Direngezi
Dersleri 3
"
Dünya nüfusunun %1’lik kısmı dünyadaki mülkiyetin %50’sine sahip. Hatta dünya
nüfusunun sadece %10’luk kısmı dünyadaki mülkiyetin neredeyse tamamını elinde
tutuyor. İşte asıl soru bunu nasıl kabul edebiliyoruz.”
Alain
Badiou,
Biyopolitik
Emek, Biyopolitik Üretim
Kabul etmemiz gerekir ki, Foucault’nun
neoliberal yönetimsellik analizleri bize toplumsal ilişkilerin, öznellik
üretiminin ekonomik doğasını ve mekanizmalarını bütün açıklığıyla sergilemesine,
toplumsal ilişkileri ekonomik ilişkilere dek genişletmesine karşın, neoliberal
yönetimselliği mülkiyet ilişkileri ve sermayenin değerlenme süreci ile
ilişkilendirme noktasında net bir fotoğraf vermez. Maurizio Lazzarato’nun dediği
gibi; “Foucault’nun analizleri bir çok sınırlılıklar taşır ve biz onlara biraz
ışık tutmak durumundayız. Liberalizme geldiğinde, çok şaşırtıcı olan, asla
herhangi bir para probleminin olmamasıdır. Liberalizm, ya da daha doğrusu
neoliberalizm gerçekte bir finans sorunudur. Foucault’nun analizlerinde bir
başka çok önemli sınırlama olan mülkiyet tartışması yoktur” (M.Lazzarato,
2013:188). Evet, bunu kabul etmemiz, Foucault’yu, neoliberalizmi (örn. M.
Friedman, G. Arrighi ya da I.Wallerstein gibi) salt bir finans ya da ekonomi sorununa
indirgeyen yaklaşımlardan, klasik Marksist merkezi planlamacılara kadar, her
iki cenahtan da aynı ölçüde uzak durduğu için suçlamamızı gerektirmez ve haklı
da kılmaz. Dolayısıyla Lazzarato’nun liberalizmi temelde ‘bir finans sorunu’
olarak ele alan görüşünü de olumlayamayız. Foucault ısrarla neoliberal
yönetimselliğin, ekonomi, ideoloji, politika vb. referanslı ‘tek bir teori’ ile
açıklanamayacağını vurgularken onu “temel olarak saf ve basit bir ekonomik
öğreti ya da katı anlamda saf ve basit bir ekonomik-politik liberal tercihten
çok daha genel bir fenomen olarak” (BB 61) ele alır. O içinde, günümüz
insanının yapma, görme, söyleme biçimlerinin inşa edildiği -yönetilebilir bir
öznelliğin üretildiği- bir hakikat rejimidir. Bu rejim içinde insanlar maddi,
toplumsal, duygusal ve bilişsel mekanizma ya da araçlarla işleyen dispozitifler
yoluyla öznelleştirilirler. Eğer neoliberal özgürlüğü, M. Lazarrato’nun aynı
yerde ısrarla belirttiği gibi, parası olanların özgürlüğüyle, mülkiyet
özgürlüğüyle sınırlarsak, yine Foucault’nun, neoliberalizmin özgürlük
anlayışının, “önceden var olan doğal hakların keşfine değil, bizzat yönetim
uygulamasına özgü belirli bir doğallığın keşfine dayandığı” (BB.61) tespitini
de anlamakta zorlanırız. Foucault açıkça belirtir, liberal dünya; “Özgürlüğün
şu ya da bu garantisiyle, özgürlüğün şöyle ya da böyle saygınlaştırılmasıyla
tatmin olmaz. Daha derin bir biçimde o özgürlüğü tüketir. O sadece fiilen
varolan bir takım özgürlükler -piyasa özgürlüğü, alım satım özgürlüğü, mülkiyet
haklarının serbest uygulaması, tartışma özgürlüğü, ifade özgürlüğü olasılığına
vb.- kadar işlev görebilen özgürlükleri tüketir. Yeni yönetimsel akıl bu yüzden
özgürlüğe ihtiyaç duyar, yeni yönetim sanatı özgürlük tüketir. Özgürlüğün
tüketilmesi onun üretilmesi gerektiği anlamına gelir. Özgürlük üretilmeli,
örgütlenmelidir. Yeni yönetim sanatı bu yüzden, -buyruk anlamında değil, bu
buyruğu içerebileceği dolaysız çelişkisiyle birlikte, “özgür olmak” anlamında-
özgürlük yönetimi olarak görünür. … elbette, bu üretim yoluyla ortaya çıkan
maliyet problemleri ve kısıtlamalar, sınırlamalar (sistemiyle) birlikte” (BB
65). Sonuçta özgürlük/güvenlik oyununa dönüşen bu süreç artık doğal haklarda
keşfedilen bir özgürlük değildir, ve mülkiyet sahipliğine indirgenemeyecek ölçüde
genelleşmiş ve adeta doğa yasası gibi ‘gerçeklik kabulleri’ne dayalı nesnel,
everensel bir işleyiş olarak doğallaşmıştır. Bu yüzden neoliberal özgürlük
anlayışı “yönetilenin bağımsızlığından hareket eder” (BB 136). Ekonomik insan
tam da bu özgürlük üretimi/tüketimi içinde hem ‘bağımsız bir yönetilen’dir,
yani özgürlük tüketicisidir hem de aynı anda ‘gerçeklik kabulleri’ ölçüsünde
kesinlikle ‘yönetilebilir’ olan biri olarak, yönetimsellik ortağıdır. Bu
neoliberal özgürlük anlayışı, o halde hem sermaye birikiminin üretim ve
mülkiyetten çok ortak varoluşa el koyan dışsallıklar üzerinden oluşması (yağma
özgürlüğü) hem de aşağıda tartışacağımız öznellik üretimi ve bilginin değere
dönüşmesi (zorunlu özgürlük) uğraklarında can alıcı önemdedir.
Eğer Foucault’yu çağdaş Marksizmle
güncelleyen bir okuma içinde ele alacaksak,-ki evet- yönetimselliğin aynı zamanda sermayenin
değerlenme sürecini politik yönetim olarak kurgulama, kurumlaştırma ve dayatma
biçimi olduğunu görmeli ve teslim etmeliyiz. Buradan bakınca, neoliberal ‘insan
sermayesi’ kavramının ilk ortadan kaldırdığı kategori, çalışmanın toplumsal
faaliyet’e dönüştürülmesi suretiyle emek kavramıdır. Emeğin doğrudan biçiminin
çalışmanın bir faaliyete (ortak varoluşu üretici kılma, yönlendirme ve yönetme
yeteneğine) dönüşmesiyle gözden kayboluşu aynı zamanda emek sermaye
antagonizmasının gözden kayboluşunu beraberinde getirir. Sermaye insan olunca
yatırım kişinin kendine yaptığı yatırıma, ücret de onun gelirine dönüşür. Değer
tam da bu sermayenin (‘insan semaye’nin) kendini dolaşım sürecinde değerlemesi
biçimini alır. Onun dolaşım süreci, toplumsal ilişkilerdir, yaşam tarzıdır,
kültürel çevredir. Kapitalist üretimin biyopolitik hale gelişine paralel olarak
insan ve yaşam iki ekonomik birime (sermayeye) dönüşür. Ve iki problemli alana;
birincisi, gerekli emek zamanı (geçimlik için çalışma) ikincisi boş zaman.
Fakat ‘boş zaman’ insanın sermaye olduğu neoliberal toplumda ekonomik bir
birimdir ve ‘çalışma’nın uzantısıdır. Böyle olunca gerekli emek zamanıyla boş zamanı
birbirinden ayıran sınır bulanıklaşır ve gözden kaybolur. Yani üretim fabrika
dışına, tüm toplumsal ilişkilere dek genişlemiş bir ekonomik faaliyet alanını
kapsar. Zaman bir değer ölçüsü olmaktan çıkınca değerin hesaplanabilirliği
ortadan kalkar. O zaman ekonomik faaliyet, değeri zaman birimiyle ölçülen maddi
emek üzerinden değil, herhangi bir değer ölçüsü olmayan maddesiz (biyopolitik)
emek üzerinden işler. Meta üretiminde kapitalist rasyonalite, daha fazla ‘kâr’
için gerekli emek zamanını artırma oyunlarında uzmanlaşmıştı. Emeğin
üretkenliğini artırma oyunları çeşitli rasyonel maddi emek hırsızlığı
biçimleriydi. “Emek doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar
çıkmaz, emek zamanı da onun ölçüsü ve dolayısıyla değişim-değeri kullanım-değerinin
ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Kitlenin artı-emeği, genel servetin
gelişmesinin koşulu olmaktan çıkmıştır” (Marks, 2003: 175). Şimdi her şey
tersine dönmüştür. Biyopolitik emeğin değer üretimi sürecinde, boş zaman bir
çalışma zamanına, göreli biçimlerde değer üretim zamanına dönüşünce,
kapitalistin temel hedefi ücret maliyetinden kurtulmak adına gerekli emek
zamanını kısaltmak, müphemleştirmek hatta onu ortadan kaldırmak biçimini alır:
esnek çalışma, part-time çalışma, sözleşmeli çalışma formülleri ve nihayet
taşeronlaşma. Sermaye önce emekten, sonra emeğin kazanımı olan sosyal haklar
maliyetinden ve nihayet gerekli emek zamanından kurtulmanın yollarını üretir.
En azından (çalışma zamanı boş zaman arasındaki) müphemlik belirli bir baskı ve
kontrol aracı olarak işler, biyopolitik emek gücü her zaman çalışan bir emek
gücü olmasa da her zaman çalışmaya hazır olma durumunda olan bir emek gücüdür
ve bu yeterince güçlü bir baskı kaynağıdır. Biyopolitik emek gücünün en temel
gerçeği, çalışma, yaşam tarzı, özgürlüğü vb. her anlamda, tam bir
‘güvencesizlik’tir. O şimdi sermayenin ‘ücretli çalışma’ düzenine tedricen son
verme stratejisiyle birlikte ‘girişimci’ olma özgürlüğünden başka hiçbir
seçeneği olmayan biridir. Ve her şey, bütün liberal dünya onu girişimci olmaya
-şirketlerin kendisi üretmek yerine iş ve hizmet alımlarını dışarıdan bireylere
sipariş etme biçimleri başta olmak üzere- zorlamaktadır, tek ‘güvence’ budur;
‘özgür’ bir biyopolitik emek köleliği.
Bu sürece biraz daha yakından bakalım. İnsanın
sermaye olduğu görüşü Marks’ta da vardır, ve o da benzer şekilde insan ve yaşam
ikilisinin ekonomik birim haline, sabit sermaye haline geldiklerini söyler.
Marks gerek ‘Dolaysız Üretim Süreci’nde (2008) gerekse Grundrisse’de (2003), gelecekteki kapitalizm bağlamında işaret
ettiği sermayenin gerçek boyunduruğu aşamasında sömürünün sadece maddi emek
sömürüsü olmanın çok ötesine genişlemesinden, üretimin ve fabrikanın
sınırlarını aşarak tüm topluma yayılmasından söz eder. Marks, “bilimin genel
düzeyi”, “genel toplumsal bilgi”, ‘genel zeka’ (genereal intellect) vb. atıflarla andığı kolektif bilginin,
“nesnelleşmiş bilgi gücü” (Marks,2003:176) olduğunu belirtir. Marks’ın ‘genel
toplumsal bilgi’ ya da ‘genel zeka’ dediği üretim gücüne, günümüzde bilindiği gibi,
‘bilişsel sermaye’, ‘bilişim toplumu’ ‘bilişsel kapitalizm’ vb. isimler
verilmektedir. Sabit sermaye sanayi üretim sürecinde makineler ve üretim
araçlarına işaret ederken biyopolitik üretim sürecinde artık bu genel toplumsal
bilgiyi tanımlar. “Sabit sermayenin gelişmesi, genel toplumsal bilginin ne
dereceye kadar doğrudan üretken güç olduğunu, dolayısıyla da toplumsal yaşam süreci koşullarının bizzat genel
bilginin denetimi altına girdiğini ve ona göre biçimlendiğini gösterir”(Marks,2003:176)
(abç). Gelişen, eksiksiz ve tam bir
yetenek-makine’ye dönüşen bizzat insandır. “Emek-zamanından tasarruf, serbest
zamanın, yani bireyin tam gelişmesi için zamanın artması demektir ve bu da gene
en büyük üretken güç olarak emeğin üretken gücü üzerinde etkisini gösterir, bu
tasarruf dolaysız üretim süreci açısından bakıldığında sabit sermaye üretimi
olarak görülebilir; bu sabit sermaye
insanın kendisidir” (Marks,2003:180). Demek ki neoliberal ‘insan sermaye’
kavramına benzer bir kavram Marks’ta da aynen vardır. Fakat kısmen farklı bir
açıdan; Marks buradan kapitalist sömürünün maddi emek, ya da insanın fiziksel
kapasitesinin sömürüsünün (ki bu sermayenin emek üzerindeki biçimsel
boyunduruğu idi) çok ötesine genişlediğini ve sadece emeği değil toplumsal
ilişkileri ve bizzat toplumsal yaşamı sermayenin tabiyeti (boyunduruğu) altına
aldığı bir aşamaya geçtiğini saptar. Birincisinde sermayenin dışında oluşan
emek faaliyeti disiplin ve üretim süreci içinde eritilirken, ikincisi yani
gerçek boyundurukta ise yaşam hem üretimde işe koşulandır hem de üretilendir
(Negri & Hardt, 2011:151). Şimdi, hem neoliberal yönetimselliğin ‘insan
sermaye’ kavramında, hem de Marks’ın ‘sabit sermaye’ kavramında, sermaye ile
insan arasında organik bir ilişki var gibidir. Burada açıklığa kavuşturulması
gereken iki noktadan birincisi tam da bu organik ilişki üzerinden anlaşılan bir
öznellik üretimi ve öznelliğin üretici hale gelişi (ki bu sermayenin kendini
değerleme sürecinin ve metaların enformatik içeriğinin üretiminin dayanağıdır),
ikincisi ise biyopolitik üretimde insanın sermayeden ayrılma, hatta sermayenin
organik bileşimini bozma ve dağıtma eğilimi içinde oluşuna bağlı olarak açığa
çıkan bir öznellik ve o öznelliğin üretici hale gelişidir (ki bu da,
biyopolitik emek gücünün kendini değerleme sürecinin, yani ‘ortak olan’ın (common) üretiminin dayanağıdır).
Aşağıdaki paragraflarda bu iki hattı kavranılır kılmaya çalışacağız.
Marks’ın yukarıda tanımladığı anlamda bir
yetenek-makine- olarak şirketin sabit sermayesini yanında taşır hale gelen
öznellik, bilgiyi paraya çeviren en büyük üretici güçtür. Ve bu üretim gücünün
niteliği, emeğin teknik bileşiminde meydana gelen bir değişimle, maddi emeğin
yerini alan maddesiz (biyopolitik) emekle, başka deyişle Marks’ın ‘genel
toplumsal bilgi’ dediği, ya da genel olarak ‘bilişsel sermaye’ denen iletişim
ve bilgiyle tanımlanır. Burada söz konusu olan bilgiyi analiz edersek biri
olumsuz bilgin üç haliyle karşılaşırız: hakikat bilgisi, teknik-bilimsel bilgi
ve enformatik bilgi. Birincisi; dolaysız üretim, maddesiz üretim ya da
biyopolitik üretim adını alan bu süreçte bilgi artık kendine içkin bilgisel
değer dışında bir değersel karşılığı olmayan ‘eleştiri’ ve kuram’ olarak
tanıdığımız bir hakikat bilgisi olmaktan hızla uzaklaşır (bu bilgi
marjinalleşir ve toplumsal ilişkilerde ve yaşam biçimlerinde karşılığını
kaybeder -ekonomik insan öznelliği bir hakikat anlatıcısı değildir, onun bir
hakikat, ‘iyi yaşam’ arayışı ve dolayısıyla politika diye bir sorunu yoktur). İkincisi,
genel zekanın bir bölümü olan teknik bilimsel bilgi ise, ya erişimi engellenen
sır kapsamına alınır -ki bu kapitalist değerin doğrudan kaynağıdır- ya da
popülerleştirilerek talep oluşturma süreçlerinde dolaşıma sokulur, ve ‘üretken
tüketici’yi, yani bu bilgiyi tüketerek sermayenin hedefleri doğrultusunda
üretken hale gelen tüketiciyi üretir. Kısaca ‘genel toplumsal bilgi’ bir yanıyla
metaların enformatik içeriğini oluşturan bilgi olarak endüstriyel ürünlerin
değer üreten asli bileşeni haline gelir, öte yanıyla ve esas olarak hizmetler
sektörü dediğimiz fakat bugün kapsam ve mahiyeti kapitalist üretimin en büyük
bölümünü oluşturan sektörlerde (iletişim, reklam, medya, tıp, finans,
sibernetik, emlak, pazarlama vb.) büyük şirket çalışanlarının
düşünce/duygulanım emeği olarak biyopolitik emeğe gönderme yapar. Üçüncüsü, kısaca
iletişim akışlarında işleyen bilgi, iletişim teknolojileriyle bütünleşmiş bir
enformatik bilgidir. ‘Genel toplumsal bilgi’nin bu türü hem üreticiyi hem
tüketiciyi birlikte kuşatan iletişim otobanlarında üretilen, tıptan, modaya,
beslenmeden, sağlığa, kültürel, sanatsal normları ve zevkleri belirleyen, ya da
tanımlayan ve tüm toplumun haz kapasitesini maksimize eden enformatik bilgidir.
İletişim teknolojileri ve biyo teknolojilerin ürettiği benlik bilgileri başta
olmak üzere enformasyon yaşam tarzları önerir ve üretir. Reklamlar artık ürün
satmaktan yaşam tarzı satarlar vb. Biyopolitik emek kavramı “iletişimin üretimi
ve yeniden üretimini ve dolayısıyla en önemli içeriği olan öznelliği de içeren
üretici olarak ortak faaliyeti gerektirir. Eğer Fordizm sermayenin yeniden
üretim döngüsüne tüketimi entegre ettiyse, post-Fordizm de buna iletişimi
entegre etmiştir” (M. Lazzarato, 2005:237).
İkinci ve üçüncü bilginin ortak niteliği biyopolitik emek yeteneğini
tanımlar. Burada bilgi daha çok iletişim ve yaratıcılık yeteneği (bilgi, duygu,
kod, fikir işleme hız ve performansı) olarak, hayal gücü, imgesel çeşitlilik,
duygulanım ve empati yeteneği, risklerle başa çıkma, problem çözme, iletişim
kurma, kendini ifade etme, eşgüdüm, birlikte çalışma, kısaca maksimum düzeyde
etkilenme ve etkileme kapasitesi olarak biyopolitik emek haline gelir. Negri,
bu özelliklerin emeğin teknik bileşiminde, maddesiz emeğe geçişten sonra ikinci
bir değişime, emeğin kadınsılaşmasına ya da daha doğru bir deyişle
biyopolitikleşmesine işaret ettiğinin altını çizer (A.Negri & M. Hardt,
2011:143). Müşteri ilişkilerinde, zor müşterileri ve itirazları karşılamada
güler yüzlü çözümler üretmekten, tüketicinin ihtiyaç ve taleplerine -empati
temelinde- kişisel çözüm üretme -maddesiz mal üretme- yeteneğine kadar
çeşitleriyle emek artık, bir komuta altında plan, program ve zaman birimleriyle
değil, alabildiğine esnek ve değişken biçimlerde ve tamamen iletişim ve
yaratıcılık temelinde özerk olarak üretkendir (A.Gorz, 2011:46). Daha doğrusu
edimseldir, çünkü kapitalist üretim eskiden üretkenliği zorunlu kılarken artık
bugün iletişim ve yaratıcılık yeteneklerinin en üst kapasitede uygulamasını
gerektiren performansla ifade edilir (şirkete bağlılık ve görev bilinci jargonu
içinde bunun adı ‘motivasyon’dur). Üretkenlik yerini performansa bırakır ve
performans ne zaman, ne da başka bir birimle ölçülemez, onun bir tek ölçüsü
vardır o da toplumsal ilişki, yaşam biçimi (kısaca insan) üreten bir
öznelliktir. Bunun neoliberal akılsallık biçimi bilgiyi paraya çevirme gücü
olarak ekonomik insan öznelliğidir. Kısaca öznellik biyopolitik üretimin
hammaddesidir, bu hammadde yoksa ‘ilişki’ üretilemez ya da bilgi paraya
çevrilemez. Bu yüzden iletişim yeteneği ve yaratıcı performans öznelliğin temel
bileşenleridir. Dolayısıyla bu yetiler kapitalist üretim sürecinde zorunlu bir
buyruktur; “kendini ifade etmek, konuşmak, iletişim kurmak, işbirliği yapmak
zorundasın. Buradaki ‘ton’ Taylorizm zamanında yönetici konumdakilerin tonuyla
aynıdır”(M. Lazzarato, 2005:230). Bu buyrukla karşılaşan özne, Foucault’nun irdelediği
‘bağımsız bir yönetilen’ olan ve özgürlüğü bir ‘doğallık’ olarak kavrayan,
özneyle aynı kişidir. Kısaca ekonomik insan hem iletişim kurmak hem de özgür
olmak ‘zorunda olan’ biridir.
Biyopolitik emeğin teknik bileşiminde
meydana gelen değişimin daha yeterli bir kavrayışı için, enformasyonun bu kez
bilgisel değil fakat kültürel (ya da daha genelde ‘dispozitifsel) içeriğindeki
bir değişimden söz edebilir ve burada -çalışma karşısındaki tutum özelinde-
devasa bir dönüşüm yaşandığını gözlemleyebiliriz. Negri’nin emeğin
‘kadınsılaşması’ kavramıyla ve daha çok ‘duygusal emeğe’ atıfla düşündüğü
değişimden sanırım daha temelli bir değişim yaşanmaktadır. Elbette, biyopolitik
emek sadece maddi emekten maddesiz emeğe geçişle değil aynı zamanda erkeksi
emek biçiminden kadınsı emek biçimine geçişle de tanımlanmalıdır. Tamam, fakat
kadın emeğinin (özellikle anne ve hemşire emeklerine bakıldığında) sadece ‘duygusal
emek’ olmadığını, daha temel ve belirleyici özellikleri olduğunu öne çıkarmak
gerekir. Heidegger’in antik Grek poiesis
analizinde (1988), ‘açığa çıkarma’yla anlattığı üretim sürecinin dayandığı dört
nedenselliğin (maddi neden, biçimsel neden, ereksel neden ve etkin neden) daha
modern çağa girerken ortadan kalktığını ve insan doğa ilişkisinin sadece
‘emeğe’ (çalışmaya) atıflı bir etkin nedene indirgendiğini ve bunun ‘doğaya
egemen olmak’ şeklinde formüle edildiğini biliyoruz. Bu yolladır ki, (sadece etkin
nedene indirgenmiş sahiplenici, mülk edinici biçiminin Grek’te -ve hatta
ortaçağda da- kavranamaz olması ve bu nedenle çalışmanın, hele hele sadece para
kazanmak için çalışmanın alabildiğine hor görülmesi ve aşağılanmasının tam
tersine) çalışmanın modernle birlikte -özellikle Protestan etik içinde- bir
erdeme dönüştürülerek adeta kutsallaştırılması ve giderek sanayi üretiminde
rasyonalize edilerek acımasız usuller içinde üretkenlik biçimlerine
dönüştürülmesi, ancak bir ‘erkek’ emeği olarak tasarlanabilme koşuluna
bağlıydı. İşçi sınıfının demir yumruğu erkek yumruğudur. Bu da kaçınılmaz
olarak çalışmayı bir komuta altında plan, program, zaman ve disiplin
unsurlarıyla doğallaştıran soğuk ve katı bir akılcılıkla sonuçlandı. Eğilimsel
olarak, kadın emeği böylesine katı koşullara tabi tutulamazdı, bu yüzden daha
çok hizmet sektörlerinde istihdam edildi ya da biyolojik yeniden üretim
göreviyle tanımlandı. Bu bir fizik güç eksikliği fazlalığı meselesi değil,
kadın emeğinin -rasyonalistlerin hiç sevmediği- daha başka özellikleri
yüzündendir. Grek poiesisinde,
Heidegger’in deyişiyle (doğaya) bakım, itina ve ihtimam göstermek yoluyla açığa
çıkarmak/gizini açmak fakat asla açığa çıkanı (ürün ya da enerjiyi)
depolamamak, dolaşılama sokmamak ve sahiplenmemek var. Heidegger için, insanın
buna hakkı yoktur çünkü dört neden birbirine borçludur. Biyopolitik emeğin hem
kadınsı duygulanım emeğini, hem açığa çıkanın sahiplenilmemesi unsurunu hem de poiesisdeki açığa çıkarmanın yaratıcılık
yani estetik ve sanatsal bir vizyona (ki techne
Grek’te bu özelliğe başlı başına sahiptir) sahip olan bir emek türü olduğunu
görebilmeliyiz (hem anne hem hemşire emeği, zihinsel/teknik bilgi ve
duygusal/empatik bakım yapar, ihtimam ve itina gösterir, yetiştirir/sağaltır ve
sonuç üzerinde sahiplenme talep etmez, ve en estetik formlar içinde onu yaşam
ilişkilerine terk eder). Kısaca biyopolitik emek sadece plan, program, zaman,
disiplin ve aynının sürekli tekrarı olarak erkek emeğinin karşısına, duygusal,
esnek, değişken, asla tekdüze ve bıktırıcı olmayan etkilenme ve etkileme
kapasitesiyle kadınsı emeği çıkarmakla kalmaz aynı zamanda kadın emeğinin hem
bakım, itina ve ihtimam göstermek, hem güzelliğin yasalarına göre üretmek
anlamında yaratıcı ve estetik boyutta üretmek ve hem de ürettiğini mülk
edinmemek özelliklerini birlikte ifade eder (erkek emeğini ise sahiplenme ve mülk
edinme dışında düşünmek neredeyse imkânsızdır). Dolayısıyla, biyopolitik üretim
sahiplenmekten çok paylaşmayı gerektiren, ortak olana ait olan ve bu yüzden de
mülk edinilmesi zor olan ilişkiler ve çözümler üretir. Bu biyopolitik emeğin,
işin/çalışmanın reddini tanım gereği içerdiğini ve çalışma anlayışının Grek
orijinindeki kavrayışa geri dönme eğiliminde olduğunu gösterir -ki biz bunu
günümüz biyopolitik üretimde çalışanların (ya da genel olarak ortak olan’ın)
kendini değerleme biçimlerinde görebiliriz-. Kısaca biyopolitik emek dünün
rasyonel esaretinden sonra bugün emeğin teknik bileşiminde meydana gelen, zeka,
düşünce, duygulanım, iletişim, yaratıcılık ve estetik haz bileşenleriyle komuta
üretiminden özerk üretime, özgür ve elbirliği
halinde çalışmaya geçişe işaret eder. Çünkü biyopolitik üretim kolektif
üretimdir ve sadece ortak varoluş alanında meydana gelebilir. Fikirler,
duygular, kodlar, imgeler sadece tek bir kişi tarafından değil, ancak işbirliği
ve elbirliği içindeki bir ortak olan (common)
tarafından üretilebilir.
Biyopolitik emeğin teknik bileşimi üzerinde
yeterince durduk, Şimdi soru şu olmaldır: temel üretici güç olarak bilgi, ya da
onu paraya çeviren biyopolitik emek ne üretir? Andre Gorz ya da M.
Lazzarato’nun belirttiği gibi öncelikle metaların enformatik içeriğini üretir.
Gorz için tablo çok nettir; “Ürünlerin maddesiz boyutu onların maddi
gerçekliklerine baskın çıkar; sembolik, estetik ya da toplumsal değerleri de
pratik değerlerine (ve elbette ki sildiği değişim değerine). Kârların önemli
kısmı metanın maddesiz boyutu sayesinde gerçekleşir”(2011:37). Örneğin basit
olarak, Jean kot giysilerini sadece bir meta olarak mı yoksa bir yaşam tarzının
ya da toplumsal ilişki biçiminin işaretleri, gösterenleri olarak mı anlarız,
sorusunun yanıtı, jean’ın pratik değerinden, hatta değişim değerinden bağımsız
olarak ‘bir yaşam tarzının göstereni’ olduğudur. O zaman ortaya çıkışı
itibariyle bir yaşam tarzı kurgusu olan jean simgesi bir toplumsal değer
haline, kurgu da gerçek haline gelmiştir. Ve bu noktadan itibaren Jean’in
kullanım değeri ile onun maddi üretim ve değişim değeri arasında bir ilişki
kalmaz (bu örnek moda’nın bütün alanlarına genişletebilir). Aynı şekilde cep telefonunun
kullanım değeri ile onun yaşam tarzı içinde bir proteze dönüşen kullanım
yaygınlığı arasında da bağ kurmak imkansızdır. İşsizi, yoksulu, köylüyü,
kentliyi herkesi kuşatan ‘cep telefonu’ edinme arzusu (cep telefonunun simgesel
içeriğini oluşturan bir toplumsal ilişki, bir yaşam biçimi) telefon tüketiminin
temelinde yer alır. Ebeveynlerine bir cep telefonu aldırmak için çocuk ya da
gençlerin yaptıkları baskı ve ısrar; kredi kartı borcu gelirini kat kat aştığı
halde, eski (olsa olsa bir jenerasyon öncesi) telefonunu en son teknoloji cep
telefonuyla değiştirmek için kişinin gözünü kırpmadan astronomik rakamlarla
borçlanması vb. tutum ve davranışların, cep telefonunun kullanım değeriyle ya
da maddi üretim değeriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu noktada yaşam tarzı tam da
cep telefonu adlı metanın içeriği haline gelir ve fiyatları (farklı
öznelliklere karşılık gelecek şekilde) özelleştirir. Mobil bilgisayarların
kullanımında da, neredeyse bir patlamayı ifade edecek şekilde son birkaç yılda
ulaşılan kulanım yaygınlığı; evde, işte, trafikte, kafede, ziyaretlerde,
arkadaş toplantıları vb. fırsat bulunun her yer ve durumda ‘makineyi adeta
bedenin, düşünme ve algılamanın bir protezi olarak kullanan toplumsal
davranışı, sosyalleşme ve insani ilişkinin sosyal ağlara taşınmış olmasını
dayatan bir yaşam biçiminden [uyku zamanından bile çalan gündelik yaşam zamanı
boyunca çeşitli oyunlar oynamanın ya da sosyal ağlara, kişisel bilgi ve
görüntüleri yüklemenin temel işlev haline geldiği -ev kadınının ve gençlerin
kullanımında maksimize olan- bir yaşam biçiminden] nasıl ayırabiliriz? O halde
fiyat oluşumunun o ürünün maddi üretim süreciyle- ya da yazılımın yeniden
üretimde sıfıra yaklaşan maliyetiyle- ilişkisi nerdeyse yok ölçüsündedir.
Dolayısıyla bu metanın değerini niceliklendirecek bir değer ölçüsü kalmamıştır.
Marks’ın yukarıda aktardığımız alıntıda belirttiği gibi “emek doğrudan
biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emek zamanı da onun
ölçüsü ve dolayısıyla değişim-değeri kullanım-değerinin ölçüsü olmaktan çıkar
ve çıkmak zorundadır.” O zaman ekranlı makinelerin fiyatını belirleyen şey,
yaşam tarzı üretimi, yani, ‘yaşamın genel toplumsal bilginin denetimi altına
girişi’nden başka bir şey değildir. Başka deyişle, meta üretimindeki,
‘toplumsal emek zamanı’ olarak niceliklendirilebilir değer ölçüsünün yerini,
biyopolitik üretimde, üretim ve tüketimin arayüzü olarak işleyen iletişim
akışı, yaşamın özelleştirilmesi, kişiselleştirilmesi demek olan öznellik
üretimi alır. Öznellik bu noktada tam anlamıyla değerin üreticisidir. Ve
fiyatlar artık arz ve talep yoluyla oluşmaz. Örneğin sağlık ve beslenme
enformatiğinde çok rastlandığı gibi, bir prof çıkıp TV’den, ‘bağışıklık
sisteminizin çökmesini istemiyorsanız tereyağı yiyin’ diye bağırır, ardından
tereyağı üzerine hummalı bir enformasyon akışı sonucunda tereyağı fiyatları
tırmanışa geçer ve beraberinde şirketin borsa değeri tavan yapar (bu işleyiş
simgesel içeriğinin –bu genellikle marka ve markaya yüklenen simgesel
anlamlardır- eklentisi haline gelen bütün endüstriyel ürünlere dek
genişletilebilir). Bu süreci başlatan ne arzdır ne de talep, bizzat enformasyon
akışı ve (sağlıklı) yaşam tarzı üretimidir. Negri’nin de belirttiği gibi,
eskiden standart metaların kitlesel üretim ve tüketiminde fiyat oluşturan arz
ve talep sisteminin yerini neoliberal düzende biyopolitik emeğin ürünü olan
enformasyon akışı, toplumsal ilişki, iletişim ve yaşam tarzı ve bütün bu
sürecin taşıyıcısı olan öznellik üretimi almıştır. Biyopolitik emeğin meta
değil öznellik üretmesi, başka deyişle bilginin değer üretmesi karşısında hem
klasik iktisat hem de Marksist değer teorisi çökmüştür.
‘Genel toplumsal bilgi’nin denetimini, yani
güvenilirliğini, meşruiyetini ve ‘normal’ini, teknik ve bilimsel bilgi
oluşturur ve bu bilgi İletişim akışı yoluyla kişiselleştirilir, özelleştirilir.
İlaç endüstrisinden bir örneği alırsak, bir hap’ın, bilgi olarak üretimi
aşamasında bir anlamda belki bir ilk maliyetten söz edilebilir, oysa üretim ya
da yeniden üretim (ki artık aralarında bir fark kalmamıştır) aşamasındaki
sayısız üretim onun maddi değerini sıfıra yaklaştırır. Öte yandan tasarım ürünü
bir ambalaj içinde sınırlı sayıda kutulandığındaki fiyatı, üretim maliyetini
defalarca katlayacak ölçüde oluşur. Ya da, maddi üretim maliyeti değişim değeri
karşısında kıyaslanamaz ölçüde önemsizdir. Şimdi bu aradaki farkta cisimleşen
değerin kaynağı, sadece erişimi engellendiği ölçüde değerli olan
teknik-bilimsel bilgi ve biyopolitik emeğin üretkenliği ya da performansıdır.
Bu yüzden neoliberal sermaye birikimi, ‘genel toplumsal bilgi’ ya da genel
olarak ‘bilgi’ye ancak onu kontrol edebildiği ölçüde dayanır. Değer burada
(elektronik, biyoteknik, genetik, tıbbi
vb.) bilginin denetim altına alınmasına, paylaşılmamasına, telif, patent
vb. yollarla mülkiyet haline getirilmesine, kısaca bilgi tekeline dayanır.
Değerin kaynağı bilgidir evet, fakat ‘kontrol altına alındığı, mülkiyete
çevrildiği ve paylaşılmadığı ölçüde. Bu sermayenin bilgiye dışsal olarak el
koyma tarzının en bilinen ve kullanılan biçimidir. Aynı süreç bütün endüstriyel
ürünler için geçerlidir. Öte yandan biyopolitik üretim tam anlamıyla açık ve
paylaşılabilir, ortak bir üretimdir. Büyük şirketlerdeki biyopolitik emek
gücünün görevi bir yandan ‘normal’in bilgisini üreterek iletişim otobanlarında
servis etmek, aynı anda (özellikle sosyal ağları izleyerek ya da kullanarak)
talep toplama teknikleriyle kişiselleşmiş hizmet ya da ürün talep bilgisini,
şirket hedefleri uyarınca yine kişiselleştirilmiş çözümler ve ürünler olarak
tüketiciye ulaştırmaktır. Hizmet/ürün alıcısı sürecin başında üretici sonunda
tüketicisidir. Yani üreten de tüketen de öznedir. Yoksa birileri şirkete
kapanıp belirli özneler için belirli nesneler üretiyor değildir (bu Fordist
anlamda, kitlesel tüketim için kitlesel üretim mantığıydı). Neoliberal
ekonomi-toplum bir tüketim/iletişim aygıtı yaratır ve onu iletişim yoluyla
etkinleştirir. Talebi karşılayan da yaratan da, iletişim ve yaratıcılık
etkinliği maksimize olan kolektif biyopolitik emek gücü ve öznellik üretimidir. “Bütün sorun öznellik üretimiyle sermayenin
değerleme sürecini eşanlı olarak görebilmektir. … İletişimin üretim süreci
doğrudan değerlenme sürecine dönüşme eğilimi taşır”(Lazzarato, 2005: 241). Bu
iletişim akışı içinde her şeyin, kişiselleştirilerek alınıp satılabildiği (en
mahremin bile iletişime sokulduğu) bu ekonomide artık bir meta üretimi ve meta
mübadelesi söz konusu değildir çünkü hüküm süren daha çok iletişim
otobanlarında yeniden ve yeniden üretildiği, özelleştirildiği ve
öznelleştirildiği sürece bir yaşam tarzı üretimidir; meta tam da bu yaşam
tarzının taşıyıcısıdır, fakat değerin kaynağı mata değil yaşam tarzıdır.
Kapitalist üretim tarzında biyopolitik bir dönemeçten söz etmemizin anlamı da
budur. “Bu dönüşümün merkezinde canlı varlıkların sabit sermaye haline gelmesi yer
alıyor ve yaşam biçimlerinin üretimi katma değerin temeli haline geliyor”
(Negri&Hardt, 2011:142).
Aslında biyopolitik emeğin ne ürettiği,
büyük ölçüde nasıl ürettiğiyle, üretim süreciyle ayrılmaz bir biçimde iç içe
geçmiştir. Yine de ‘nasıl üretir’in açık bir yanıtı vardır, kolektif olarak
üretir. Biyopolitik üretim sadece ‘ortak olan’ın alanında meydana gelebilir. Ve
biyopolitik emek bireysel değil kolektif bir emek biçimidir. Simgeler, kodlar,
imgeler, duygulanım, ya da fikirler -deha bile olsa- bir kişi tarafından değil
işbirliği içindeki geniş bir üreticiler ağı tarafından üretilen bir ‘ortak
olan’dır. Neoliberal çağda, sermaye nasıl gayri şahsi akışlar halinde birikiyor
ve merkezileşiyorsa, neoliberal yönetimsellik nasıl gayri şahsi bir hakikat
rejiminin iktidarıysa, biyopolitik üretim de aynı şekilde gayri şahsi bir ortak
faaliyet, gayri şahsi bir elbirliğinin üretimidir. Biyopolitik emek bireysel
kapitalistin el koyabileceği bir değer üretmez, sermayenin dışsallıklar (ortak
zenginlik, doğal kaynaklar, yaşam tarzları, toplumsal ilişkiler vb.) yoluyla el
koyabileceği ekonomik değer üretir. Ayrıca biyopolitik üretim sürecinde
üretimin ‘kapitalist’ karakteri tanım gereği üretimden çıkmaz ve hatta üretim
üzerinden okunamaz. Biyopolitik üretim bir toplumsal ilişki üretimidir evet,
fakat bizzat Marks’ın sermayeyi bir
‘toplumsal ilişki’ olarak tanımladığı anlamda bir toplumsal ilişki
üretimidir. Fakat öte yandan aynı zamanda, biyopolitik üretimin sabit sermaye
olmaktan çıkma eğilimi göstermesi nedeniyle, yani bizzat kolektif üretim biçimi
nedeniyle sermayenin organik bileşimini bozan bir ‘açık’ toplumsal ilişki üretimidir. Biyopolitik üretim doğası gereği
kapitalist bir üretim değildir, o bir ‘ortak olan’ın üretimidir. Kapitalist
değer ve sömürü bu üretime tamamen dışsaldır ve üretimin dışından,
‘dışsallıklar’ olarak bu üretime ve ürününe (bilgiye/ilişkiye) el koyma
biçimlerine dayanır.
Bu argümanları kavramak açısından Negri ve
Hardt’ın ’dışsallık’ ‘fazlalık’, ‘toplu çıkış’, kavramları ufuk açıcı açıklamalardır.
Ancak burada öncelikle Marks’ın elbirliği tanımına başvuracağız: “Burada
gördüğümüz şey, sadece elbirliğiyle çalışma yoluyla bireyin üretici gücünde bir
artma değil, yepyeni bir gücün, yani kitlelerin ortak gücünün yaratılmasıdır.
Birçok kuvvetin tek bir kuvvet halinde kaynaşmasından doğan bu yeni güç
yanında, doğrudan toplumsal temas, birçok sanayide, tek tek her işçinin
etkinliğini yükselten bedensel canlılığın rekabetine ve dürtüsüne yol açar.
Böylece bir arada çalışan bir düzine insan … tek tek çalışan kişiden çok daha
fazla ürün üretir”(Marks, 1975:353). Sadece, meta üretimindeki bedensel
canlılığın yalnızca fizik güce atfen anlaşılması yerine, bedensel canlılığın
aynı zamanda zihinsel ve duygusal canlılık demek olduğunu, Spinoza katkısıyla
anlamak şartıyla, Marks’ın üç temel özellik verdiğini söyleyebiliriz; yepyeni
bir güç, performans artışı ve ürün fazlası. Neoliberal ekonomide bir şirket,
çalışma (proje, sunum, teklif, tasarım, yazılım vb.) birimlerine (bunlar
ekiplerdir), hedefleri veriyor ve geri çekiliyorsa, yani meta üretimindeki gibi
bizzat komuta etmiyorsa neye güveniyor? Ya da meta üretimindeki verimlilik
tekniklerinin yerini burada ne almış olabilir? Eğer verili üretim yöntemlerini
organize etmek, ya da farklı bileşimlerde devreye sokmak yeterli olsaydı,
çalışma birimine komuta etmek belki daha üretken sonuçlar verebilirdi. O halde
sorun varolan veri, yöntem, prosedür, teknik her ne ise bunların farklı
kombinezonlarda kullanımı meselesi değil, bizzat olmayan bir şeyin, yeni bir yöntem,
usul ya da tekniğin, çözümün, yazının icat edilmesi, bulunması, yaratılması
gerekliliğidir. Sadece bu gerekliliktir ki biyopolitik emek gücünü özerk ve
özgür kılar, uygun bir iletişim ortamı (üretim ortamı) yaratmayı zorunlu kılar.
Bu ekip, yani işbirliği, elbirliği ve heyecan, yeniyi ortak olarak üretir. Eğer
‘ortak olan’ ve onun kolektif zihinsel ve duygusal emeği yoksa, ürün yoktur
(not: kapitalistin bu üretim sürecinde mutlak anlamda hiçbir yeri ve rolü
yoktur). Burada üretilen biyopolitik, maddesiz bir üründür, bir eylemdir, bir
duygudur bir ‘ortak kavram’dır, bir çözümdür kısaca yaşamın içeriğidir. ‘Ortak
olan’ın yozlaşmış biçimlerinden biri olan şirket özelinde bu, ya maddesiz bir
üründür ya da bir endüstriyel ürünün enformatik, kültürel ya da simgesel
içeriğidir. Bütün bu süreçteki sermaye nedir? İmgeler, hayal güçleri,
alışkanlıklar, kültürel kodlar, duygular, tutkular, tek tek her bireyde
cisimleşen fakat orijini o bireylerin ürünü oldukları toplumsal, kolektif bilgi
havuzu ve dispozitiflerdir, kısaca hepsini kuşatan ‘genel toplumsal bilgi’. Bu
bilgi bir üretim birimindeki her bireyin zihinsel ve duygusal emeği olarak
cisimleşir ve iletişim, işbirliği ve örgütsel ağlar oluşturma yeteneği olarak
ürüne ya da çözüme dönüşür. Peki bu ürünün sahibi kimdir? Hiç kimse ya da
bizzat ‘ortak olan’ın kendisi. Çünkü onu üretenler aynı zamanda onu
paylaşanlardır. Bu üretim sürecinin neresinde kapitalizm var? Hiçbir yerinde.
Biyoplitik emek gücü için, bu özerk ve açık toplumsal ilişki üretimi, bir
‘ortaklık’ üretimidir. Kapitalizm bu ürüne üretim aşamasında değil ancak ‘el koyma’
aşamasında -bir dışsallık olarak- devreye girer. Aynen Asya Tipi Üretimde
despotun üretimde (ekimde ve hasatta) değil, el koyma aşamasında devreye
girdiği gibi, teknolojik ve gayrişahsileşmiş güç biçimleri de üretimde değil
‘el koyma’ aşamasında devreye girer (örn, bankaların işleyişi, parlamentodan
çıkan bir kanun, özelleştirmeler, patentler, borsa, kısaca her tür rant
kaynağı). Üretime dışsal olan biyopolitik sömürü, yani kontrol, denetim ve el
koyma biçimlerine aşağıda değineceğiz.
Şimdi Marks’ın verdiği ikinci özellik
olarak, elbirliği her bireyin zihinsel ve duygusal varlığında bir canlanmaya,
bir motivasyona ve performans artışına yol açar. Bir komuta altında olmayan,
zaman ve mekanla sınırlanmamış koşullarda yapılan üretim, özerk, hareketli,
değişken ve neşeli bir üretimdir. Spinoza’yı hatırlarsak zihinsel ve duygusal
emek aynı zamanda bedenseldir. Beden, duygu ve düşünce, başka bedenlerle aynı
anda ve aynı etkinlik içindeyse etkilenme ve etkileme kapasitesi başka deyişle
varolma ve yaratma kudreti artar. Basitçe biyopolitik üretimde iletişim
estetik, ironik, humorik ve yaratıcıdır. Bu yüzden üretim yöntemi genel olarak
gayri ciddi, (gırgır, şamata ve kahkaha dahil), zihin ve duygunun her an farklı
hareket koşulları içinde ve sayısız algı deneyimlerine girip çıkarak, sayısız
ve değişken, maddi ya da sanal uyaranlarla tetiklenerek, çeşitlenerek ve
zenginleşerek düşüncenin sessiz dilini, sözcüklere, imgelere, dönüştüren bir
yaratma sürecidir bu. Burası, Taylorizmden en uzak olduğumuz ve Spinoza’ya ve
Nietzsche’ye en yakın olduğumuz noktadır. Hatırlayalım Nietzsche’de yaratıcı
eylem, yarattığı şey haline gelme sürecidir. Bir eser yaratmak aynı zamanda o
eser olmak (paylaşılır hale gelmek) demektir. Bir besteci bestesini yaratırken
bir beste haline gelir, bir ressam resim haline, bir ‘ortak kavram’ ya da
‘duygu’ üreten, tam da o kavram ve o duygu haline gelir. Direnen direniş haline
gelir. Bu dionizyak (hatta queer) bir varoluş anıdır. Kitlesel katılımlı
konserleri hatırlayalım binlerce kişinin havaya kalkan kolları ve bedenlerinin,
tene işleyen müziğin ritmiyle dalgalandığı, içten ve coşkulu duygu okyanusu
içinde tekil-çoğul haline gelişleri, ister tarihsel bellekteki göçebelerde,
ister otantikliğini hala koruyan Afrika kabilelerindeki şamanik ritüellerle ve
İon dünyasının dionysos şölenleriyle aynı karakteri paylaşır: ortağın bir
toplumsal temas ve tekil çoğul oluşla yaratımı. Ruh diyor J. L. Nancy, açığa
maruz bırakılmış bir bedenin, dışarısı aracılığıyla bir “kendilik-dokunuşu”, bir “kendilik duygusu” olarak kişinin kendine
ulaşmasıdır, kendini kendi dışında oluşun birliği olarak hissetmesidir. ‘Ben’
ortak olan içerisinde, bir dokunuşun tekilliğinden başka bir şey değildir
(Gezi’de üretilen öznellik başka nasıl tanımlanır?). Marks, yukarıda
elbirliğini tanımlarken ‘doğrudan toplumsal temas’ diyor, “tek tek her
işçinin bedensel canlılığının etkinliğini yükseltir”. Ya da Bakhtin’inci
öznellik, kendini genelde başka kendilikleri ya da kültürleri kat ederek
tamamlayan, kendini başkasından alma biçimleri içinde oluşturan (kendini yazan)
bir öznelliktir. Foucault bu ortak olan öznelliği ‘parrhessia’ başlığı altında irdeliyor vb. [bu noktada biyopolitik
emeğin ürettiği bu ‘toplumsal ilişki’ artık (ne neoliberal ‘insan sermaye’ ne de Marks’ın ‘sabit
sermaye’ biçimiyle) sermaye değildir, sermaye olmaktan kaçan ‘açık toplumsal ilişkidir, -bunu
belleğimize kaydedelim]. ‘Ortak olan’ın
üretiminde elbette fakat onun yoz halinde bile, yani şirkette bile ortak üretim
ancak dionizyak bir karaktere ulaştığı noktada yaratıcılığının ve
buluşçuluğunun (aynı zamanda da engellere karşı meydan okuma gücünün) en üst
noktasına ulaşır. Dikkat edersek buradaki üretim/yaratım sürecini başarısız
kılacak, durduracak, işbirliği ve iletişimi imha edecek tek unsur, üretim
sürecine bir komuta-kontrol yetkisinin dahil olmasıdır; “Biyopolitik üretim,
şefsiz çalan bir orkestradır ve bir şef kürsüye ayak basacak olursa, orkestra
sessizliğe gömülecektir. Biyopolitik ekonomik üretim modeli burada bize bir
politik eylem analojisi olarak hizmet eder”(Negri&Hardt:180). İleride atıf
yapacağımız bu analojiyi de belleğimize kaydedip devam edersek, ortak üretim
sürecine bir şef ya da yöneticinin katılım ya da müdahalesinin -hele bir de ego
banyosuna başlarsa- üretimi paralize ettiğine (medya, moda, pazarlama, vb.
gibi) ortağın yaratıcılığını en çok gereksinen sektörlerde sıklıkla tanık
olunur. Yine de bu ortak faaliyet biçimi ve biyopolitik emek gücünün -üretim
dışında- kapitalist boyunduruk altına alınması, bu yaratıcı faaliyetin
doğasında bir değişikliğe ya da özerklik kaybına yol açmaz, sadece kapitalistle
biyopolitik emek gücü arasındaki çelişkiyi açığa çıkarır (aşağıda değineceğiz).
Ve iki öznellik biçiminin, kontrole boyun eğen ve direnen olmak üzere iki
öznellik tarzının temelinde yer alır.
Üçüncü olarak ‘fazla’; Marks elbirliğinde
maddi üretimi düşünüyor ve fazlayı bizzat maddi ürün fazlası olarak
tanımlıyordu. Biyopolitik üretimde ise durum daha farklı ve Negri’nin
belirttiği gibi, bir ‘kapasite fazlası’na karşılık gelir. Şirket ya da sermaye
ister istihdam biçimiyle, ister koyduğu hedeflerle ne kadar sınırlamaya
çalışırsa çalışsın, hatta doğası gereği işbirliğini engelleyici kısıtlar
koysun, yine de biyopolitik emek gücünün üretkenliği her tür sınırlamayı aşma
eğilimi içindedir. “Emek gücü sermayeyle ilişkisinde her zaman fazla verir,
insanlar işte ürettiklerinden çok daha fazlasını yapma ve çok daha fazlasını
üretme kapasitesine her zaman sahiptir. … duygulanımsal ve zihinsel yetenekler
işbirliği ve örgütsel ağlar oluşturma kapasiteleri ve diğer biyopolitik emeği
karakterize eden yetiler gerçekte çalışma ve işyeri odaklı değildir. …Kısaca
biyopolitik emek gücünün kapasitesi çalışmayı aşar ve yaşamın içine yayılır”
(Negri&Hardt 2011: 159). Biyopolitik üretim merkezsiz ve yatay ağlar içinde
bir ilişkiler dünyası üretir. Kapitalist el koymayı kaldırdığınız anda bu
‘bolluk’ üretimi demektir. Dolayısıyla ‘fazla’ ancak sermaye açısından
bakıldığında ‘fazla’dır, biyopolitik üretim doğası gereği bolluk üretimidir.
Fazla’nın genel olarak üç şekilde somutlandığını söyleyebiliriz; birincisi,
sermayenin (tamamen kendi ihtiyaç ve
stratejilerinin bir gereği olarak ve asla ortak olanla ilgili olmaksızın), ortağın
ürettiği bu fazlayı olumlaması, başka deyişle onun (Heidegger’in
terminolojisiyle) el-altında-duran olarak üretimini desteklemesidir.
Heidegger’in pistte duran nakliye uçağı örneği şunu anlatır; bu uçak dışarıdan
bakınca bir ‘nesne’dir, fakat hareket ettiği andan itibaren bir ihracat uygulamasını
başlatacağı için, ihracat uygulaması açısından şu anda el-altında-duran olarak
pistte durmaktadır. Dolayısıyla biyopolitik emeğin kapasitesi sadece değere
çevrilecek içerikler ve ilişkiler üretmenin ötesine her zaman geçer ve ortağı
üreten açık ilişkiler, ağlar ve
bilgiler yaratır. [örneğin, bilgi ağları
içinde -Wiki’ler gibi- ‘açık kaynaklar’ tam da biyopolitik emek gücünün değer
hedefli üretimi aşan kolektif üretimlerdir. Yine de, şirketlerin bu ‘fazla’ya ilgisiz
olmadıkları hatta tam tersine sponsorluk vb. yollarla destekledikleri sır
değil. Son zamanlarda Wikipedia’nın yaşadığı kriz (ki temelde bilgi
üretimindeki nitelik kaybı olarak ifade ediliyor) ve sponsorluk arayışları gibi
görünen ‘yeniden yapılanma’ dedikoduları, bu açık kaynağı da sermayenin
doğrudan kontrolüne sokacak gibi görünüyor. İnternet bu durumda zaten hızla
kaybolan ‘gerçek bilgi üretimi ve bilgiye erişim’ noktasında devreden iyice
çıkma eğilimindedir.] Büyük şirketin, bilgiyi tekeline alma eğilimi onun varlık
tarzı olmasına rağmen açık kaynakları desteklemesi, sadece kendi mevcut
sorunlarına çözümler bulma ve onları kendi tedarik sitemi olarak kullanma
dışında bir amaçla açıklanamaz. Çünkü binlerce kişinin aynı havuzda bilgi
üretmesini bir şirket milyar dolar da harcasa sağlayamaz, ayrıca böyle bedava
bir ortak zenginlik varken neden uğraşsın. O halde açık kaynakların giderek
tatlı kâr havuzlarına dönüşmeleri beklenmelidir. Bu durumda açık kaynak şirket
için ihtiyaç duyduğunda kullanacağı -pistte duran nakliye uçağı gibi- bir ‘el-altında-duran’dır.
Özetle aynı fazlanın toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimleri üretiminde ortaya
çıkması, -her ne kadar ‘fazla’nın değer üretimine çevrimi kolay değilse de, bu
toplumsal ilişkiler, ağlar ya da örgütlenmeler sermaye için her zaman gerektiğinde
kullanacağı bir ortak zenginlik olarak el-altında-duran’dır. Bireylerin hastane
kayıtları bile gerektiğinde paraya çevrilebilir bir ortak zenginlik olarak
‘el-altında-duran’a dönüşür. Sermaye açısından, ‘sosyal sorumluluk projeleri’
de, aynı şekilde sermaye için ‘el-altında-duran’ın üretim projeleri olarak
okunabilir, okunmalıdır. Aynı şekilde bilimsel bilgi üretimi, araştırmalar,
konferanslar, laboratuar çalışmaları, dergiler vb. paylaşımlarla işleyen bir
ortak üretimdir. Negri’nin de belirttiği gibi ‘biyopolitik üretim bilimsel
bilgi alanında üretilen bilgiyi her seferinde yeni işbirlikleri, paylaşımlar ve
ortak oluşlar üzerinden artıran bir ortak üretim döngüsü kurar.’ Fakat
sermayenin el koyma ve ticarileştirme hedefleri bu döngüyü imha eder ve üretilen
bilgiyi bir ‘el-altında-duran’a çevirir. Bütün örneklerde görüldüğü gibi, sermayenin hedeflerini ortak üretim
süreçlerine müdahale ettiği ölçüde bizzat biyopolitik üretimin engeli haline
gelir. Kentler emlak piyasasının/sermayenin gerektiğinde ranta dönüştürdüğü en
ideal ortak zenginlik deposu olarak bir el-altında-durandır. Aynen depolanmış
petrol ya da depolanmış enerji gibi ‘muhit’ adı altında depolanmış ortak
zenginliktir. Kısaca bir bütün olarak, bilgiler, ilişkiler ve yaşam neoliberal
birikim ve yeni yönetim sanatı için değerin bir biçimi olarak
‘el-altında-duran’a dönüşür.
Fazla’nın ikinci biçimi bu kez emek
cephesindedir ve biyopolitik emek gücünün, sermaye
olarak toplumsal ilişki üretiminden farklı olarak, açık toplumsal ilişki üretimi
(yani ortak olan’a dahil olma) biçimleri ile ilgilidir. Gerek ürüne el koyma
(bilgiyi ve üretimini kontrol etme) biçimleri, ve gerek üretim sürecindeki
kısıtlar ve engellemeler gerekse özneleştirme baskısı nedeniyle olsun, şirket
odaklı ‘çalışma’, çalışmanın doğasındaki neşeyi ve ‘ortak’ üretimi
biçimselleştirici, rutinleştirici bir özellik kazandığı ölçüde bir bıkkınlık (burn out) yaratır. Çalışma kişi için
başlangıçtaki çekiciliğini zamanla kaybeder. Ve çalışan bir noktadan sonra
çalışmanın anlamsızlığı içinde bocalamaya başlar ve hayatına anlam katacak,
yani kendini (ortak üretimini ve ortak varoluşunu) değerli hissetmesini
sağlayacak başka şeyler yapmaya ve üretmeye yönelir. Bu çalışmanın reddi değil,
çalışma üzerindeki kapitalist tahakkümün reddidir. Bir anlamda ‘kendini
değerlemeyi’ kendine yatırım yapmak ve kariyerini bir girişimci gibi yönetmekte
değil de, çalışma dışında başka türden bir ilişkiye, ‘ortak olan’ın üretimine
giriş biçimlerinde arayabilir, arar. Bir yazılımcı salt ‘anlam’ arayışı (kendini
değerli kılma gereksinimi) yüzünden çalışma dışında, yaşamın ortak üretimine
katılabilir ve Hacker olabilir. Çünkü, Hacker’ın kendini/ortağı değerli
kılabileceği bir estetiği ve bir etiği vardır. Örneğin Lazzarato, bunu şöyle
ifade eder: “programcıyı harekete geçiren şey, hizmet alış verişi yoluyla
değil, sempati ilişkileriyle iletişim kurma, birlikte hareket etme,
toplumsallaşma ve farklılaşma
arzusu’ndan başka bir şey değildir”(akt. A.
Gorz : 67). Ya da bir doktor, bir medya çalışanı, bir mühendis estetik
ve sanatsal üretim topluluklarına katılabilir ya da ortak olan’ı üreten başka
topluluklara, çevreci hareketlere, kadın hareketlerine nükleer karşıtı
hareketlere, hayvan hakları, tüketici hakları vb.. hareketlere katılır ve
bunların aktivisti olabilir. Fakat mutlaka çalışma dışında bir şeylerin
üretimine -bir ‘ortak olan’a- katılır. Hiçbirini yapamazsa tasını tarağını
toplar, gitmese de görmese de kendisinin olan bir köye gider (tek başına değil,
‘elektronik köy’ topluluklarına katılma biçimiyle). Bunların hepsi sermayeye
emek gücü sunumuna hayır diyen ve insanın insan tarafından üretilme
biçimlerdir. Bütün ‘alternatif toplumsal hareketler’in ortaya çıkış mantığı
buraya dayanır. Fakat bu kesin olarak çalışmanın reddi ve kendi kendini yöneten
bir ‘ortak olan’ı kurma biçimi, başka bir dünya kurma biçimi değildir. İşte
buna (yani ortak olanın kendini yönetme yeteneğine sahip olduğu iddiasına)
‘fazla’nın üçüncü bildirimi diyeceğiz ki bu, tam da ortak olanı kurma -hem ona
erişim hem de onu kullanma yetisi- anlamında Negri’nin ifadesiyle ‘toplu çıkış’
(exodus) eylemidir.
Toplu çıkış biyopolitik emek gücünün
üretkenliğinin reddi değil, tam tersine onun üretici kapasitesine sermaye
tarafından el konulmasının reddidir. Sermaye için çalışmanın, yani, kapitalist
değer ve şirket odaklı çalışmanın reddidir, ve aynı anda mülkiyetin olumlu kaldırılışı olarak insanın insan tarafından üretimidir.
Fakat bu ret sermaye karşıtlığında değil, kendini değerleme arzusunda
temellenir. Kendini değerlemeden kasıt, çıplak yaşamına (zoe), yani biyopolitik emek gücüne -kolektif bedene- uygun bir
ortak yaşam biçimi (bios) yaratmaktır
[sermayenin, kendisi için bir değer üretme kapasitesinin öyle başına buyruk sistemden çıkıp gitmesini
savaşmadan kabul edeceği asla düşünülemez. Bunu düşünmek ham hayaldir,
dolayısıyla sınıf mücadelesinin yeni biçimi olarak savaş kaçınılmazdır. Varolma
savaşı her zaman sermayenin şiddetini karşısında bulur. Sermaye, biyopolitik
emek gücünün sermayeyi değil kendini (ortak varoluşu) değerlemesinin, sistem içinden
sisteme karşı çıkıştan ya da muhalefetten çok daha radikal bir ihlal, çok daha
büyük bir tehlike oluşturduğunun her zaman farkındadır]. Biyopolitik emek
gücünün bütün mücadelesi kendini/ortağı değerleme arzusunun önündeki engelleri
ortadan kaldırmaya endekslidir. Onun kendini ‘özgürlükçü’ olarak nitelemesi en
temelde bu anlamı taşır. Bunun yolu, toplumsal ilişkiyi ve yaşam biçimini bir sermaye olarak üretmeyi (ya da insanın
insan tarafından sermaye olarak üretilmesini) reddetmek ve yerine açık toplumsal ilişki üretimini
koymaktır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi biyopolitik süreç sermayenin bir
toplumsal ilişki olarak yeniden üretimiyle sınırlı değildir, onu aşmakta ve
“aynı zamanda sermayeyi yok edebilecek ve tümüyle yeni bir şey yaratabilecek
özerk bir süreç için bir potansiyeli temsil etmektedir.” (Negri&Hardt,
2011: 146). Foucault için de bu, ne doğası ya da özü gereği üretilmek zorunda
olan, ne de ekonomik olarak yorumlanmak zorunda olan bir üretimdir. Şöyle der;
“insanın insan tarafından bu üretiminin, değer, zenginlik veya ekonomik
kullanımın bir nesnesinin üretimi gibi olduğunu düşünenlere katılmıyorum;
aksine bu, olduğumuz şeyin yıkılması ve tamamıyla başka türden bir yenilik olan
bir şeyin yaratılmasıdır” (aktaran, Negri&Hardt, 2011: 146). Buna ‘toplu
çıkış’ deriz, direniş deriz, isyan deriz önemli değil, önemli olan bu olgunun
bizzat kendisi ve ‘yeni’ oluşudur, çünkü meta üreten emekte böyle bir özellik,
sermayeden kaçan hatlarda yeni ve kendi kendini yöneten ortak yaşam kurmak gibi
bir özellik yok. O sadece bilinçli komutanların liderliğinde ‘örgütlenebilir’
bir öznelliktir. Neoliberal ekonomik insan da buna mukabil ‘yönetilebilir’ bir
öznelliktir. Oysa bahsettiğimiz ve Gezi’de cisimleşen açık toplumsal ilişkiyi
üreten öznellik her ikisinden de farklı olarak, ortağın kendini yönetme
yeteneğini maddileştiren bir öznelliktir.
Şimdi en başta koyduğumuz ikilem şuydu;
geçimlik için çalışmanın bir ortak faaliyete dayanması ve bu ortak üretim
sürecinin, sermayeye değer üreten toplumsal ilişki ve öznellik üretimi ile bu üretimin sınırlarını aşan, ihlal
eden yeni türden bir ‘açık toplumsal ilişki’ üretmesi, arasındaki sınır, ayrım,
görünmez, tespit edilemezdir. Biyopolitik emeğin temel özelliği nerede
sermayeyi değerleyen bilgi ve ilişkiler nerede sermayeyi yok edecek açık
toplumsal bilgi ve ilişkiler ürettiği arasındaki sınırın ortadan kaldırmış
olmasıdır (bu da kapitalistin paçalarını tutuşturan en ciddi tehdittir).
Sermayenin denetim ve kontrol çılgınlığının altında tam da bu belirsizlik
yatar. Sermaye gerekli emek zamanı konusunda bir müphemliği emek gücüne
dayatırken ve bunu bir silah olarak kullanırken, biyopolitik emek gücü de
sermayeye, nerede sermaye için değer üretmeyi terk edebileceği noktasında bir
müphemlik dayatır. İki taraf ta her iki müphemlik noktasında baskı altında
kalır. Bu yüzden biyopolitik emek gücü gerekli üretim zamanı boyunca bulunduğu
şirketten ayrıldığında Taksim’e akın ederek ortak yaşamın kurucu ilişkilerini
üretmesi sermaye için yeterince müphem bir davranıştır. Burada olan tam da
biyopolitik emeğin, ya da bizzat ‘fazla’nın (açık toplumsal ilişkinin)
Taksim’de cisimlenişinden başka bir şey değildir. O halde ‘toplu çıkış’tan
anladığımız, sermaye kontrolünden kaçan bir emek gücünün, başka bir dünya
kurmaya yönelmesi, kendini değerlemesidir. Bu sermaye odaklı çalışmanın
reddidir, evet fakat sadece o değil ayrıca bir yaşam tarzı, kendini yöneten
topluluk üretimidir. Toplu çıkış, demek ki tasını tarağını toplayıp başka yere
girmek anlamına gelmiyor, tam tersine bulunduğu yerde sermayenin toplumsal
ilişkileri içinde değere çevrilen tüm zenginliği tersine çeviren, yani kullanım
değerlerine kavuşturan ilişkiler üretmek, onun kontrolünü ve öznellik tarzını
parçalamak ve zaten bizim olanı kazanmak anlamına geliyor. Ranciere örneğin
buna ‘ayrılmanın gücü’ der. Sermaye için öznellik üretiminin önemini, gezi
direnişçilerindeki ayrılma gücünün, ekonomik insan öznelliğinin ilişki ve değer
dünyasını parçalaması karşısında ortaya konan polisiye telaş ve ‘ilkel
birikimci’ refleksten daha iyi hiçbir şey anlatamaz. Sermaye üreten toplumsal ilişkilerin meşruiyetini ortadan kaldıran ortak ve açık toplumsal ilişkilerin
görünürlüğünü yok etmek, sermaye açısından bir ölüm kalım meselesidir.
Biyopolitik
Sömürü
Biyopolitik üretim sürecinde açığa çıkan
ilk gerçek, sermayenin ortak varlığa el koymasının gayrimeşruluğudur. Yani
neoliberal birikim ya da sömürü, dün üretime içsel ve onunla bağlantılı olarak
kotarılan ‘Kâr’dan, şimdi daha çok rant biçiminde üretime dışsal bir ele
geçirme tarzına dayanmaktadır. Bu sömürü ve ortak zenginliğe el koymanın iki
biçimi “hem kamusal serveti hem de ortak varoluşta toplumsal olarak bulunan
zenginliği özel mülkiyete dönüştürerek, mülksüzleştirme aracılığıyla işleyen
yağmacı bir süreç”tir (Negri & Hardt, 2011: 147). Biz bu yağmacı karakteri,
Ekim 2011 tarihli ‘yeni Türkiye yazıları-3’de, Marks’ın ilkel birikim modelinin
(zenginliğin üretim süreçleri dışında birikme modelinin) bugünkü kapitalizmin
temel el koyma tarzı haline geldiği tespitiyle irdeledik. Son on yıl içinde bir
çok düşünür ve araştırmacı da benzer tespitlerde bulundu. Bu yağmanın en
bilinen biçimlerinden biri özelleştirme stratejileriyle kamusal servete el
konmasıdır. Eski kuşakların yoksullukları, sömürülmeleri ve ezilmeleri pahasına
üretilen dev kamu işletmeleri ve onların varlıkları özellikle
toplumsal-ekonomik kriz, çöküş ya da şoklardan sonra engelsiz bir uygulama
alanı buldu. Kuramcıların ‘felaket kapitalizmi’ adını taktıkları bu el koyma
biçimi Türkiye’de, 2001 kriziyle birlikte yaşanan şoku izleyen yıllarda, tüm
kamusal ortak servetinin yerli yabancı sermayeye ‘özelleştirme’ adı altında
peşkeş çekilmesiyle sonuçlandı. Türkiye’de bu dönemde yaşanan yağmaya ‘Felaket
kapitalizmi’nden daha uygun bir ad bulunamaz. Özelleştirmeleri aynı zamanda
ortak zenginliğe el koymanın bir diğer biçimi olan doğal kaynakların, suyun,
havanın, bitki örtüsünün, madenlerin (özellikle altın madeninin), denizlerin,
yağmalanması izledi. Uygulamaya konan sistem Marks’ın tüm vahşetiyle
sergilediği ilkel birikim modelinin tam bir adaptasyonu oldu. Negri ilginç bir
cümle kuruyor; “neoliberal birikimin
doğal kaynaklar biçimindeki ortak varoluşa el koyma yoluyla yürütüldüğü
örnekler … egemen devletlerin ve güçlü hukuksal yapıların olmadığı, savaştan
bitap düşmüş bölgelerde gelişir”(Negri & Hardt, 2011:147). Türkiye’de uzun
yıllar boyunca sahneye konan savaş koşulları ve parlamento, ordu, yargı, eğitim
vb. kurumların imhası, özgürlük ya da demokrasi için mi, kapitalist yağma için
mi kotarıldı sorusunun yanıtı sanırım bu cümlede içerilidir. Türkiye neoliberal
birikimin yağmacılığını 21. yüzyıl başlarında en barbar ve en vahşi biçimlerde
uygulamaya konduğu dünyadaki tek ülkedir. Aynı dönemde Brezilya ya da Güney
Afrika’daki neoliberal yağmanın bu denli imha edici ve vahşi olduğu söylenemez.
21. yüzyılın ilk on yılında Türkiye’nin tüm insanlarına ait olan ‘ortak
zenginlik’ sermayenin eline geçtiyse, bunun birinci dereceden sorumluları
kendilerini ‘demokrasi havarileri’ olarak sunan, liberal solcular, müslümanlar
ve kürt milliyetçileridir.
Bu yağmacı el koymaların dışında neoliberal
birikim ve sömürü esas olarak biyopolitik üretime ve ortak varoluşa el koyma
yoluyla kendini yeniden ve yeniden üretmektedir. Ortak varoluşun bu biçimi
başta dil olmak üzere sosyalleşme tarzlarımız, törel, kültürel alışkanlıklar ve
dispozitifler gibi, doğaya değil, toplumsal doğaya ait olan dünyadır. Bu
zihinsel ve duygusal ortak varoluşa el konulması, biyopolitik emek sömürüsünün
yeni biçimlerini anlamak açısından anahtar niteliktedir (Negri & Hardt,
149). Ancak yukarıdaki paragraflarda
gördüğümüz gibi buradaki temel sorun, biyopolitik emek gücünün sermayenin bir
organı olmaktan ya da bizzat bir insan sermaye ya da sabit sermaye olmaktan
giderek özerkleşmesinde düğümlenmektedir. Sermayenin değer üretim sürecinde yer
almamasından kaynaklanan biyopolitik emeğin bu özerkleşmesi karşısında sermaye,
bir yandan bu üretimin (biyopolitik yeteneklerin değer üretmesinin koşulu olan)
özgürlük koşullarını desteklemek, bir yandan da hem üretime hem de onun ürünü
olan değere el koymak ve aynı anda da biyopolitik emeğin özerk üretimi olan ve
sermayeden kaçan ortak varoluş biçim ve ilişkilerini kontrol altında tutmak
gibi bir açmaz içindedir. Bu da sömürünün ancak sermayenin sürekli krizleriyle
birlikte kotarıldığı anlamına gelir. Tarihsel olarak emeğin teknik
bileşimindeki her değişimde ortaya çıkan krizin ardından sermaye o emeği ve
ürününü denetim altına almanın yollarını yeniden üretmiştir. İlkel birikimden
sanayi üretimine ve günümüzde de biyopolitik üretime dek emeğin geçirdiği her değişim
sermayenin yeniden örgütlenmesini ve kontrol aygıtlarını geliştirmesiyle
sonuçlandı. İlkel birikimde el koyma sürecinde devlet ve hukukun yerini sanayi
üretiminde nasıl bizzat üretim sürecine bağlı rasyonalizasyon teknikleri
aldıysa, bugün de emeğin biyopolitik yeteneklere dayanması karşısında, sermaye
bu kez ‘dışsallıklar’ yoluyla ortak olan’a el koyma biçimleri üretmiştir. İlk
ve en önemli dışsalık öznellik üretimidir -aşağıda ele alacağız-. İkinci
olarak, hem öznelliği değer üretimine mahkum edecek denetim koşulları yaratmak
hem de sermayeden kaçan ortak varoluşun gücünü parçalayacak, etkisizleştirecek
ve boyunduruk altına almayı kolaylaştıracak denetim aygıtları, gözetleme
teknolojileri ve çeşitli ağlar üzerindeki teknolojik kontrol biçimleri (yazılımları)
gelmektedir. Foucault’nun pan-optikonu akıl almaz bir biçimde, ortağın yaşam
alanlarını denetim altına almanın teknolojilerine dönüşmüş, atılan her adımı,
konuşulan her cümleyi saptar hale gelmiştir. Sermayeden kaçan ilişkilerin,
iletişim biçimlerini, iletişimin taraflarını, iletişim sıklıklarını, mesajların
içeriğini, mesajlaşan kişileri, yüz tanımlarını, adres ve kimlik bilgilerini,
ilişkinin nerede ne zaman nasıl üretildiğini vb. saptayan, tanımlayan,
kimliklendiren yazılımlar, her ne kadar, ticari vb. amaçlarla veri tabanı
oluşturma gerekçesiyle bilgi topluyor görüntüsü verilse de, ortak varoluş
biçimleri üreten ya da muhalif olan bilgiler-duygular, ilişkiler, ağsal
örgütlenmeler vb. üretimi daha doğarken saptayan ve kriminalize eden bir teknolojidir.
Mobese’lerin yaşamın bütün alanlarına yaygınlaştırılmasının ve
çözünürlüklerinin her geçen gün artırılmasının, ortam dinleme teknolojilerinin
vb güvenlik gerekçelerinin çok ötesinde amaçlara hizmet ettiği biliniyor.
Özgürlük ve güvenlik ikilemi, gayrimeşru denetim ve gözetleme teknolojilerinin
tüm yaşama hakim olması sürecini meşrulaştıran bir gerekçeye dönüşmüştür. Ortak
varoluşun gücünü zayıflatan bir diğer gelişmeyi son on yıldır en vahşi
biçimleri içinde izledik, izliyoruz: cehalet üretimi. Kamu okullarının
başarısızlığını efsaneleştiren liberal söylemin dershaneler, özel okullar ve
özel üniversiteler propagandası, sonuç olarak yaşamsal ve işlevsel bilginin
kesinlikle üretilmediği kurumlar yaratmış, toplumsal cehaletin boyutları her
geçen gün derinleştirilmiştir. Sermayenin ortak varoluş üzerindeki tahakkümünü
ve onun yaşam biçimini denetleme ve ürettiği değere el koyma tarzları içinde
finans sektörünün rolü, borçlandırarak denetlemek biçiminde belirleyicidir.
Aynı şekilde yaşam biçimlerini kontrol etmenin en bilinenlerinden bir diğeri de
kent tasarımıdır. Kentsel dönüşüm, özelleştirmeler vb. yollarla bireyin
gündelik yaşamını ve eylemlerinin koşullarını üreten biyopolitik kent, kentsel
ve kültürel çevreyi bir sabit sermayeye dönüştürür ve biyopolitik emek gücünü
ve onun yaşam biçimini kontrol altına alır ve hatta formatlar.
Özetle, on sekizinci yüzyılda Modern
teknoloji ve bilim, fizik bilimlerdeki gelişmelere bağlıydı ve sanayi
devrimiyle karşılıklı bağımlıydılar. Dolayısıyla bilimlerdeki (özellikle
makinelerdeki) icatlar ve yenilikler doğrudan fabrika üretim sürecine
aktarılıyor, emek gücü karşısında, ona dışsal bir üretici güç haline geliyordu.
Fordist üretimde makine dünyası zirve yaptı ve standart malların kitlesel
üretimine ve giderek otomasyona yol açtı. Buradan da kitlesel tüketime ve
kitlesel tüketim için üretime geçildi. Bu noktada dünyanın on sekiz ve on
dokuzuncu yüzyılların modernizmi içindeki doğabilimsel algılanışı yerini
tüketim açısından bir algılamaya ve tüketim toplumuna bıraktı. Teknoloji ve
bilim tüketimi geliştiren bir yapıya endekslendi. 1920’lerden itibaren zirve
yapan bu süreç 1950’lerden sonra hızla değişmeye başladı fizik teknoloji yerini
‘elektronik devreler’ teknolojisine bıraktı. Bu bilişim çağı, iletişim çağı da
denen devrimsel dönüşümle birlikte tüketimin yerini iletişim aldı. Arz talep
sistemi de yerini iletiştim ve yaratıcılık yeteneğine ve onunla işleyen
öznelliğin üretici gücüne bıraktı. Öznelliğin sabit sermaye haline gelişi, tam
da bu tarihsel sürecin bir çıktısı olarak, yaşam biçimi ve toplumsal ilişki
üretiminin temelini oluşturdu. Fakat biyopolitik üretimin yaratıcı ve üreyici
karakteri sadece sermaye olarak toplumsal ilişki değil, tam da sermaye
kontrolündan kaçan açık toplumsal ilişki üretme yeteneği ve kapasitesi ile
tanımlanan bir üretimdir. Eskiden bilimin işlevi olan yenilik, keşif, icat
şimdi biyopolitik üretimin özelliğidir ve giderek özerk bir üretim sürecine
dönüşmektedir. Sermaye dışarıda kaldığı üretim sürecinden boşalan yeri
hırsızılık, sahtekarlık ve yalan üzerinden işleyen ve adına ticaret denen bir
ekonomiyle doldurdu (bu süreçte finansal işlemler ve bankalar dünyasının ve
bizzat politik iktidarın yalana dayalı uygulamaları doğallaştı, sahtekarlık ve
yalancılık toplumsallaştı vb.) Bu noktada sermaye hızla ve çılgın bir biçimde
yağmacı, dolandırıcı ve denetleyici, gözetleyici bir kapitalizme dönüştü. Kamu
idaresi aynı yolda sermayeyle bütünleşti; ’MERNİS’den, ‘UYAP’dan, nüfus cüzdanı
yenileme, ehliyet yenileme, hastane kayıtları, ilkokul çocuklarının kimlik
bilgileri (ortak zenginlik) üzerinden, ‘halka hizmet’ yalanıyla yürürlüğe
koydukları veri tabanı oluşturma uygulamalarının nasıl şirket kârlarına dönüşen
sabit sermaye haline geldiklerini izledik, izliyoruz. Ne zaman halk, hizmet,
demokrasi, medeniyet sözcükleriyle başlayan bir proje ilan edilse hemen
ardından onun ya kent rantı biçiminde ya da yaşam tarzına el koyma biçiminde
ortak zenginliğin sermayeye aktarılma projesi olduğunu görüyoruz. Kısaca
neoliberal birikim bilinen anlamda bir kapitalist üretim tarzına
dayanmamaktadır, kapitalizmin bugün -hele de Marks’ın analiz ettiği türden- bir
üretim tarzı yoktur. Sermaye değer üretiminin dışındadır dolayısıyla sanayi
kapitalizminde olduğu gibi üretim araçlarını geliştirme vb. bir durum da söz
konusu değildir. O halde Marks’ın Manifesto’da
çoşkuyla selamladığı kapitalizmin ‘ilerici, devrimci’ karakteri bugün mutlak
anlamda ortadan kalkmış ve neoliberal birikimin klasik kapitalizmle hiçbir
ilişkisi kalmamıştır. Ne üretim, ne tüketim, ne sömürü, ne değerleme vb.
anlamlı parametreler özelinde karşılaştırılabilir tek bir unsur gösterilemez.
Küresel kapitalizm, özellikle bizim coğrafyamızda keşif, gelişme, buluşların
dünyası olan bilimle olan bağıyla değil, ancak bir yağma bilincinden ibaret
olan islamla bağıyla kavranabilir. Nihayet bu yazının epigrafında Badiou’nun
söylediği gibi dünyanın yüzde onu dünya toplam servetinin neredeyse tamamını
ele geçirmiş durumdadır. Türkiye’de de son on yılda aynı şey en katı biçimde
yaşanmıştır. Bunu nasıl kabul edeceğiz? Ya da başka deyişle sermayenin
kontrolüne ve yağmasına boyun eğmek ve direnmek dışında seçenek var mı?
Öznellik
Üretimi
Diyojen, güneşini keserek önünde duran ve
ne istediğini soran Büyük İskender’e ‘gölge etme başka ihsan istemem’ derken
ortaya koyduğu tavır, bir hakikat skandalıdır. Yani gerçeğin ritüelistik,
ayinsel bir travması olarak göreneklere (yönetimsel hiyerarşi ve biat
biçimlerine) zıt bir yaşam biçiminin özgün bir ifadesidir. Gezi direnişçileri
de başbakan’a ‘gölge etme başka ihsan istemeyiz’ derken aslında aynı şeyi
söylediler ve aynı şekilde davrandılar. Fakat başbakanın bireylerin zihinleri,
duyguları, bedenleri ve ruhlarına gölge etmekten başka seçeneği olmadığını,
buna yazgılı, buna zorunlu olduğunu bilmek gerekir. Ekonomiyi, toplumu paramparça
eden piyasa saldırılarını ve yarattığı toplumsal ilişkileri yönetme yetkisi
olmayan biri, yönetemediğini yönettiğini göstermek için ne yapar?
Farklılıkları, tarih boyunca zaten denenmiş baskı ve şiddet yoluyla
bastırmaktan fırsat bulduğu ölçüde, ‘gündemi
ben belirlemezsem başbakanlığım nerde kalır’ diyerek, her gün başbakan olduğunu
kanıtlamak ve hatırlatmak zorunda kalır. Oysa geleneksel politik toplumun
yerini neoliberal yönetimselliğin ‘ekonomik gerçekler’inin aldığı bir ‘yönetim
işi’nde yönettiğini kanıtlamak zor hatta imkânsızdır. Şirketlerin fiyat
ayarlamalarına karışabilir mi? Karışamaz. Şirketlerin özellikle bankaların
giderek vahşileşen insanların kanını emen sömürü politikalarına karışabilir mi?
Karışamaz. Buna yetkisi yok. 2002’de bu koşulla başbakan oldu. Merkez bankasına
karışabilir mi? Borsaya karışabilir mi? Bağımsız Kurullara, Kalkınma
Ajanslarına? Hiçbirine karışamaz. DB, AB gibi çeşitli küresel kurumlarla
yapılan anlaşmalar, taahhütler ve reform yasaları ile küresel şirketlerin tayin
ve tarif ettikleri çizginin dışına çıkmaya cesaret edebilecek partiye ait bir
tarım politikası, bir ticaret politikası, bir sanayi politikası var mı,
olabildi mi? Yok ve olamadı. Partiye ait bir Enerji politikası var mı, enerji
üretim ve dağıtım politikalarına ve fiyatlama sistemlerine karışabilir mi? Yok
ve karışamaz. Doğalgaz, su, elektrik, petrol fiyatlarını belirleyen şirketlere
söz geçirebilir mi? Geçiremez. Ülke yararına bir gümrük politikası var mı? Yok.
Bu saatten sonra bütün bunların alternatiflerini üretebilir, ya da süreci
tersine çevirebilir mi? Üretemez ve çeviremez. Peki bu adam neyi yönetiyor ve
gündemi neyle belirleyecek? İşte onun çelişkisi bu noktada açığa çıkar: bir
yandan yönettiğini gösterme zorunluluğu nedeniyle ruhlara ve yaşam biçimlerine
-kürtajdan, etek boyuna kadar yaşam biçimlerinin sınırsız tezahürlerine-
musallat olması (gündem belirlemesi) fakat aynı anda ruhların yönetilmeye isyan
etmenin kadim zeminini oluşturmasıdır. Ateş kendini yanmakla tanımlar, onu yok
etmeden söndüremezsiniz. İşte başbakanın çelişkisi ateşi yok etmek dışında
söndürememesidir. Bu da ateşin her yandan yeniden alev almasından, yok edilmeye
karşı var olma mücadelesinin her yerden fışkırmasından başka bir sonuç vermez.
Başbakan inatçı, ısrarlı, dediğim dedik biriymiş, hayır yaşam biçimlerine ve
ruhlara musallat olmak zorunda olan, buna mecbur ve eli kolu bağlı olan biridir
(buna bir de ‘müslüman’ maskesi takmıyor mu, tam bir ‘şark kurnazlığı’) Bu
yüzden AKP bu temel çelişkinin, yani ruhları formatlama ve ruhların
formatlanmaya isyanı çelişkisinin çözümü olarak tarih sahnesinden silinecektir.
Çünkü intikam hedefe ulaştıktan sonra devam ederse sahibine/ piyasaya yönelir
ve onu da formatlamaya kalkar. Oysa kendi ruhsatıyla işbaşına gelen infaz
memurunun, yargıç rolüne soyunamayacağının gayet farkında olan neoliberal
yönetim sanatı (piyasa aklı) hali hazırda ve AKP’yi kaale almaksızın ve üstelik
sessiz ve derinden ruhları ve yaşam biçimlerini gayet başarıyla üretmekte ve
yönetmektedir. İşte bizim ilgi alanımız, yönetimselliğin şu anda tam da bunu
nasıl başardığı, ruhları ve yaşam biçimlerini nasıl yönettiğidir.
Önceki başlıklar altında bir çok kere
değindiğimiz gibi, buraya kadar Foucault, Negri ve başkalarının aydınlattığı
zeminde, iki ayrı hakikat rejiminin, -biyopolitik yönetimsellik ve Direniş’in-
iki ayrı öznellik, -ekonomik insan öznelliği ve komünal öznellik- ürettiğini
gördük. Biyopolitik emek gücünde bir bölünmeye işaret eden ve aslında sınıf
mücadelesinin yeni biçimini oluşturan- bu hetoronom öznelliklerden birincisi sermaye üreten toplumsal ilişkiler
üretirken, ikincisi ortak ve açık
toplumsal ilişkiler üretmektedir. Bu bölünme ya da karşıtlığın burada
bireysel üretim/yaratıcılık ile kolektif üretim ve yaratıcılık bölünmesini ya
da karşıtlığına tekabül ettiğini de belirtelim. Biyopolitik üretim hem komünal
öznelliğe hem de ekonomik insan öznelliğine dayanır. Şu farkla ki; ekonomik
insan öznelliği yaşam biçimi yoluyla değer üretiminin/sermayenin üretici
gücüyken, komünal öznellik değer üretmeyen, paraya çevrilebilir olmayan bir
ortak zenginlik üretir. Bu anlamda ekonomik insan zaten varolan bir ortak
zenginliğin sayısız kombinezonları içinde ‘yeni’yi değil, ‘yeniden’i üretirken,
komünal öznellik yeniden üretime ilave olarak, zenginliği çoğaltan, bolluk yaratan,
yeni bilgiler, ilişkiler ve yaşam
biçimleri üretimi anlamında ortak zenginlik üretir. Kısaca ekonomik insan
sermayenin üretici gücü, komünal öznellik ortak varoluşun üretici gücüdür.
Öznellik kısaca nihai olarak zihin, duygu
ve ruh (beden) üçlüsünün bildirimleri-tecellileridir. Şu ana kadar neoliberal
yönetimselliğin, öznelliğin beyin kapasitesini artırmak için onu elektronik
protezlerle donatma, yani iletişim teknolojisiyle bütünleşmiş enformasyon
akışları ve bilgi ağlarıyla donatma biçimlerini ele aldık. Onun beden
politikalarını henüz irdelemedik. Beden politikalarına geçebilmek için,
ekonomik insan öznelliğindeki bir yarılmayı, ya da iç çatışmayı betimlemek
gerekir. İnsanı ekonomik insan olarak özneleştirmenin temel varsayımı onun
‘rasyonel bir varlık’ olduğudur. Birey açısından bu geçimlik için çalışma
zamanına işaret eder. Burada geçerli olan değerler, çıkar, fayda-maliyet
rasyonalitesi ve rekabettir. Kişisel çıkar hariç, her şey, değiş tokuş
edilebilir ve fayda maliyet konusudur. Bunun da tek anlamı vardır: bu çıkar
öznelliği dünyasında ‘başkası’ diye bir kavram yoktur. Ya da çıkar üretmediği
sürece, kişisel çıkar için araç olmadığı sürece yoktur. Bu radikal bir
‘gerçeklik kabulüdür’ ve bu yüzden doğaldır. Fakat birey akıldan ibret değildir
aynı zamanda bedendir. Beden hisseder, yani bir etkilenme ve etkileme
kapasitesidir. Bu da kabaca bireyin boş zaman faaliyetlerine denk gelir. Fakat
gördüğümüz gibi, biyopolitik üretim çalışma zamanıyla boş zaman arasındaki
sınırı bulanıklaştırmış ve boş zamanı da çalışma zamanına katmış ya da onun
uzantısı haline getirmiştir. Birey bu noktada ikiye bölünür. Bir yanda ekonomik
insan öznelliği olarak fayda maliyet rasyonalitesiyle yaşamak, bir özne
yaratmak zorundadır ve öte yandan ancak bedeni ve başkasının bedeniyle
ilişkisinde (yani her tür insan ilişkisinde) açığa çıkan duygusal ve ruhsal
kendiliğini, benliğini yaratmak zorundadır. Birincisinde ‘başkası’ diye bir
kavram bile yokken, ikincisinde ’başkası’ kendini bırakınız kavram olmayı
bizzat beden olarak dayatır. Duygulanımın (affectus),
hissetmenin, sezginin, kısaca ruhun mekanı bedenlerdir. Bireydeki ekonomik insan öznesinin çıkarcı aklıyla,
benliğinin (ruhunun) hisseden varlığı arasındaki çatışma, temel bir baskı ve
stres kaynağıdır. Dolayısıyla sinir sitemini sakinleştirmek ve stresi önlemek
için kimyasal protezler onun yaşam biçimine dönüşür. Beden politikası
hatırlanacağı üzere sanayi kapitalizminde bedenler üzerinden işleyen disiplinci
biyoiktidar tahakkümüne karşılık gelir. Disiplinci biyoiktidar, kendilik
oluşumuna daha çok hijyenle ve sağlıklı beden uygulamalarıyla müdahale ederdi.
Şimdi hijyenin yerini stres almıştır. Stresle başa çıkma teknikleri, sağlıklı
beden enformatiği ve teknolojileri giderek kendilik yönetimi tekniklerine
dönüşür. Yani neoliberal yönetimsel akıl bu açmazdan ve yarattığı stresten
çıkışın çözümünü üretir ve bireye sunar: sağlıklı yaşam teknolojileri. Yönetim
sanatı bu noktada bedeni reklamlardaki bütün organlarıyla tam ve güzel beden
olarak değil, hücreler, genom dizileri, enzimler, proteinler, nöronlar vb.
yoluyla mikrobiyolojik gözlüklerle görür ve gösterir, TV’lerden, gazeteler ve
internete dek tüm bir enformatik akış buna göre biçimlenir. Artık biyoteknoloji
bedenin (ruhun) kendiliğini üretmesinin hizmetindedir. Bu durumda bireyin
benlik inşası ‘başkası’ dolayımına hiç ihtiyaç duymadan sadece kendi bedeni
üzerindeki eyleme biçimlerine dayanır. Zayıflar, şişmanlar, koşar, yürür,
bisiklete biner, spor salonuna gider, beslenme bilgisi edinir, gıdaları ve
vitamin değerlerini ezberler, kalori hesaplama uzamanı haline gelir, diyet
uygular, rejimlere girer çıkar, dövmeler, takılar, reklam panosuna dönüşen
giysilerin ve markaların taşıyıcısı bedenler vb. kısaca enformatiğin sunduğu
‘normali kişiselleştirerek’ bir benlik yaratır. Bu süreç neoliberal yönetim
sanatının kişinin sağlıklı bedenini
sağlıklı kılma yollarını özelleştirerek bir yaşam biçimine dönüştürüp
tekrar ona satması şeklinde bir yaşam döngüsü kurar (böyle bir akıl karşısında
şapka çıkarılmaz da ne yapılır!). Bu döngünün en önemli sonucu, önceki
bölümlerde gördüğümüz gibi özellikle biyoiktidar tipinde devletin, bireyin
kendiliğini yarattığı alandan çekilmesiyle birlikte bu alanı ekonominin
doldurmasıdır. Rekabetçi, girişimci ekonomik insan modeli sermayenin üretici
gücünü, onun sabit sermayesini oluştururken, biyoekonominin yarattığı benlik
teknolojileri de onu yaşatma, yaşamını iyileştirme, güçlendirme, sağlıklı kılma
adına biyopolitik bir işleyiş içindedir. Kısaca bireyin kendilik üretimi
sağlıklı yaşam, uzun yaşam, iyi ve güçlü yaşama adanmıştır. Bu noktada eskiden
ideolojilerin iş gördüğü alanın biyoteknoloji, mikrobiyoloji ve biyoteknik
uzmanlar tarafından işgal edildiğini görmek gerekir. Eski ideolojik insanın
yerini bugün -görünen o ki,- sağlıklı yaşam bilinci ve bedeni peşinde koşan
insan almıştır [ideolojilerin statü ve işlev kaybı bu noktadan (cinselliğin
yerine ikame olan ‘sağlık’ problematiğinden) hareketle anlaşılmalıdır]. Öyleyse
neoliberal aklın, öznelliğin beyin kapasitesini artırmak için iletişim
teknolojilerini, ve beden sağlığını artırmak için de biyo teknolojileri
-Marks’ın yaşamın genel bilginin denetimine girdiği tespitini harfiyen
doğrulayacak şekilde- kullandığını ifade edebiliriz. Burada da ‘uzmanlar’
devrededir, ekonomi alanında ‘gerçeklik kabulleri’ üreten uzmanlara karşılık
burada da biyoteknik uzmanlar beden üzerinden onun kendiliğini, ruhunu
üretirler. Her iki ‘uzman’ tipinin de düşmanı ‘başkası’dır. Onların dünyasında
tek bir kutsal vardır, kendine yeterli ‘atomik’ birey. Ve bu gerçeği, sanki
yokluğundan şikayetçiymişler gibi bir sloganla dile getirirler; ‘kimse kimsenin
umurunda değil’.
Temelde, ekonomik insan olarak
öznelleştirilmiş girişimci bireyin eylem havuzu belirlidir, eylem tarzları
belirlidir, eylem türü, zamanı, eylemin şiddeti, dozu, talebi vb. her şey
belirlidir ve Foucault’da gördüğümüz gibi kesinlikle
yönetilebilirdir. Çıkar gibi bir endekse ve ‘gerçeklik kabulü’ne dayalı
ekonomik insan, Foucault’nun derslerinde irdelediği gibi, neoliberaller
açısından, ‘çevresel değişkenler karşısında her zaman sistematik olarak tepki
veren insan’dır. Yönetilebilirliğin ölçüsü budur. Dolayısıyla sistematik tepki
ekonomik insanın rasyonel davranışlarının çeşitlemeleri olarak cisimleşir (biz
bunu daha önce direngezi -1’de Buchanan’ın diyagramı özelinde ele almıştık).
Yönetim bu anlamda rahattır çünkü ‘gerçeklik kabulü’ne dayalı bu rasyonalite,
kendi ortağıdır. İslamcı tip de bunun
dışına düşmez. Çıkara endeksli aynı sistematik tepkileri verir, ekonomik insan
rasyonalitesiyle davranır. Ekonomik insandan farkı, ekonomik insan ‘bağımsız bir yönetilen’dir. İslamcı tip ise ‘lidere ya da şeyhe bağımlı bir yönetilen’dir. Birincisi biyopolitikle ikincisi biyoiktidarla
yönetilir. Şeyh iktidar olduğu sürece bu bir artı yönetilebilirlik faktörü ve
rekabet avantajı iken, şeyh iktidarda değilse sadece rekabet avantajını
kaybeder fakat normal ekonomik insan moduna çekilir ve yönetim için bir sorun
yaratmaz. O, simgeselini kaybetmiş reayadır.
Komünal öznellikte ise, biyopolitik üretim sürecinde gördüğümüz gibi,
yeni olanı, olmayan şeyi (ortak varoluşu ve onun zenginliğini) yaratma
kapasitesi (beyin, beden ve ruh üçlüsünün eşanlı etkinliğine dayalı bir
kapasite), onu bu kapasiteye uygun bir yaşam arayışına yöneltir. Bu yönelim,
özgürlüğü kolektif olarak üreten tekil-çoğul bir varoluş kipiyle sonuçlanır.
Ekonomik insan ekranlar başta olmak üzere
ışık, renk, görüntü yansıtan tüm parlak yüzeylerin yaşam üzerindeki membran
tahakkümünü özgürlük olarak yaşar. TV, cep telefonu, her tür bilgisayar ve
ekranlı makinelerden, tower fasadlarına, AVM ve Bankaların parlak granit yer
karolarına, vitrinlerine, otel ve büyük binaların kalın camdan giriş
ünitelerine, döner kapılarına, otomobillerin ve eşyaların camlarına, parlak
nikel kaplamalarına dek… sermaye olarak toplumsal ilişki biçimlerinin uzamı
haline gelen tüm ‘parlak yüzeyleri’n yaşamın hücrelerine ve kılcal damarlarına
nüfuz eden akışları. Bu tahakküm, kibir ve
küstahlığa özgürlük elbisesi giydiren cool yalnızlıklar üretir. Birbirleriyle,
başkasız kalmış ego yıkamalarının haşarı çığlıklarıyla konuşan ve birbirini
duymayan, duyurmak için daha yüksek sesle bağırarak konuşma ihtiyacı duyan,
neşesini kahkahaları yırtarak dışa vuran cool yalnızlıklar. Kendini çalıntı
kahkahalarla parlak yüzeylere gömen insan fasadları. Arkadaş bulmanın lüks
haline geldiği koşullarda, yüzyüze iletişimlere ‘arkadaş’ ya da ‘sevgili’
görüntüsü vermek için, ilişkiyi gösteriye çeviren, konuşmayı görselleştiren, aşkım aşkım
laflarının iki dakika sonra ana avrat küfürlere dönüşmesini kanıksayan
ilişkilerin mekânı; kalın camlar ve ekranlardan fışkıran parıltılardır (Andy
Varhol ‘elmas tozları’ demişti, buna). Fayda maliyet hesaplarını çocuk
masumiyeti ile maskeleyecek kadar vahşileşen reklamlar ve benliğini aldığı
reklamlardan fırlayarak AVM’leri, sokakları, işyerlerini, okulları dolduran
atomik bireyler. Bu bireyin toplumsal ilişki ürettiğinden emin miyiz? Hayır, bu
bireyler sadece sermaye üretir fakat asla bir toplumsal ilişki değil.
Eğer toplumsal ilişki üretimini aynı
zamanda insanların birbirini üretmesi olarak anlarsak, o zaman ortaya şu soru
çıkar. İnsanlar birbirini nasıl üretir? Fakat bu soru ekonomik insan ya da
atomik birey için anlamsızdır, çünkü orada bunun karşılığı ‘insanlar birbirini
nasıl yönetir, ya da birbirine nasıl hükmeder?’ biçimini alır. Rekabet ve çıkar
ilkesel olarak ‘başkası’nın varlığı kavramını yok eder. Gerçek olan tek şey
‘Ben’, ‘ben’in çıkarı’ ve toplumsal ilişkinin ‘fayda maliyet rasyonalitesine
tabi oluşudur. Türkiye’de özellikle son beş altı yıldır, toplumsal ilişkilerin
vahşet halinde güç ilişkilerine dönüşmüş olması gündelik yaşamın en açık
gerçeği. Başta ailede olmak üzere, okullarda, trafikte, toplu taşımda, iş
yerlerinde insanlar arası ilişkiler vahşi güç ilişkileri olarak neredeyse
doğallaşmış durumda. Paraya tapan insan tipi kentsel yaşamın kılcal damarlarına
vahşet pompalamaktadır. ‘Kimse kimsenin umurunda değil’, başkası’na, başkasının
varlığına ve saygınlığına olan duyarsızlık hızla başkasını ret biçimlerine
dönüşür. Eğer biyopolitika gerçekten de bedene göndermeli olarak okunursa
sermaye üreten atomik birey özelinde bu biyopolitik beden, kendini, kendi
bedeni üzerindeki eyleme biçimleriyle tanıyan, et ve kemik yığını bir bedendir
(komünal öznellik için beden, ruha göndermelidir). Yönetimsel aklın biyoteknik
beden politikaları bağlamında bu mutasyon, insan bedeninin bir
‘el-altında-duran’a dönüştürüldüğü en nihai, en uç noktadır. Toplumsal ilişkiyi
sermaye olarak üretmek, tüm iletişim sürecini kendini pazarlama, kendini
dolaşımda değerleme dışında bir ölçü kabul etmez. Böylece sadece bencil,
narsist ve çıkarcı bir rasyonel, tüm toplumsal ilişkilere çöker. Ve ister
internet, ister medya, ister kültür pazarı olsun ya da hepsi birden uzmanların
‘kabul edilmiş gerçekler’inin birey tarafından temellükünü sağlayan öğretici
bir şebeke olarak çalışır. Açık toplumsal ilişkinin uzamı ise en basit formları
içinde canlı ya da cansız ‘doğa’yla, taş, toprak, tahta, bitki, hayvan ve
insanlardır. Ortak oluş içinde dışarıdan ‘kendilik
dokunuşları’yla kendine ulaşan ruhun tekil-çoğul hale gelişleri ve
şenlenmeleriyle işler. Bu karnavalesk, dionizyak, queer varoluşun mekânı bizzat
varlıkla birlikte olma yoluyla, elbirliğiyle, ortak varoluşu üreten ve çoğaltan
ortağın zenginlikleridir. Burada elbirliği modeli sadece ürün üretmez aynı anda
bir yaşam tarzı, yaşam değerlerinin ne olduğunu öğretir. Bireye topluluk olarak
nasıl yaşayacağını öğretir. Komünal öznelliğin biyopolitik yetenekleri paraya
çevrilebilir bir değer üretmez, toplumsal ilişki ve yaşamı üretir. Üstelik biyopolitik
emeğin teknik bileşiminde yaşanan değişikliği hatırlarsak, komünal öznellik
ürettiği ürünü, ilişkiyi, çözümü sahiplenmez. Üretirken, üretimini geçimliğiyle
(ücretle) ilişkilendirmez. Üretimde, biyopolitik emek yeteneğinde ücret dahil,
çıkar ve sahiplenmenin hiçbir biçimi yoktur. Yaşamın, ya da ‘toplumsal ilişki’
dediğimiz, insanın insanla ilişkisinin üretimi kolektifin eseridir, asla atomik
bireyin değil. Atomik bireyin ‘merhaba’
diyecek kimsesi yoktur, çünkü o başkasının yüzüne sadece orada ‘para ya da
çıkar’ görürse döner bakar. Ekonomik insan bir parazittir, bir asalak.
Kolektifin yarattığı değerlerin tüketicisi bir parazit. Kolektif ‘genel zeka’yı ürettiği için, ve o bu ‘genel
zeka’nın bilgilerini çalarak yaşadığı için hala insan zannedilen bir parazit.
Şaka yapmıyorum, kolektifin yozlaşmış biçimi şirkete ve oradaki biyopolitik
üretim sürecine bakalım, atomik birey yaratıcılığı kendi mülkü olarak
algıladığı için, yaratıcılığının, kolektifin eskiden beri yarattığı mevcut
bilgi havuzundan kopyala-yapıştır yaratıcılığı olduğunu sürekli örtbas eder.
TV’lerde ya da Grafik üretimde örneklendiği gibi, varolanı tekrarlayan,
efektlerle süsleyen ve tüketicin haz kapasitesinin sınırsız versiyonlarına
oynayan bir uyanıklığın adı bireysel yaratıcılıktır. Yaratıcılık bu olamaz,
olursa yeni hiçbir şey yaratamaz,
ancak kolektif zeka dediğimiz ortak zenginliğin şurasını burasını teknoloji
yoluyla didikleyen ve gerçekten de kopyala yapıştır dışında hiçbir seçeneği
olmayan bir asalaktan başka bir şey değildir. Şirketlerdeki (ya da
kurumlardaki) ekip çalışmalarını, birbirinin kuyusunu kazan, birbirine hükmetme
biçimlerine çeviren, bütün enerjisini rakibin ayağını kaydırma tekniklerine
harcayan insan tipinin yaratıcılıktan anladığı ile, üretim bahsinde
irdelediğimiz biyopolitik üretim sürecindeki ‘yeni’nin yaratıcılığı arasında ne
bir ilişki ne de bir benzerlik vardır. Açık toplumsal ilişki üretiminde
insanlar birbirini üretirken, sermaye olarak toplumsal ilişki üretiminde
insanlar çıkar, hiyerarşi, dışlama ve düşmanlık üretirler. Ekonomik insan bu
çerçevede gerçekten de mevcut neoliberal yönetimsel aklın hem ‘ortağı’ hem de
amansız savunucusu ve taşıyıcısıdır. Bu iki öznellik neoliberal toplumda sınıf
mücadelesinin aldığı yeni görünürlük biçiminin ta kendisidir. Gayri şahsi
sermaye bir bulut bir buhar değildir, vahşi bir güç biçimi olarak bizzat
ekonomik insan öznelliğidir.
Komünal öznellik tam da bu nedenle
biyopolitik yönetim aklı için bir sorun oluşturur. Felsefi terimlerle koyarsak
sorun, belirlenebilir bir dünyadaki belirlenemezliklerdir. Yani rasyonalitenin
kadim sorunu; tesadüfi olan, raslantısal olan, doğa, beden, duygulanım, arzu:
sorun bunlardır. Bu yüzden sorun başta gençler ve kadınlar olmak üzere,
entelektüel kapasitesi en gelişmiş kesimi oluşturan biyopolitik emek gücüdür.
Yönetilebilirliğe sadık olan rasyonel ekonomik insan patrimonyal bir dünyanın
insanıdır. Onlar çevresel değişkenler karşısında ‘sistematik tepki’ verirler.
Oysa beden hisseder ve ‘hisseden bedenleriyle tepki veren bu biyopolitik
işçiler değişkenler karşısında beklenmedik ve sistematik olmayan tepkiler
verebilirler, yani yönetilemezler, çünkü beden yönetilebilir değildir. “Bedenin
neler yapmaya muktedir olduğunu kimse bilemez”(Spinoza). Doğa, beden,
duygulanım, heyecan (yeninin ve icadın olmadığı yerde heyecan yoktur) ve arzu
kadim suçlulardır. Dinler ve akıllar tarafından ilan edilmiş evrensel suçlular.
İşte sorun budur, tehlikeli olan bu yönetilebilir olmama halidir. Bu hal, neoliberal
aklın genelde özneleştirmeye muktedir
olamadığı bir haldir (ancak bu liberal yönetimsel ehliyetsizliğin biyoteknoloji
tarafından -telafi edici biçimde- ikame edilmeyeceği ya da edilmediği anlamına
gelmez). Fakat bu insan (yani ne
‘hukuk insanı’ ne de ekonomik insan’ olmayan insan) bir türlü amaçlara göre
formatlanamamaktadır. Ne zaman, nerede, neye, nasıl tepki vereceği
öngörülememekte dolayısıyla yönetilememektedir. O halde düşmanın kim olduğu,
kimin ‘tehlikeli’ olduğu apaçık ortadadır; komünal öznellik. Bugün geniş
kitlelerle buluşma ve onları komünalize etme yeteneğinin bu emekçilere özgü bir
öznellik olduğunu Gezi Direnişinde gördük.
Komünal öznellik vasatlık, vasıfsızlık ve cehalet üretimine boğulmuş bir
toplumda, yeni, farklı ve evrensel olanı yaratmaya muktedir ortağın yegane
üretici gücü ve en nitelikli biyopolitik güçtür. Onu aşağılayan ve yok edilmesi
gereken bir düşmana çeviren tam da onun yönetilememe olasılığıdır.
Matematikleştirilemeyen insan, yönetimsellik için tam anlamıyla bir beladır. Ne inançları, ne ideolojisi, ne politik
tercihleri, hiçbiri önemli değildir, çevresel değişkenler karşısında hisseden
bedene, doğaya, etkileme ve etkilenme kapasitesine göre davranma yeteneğine
sahip olması onu yönetilemez kılar. Oysa ekonomik insan kesin olarak
yönetilebilir bir insandır, ‘yönetimin ilişiği, irtibatı’ diyordu Foucault.
[Bir an gerçekliği paranteze alarak şunu soramaz mıyız; yönetilebilirliğin
endeksi ‘çıkar’ ise, yönetilemez olanın endeksi nedir? Başka deyişle, bilgi
işçileri gençler ve kadınlar ‘bios’dan
ne bekler? Ya da neden düşünce ve hisseden beden paralelizmiyle (hissettiğini
düşünen, düşündüğünü hisseden insan olarak) harekete geçer? Sanırım buna verilecek tek yanıt,
onların da toplumsalı antik Grekler gibi aynı biyopolitik adrese göndermeli
olarak okumasıdır; oikos’un (evin)
sağladığı bakım, ihtimam, güvenlik, sağlık, huzur ve hane halkının riskleri
birlikte alt etmesi, sevinci birlikte paylaşması yani birlikte yaşaması
(Grek’ler bu değerleri bios’a aktarma
rüyası görürken bir yandan da (Platon hariç) ‘aile’nin varlığını öngörmüşlerdi.
Bugün de geçerli olan bu öngörü sürdüğü sürece bu referans değerleri bios’a aktarmanın neredeyse imkânsız
olduğunu öğrendiğimiz gün, kendini yöneten topluluk olarak yaşamayı da öğrenmiş
olacağız). Yine de Grek biyopolitikası bugünün bireyleşmiş ve ekonomikleşmiş
toplumsal yaşam tarzının ortaya çıkardığı somut bir ihtiyaca karşılık gelir. O
zaman genel olarak sorarsak, olası bir toplum kimin eseri olacaktır; çıkardan
başka tanrı tanımayan, ‘özgür’ ve kendine yeterli bir atom olan ekonomik
insanın mı; kolektif aklın cisimleşmesi olan ve kendine yeterli olmadığını
kabul eden komünal bir varlığın mı? Peki bu ikiliden hangisi isyan
potansiyeline sahiptir? Parantezi
kapatalım.]
hç. 04.11. 2013
Kaynaklar,
Foucault,
M. (2008) The Birth of Biopolitics,
Trans. Graham Burchel, Palgrave Macmillan, New York http://asounder.org/resources/foucault_biopolitics.pdf (metin içinde BB olarak gösterilmiştir)
Gorz, A. (2011) Maddesiz, Çev. Işık Ergüden,
Ayrıntı yay. İst.
Heidegger, M. (1998) Tekniğe İlişkin Soruşturma, Çev. Doğan Özlem, Paradigma, İst.
Hardt M. & Negri A. (2011) Ortak Zenginlik, Çev: Efla-Barış
Yıldırım, Ayrıntı yay. İst.
Lazzarato,M. (2005), İtalya’da Radikal Düşümce, içinde, ‘Maddi Olmayan Emek’, Çev. Selen
Göbelez-Sinem Özer, Otonom yay. İst.
Lazzarato, M. (2013)
‘Roundtable’ in, Foucault, Biopolitics,
and Governmentality, ed. Jakob Nilsson & Sven-Olov Wallenstein,
Södertörn University, Printed
by E-print, Stockholm, pp. 53-72, http://sh.diva-portal.org/smash/get/diva2:615362/FULLTEXT03.pdf
Marks, K. (2008), Dolaysız
Üretim Sürecinin Sonuçları, Çev.Mustafa Topal, Ceylan Yay. İst.
Marks,K. (2003) Grundrisse C.II, Çev. Arif Gelen, Sol Yay. Ank.
Marks, k. (1975) Kapitalş C.I, Çev.
Alaattin Bilgi, Sol yay. Ank.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder