onun kendisini anlaması
yasaklandığından beri ciddidir. Hıristiyanlığa
referansı yadsıma ya da isterseniz baskılama olarak, ve aynı zamanda Hıristiyan
referansın bütünsel ve tam yeniden sahnelenmesi olarak iki okuma türünü de gerçekleştirmek
için, örneğin, Kantçı fenomen üzerinde kısaca düşünmeye ihtiyacımız var. Gerçekten
de, Saf
Aklın Eleştirisi’nin girişinden, aklın sınırları içinde inanç için bir
açılım sağlayan şu cümleyi unutmamalıyız: “inançlara bir yer açmak için bilgiyi
bastırmak zorundaydım.” Bunun Kant’ın amacı olduğu çok sıklıkla unutulur ve
modernlikle ilgili olarak söz konusu olan şey gerçekte sapma ya da terk etmeden
çok başka bir şeydir. Bu gerçek, Hıristiyanlığın içsel çürüyüşü Batı toplumuna
kendi modern yön kaybını vermiştir diyerek zıttına bağlıysa, zıttı olmamasına
rağmen, başka bir düzenin gerçeğidir. Okur Anglikanizm ve reformasyona
hitabeden Katolik suçlamanın bu eski model zıt tezlerinde, kendini ve kendiyle
birlikte tüm diğerlerini kaybeden Hıristiyanlığın kendi kendini suçladığını fark
edecektir. Yani, genelde, sözkonusu tezler, Hıristiyan ailelerin herbiri içinde
ve bu Hristiayan aileler arasındaki "köktendinci tezler"dir. Daha da
genel bir şekilde, “köktendincilik”
ve pek de uzun geçmişi olmayan Katolik
Kilise'nin "modernizm" dediği şey arasındaki çelişkinin, kendi dinini
oluşturan ya da yapılaştıran hatlar boyunca, Batının din konusuna özgü (kendi başına, herhangi bir
oranda) çelişkisi olduğu söylenebilir.
Dinsel köktencilik ve bir kere ondan gelen,
ve kendini ondan ayıran, onu reddeden ve yadsıyan dünyaya uyumlanma yoluyla
tasfiye olma arasındaki çelişki, bizzat kendi içinde bölünme ya da şizofreni
biçimindeki bu içsel çelişki, dogmalar arasındaki ya da karşıt inançlar
arasındaki çelişkilerle ilgili değildir. Bu, Hırstiyanlığa içsel (halihazırda
farklı şekillerde olmasına rağmen İslam ve Yahudiliğe de içsel hale gelen)
çelişkinin, sanki gerçek bir çelişkiymiş gibi Hıristiyanlık ve Yahudilik
arasındaki çelişkiyle ya da bütün büyük dinler arasında varolan çelişkilerle
hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte, Hıristiyanlığın
içinde, olasılıkla bütünlük ve onun parçalanması
arasında özgül tipte bir çelişki ortaya çıkar. Bu özgül çelişkide,
Hıristiyanlığın çekirdek özelliğinin ilk belirtisi, kendi evriminin olasılıkla
ilk ipucu aranmaktadır. Hristiyanlık kendinde ve kendi içinde bölünmüş bir bütünlük
değil mi? Tam da yayılmasının, şişkinliğinin
ve çözülmesinin hareketi değil mi?
Bu soruların yanıtı sadece olumlu olursa
yapısöküm jesti anlamlı olabilir, çünkü yapısöküm o zaman bütünlüğün bizzat şişkinliğin/gerilmenin
kalbine, bu açılma hareketinin kalbine ulaşmaya çalışabilir. Benim incelemem bu
açılış olarak Hıristiyanlığın özü motifiyle güdümlüdür: kendisinin ve açılış
olarak kendisinin açılışı.
Tüm açılış biçimlerinde, bütün yansımaları boyunca,
genişleme olarak, açılma olarak, fakat aynı zamanda Heidegger’in (Heidegger’in
açılışından bu yana çağdaş düşüncenin buyruğu olan) ‘Aç’ olarak açılışı. Hıristiyanlığın
ya da açılış olarak Hıristiyanlığın açılışı nedir? Böyle bütün ufukları dağıtan ya da geri
püskürten bir hal olmayan açılışın mutlak
aşkınlığı nedir? -ve bu en dipteki gerçek sorudur-.
Durumumuz şudur: hiçbir ufuk yok. Tüm
doğrultularda açılan ufuklar modern dünyada ileri sürülmüştür, fakat “yataylık”
dediğimiz şeyi nasıl kavrayabiliriz? Bu ufuklarda, zemini olmayan zeminlerdeyken,
belirsiz bir açılışın zemini olmayan bir zemin üzerindeyken ufkun niteliğini
nasıl kavrarız? Hıristiyanlığın, bana rehberlik edecek gibi görünen, en dipteki
sorusu budur?
Bu belirsiz açılıştan -açılışın tesadüfi
özgülüğünden değil fakat özsel bir özgülük olarak açılıştan, Hıristiyan buyruğu
olarak açılıştan, dolayısıyla kendinin şişkinliğinden, kendiden çıkan
belirsizlik olarak kendiyle ilişkiden- şu an için, karmaşık, farklılaşmış ve
hristiyanlığın çelişkili menşeini çağrıştıran basit bir ilk işaret alacağım.
Doğuşun tarihsel gerçekliğinin üzeri bnenim ‘Noel6 gösterimi”
dediğim şeyle yani günün birinde her şeyin değiştiği ve eşlik ettiği basit ve
saf Hıristiyanlığın doğuşuyla, her zaman çok kolay ve çok çabuk örtülmüştür. Şimdi,
oldukça ilginç biçimde, bizim Hıristiyan olmak istemeyen tüm geleneğimiz hala
‘Noel gösterimi’ gibi bir şeyi sürdüdür: belirli bir anda "bu"
gerçekleşir ve kendimizi Hıristiyan bir durumda buluruz. Fakat bu nasıl mümkün olabildi? Klasik antiğin Hıristiyanlığı nasıl
ve niçin ürettiğini yeterince merak
etmeyiz - Noel Günü nasıl olageldi
değil, fakat dünya onu nasıl mümkün kıldı?
Aşırı ölçüde karmaşık tarihsel ve teorik analizlere girişmeden, güçlüğün ana
hatlarını basitçe Hıristiyanlığın, onun uygun bir okumasını dayatan
tarihimizdeki en tuhaf olayı olduğuna ve onun kendi geleneği içinde mutlak bir olayın (Noel dediğim şeyin)
ikili şeması ve aynı zamanda diyalektik Aşması,
ya da pek söylenmese de, Hıristiyanlığın
kendini Yahudilik, Hellenlik ve Romalılığın Aşılması
ve evrimsel tekrarı olarak kavradığı için önceki mirasın hepsinin bir bütünü
olduğuna işaret etmekle çizeceğim. Hıristiyanlığın tarihiyle ilgilendiğimizde,
üç aşama buluruz: Yahudi hıristiyanlığı (Hıristiyanlık, eğer mezhep değilse
öncelikle bir Yahudi dinidir), Grek Hıristiyanlığı ve Roma Hıristiyanlığı: sadece
onu aşan, onu olumsuzlayan şeyle ilişki içinde kavranabilen bir kimliğin içsel
gerilimine ve dogmatik/dinsel bir
bütünlüğün bünyesine tekebül edenleri bağlayan üç aşama. Hristiyan kimliği bu
yüzden daha baştan kendine-aşkınlık yoluyla kurulmuştur: Yeni Ahit içinde Eski Ahit,
Dünya içinde Logos, civitas Dei içinde civitas [Cennet içinde şehir] vs. Hıristiyanlık, kuşkusuz sapkınları
tanımlamak, hizipler üretmek vs. yoluyla bir Ortodoksluk inşa şemasını bütün
öteki dinlerle paylaşır, fakat Hristiyanlığa özgü şema farklıdır, kendini
aydınlatan, yenileyen ve kendinden önce gelenle ilişki içinde keşfeden bir inanç
aracılığıyla fiilen sonsuz bir hareket olarak anlayan bir Ortodoksluk şeması. Bu
inanç, sadece öncekilerle bütünleşmiş olarak ilerledikçe kendi açığa çıkışı
içinde geleceğe taşınan şeydir. Burada eşsiz bir şey vardır: Hıristiyan inanç bizzat kendi tarihinin
deneyimidir, kurtuluşun icrası için Tanrı tarafından izlenen bir planın
deneyimi. Böylece bir yandan takip edilmiş,
uyum sağlanmış bir plan, bir tarih ve Yahudi menşe doğrultusunda yukarı,
kaynağa doğru bir akıntı vardır oysa öte yandan Hıristiyan hareket
doğrultusundaki kurtuluş uygulamsı insanlık tarihinden ayrılmaz hale gelir,
aslında insanlık tarihi, Tarih haline gelir. Katolik Ortodoksluğun bakış
açısından burada geliştirdiğim şey bir yorum değildir. Katolik teolojik
tezlerdir: Kurtuluş planının insanlık tarihinden ayrılmazlığı tezi Vatikanın
tezidir. Genelde, kökensel olarak Hıristiyan
olan Batıcı bir boyut olarak tarih boyutunun bu kurtuluş yolu ve yaşamı, sadece
Hıristiyanlık için, tüm başlama ve dönüşme tipleri içinde özgül bir gizemden
yararlanma ve bunun usulü ve kipi için değil, fakat tam da yolculuğun sadece
bir geçiş olmadığı fakat vahyin ilerlemesini, ve bizzat yürüyüşte oluşan
yoldaki insanın, "yolcu"nun, homo
viator' un ilerlemesini izler. Bu yüzden bozulma olarak, (muhafaza ve
korumayla) açılış olarak anlaşılan tarih, aslında -sadece kendisiyle şişirdiği,
tarihsel bir özne olmakla özne olan- öznenin açılışı olarak tarih, birden bire,
ex abrupto, meydana gelmediği için,
kendi hakikati olarak ilerleyerek açığa çıkan Hıristiyanlığın matrisyal bir unsurudur.
Matrisyal unsur aslında Hıristiyan inancındaki asıl tarihselliğin, konumlanışın
(sadece bir aidiyet edimi olarak inancın tarihselliği değil, fakat inancın
içeriğinin tarihselliği olarak) “düşünce”nin tarihselliğinin genel olarak din
unsurunu Hıristiyanlıktan acımasızca sert biçimde ayırması, son bulmasıdır (Marcel’in
deyişiyle “dinden çıkmanın dini”).
Kendi önceliğinin işaretlerini deşifre
etmeyi hiç bırakmayan sonsuz önceliğin fiililiği ve onun ilerleme halindeki son
gelişini yansıtan sonsuz gelecek arasında gerili duran Hıristiyanlık temel
olarak geçiş ve mevcudiyet arasına gerilmiştir. Tanrının insana geçişinden tanrının
insan-a doğru mevcudiyeti/ikinci
gelişi sonucuna varmak mümkündür fakat geçişten mevcudiyet sonucunu çıkarmak
kesinlikle anlam/duyu denen şeydir.
Böylece sözcüğün duyuyla ve yönle ilgili her iki anlamında da Hıristyanlık duyu
unsuru içindedir. Bunun sonucu olarak
sorun Hıristiyanlığın duyusundan çok duyu boyutu olarak Hıristiyanlıktır, duyu
boyutu -ki analiz edilen nokta budur- bir kere açılış olarak duyu ve duyunun açılışıdır.
Mevcudiyete geçişten itibaren o, mevcudiyetin
her zaman geçişi tekrarladığını, ya da geçişin her zaman duyunun kalbinde daha
fazla açılmaya yol açtığını iddia etmekten geri durmaz. Bu gerilimin uç
noktası, Onun ikinci gelişinin mutlaklığına, mevcudiyetin mutlaklığına, geçişin
sonsuzlukla birleşerek sona erişine ulaşmaktır. Sonra duyu tamamlanır, ya da
aynı şeyi farklı biçimde söylersek, biter, tükenir. Artık hiçbir duyunun kalmadığı yerde duyu tamamlanmıştır. Tam da
Hıristiyanlığın yazgısını ifade edttiği için, tesadüfen Hristiyan menşeli
olmayan (Luther'den gelen) bir deyişle, "Tanrının Ölümü" adı verilen
şey budur. Başka deyişle, Hristiyanlığın, nihilizmin
duyunun son parlamasından başka bir şey olmadığı anlamında, yani en uç
noktasına götürülen duyu olarak, nihilizm içinde nihilizm olarak tamamlanması
Nietzsche'ye çok yakın düşer.
Hıristiyanlık bu yüzden hiçbir biçimde
duyunun açık, saldırgan, çaresiz ya da eleştirel olumsuzlanması değildir. O,
son parlaması içinde yanıp kül olan ve kendi son aydınlığıyla ışık saçan,
aşırılıktaki kesinliğe, duyuya, duyunun duyusuna yönelik bir korunmadır
(pretention). O artık hiçbir şeye ya da kendinden başka hiçbir şeye emir
veremeyen ya da harekete geçiremeyen duyudur; mutlak olarak kendi başına duyu,
saf duyu, yani, belirli ve belirsiz, kendisi için açığa çıkan sondur. Bu
Hıristiyan vahyinin nihayete erme düşüncesidir.
Bu düşünce bir şeyi ya da birini asla
vahyetmez. Bu anlamda, Hıristiyan vahiy düşüncesi için, yahudilerin Yahudilik
dışına çıkışı, Aşma (Aufhebung)
kesinlikle emsalsizdir, sonunda, hiçbir şey vahyedilmemiş fakat vahyin kendisinin
sonu açığa çıkmıştır, aksi halde vahyin tamamen duyu olarak açığa çıkmış duyu
olduğu söylenir ki bu şahsidir, öylesine şahsi ki, bütün duyu kişinin kendisini
açığa çıkarmasından ibarettir. Duyu kendini ortaya çıkarır ve hiçiliği açığa
vurur, yoksa onun kendi sonsuzluğu ortaya çıkar. Henüz hiçliği açığa çıkarmak
olumsuz bir önerme değildir. Daha doğrusu, Hegelci önerme tanrının açığa
çıkarılabilir olduğunu uygun bir tarzda ortaya koymuştur: açıklığa kavuşmuş
olan şey, aslında Açıktır. Bu Hıristiyanlığın kendini açığa çıkardığı ve
üzerinde kırıldığı sivriliktir ve Nietzsche'in nihilizm olarak adlandırdığı
şeydir.
Hristiyanlığımızın menşeini Batılı olarak
oluşturan bu durumun kapsamını tam olarak kavramadığımız sürece, bizi açığa
çıkarılanın vahyine yönelten menşe olarak, ya da yine saf, mutlak ve sonsuz olarak hissetmek
için bu yazgıya, bu tarihe upuygun olan bir şekilde geliştirilmemiş bir şeylere
tutsak kalacağız. Bu noktada, o zaman, herşey olumsaldır: hakikati duyunun bir
sonsuzu olarak düşünmek, duyunun sonsuzluğunu düşünmek. Ya da yine, anlamı
duyunun mutlak açılışı olarak algılamak ve hissetmek için, ancak bu bir bakıma
boştur, bütün içeriğin, bütün figürlerin, bütün belirlenimlerin boşluğu
anlamında boş. Diyelim ki, şakacı olmadan şaka yapmak bu tam da
"Hıristiyanlığın Haçı"dır, özellikle Hıristiyanlık aynı anda
oluşturulan ve yıkılan noktada olduğundan beri. Sonuç olarak, Hıristiyanlığın
yapısökümüne çalışmak, bu noktaya odaklanmakla içselleştirirlir.
"Yapısöküm" operasyonunun ne
anlama geldiğini belirtelim. Yapısöküm bir geleneğe, bizim modern geleneğimize
aittir, ve ben yapısöküm operasyonunun geleneğin bir parçası olduğunu ve geri
kalan her şey kadar meşru olduğunu itiraf etmeye tamamen hazırım; dolayısıyla o
tepeden tırnağa bizzat Hristiyanlık menzilindedir. Dahası "yapısöküm"
şu özelliklere sahiptir: eğer onun Varlık
ve Zaman metnindeki kaynağına geri dönüp bakarsak, geleneğin son halidir -
kendi bütünlüğü içinde oyuna geri dönmesini sağlamak için tüm geleneğin, bizim
için ve bizimle yeniden aktarılan olarak son hali. Yapısöküme (deconstruction) göre, Destruktion'a göre (Heidegger'in Zerstörung'a karşı, "yapısöküm"e
karşı korumaya kararlı olduğu, ve Abbau
"sökme" olarak nitelendirdiği bir terim), geleneği oyuna sokmak, -hem
dokunulmaz, hem verili bir sistemi ima eden iki hipotez- ne tekrar yapmak için
yıkmak ne de ölümsüzleştirmek anlamına gelir. Yapısöküm, açığa çıkma
ihtimaliyle biraz oynamak için toplanmış yapıyı ayırmak, parçalamak, gevşetmek
demektir, fakat toplanmış yapı sıfatı altında onu saklı tutarak.
Benim hipotezim, ne Hegel ne Kant ne de
Husserlde bulunan tarihle ve gelenekle ilişkiye tanıklık eden, ne eleştirel ne
de ölümsüzleştirici bir jest olarak, yapısöküm jestinin, sadece, Hıristiyanlık
içinde mümkün olduğudur, hatta onun içinde sezgisel olarak formüle edilmemiş
olsa bile.8 Gerçekten de, araştırmak ve sökmek için anlamlı olabilen
bir açılışın geriliminden yola çıkan ve çıkmakla kendi içinde oluşan şey sadece
içeridendir.
Bu yüzden Hıristiyan topluluğunu kabul
edilecek ya da reddedilecek bir bütün olarak ele almayacağız, çünkü kendimizi
onun yanında ya da dışında konumlandırmamız eşdeğerde olacaktır.
Filozoflarımızın sıklıkla ve aceleyle yaptıkları budur. Uzun zamandır artık
Hıristiyan olmadığımızı kanıksadık ve bu yüzden kendimiz ile Hıristiyanlığımız
arasına toplu olarak kalmamıza izin vermek adına yeterince mesafe koyduk. Bunu
yaptığımızda olabildiğince özerk bir kitle olarak görünebilir, ve buna uygun
her türden tutum alabiliriz, fakat topluluk noktası sözkonsusu olduğunda hep
cahil kalacağız. Yine de topluluk noktasında ya da Heidegger'in dediği gibi,
sistemin systasis'inde [dengesinde] belki de aydınlatılması gereken ve aslında
oynamasına izin verilen bir şey vardır, Hıristiyanlığın henüz kurtaramadığı bir
şey. Böyle bir sökümle oyuna getirebileceğiniz olasılık, güç ya da aciliyet ne
olabilir? Bu olasılıkla bizzat Hıristiyanlık olmayacaktır -artık olmayacaktır-.
Artık Batı dünyasının kendisi değil, fakat daha çok Hıristiyanlık ve Batı temelinde
olması mümkündür. Batı'nın şu ana kadar yalnızca Hıristiyanlığın yükselişinin
kararsızlığında yakaladığı bir şey.
Hıristiyanlığın yapısökümü şuna bağlıdır:
yapıda iş gören bir boşluk gibi, ona ait olmayan fakat onu mümkün kılan,
yapısöküme ait olmayan bir duyuya -yapısöküm duyusuna ya da kökene odaklanan
bir sökme operasyonu (sorun, parçalarına ayırmaya çalıştığımız Hıristiyanlığın
bütününün bütünleşme sürecinde alt üst olmadan bu boşluğun nasıl
doldurulacağını bilmektir.)
Bir anlamda, söylediğim gibi, Hıristiyanlık
bizzat kendi gerilmesinin hareketidir, çünkü
o kendi açılış ve yayılma sürecinde bir öznenin inşasını temsil eder.
Açıkça, ancak bu noktada yapısökümden bahsetmeliyiz. Bu Hıristiyanlıktır çünkü
Hıristiyanlık başlangıçta yapısızdır, çünkü bu kökenindeki bir açılış, bir
oyun, bir süre, bir gevşeme [jeu/oyun] olarak doğrudan onun kendi
kökeniyle ilgilidir.
Fakat, bildiğimiz gibi, başka bir anlamda
Hıristiyanlık tam tersi bir şeydir -bir yapısökümün, onun kendi yapısökümünün
sükutudur, yadsımasıdır- kesinlikle, çünkü kökenin yapısı yerine başka bir şey
koyar: kendi sonunun ilanını. Hıristiyanlığın
kökeninin yapısı kendi sonunun ilanıdır. Tartışmış olduğum gibi şişkinliğin
belirleyicisi de böyledir: Hıristiyanlık, esas olarak kendi sonunun ilanında
ikamet eder. Daha kesin bir ifadeyle, Hıristiyanlık ilan olarak, ilan edilmiş
bir şey olarak, Evangel (müjde) olarak, "iyi haber" olarak, kendi
sonunda ikamet eder. Bu mesaj
Hıristiyanlığın kalbidir.
İlanın Hıristiyan mesajı bu yüzden kaba (ve
Yahudi olmayan) anlamda önseziye, tahmine dayalı bir kehanetten bütünüyle
farklı bir şeydir. Sonun Hıristiyan ilanı hiçbir biçimde bir önsezi ya da öngörü
değildir, hatta o belirli bir anlamda vaat da değildir. Elbette vaat Hıristiyan
bir kategoridir, fakat şu an için, açık olmak ve şeyleri açığa çıkarmak için,
sadece ilan (proclamation) sözcüğünü alıkoyuyorum. Hıristiyanlık, o zaman, şu ya
da bu şekilde sonun doğal yatkınlığı olarak bir bildiri/ilan değildir, son
bizzat ilan olarak ve ilanın içinde işler,
orada etkindir, çünkü ilan edilmiş olan son zaten sonsuz bir sondur. Bu
gerçekten Hıristiyanlığın oluşturduğu, teologların dediği gibi oluşturulan bir şey,
Hıristiyanlığın "kerygma"sı, yani
ilan edilen şeyin şeması, ilan şeması, özüdür. Hıristiyanlık nedir? O bir müjdedir (Evangel). Müjde nedir? İlan
edilendir ve o bir metin değidir. İlan edilen nedir? Hiç. Marcel Gauchet, Nietzsche'nin dört Gospel'in zayıflıkları
karşısında yapmış olduğu gibi, dikkatliydi: bu bir yazı parçası, neredeyse
hiçbirşey, bütün önceki biblia'ların Aşılmasıdır - aslında tam Hıristiyan
(hiçliğe en yakın) yazı, “ilan eden” derken ve birinin kendi yaşamını ilan
ettiği şekilde yaşadığını söylerken ilan sözcüğünün çok hızlı bir biçimde
izlenmesini içerir.
Hıristiyanlık esas olarak kerygmatik ya da
Evanjelik ise, sorun, görüşümüzü, Nietzsche'nin bıraktığı yerin ötesine
taşıyabilmek, Hıristiyanlığın canlı, evanjelik kalbine, aslında ilanın kalbine
odaklamaya çalışmaktır. Nietzsche, orijinal ve saf çekirdeği sonraki
gelişmelerden ayıranlardan, halâ buğdayı darasından ayıran biridir. Bana göre,
sorun daha çok, geriye kalan her şeyi gerçekten olası kılan şeyi -saf bir
çekirdek olarak, saf bir evanjelik çekirdek olarak- sil baştan kavrama
sorunudur. Bu, iyi bilinen ve
"Hıristiyanlığın Russoizmi" adı verilen, iyi ve basit ilk
Hıristiyanlık hareketi uyarınca, bizi dışlamaya götürmemeli ve daha sonra onun
ihanetine yas tutmayı sürdürmelidir.
Bu, bir adım daha ilerleyelim demek.
Kerigmatik ya da Evanjelik Hıristiyanlığın asli hareketine, kalbe girmek, onun
ilan eden yapısına girmektir -Bu aynı zamanda, özellikle İncilleri kaynak
almadan onların daha sonraki dogmatik gelişmelerine karşı bir tavır alarak
yapılmak durumundadır. Tersine, bu dogmatik gelişmede, bu dogmaya duyunun
açılışı ve ilanın köktenci yapısıyla nakledilmiş ilhamı geri almak
durumundayız. Hıristiyan dogmatik
bünyedeki teolojik inşayla yani, aynı zamanda ve özellikle felsefi inşa ve
detayla ilgileniyoruz. "Felsefi" derken, başka felsefelerle yan yana
konumlanmış bir hıristiyan felsefesi vardır anlamında değil, fakat Hıristiyan
kerygmanın orjinal yapısının felsefe tarihiyle özel bir tarihsel ilişki içinde
geliştiği anlamında bahsediyorum. Bu nedenle,
Hıristiyan ilahiyatını ya da Hıristiyan dogmasını oluşturan felsefi
kurucuları ayırt ederken ilanın felsefemsileştiğini farketmek durumundayız.
Burada, ilanın kendisi, bizzat kerigmayı çeşitli felsefemsiler olarak ya da
düşüncemizin eklemlenmesini konfigüre edecek olan çeşitli felsefemsilerin
tarihimiz ve geleneğimiz boyunca giderek çoğalması olarak algılamak
durumundadır.
Bu nokta üzerine uzunca durmadan,
Hıristiyan teolojisinin felsefi bileşenlerine geri döneceğim. Hıristolojinin
kalbinin yeniden doğuş öğretisi olduğu ve yeniden doğuş öğretisinin kalbinin, homoouisia'nın [eşözlülüğün] kalbi
olduğu, bunun da eştözlü olarak, Baba ve Oğul arasındaki töz ve mevcut cemaat
ya da hüvviyet olduğu bilinmektedir. Hıristiyanlık hakkında tamamen emsalsiz
olan da budur. Kendilerini felsefi ontolojinin spektrumundan (Ousia, homoiosis,
ect.) ayırmak için teologlar homoousia'nın
töz ya da öz düşüncesine indirgenen bir kavram duyusuna izin vermemesi gereken,
bir inanç sezgisinin hizmetinde kullanılan bir sözcük olduğunu ve Baba ve Oğulun topluluğunun, felsefi olarak
öz ya da doğa topluluğu anlamına gelen tekil bir homoousia'dan farklı bir doğasının olduğunu söyleyeceklerdir. Buna
karşılık şu soruyu teologların adresine göndermek yeterli olacaktır: Doğal öz
ya da asıl özün değilse, Baba ve Oğulun topluluğu başka bir doğa ya da özün
topluluğu mudur?
İnanç yoluyla anlaşılan anlam, yani, ilan edilen,
beklenen anlam olduğunu ve inanç tarafından ümitle teklif edildiğini varsaysak
bile, sonsuzdur, geriye, sonsuzu ortadan kaldırmayı düşünebilen belirlenmiş bir
tarihsel/felsefi bağlamda ele alınan özden yola çıkıldığı gerçeği kalır;
Hıristiyanlık, özün sonsuz silinişini sadece öz temeli üzerinde varsayabilir ve
kavrayabilir. Başka deyişle, homoousia'nın
parousia'sı [eşözlerden birinin
beklenmesi] doğası gereği felsefe ve teoloji arasındaki bir farkı temsil etmekten
uzaktır, aslında, kendisi varlık olarak, parousia
olarak öz düşüncesinin anlamının sonsuz açılışını temsil eder. Bunu hareket
noktası olarak ele alırsak, Heideggerci ontik/ontolojik ayrımı ve varlığın
anlamı sorusunu içeren, kısaca, yani, yapısökümcü hareket olarak bu anlamın
duyusunu zayıflatmayan, teolojik ontolojinin tüm nedenler düzenini bir araya
getirebiliriz. Bu demektir ki, özden yola çıkılarak ontoloji kavramlarını
felsefi olarak birbirine bağlamanın sonuna kadar ilerlenebilir ve bu her yerde
iş başında bulunabilir - kavramların olası geleceğine bir projeksiyon
olarak- teologun kendisini muhalefete
hazırlama düşüncesi kavramsal felsefi sistematiğin ötesine açılır.
***
Şimdi, duyurduğumuz Hıristiyan
kategorilerini, kurduğumuz metodolojik ilkeler temelinde kavramaya çalışırken irdeleyelim.
ilk olarak, inanç kategorisine bakalım,
çünkü öz (ousia) hakkında
söylenenlere göre, teolog (ya da, daha doğrusu, maneviyatçı insan, gerçek
Hıristiyan), söyleme indirgenmesi imkansız olan bir boyut olarak inanç ediminin
ve tekil inanç boyutunun tüm bu indirgenemezliğini görmezden gelerek cevap
verecektir.
Bir şekilde, analizi şu soruyla başlatmaya
kendimi mecbur hissediyorum: Hıristiyan kategoriden başka bir inanç kategorisi
var mıdır? Burada sorgulama amacını taşımadığım, her inançlı kişinin kalpten
telaffuz edebildiği inanç edimini değil, fakat inanç kategorisini (çünkü bu yapısöküm jestinin nesnesi olabilen şeydir)
soruyorum. Saygıyla yaklaşılan inanç edimi bir öznenin samimi/mahrem alanda
eylediği bir edim olarak görülür, Hıristiyan inanç kategorisinin, samimiyet
alanı içinde kalan samimi bir eylem olarak tüm bir eylem kategorisinin üstünde olduğunu düşünemem. Yani
irdelenmesi gereken budur. Bu kategoriyi özneden yana mahrem bir edim olarak
irdelemenin bir şey olduğunu, aslında bu eylemin ardından gitmenin tamamen başka
bir şey olduğunu bilerek, [eylem] gerçekleşse bile gerçekleştiği yere belli ki,
benim söylemim uzanamaz.
Kendini mükemmelen duyuran, edim sıfatıyla,
inanç edimi, yani, bu edimin kendisi, entelekyası, bir gösteri değil bir ilan
mıdır? İnanç nedir? İnanç, Tanrı ve
sevgisinin mevcut olmaması halinde, Tanrıyla ve Tanrı adına bağlantılı olarak
oluşur, -bunlar kutsalın kipinde olmadığı ölçüde parodik performanslardır.
Fakat bu inanç alanına girmez, çünkü inanç kanıt olmaksızın bir bağlanma
değildir. Hıristiyan inancının en büyük tinsel ve teolojik analizleri, ötekisi olmayan bir amaca kendini bağlamayı,
bağlılık açısından ifade etmekte ısrar edersek, inancın tercih edilir olduğunu
gösterir. Fenomenolojik açıdan, bağlantılı bir nesne olmadan bir amacın
kendisine bağlanmaya da anlamın tamamlanmaması fakat amacın kendisiyle bağlanma
diyeceğim. Belki de, inancın, saf yönelimlilik ya da kendine-yeterli bir
fenomen olarak, Jean-Luc Marion'un dediği anlamda "özümsenmiş
fenomen" olarak bir yönelimlilik fenomeni olduğu söylenebilir. Marion'un
bahsettiği "özümsenmiş/doymuş fenomenler" den, inanç gibi bir fenomen
hakkında konuşmaktan çok kendilerini inanç olarak teklif eden ya da iman gerektiren
bir fenomeni anlıyorum; yine de, inancın böyle "özümsenmiş bir
fenomen" ya da hatta, belki de bizzat özümseme olup olmadığı sorusunu açık
bırakıyorum.
İnanç, her durumda, kanıtsız ya da kanıtın
ötesine sıçrayan bir bağlılık değildir. O
bir inanç sahibinin edimidir, aslında bizzat parousia'ya (İsa'nın ikinci gelişine), şehadet yokluğu ile malûl
olmasına izin veren ve bizzat ona maruz kalan özel bir bilinçliliğin onaylama
edimdir. Homoousia'da [eşözlülükte]
inanç kendini homoousia'nın parousia yokluğuna maruz kalmış hali olarak
anlar, bu olmadan inanç olmaz. Eğer Hıristiyan inancı kendinden kaçan,
kendinden kurtulan bir samimiyet edimi kategorisiyse, o zaman Hıristiyan inancı kesin ve mutlak
olarak bütün inançlardan ayrışmıştır. O sui
generis bir kategoridir, bir yoksunluk..., bir kıtlık..., inancı gibi
değil, beklenen, yolu gözlenen bir durum
değil..., fakat kendi doğrusuna bir sadakat, bir iman etme, güven, ve içinde
ona güven veren felsefeye bir açıklık.
Burada söylediğim şey, sevgiye sadakatin
modern tanımına mükemmel şekilde uymaktadır. Eğer sadakati evlilik kurumu
dışında etik ya da ahlaki bir yasanın ya da evlilik yasasının basitçe gözetilmesinden ayrı olarak
kavrıyorsak, bu bizim için kesinlikle -sevgiye sadakattır. Hatta, belki de,
eğer sevgi en çok sadakatle ilgiliyse, ve eğer kendi başarısızlıklarının
üstesinden gelen bir şey değil, fakat daha çok ona yetersiz olarak görünen şeye
kendini emanet eden -ötesinde kendini veren- şeyse, bu sevgiyle en derininde
kastettiğimiz şey, bizzat olması gerektiği için olan şey, yani sadakattir.
Hıristiyan inancın bir nesneye değil, bir sözcüğe bağıtlı olmasının gerçek
nedeni budur. İnanç kendini Tanrı kelamına emanet etmekten ibarettir. Burada
tekrar, başkasının sözüne, 'seni seviyorum' diyen söze, -hatta demese bile-
sadakat olarak, kendini emanet ettiği sürece sevimli inancımız tamamen
hıristiyandır. Aynı zamanda inanç, teologların fides qua creditur dediği, inananların imanıyla, inançlı biri
yoluyla, inancın şahadeti olarak eylemdir, inanç burada memnuniyet olarak,
tanrı kelamı anlamında inanılan şey fides
quae creditur (inançla inanılır) olarak fiilileşir. Başka deyişle, fides quae creditur'un entelekyası,
sahici bir edim, fides quae creditur'dur:
duyuyu fiilileştiren edim.
Bu noktada iki olasılık kendini sunar.
1. Eylem uğrağı aslında başattır ve duyu
onunla kaynaşır. Bu durumda, iman duyusunun çok kişisel, çok özel, yani özne
için erişilemez olduğunu söyleyebiliriz. İnanç öznesi, bu durumda, Joan of
Arc'a atfedilen şu "lütuf olduğunu düşünüyor musun?" sorusuna verdiği
yanıtda "Ben ben değilsem beni orada bırakmakTanrının iradesi olabilir,
ben bensem beni orada tutmak tanrının iradesi olabilir" sözleriyle
onaylanmış olarak inancını tamamen Tanrının lûtfunun ellerine bırakan kişidir.
Burada inanç, bir inanç lûtfunun kabulünden oluşur.
2. Tersine, söz ve konuşma uğrağı cemaatçi
duyuyu hakim kılar. Bu durumda, tüm bölünme, cemaatin tümüyle dağılması, aynı
zamanda cemaatçi onama yoluyla, cemaatle ve yanı sıra dağılmayla paylaşılan
eylem yoluyla inancın çözülmesi ve dağılmasıdır. Şimdi, inancın cemaatle
birlikte çözülmesi, belki de, eğer
kerygma ve lûtuf, ilkesel olarak tüm insanlık içinse ya da İnciller ve lûtuf
herkes içinse Hıristiyanlık tarihinin "haç"ını temsil eder.
Bu iki kademeli şema düşünüldüğünde, inanç
her zaman duyunun sonsuzluğuna bağlı kalmak adına ortaya çıkar, ister samimiyet
bağı olmaksızın şahadet noktasında çözülmüş duyunun sonsuzluğu olsun, ya da
ister insanlığın dış sınırlarına, belirgin bir cemaatin dışına yayılmış duyunun
sonsuzluğu olsun. Hıristiyan cemaatin bakış açısından öznel ve varoluşsal
bağlılık olarak inanç edimini yorumlamak sonuçta, tamamen hatalı ve yanlıştır.
Ancak, inancın sadakat olarak, hiçliğe sadakat, hiçkimseye sadakat olarak, sadakatin kendisine sadakat olarak giderek artan biçimde hale gelmesi ve temellük
edilemez bir sonsuz duyunun eylem-içinde-olması doğrudur. Saf sadakat kültürü
haline geliyoruz. Neye sadığız? Duyuya, ve böylece tam da sadakat jestinden
başka bir şey olmayan dindarlığa.9
İkinci kategori: günah. Günah çünkü
Hıristiyanlığı günahsız kavrayamayız, çünkü
hıristiyanın en görünür ve en dışsal biçimde tarih ve kültürümüzün bütün
alanlarına hakim olması günah yoluyladır. Fakat yine de dikkat edelim, Hıristiyan
inancının kelamına aykırı bir şey olmasa da, günah konuşması bugün, artık sevgi
ve umudunki kadar günah Hıristiyanlığı da olmayan Hıristiyanlığımız kadar eski
moda görünür. Yine de her zaman kendi içinde bir
işarettir. Gerçekten de günah olmadan Hıristiyanlık nedir? O olasılıkla artık
Hıristiyanlık değildir. Fakat o zaman Hıristiyanlık, içten içe kendi kendini
özgür kılmayı, günahtan kurtarmayı nasıl başarabilir? Uzun zamandır günahın
görünmez olduğundan yakınan iyi hıristiyanların bol olduğunun ve Bloy ve
Bernanos’un günahın ve onunla beraber şeytanın ortadan kaldırılmasına karşı
birlikte veryansın ettiklerinin tamamen farkındayım.10 Fakat sadece o kadar, ortadan kalkması bir başarıdır.
Peki, Hristiyan günahı nasıl nitelendirmiştir?
Hıristiyan, günahı, inanç ve iman arasında olana benzer uygunsuzluktan bir
farkla sunar. Uygunsuzluk bir ihlaldir, nihai kefaret ve ceza sonucunu doğuran
bir ihmal edilmişlik. Günah öncelikle belirli bir edim değildir. (ayetlerin nakli
ve itiraf imgesi günah algımızın biçimini tamamen bozmuştur) Günah öncelikle
bir edim değildir, o bir koşuldur, ve
orijinal bir koşuldur. İlahi planın -yaratma, günah, kurtuluş- tam şemasını elde
etmemiz sadece orijinal günah aracılığıyladır. Bu ilahi plan dışında, ne Tanrı
sevgisi, ne yeniden diriliş, ne homoousia
ne de insanlığın sahip olduğu duyunun tarihi. Günah, böylece hepsinin
ötesinde orijinal koşuldur ve tarihselliğin, gelişmenin orijinal koşuludur,
çünkü günah kurtuluş tarihinin ve tarih olarak kurtuluşun hareketine yerleşmiş
türetici bir koşuldur, o özgül bir edim değil, daha az kötülüktür.
Günahın varlık koşulu, Hıristiyanlıkta her
şeyden önce hesaba katılan günahkar insandır. insanın bir günahkar olduğu
böylece günahkarın günahın kendisinden daha önemli olduğu orijinal koşuldur;
ayrıca bu, günahkarın affedilen olmasının nedenidir. Bir kere affedilen
günahkar elbette temizlenmiş olmaz –o kadın ya da erkek günahının lekelerinden
kolayca kurtulamaz, lekeler silinmez. Günahkarın bağışlanması kurtuluşun
tarihine yeniden girer ve yeniden türetilir. Günahkar o zaman, yasayı çiğneyen
birinden çok tanrıya ya da ötekine doğru yönelmiş duyunun yönünü kendine doğru
değiştiren biridir. İblis sözcüğünün Hıristiyan biçimde yorumlanışı şöyledir:
“tanrılar gibi olmalısın”. Kendine doğru hareket eden anlamın bu ters çevrimi,
kesinlikle ötekine açılmayan, tasarlanmış, kendisiyle ilişki yoluyla kendisine,
kendi kendine kendisini meydana getirişinin nedenidir. Bu sadece günahın
koşulunun belirtisi değil fakat bizzat günahın koşuludur. Batı geleneğinin
sürekli olarak kötülüğü egoite ya da egoizm olarak gösterdiği bütün metinleri
gözden geçirmemiz olanaksız. Sonuç olarak günah, bir anlamda, açılış,
uhrevileşme ve kapanıştır. Uhrevileşme (Azizlik) yasaya riayet değil (bu
Hıristiyanlığın Eski Ahit'in Yeni Ahit’de Aşılması olarak düşündüğü şeydir)
fakat inanca gönderme yapan şeye açılma, ötekinin kelamına, ilana açılıştır.
Günah koşulumuzun hakikati, nihayet,
kötülüğün cezasını çekmeye değil fakat kefarete, kurtuluşa yol açar:
ayartılmanın, şeytana uymanın kölesi olmuş bir kişinin kurtuluşuna (kölenin
günahlarından arınmasına) yol açar. Şeytana uyma/ayartılma kategorisini uzun
uzadıya sorgulamalı ve kendimize onun kökensel olarak ne olduğunu anlatmalıyız.
Ayartılma özsel olarak, o kendinin ayartılmasıdır,
o ayartma olarak, ayartan olarak, kendini-ayartan olarak, kendisidir. En azından
bir kötülüğün cezası değil, fakat kefaret ya da kurtuluş sorunudur ve kurtuluş kendi
kendiden değil, fakat onun açılışından gelir. Kurtuluş onun açılışı olarak
kendiden gelir ve aslında o yaratıcısının lütfu olarak ona gelir. Şimdi, Tanrı
kurtuluş aracılığıyla ne yapar? Kurtuluş aracılığıyla, Tanrı günah işlemekle yol açatığı hasarın borcunu
-kendi kendine borçlanmaktan başka bir şey olmayan bir borcu- insana bağışlar. Tanrıya olan borcu için
insanın tahsis ettiği şey, bizzat üstlendiği, kendisine döndürdüğü bu kendidir.
O -kendisine değil- tanrıya geri döndürülmelidir. Günah aslında varoluşun minnettarlığıdır (varoluş borcudur).
Başka deyişle, Heidegger (terimin ontik
anlamında) ‘ihlâl’ ya da ‘borç’ kategorisinden varoluşsal Schuldigkeit’i [görevi]
ayırmaya eğilimliyken, ben daha çok, Schuldigkeit’ın
varoluşun minnettarlığı [borcu] olarak günahın özünü realize edip etmediğini
merak ediyorum, -“varoluşun minnettarlığı”nın anlamı, bir ve aynı anda, bizzat varoluşun borçlu olması
ve borç içinde olması, kesinlikle varoluş buyruğu için, kendisi için, kendi
içindir.
Sonunda, yaşayan Tanrı bütün başka
unsurlarının toplamını koruyan şeydir. Tanrı, ne temsil edilen ne de temsil
edilebilir olandır, fakat yaşayandır; Oğul için, ‘görülemez tanrının görülemez
imgesi” der Origen, tam da onun mevcudiyetidir bu. Oğul, görünürlüktür,
görünmezliğin bizzat görünmeyişi, görünür (vucuda gelen) bir tanrı anlamında
değil, fakat mevcudiyetin ilanı anlamında. O ilanında/bildirimindedir, insana
gönderilendedir, vizyonun yapmaya çağırdığı şeydir. Şimdi, böyle adreslenen
bizzat kişidir: yaşayan tanrının yaşamı tam anlamıyla kendini-etkilemedir (auto-affection); o kişiyi, kendi
kendisinin sonsuzluk boyutunda, kendine sunar. Saf ilan, saf kişinin ya da saf
yaşamın sonsuz duyusu olarak konuşmasıdır. Yaşayan Tanrı, bu yüzden kendini,
kendi ötesine genişleten temellük edilmiş/edilmemiş yaşam olarak açığa çıkandır.
Böylece her şey bizi bizzat duyunun yapısı olarak açılışa tekrar geri götürür.
O aslında Açıktır, yaşayan Tanrıyla, Hıristiyanlığın kalbinde ortaya çıkan,
ilanın açılışı, projenin, tarihin ve inancın açılışı.
Eğer gerçekten açılış buysa, (duyunun
yataylığını bozan ve onu dikey bir eksende döndüren, sonlu bir dönüm noktası
gibi anı mevcut kılan) Hıristiyan inşasının toplanmalar/ayrılmalar ufkunun
parlaklığı olarak ve duyunun ufku olarak Açıktır, sorun olarak ufkun, kendi
sonsuzluğuna doğru dönerken kaybolan fakat aynı anda yayını geren sonluluk için
uygun bir isim olarak ufkun yapı(sökümü) adına süregiden bu proje geçici olarak
sonlandı diyelim.
Açık (ya da aynı zamanda Hölderlini’i dediği
gibi “özgür”) özsel olarak çok anlamlıdır (Hıristiyanlığın tamamen kendini
yıkıcı ya da kendi yapısını sökücü çokanlamlılığı). Mutlaklığı içinde kendini onto’ya açar ve
sadece sonsuz biçimde kendini onto’ya açar. Böylece Hıristiyanlık nihilizm
olacak ve Tanrı’nın ölümünü nihilizme bağlamayı durduramayacaktır. Fakat soru
şöyle konur: kendi açılışına batmayan bir açılma nedir? Sonsuz bir
anlamı/duyuyu yine de akla uygun kılan şey nedir, hakikat ağırlığına sahip olan
bir hakikat boşluğu mu? Sınırlanmış
bir açılışı betimleme görevini yeni baştan üzerine alan biri, bu yüzden hala (Tanrı
olamayan) anlamın figüratif yakalanışı olmayan bir figür, nasıl olabilir?
Bir varoluşu "sabitleyen" tekil çizgi,
sınırı (Grek anlamı sınırlama, kısıtlama olan Horizo'yu) düşünme meselesidir,
fakat bu sabite, kendine dönmeyen (tam
da geri dönmeyen bu varlık, “kendi”dir) bir açılışın karmaşık diagramına göre,
ancak, yine, ne din, ne inanç ne de herhangi bir bilgi -ve elbette ne kölelik
ne de çilecilik- olmayan bir duyunun kaydına göre, hiçbir kilisenin toplama ve
kutsama talep edemeyeceği kadar doygun ya da inandırıcı olabilir. Çünkü, bizden
geriye kalan ne tapınmadır ne de dua, sadece düşünce denen şeyin,–katı, sert,
ağırbaşlı ve ciddi ancak keyifli- varoluşu.
İng.Trans. Michael B. Smith
Tr. Çev. hç. (Köşeli parantezler bana ait)
Kaynak: Jean-Luc Nancy, (2008), Dis-Enclosure - The Deconstruction of
Christianity, Translated by Bettina Bergo, Gabriel Malenfant, and Michael
B. Smith, Fordham University Pres, New
York.
Notlar
NOT: Bu makale ilk önce, 1995'te
Montpellier Üniversitesi'nde bir ders olarak verildi. Kısa bir zaman içinde, bu
nankör ve hassas görevi gerçekleştirmeye gönüllü oldukları için minnettar
olduğum; Emmanuelle Soler, Vincent Chekib ve Pierre Rodrigo tarafından
kaydedildi, düzenlendi ve yayıma hazırlandı. Ve eserin belirsizlik
aşamalarında, konuşulan dilin ve belli bir doğaçlamanın izleri korundu.
Sonradan sadece in études philosophiques,
no 4 (Paris, 1998)'de yayımlanan son iki paragraf eklendi. Bu metin
sorgulamadaki ilk anın tanıklığı olarak (birkaç küçük düzeltme dışında)
orijinal haliyle yayımlandı.
1. Bkz. üzerinde çalıştığı kitap: Michel
Henry, C'est moi la vérité: Philosophie
du christianisme (Paris: Seuil, 1996); trans. Susan Emanuel, I Am the Truth: Toward a philosophy of
Christianity (Standford, Kaliforniya: Standford Üniversitesi Yayınevi,
2002). Kolokyumdan sonra, M. Henry bana benim amacımla ilgili tüm itirazlarını
ifade etti.
2. Bkz. Marlene Zarader, La Dette impensée: Heidegger et l’héritage
hébraique (Paris: Seuil, 1990); trans. Bettina Bergo as The Unthought Debt: Heidegger and the
Hebraic Heritage (Standford, Calif.: Standford University Pres, 2006).
3. Emile Poulat, L’ére postchrétienne: Un monde sorti de Dieu (Paris, Flammarion,
1994).
4. Bütüncülüğü (intégrisme)
"köktendincilik" (“fundamentalism”) olarak çeviren olağan uygulamayı
izledim, yine de, sonraki sayfalarda, bütüncülüğü, sonradan bütünlüğünün yani
kendi içsel tutarlılığının kaybı ve "parçalanma" konusu haline gelen
köktendinci hareketin belirli bir bütünsellik anlamıyla ilgili olması
önemlidir.-trans.
5. Marcel Gauchet, Le Désenchantement du monde (Paris: Gallimard, 1985); trans. Oscar
Burge as The Disenchantment of the World:
A political History of Religion (Princeton University pres, 1997).
6. Fransızca Noel, Latince natalis'le etimolojik bir bağlantıya
sahiptir; bu bağlantı İngilizce
"doğum"da ve dolayısıyla benim çevirimde yoktur. -Trans.
7. Burada yapmayacak olsam da, kendisini
Hegelci bir varyasyona bırakacağım, çünkü Hıristiyanlık aslında bilincin
mutsuzluğu olarak nitelendirilmiştir, Hegelci anlamda "mutsuzluk"
bilincin gerginliği anlamına gelir. Ve bu "mutsuzluk" Hegel
tarafından tamamen Yahudi olarak düşünülmüştür, bu bakışta, o, bütün tektanrıcılıklarda gergindir
("mutlu" dan çok daha fazla "mutsuz" olmayan,
fakat.....gergin). Fakat eğer bilinç gerilimi ima ediyorsa, kültürde değil
genelde dini ima etmez mi? (bu not
kolokyumdan sonra eklendi). bkz. Gauched, La
Désenchantement.
8. Luther'in, (Derrida'nın, benim kendi
"Hıristiyanlığın Yapısökümü" ifademin yerindeliğini hatırlattığı
gibi) belli bir kilise geleneğinin yıkımı hakkında konuştuğu doğrudur. Fakat
Luther'de (ve onun çağında, çünkü bu terimlerin kullanımlarını daha yakından
irdelemeden önce, örneğin, Gazzali'ye karşı İbn-i Rüşd'ü sahiplenerek çeviren
bir Destructio destructionis'in yanı
sıra bir Destructio cabbalae'yi
buluruz; bu örneklerde "yıkım" gücü bulanıktır) ve aynı zamanda,
Heidegger'deki Destruktion/Zerstörung/Abbau ve Husserl'deki Abbau'nun nihai yeniden
dönüşlerine başlamadan kendimi, bütün inşayı öncelemesi gereken doğrultuda bir
açılış ve yeniden açılış jestiyle kısıtlayacağım. Kuşkusuz bunun daha sonra
ayrıntılandırılması gerekecek. Dahası, yapısökümün derforme olmuş anlamları
bugün geniş biçimde kullanılan,
"yıkım" ya da "eleştiri" ile eşanlamlı hale gelmiş
-Derridacı vulgate'in başarısı büyük
ölçüde bu kullanım yüzündendir- ve terimin tutumlu bir şekilde kullanılmasını
özendirmiştir. (Bu not ilk yayımından sonra eklenmiştir)
9. Oldukça dikkat çekici buluyorum, örneğin
Alain Badiou gibi biri, Etik üzerine Hıristiyan olmayan kitabında (L’Ethique: Essai sur la conscience du Mal
[Paris: Hatier, 1993]; trans, Peter Hallward as Ethics: An Understanding of Evil [London: Verso, 2001]). Badiou,
sadakatin altından inancı tekrar ortaya çıkarmanın mümkün olduğundan kuşku
duymaz görünür -fakat aslında kuşkulanmaktan çok daha fazlasını yaptığına
inanıyorum.
10. Katolik romancılar Léon Bloy (1846-1917)
ve Georges Bernanos'un (1888-1948) eserlerinde, bir ortodokslukla (şu sıralar
bütüncülüğün başlangıcı olarak görülen) güçlü bir antimodernist gelenekçiliğin
birleşimi çok belirgin roller üstlenmiştir. Bkz. Bernanos'un ilk romanı Sous le soleil de Satan (Under Satan’s Sun, 1962) –Trans.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder