Direngezi
Dersleri 3
Sınır
ve ihlal sahip oldukları varolma yoğunluğu
ne
olursa olsun biri diğerine bağımlıdır:
bir
sınır eğer mutlak olarak geçilemez ise varolamaz ve,
karşılık olarak, ihlal eğer yalnızca
gölgelerin
ve yanılsamaların
oluşturduğu bir sınırı geçmişse yararsız olacaktır.
M.
Foucault
I
Eğer gezi direnişinin sistemin yaşam biçimi
dayatmalarına karşı bir alternatif yaratma eylemi olduğunu, bireyleştirilmiş
bir toplum politikasına karşı, kolektifleştirilmiş bir yaşam politikası
ürettiğini -en azından denediğini- ileri sürmekte haklıysak, o zaman reddedilen
neoliberalizm (kapitalizm) ve İslamcı yaşam tarzlarının da kendi tekilliklerine
ait varoluşları olduğunu, her ikisinin de bir yönetme tarzına, bir yönetme sanatına
sahip olduğunu öngörmüş oluruz. Fakat bu yönetme biçimlerinin kabaca da olsa
özelliklerini belirlemek istediğimiz an, bunun, dolaysız bir biçimde bizim 21.
yüzyıl neoliberalizmini nasıl kavrayacağımız ve onunla nasıl yüzleşeceğimizle
ilgili bir soruna dönüştüğünü görürüz. Çünkü günümüzde neoliberalizmin bir
‘dışarısı’nın olmadığına, ya da kalmadığına dair, Margaret Thatcher’in “başka
alternatif yok” sloganından bu yana, neoliberal uzmanlar, ‘ekonomik gerçekler’i
halâ bir ‘kanıt’ olarak gösteriyorlar. Bizim de temel uğraşımız bu düzene karşı
başka bir kanıt göstermektir: Direniş. Eğer uzmanlar haklıysa, yani, bir
‘dışarısı’ yoksa o zaman, İslamcılık, 21. yüzyıl neoliberal dünyasının
içindedir ve onun bir parçasıdır. Aslında bunu doğrulayan olgusal veriler oldukça
fazla, en azından -şematik ve kabaca belirlersek-, yakın geçmişte kendini
dışarıda konumlayan İslamcı ‘radikalizm’, ‘köktencilik’, ‘cihat’ gibi
özellikler bile, günümüzde, Irak, Libya, Suriye, Mısır, Türkiye vb. bölgelerde,
savaş, iç savaş ve işgallerde rol alan aktörler, fetvalar ve iktidarların
destek stratejileri göz önüne alındığında, bir bütün olarak İslamcı
dispozitifin giderek küresel ölçekte neoliberal politikaların ‘infaz’
araçlarına dönüştüğünü, yani, bir şekilde ‘içeri alındıklarını’ söyleyebiliriz.
AKP’nin 2002-2007 arasında o ‘içeri’ye girmek için attığı taklalara hiç
girmeyelim.
Şimdi temel problem olarak, gezi
direnişi’nin gerçekten de neoliberalizmin bir ‘dışarısı’ olduğunu kanıtladığını
göstermek istiyorum. Fakat -birçok açıdan benimsemekle beraber- solun genel
direniş söyleminden bir farkla, gezi kuşağına, ‘dışarıdan’ bir değer atfederek
değil, tam tersine bu kuşağın kendi tekil varoluşuna içkin özelliklerinin ne olduğunu,
ve buradan hareketle Direnişin ne anlama geldiğini sorgulamak yoluyla. Eğer bu başarılabilirse
ancak o zaman ve o koşulda 21. yüzyıl neoliberalizmine alternatif bir toplum
politikasının varlığından söz etme olanağı
doğabilir. Fakat böyle bir hedef (neoliberalizmin dışarısı neresidir?) her
şeyden önce onun bir yönetim sanatı olarak, bir toplum politikası olarak nasıl
işlediğini, bir hakikat rejimi, yani bir iktidar ve bilgi aygıtı olarak
işlevinin ne olduğunu ve biyopolitika ile nasıl kesiştiğini (en azından
piyasaların sağlığının nüfusların sağlığını nasıl ima ettiğini) ve nihayet
neoliberal hakikatin (başka deyişle ekonomik analizlerin) öznesinin kim
olduğuna (ve gezi kuşağının bu özneyle ilişkisine) dair bir kavrayışa
ulaşmamızı gerektirir. Bu izlekler tam da bütün yazı boyunca izini süreceğimiz
Foucault’nun ‘The Birth of Biopolitcs’
(2008) adlı 78-79 yılı derslerinin kapsamını oluşturur. Foucault baştan sona
neoliberalizmi irdelediği bu derslerde klasik yaklaşımlardan ciddi anlamda bir
kopmayı ve neoliberal bir yönetim sanatını, bir yönetim mentalitesini (governmentality)1 açığa
çıkarmayı hedefler. Foucault için; “Neoliberalizm ‘bırakınız yapsınlar’
değildir; Neoliberalizm Piyasa toplumu değildir; Neoliberalizm herhangi bir
ölçekte iktidarın genelleşmesi değildir.” Kısaca, “neoliberalizm sorunu politik
iktidar uygulamasının tamamen piyasa ekonomisinin ilkeleri üzerinde nasıl
modellenebildiği, … piyasa ekonomisinin formel ilkelerinin ne ölçüde genel
yönetim sanatına endeks olabildikleri”dir (BB 131). Foucault’nun Avrupa ve
Avrupa tarihi özelinde sorguladığı neoliberalizm kendine içkin bir
yönetimselliğe, tam da ‘Marks’ın “Kapiatlist üretimin
ilerlemesi, eğitim, gelenek ve edinilen alışkanlıklarla, bu üretim biçiminin
koşullarını doğa yasaları gibi görmeye apaçık yatkın bir işçi sınıfını da
oluşturuyordu”(Marks, 1975:776), dediği türden, mevcut yaşamı sanki doğa
yasasıymış gibi doğallaştıran ve bizim hem politik gerçekliğimizi hem de
kendimizi kavramamızın temelinde yer alan, algılar, alışkanlıklar ve şeyleri
yapma biçimlerimize dönüşen bir hakikat rejimine sahiptir. Foucault’nun olduğu
gibi, bizim de temel sorunumuz, büyük ölçüde şu soruya yanıt vermektir: Onun
politik ontolojisi yaşam dünyamızı ve bizi nasıl olup ta bireysel özgürlükler,
serbest seçimler, refah artışı, kısaca sağlıklı, özgür ve ‘iyi’ yaşam olarak kuşatabiliyor,
ve asıl önemlisi bu vizyon nasıl olup da çağımızın hakikati haline gelebiliyor?
Gezi direnişinin önemi tam da böylesine bir
hakikat rejimi haline gelen neoliberal yönetimselliğe karşı, -alternatif bir
politik program olarak değil, başka bir hakikat olarak ayağa kalkmış ve
karşısına çıkabilmiş olması ve onun hakikat rejiminin meşruiyeti üzerinde bir
kuşku bulutu yaratabilmiş, yani bir ‘dışarısı’nın varlığını gösterebilmiş
olmasıdır. Kurgusu, dramaturjisi ve rol dağıtımı olan teatral direniş kültüründen
epey farklı bir biçimde ve daha çok günümüz performans sanatlarını çağrıştıran
edimsellikler içinde, bileşenleri etik
farklılaşma, öznellik üretimi, kendi oluş kapasitesi olan bir ‘direniş
estetiği’ olarak, başka bir hakikat. Bugün, bu Direniş ve Neoliberalizm, her
iki hakikat rejimini de kavrama noktasında bir bulanıklığın hakim olduğu
sanırım kabul edilecektir. Bunun birinci nedeni bizim yerel sınırlılığımız ise
ikinci ve asıl önemlisi bence Keith Crome’un belirttiği gibi, “ilkin, Marks’ın
söylemini doğru, etkili ve sınırlı kılan şey düşüncenin içsel epistemik
sonluluğudur. Bu sınırlılıkta söz konusu olan şey, o halde, yalnızca düşünce
yoluyla hakkından gelinecek felsefi ya da bilişsel bir yetersizlik değildir.
Daha çok, Marks’ın çalışmalarını yirminci ve
yirmi birinci yüzyılların politik yazgısına bağlayan tarihsel bir sınırlılıktır.”(K.
Crome, 2009; 61). Daha sonra değineceğimiz bu sınırlılıkların etkisinin
belirgin olduğu Direniş ve Neoliberalizm hakkındaki ‘kavrayış’ bulanıklığının
bir diğer önemli nedeni, onların birbirlerine yapısal olarak (ihlal ve sınır
nasıl bağlıysa öyle) bağlı olduğunun ıskalanmasıdır; bu yüzden onları
birbirinden bağımsız olarak ele alan -ister analitik ister spekülatif hangi tür
çözümleme olursa olsun- her zaman belli bir bulanıklık üretmeye yazgılıdır.
Nedensel ya da diyalektik bir mantık içinde değil fakat de facto olarak onları bağlayan bağın ‘bios politicos’ olduğunu bir önceki derste belirlemeye çalıştık.
Neoliberalizm de facto olarak, klasik
kapitalizm anlamında bir ‘ekonomi’ değil, ekonominin kendisinin bir yönetim
tarzı ve bir yaşam biçimi, dolayısıyla yaşamı ‘fayda matematiği’ne (ekonomik
insanın fayda maliyet hesaplama rasyonalitesinin bir yönetim rasyosu haline
gelmesiyle) yöneten ve buna uygun özneleşmeler üreten, bireysellikler yaratan
biyopolitik bir ontoloji haline gelirken, gezi direnişinin, tam da bu
neoliberal yönetimselliğe karşı temelde kendi çıplak bedenine (zoe) uygun bir yaşam tarzı (bios) yaratma deneyimi anlamında
biyopolitik bir direniş olduğunu belirledik.
Şimdi, iki olgu net olarak karşımızdadır:
birincisi Foucault’nun Batı için gözlemlediği, ortaçağ hükümdarının kendi
iktidarını korumak için sahip olduğu tebasını ‘öldürme ya da yaşamasına izin
verme” hak ve ayrıcalığından, Avrupa’da 1800’lerin ulus devletleriyle ve bizde
cumhuriyetle birlikte, yurttaşını ‘yaşatma ve bakımını üstlenme’ sorumluluğuna
geçiş olarak saptadığı, önce disipline edici, sonra nüfusları yönetme
teknikleri olarak ve nihayet bu iki katlı iktidarın günümüzdeki neoliberal versiyonu
olan ve büyük bir Toplumsal Tıp
stratejisine dönüşmüş bulunan, neoliberal yönetim sanatı olarak biyopolitika
(bir güç) var. Ve ikincisi hayatın tüm hücrelerine dek yönetilmesini öngören
biyoiktidar tipinde bir biyopolitik islam (bir güç) var. Bu ikili olgu bugün
Türkiye’de yürürlükte olan iktidar tipini tanımlar. Bu yazıda kendimizi
birincisiyle sınırlamak durumundayız. Bir sonraki adımımız islamın bu
coğrafyadaki biyopolitik tahakkümünü ele almak olacak.
II
Foucault’nun izlediği sıra özetle şöyle;
ölümün (kıtlık ve salgınların) beden üzerindeki iktidarı 1789’a gelindiğinde
kontrol edildi; aynı dönem içinde bilgi ve iktidara açılan yaşam süreçleri için
büyük bir sorumluluk üstlenildi; ve daha sonra bu süreçler kendi evrimleri
içinde değişikliklere uğratılarak denetim altına alındı. Bu şemayı izleyerek
önce şunu sormamız gerekir: Batıda 1789’a gelindiğinde kontrol altına alınan
kıtlık ve salgınların bizdeki durumu neydi ve ne zaman kontrol altına alındı? Bir
‘roman’dan kısa bir parça:
“Biliyorum, bir okuma provasını zorlar ama,
izin verirseniz Kudret bey, oyunun arka planıyla ilgili bu mektuplardaki temel
sorunu biraz açsın.
-Şimdi, manzarayı gözünüzün önüne getirin,
Balkan bozgunu, Birinci savaş; Yemen felaketi, Sarıkamış, Çanakkale, ardından
Kurtuluş savaşı ve bu mektupların tarihlerine bakarsak 1943-49 arası yani,
İkinci dünya savaş koşulları. Böylesine kısa, yani yüzyıl başından alırsak elli
küsur yılda bunca savaş yaşayan bir ülkenin, üretici nüfusu –hatta üretim
kültürü- neredeyse tükenmiş bir toplumun ilk alt etmesi gereken sorunu nedir?
Kıtlık ve salgın hastalıklar, yani hayatta kalma, biyolojik varlığı sürdürmek. Bakın
şu mektup, 13.6.943 Yassıviran’dan yazılmış, okuyorum “Artık iki haftadan beri İstanbul’a inmiyorum, çünki İstanbul’da tifüs
hastalığı varmış bu sebepten korkuyorum. Bu hastalığın geçme vasıtası olan
“bit” insana bilhassa Tramvaylarda, otellerde kolaylıkla geçebiliyormuş. Hastalığı
da tedavi etmek imkânsız 14 gün içerisinde insanı alıp götürüyormuş, burada
İstanbul’un tanınmış birkaç nuharrir ve işittiğime göre de İzmir’den Parka
Nuri’nin eniştesi O.Hakkı bey bu hastalıktan vefat etmişler.” Şimdi
bırakalım mektupları benim ilkokul, orta okul yıllarımda, yani 60’larda
-Doğu’da- okullarda her hafta bize yapılan kontrollerden biri bit
kontrolü/temizliğiydi. Demek ki tifüsle mücadele 60’larda bile devam ediyordu.
Ya verem, hani şu Yeşilçam’ın nakarat senaryolarının değişmez malzemesi olan
verem. Aslında yarattığı korku bakımından Avrupa’da veba neyse bizde de verem
oydu. Zira Osmanlıdan beri verem bu coğrafyada en tehlikeli ve çaresi olmayan
bir bulaşıcı hastalıktı. Ancak 70’lerin sonuna doğru bu ülke veremle savaşta
ciddi sonuçlar aldı ve 80’lerde filan da kökü kurutuldu (şimdilerde yeniden
hortladığı söyleniyor). Kolera salgınlarının ülkede yarattığı yıkımlar, çiçek,
çocuk felci, cüzzam, diazanteri, zatürre, kızamık vb. hepsiyle yarışan doğum
ölümleri Türkiye bütün yirminci yüzyıl boyunca bunlarla savaştı ve yüzyılın
sonlarına doğru ancak kurtulabildi. Daha önce okuduk Muzaffer beyin, İzmir’e
aylar süren uğraşın sonucunda temin ettiği iki kilogram toz şeker ve altı metre
patiskayı eve göndermek için nasıl tedbirler düşündüğünü, nasıl ‘güvenilir’
otobüs muavini aradığını ve İzmir’de santral garajında ablasının nasıl teslim
alması gerektiğini uzun uzun anlatıyordu. Yani kıymetliydi, bez kıymetliydi,
şeker kıymetliydi, ekmek kıymetliydi, tuz kıymetliydi, kibrit.. neyse gündelik
yaşamın bugün göze görünmeyen tüm ihtiyaçları çok kıymetliydi, çünkü yoktu.
Sana soruyorum Raci bey, biz çocukluğumuzda giydiğimiz Amerikan bezinden (şeker
ya da un çuvalı) donları hangi yıllarda çıkardık, 70’lere gelirken değil mi,
orta okulda pantolonlarımızın kıçı ve dizleri yamalı değil miydi? Evet
yamalıydı, ama ütülüydü, hem de kömür ütüsüyle ütülüydü. Bakın demek
istediğimi, ablasının gönderdiği küçük paketten çıkan ve bugün ıvır zıvır
diyebileceğimiz şeylerle ilgili Muzaffer beyin duygulanımları daha iyi anlatır:
Yassıviran’dan 27.1.949 tarihli mektuptan, ablasına hitap ediyor; “O kıymetli ellerinizle ördüğünüz eldivenler
beni daima kıymetli, müşfik hislerinizle ihata eden sahabetkârınız gibi
ellerimi sarmakta ve hiçbir harici tesirata maruz bırakmamaktadır. Bilhassa
özenerek yapılan nefis kurabiyeler cidden emsali bulunmaz bir lezzette idi, bir
hafta mütemadiyen sabah kahve altılarında küçük, fakat içerimde büyük bir
sempati kaynağı, sağlam bir mensubiyetle sıcak, ayni zamanda kalplere refah
saçan yuvamızda hep beraber yaptığımız sabah kahvaltıları hakiki ve içten bir
tezahüratla canlandı. Büyük bir itina ile hazırlanan beyaz atkı da bir bardak
suyun saf ve berraklığı gibi kalplerimizin berraklığını tebellüğ ettiriyor ve
boynuma aldığım zaman bana ne büyük saffetle eşi bulunmaz yuvamızdan neler
müjdeliyordu bilseniz, size ne kadar teşekkür etsem azdır.” (ihata: sarma,
kuşatma; sahabet: yardım, korumacılık). Bugün şöyle çıkın bir AVM’ye beyaz bir
boyun bağını, bir bardak suyun saflığı ve berraklığıyla simgelenen kalp
temizliği ve aile saflığıyla irtibatlandıracak kaç kişi bulursunuz? Yani
Muzaffer’deki yurttaşlık bilinci kıtlık ve yokluğu bile ‘aile’ olgusunun
yüceltilmesi için bir neden olarak kullanabilecek ölçüde güçlüydü. Şimdi…”
Foucault 1789’a gelindiğinde Avrupa’nın
önceki yüzyılın yaşam üzerindeki ölüm iktidarından yönetimlerin anatomi odaklı
politikaları, tıptaki gelişmeler ve kliniğin doğuşu yoluyla aşıldığını söyler.
Görülüyor ki, Cumhuriyet iktidarları da benzer politikalarla benzer sonuçları
almış, kıtlık ve hastalıklarla mücadeleyi, aynı zamanda bir ‘yurttaş yetiştirme
programı’na çevirebilmişlerdir. Yani bu anatomi odaklı uygulamalar sürecinde
bedenleri bu yolla hem birey haline getirme hem de ‘normalleştirme’
teknolojilerini uygulamışlardır. Bu anlamda, Foucault’nun Avrupa’da on yedinci
yüzyıl sonu ve on sekizinci yüzyıl ortalarına kadar başat olarak gözlemlediği
biyoiktidar uygulamalarına bizde 1960’lara kadar başat (sonra tali biçimler
altında) tanık oluruz.
Foucault, Avrupa’daki biyoiktidar ve sonra
biyopolitik tahakkümün merkezinin hem disiplinci beden terbiyesi hem de nüfusun
denetiminde, özellikle cinselliğin ve tıbbın merkezi rol oynadığını vurgular.
Cinsellik bizde Foucault’nun 17. yüzyıla atıfla söylediği gibi, hakkında
konuşulmayan, yasaklanan ve bastırılan bir alan olarak, islamın ve törel
değerlerin egemenliğine terk edilmiş biçimde bugüne dek geldi. Peki bugün Türkiye’de cinsellik deneyimi ve
söylemi nasıl özgürleşir, diye bir soru sorsak, bizim yanıtımız da, büyük
ölçüde Foucault’nun Avrupa için verdiği yanıtı izlemeyi gerektirir. Çünkü o da
önce dinle ilgili ve sonra iktidarla ilgili iki yanıt verir. Önce 1963 tarihli, A Preface of Transgression’
(1998) makalesinde, cinsellik sorununu Sade ve Bataille üzerinden Tanrının
ölümüyle ilgili olarak kavrayan tezlerle sunmuş fakat daha sonra Cinselliğin Tarihi’nde (1986),
cinselliği yaşamın üretici ve iyileştirici biyopolitik mekanizmaları içinde
iktidar teknikleri olarak ele almıştır. Keith Crome’un belirttiği gibi, bu iki farklı
sunumu, yani cinsellik deneyimi sorununun ölümle belirli bir ilişkiden yaşamla
belirli bir ilişkiye nasıl döndüğü bir problem oluşturur gibi görünse de,
biyopolitikanın en temel stratejisi olan yaşamı koruma anlayışının devlet
ırkçılığıyla (Nazizmle) bağını kurduğu noktada (Toplumu Savunmak Gerekir’de), cinselliğin bu iki farklı sunumunun,
bir farklılıktan çok, Nietzsche’nin teşhis ettiği ve Foucault’nun benimsediği
Batı düşüncesinin olumlu olmayan olumlama geleneğinin (olumsuzlayarak:
politikayı değer düşümüne uğratarak, hatta gereksizleştirerek- olumlayan,
nihilizm geleneğinin) devamlılığına işaret ettiği görülür. Oysa Türkiye’de
‘tanrının ölümü’ problemi yaşanmamıştır. Buna rağmen cinsellik sorunu Sünni
islamın egemenlik alanında aynı şekilde olumlu olmayan -nihilist-, bir olumlama
olarak bir sorun olmayı sürdürmektedir. Çünkü Sünni islamda nihilizmin kaynağı
‘tanrının ölümü’ değil bizzat tanrıdır, Sünni islamın tanrısı bir hınç ve
intikam tanrısıdır, kahhar ve müntekimdir. Ve Hıristiyan tanrıya göre aşkınlığı
çok kuşkuludur çünkü tamamen bu dünyada ikamet eder. İslam inancının en büyük
gerçeği (Bektaşi geleneğini tenzih ederek diyelim) bu inancın deneyiminin
bireyde hiçbir ‘içsel derinlik’ yaratamaması, tamamen dünyevi pragmanın biçimlenişinden
ibaret olan, bedene tahakküm biçimlerinin ötesine geçememesidir (ileride
göreceğimiz üzere islamın neoliberal yönetimsellikle uyuşmasının başlıca
nedenlerinden biri budur). Dolayısıyla cinsellik sorununun bir iktidar tekniği
olarak nüfus yönetiminde kullanılması, cumhuriyet iktidarları boyunca mümkün
olmamıştır. Ancak neoliberal aşamada, yani son on yıldır İslamcı bir iktidar
eliyle cinsellik -yine dinsel dispozitifler temelinde- bir yönetim tekniği
olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Cumhuriyet iktidarları cinselliğin bir
iktidar ve tahakküm tekniği olarak kullanma noktasında, islamla yarışmamış, o
alanı islama terk ederek daha çok sağlık, hijyen, doğum oranları politikalarına,
yani anatomik beden politikalarına yönelmişledir. Örneğin özellikle 1950 öncesi
cumhuriyetin toplumsal yurttaş imali, bu yurttaşlara bedenlerinin bakımını
öğretmeyi içeriyordu. Başta eğitimde, örneğin daha ilkokullarda, hijyen ve
sağlıklı beden eğitimi baskın biçimde veriliyordu. Haftalık tırnak temizliği
kontrolleri, temiz mendil bulundurma zorunluluğu, saç bakımı, diş bakımı, kılık
kıyafet temizliği. Adabı Muaşeret diye bir ders vardı örneğin, nasıl yemek
yeneceği, masada nasıl oturulacağı, vb. görgü kuralları, aile yaşamı,
ebeveynlere ve karşı cinse saygı vb.. öğretilirdi –ve 1970’lere kadar da devam
etti- Beslenme (Marshall yardımlarıyla gelen süttozundan sütler, konserveler
dahil) ve spor, sağlıklı bedenler yetiştirmenin ana unsurlarıydı. Sağlıkta
sosyalizasyon ve numune hastaneleri, aşı kampanyaları, kasabalarda sağlık
ocakları kurulması ve onların köy ve mezralara düzenli sağlık hizmeti vermesi,
kadınların hijyen ve önleyici bakım eğitimi ve aynı zamanda çocuklarının ve
eşlerinin bakımıyla yükümlendirilmesi. Akıl sağlığı tedavisinde Mazhar Osman
Bey’in tüm ülkeye yayılan başarı öyküleri. Verem Savaş Dispanserlerinin
çalışmaları vb. hepsi bireylerin bedensel sağlık ve bakımını gözeten politik uygulamalardı.
Cumhuriyet biyoiktidarı büyük ölçüde sağlık adı altında örgütlenmiş bir
yurttaşlık projesiydi. Bütün bu bedensel
(somatik) iktidarın dayanağını oluşturan normlar ‘sağlık bilimi’nin, tıbbın ve
Aydınlanmanın normlarıydı. Ve iktidarın bireyi yaşatma sorumluluğu karşılıksız
değil, bireye de kendine bakma ve bu normlara uyma sorumluluğunu yükleyen bir
işleyişti. Dolayısıyla bedensel politikalar aynı zamanda itaat (ya da disiplin)
politikaları olarak cisimleşen iktidar teknikleridir. Yurttaşı burada toplumsal
hakların pasif bir alıcısı olarak düşünmemek gerekir. Devlet toplum sağlığını
korumak için tedbirler alırken yurttaş da kendisi, ailesi ve daha genelde ulus
için biyolojik tedbirleri alıyordu. Bunun biçimi elbette bizzat kendisinin
toksinlere karşı mücadele etmesi değil fakat yine devlet yetkililerine
ilettikleri talepler şeklinde somutlanıyordu. Ki bu taleplerin en önemlileri
ebe, sağlık memuru, doktor ve öğretmen talebiydi. Politikacılar uzun yıllar bu
talepleri yerine getirme karşılığında yurttaşın oyunu alabildiler. Zaten
yurttaşın bu talebi olmasaydı ‘Sağlık Ocakları’nın Anadolu’nun en uzak bölgelerine
ve en uzak ilçe ve kasabalarına kadar yayılması da mümkün olamazdı. Gerçekten
de özellikle 1970’lere kadar eğer Türkiye’de genel yurttaşlık yaygınlaştıysa
altında tam da böyle bir biyolojik yurttaşlık talebi vardır.
Özetle bu dönemde aydınlanmacı normların
tanımladığı ‘iyi yaşam’ ideali ile ‘iyi yurttaş’, ‘sağlıklı beden’ ile ‘üretici
beden örtüşür’. Bilgiyi iktidar ilişkisi olarak kullanmaya koşut olarak bireyi
hem uysal bir yurttaşa hem de üretim sürecine hazır bir emekçiye dönüştüren
normlar aile kurumunda, okulda, fabrikada, askerlikte, mahpuslukta, bürokraside, vb. her zaman işbaşındadır. Foucault, ‘Hakikat ve
Hukuksal Biçimler’de (2000:253), hem artı değer üretiminin hem de yönetimin bu
‘alt-iktidar’lar ya da mikro iktidarlar yoluyla sağlandığını ısrarla vurgular.
Bu alt-iktidarlar olmadan, beden onlar tarafından ‘hazır’ hale getirilmeden ne
kapitalist sömürü ne de modern yönetim mümkündür. Bu anlamdaki iktidar
ilişkileri, sömürü ilişkilerinden hem önce gelir hem de yolunu açar. 1960’lara
kadar bu modern birey ya da ‘yurttaş’ tipinin -en azından şehirlerde- egemen
bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Bireyin davranışları, beden bakımından, yaşama
alışkanlıkları ve hayat tarzına kadar, 60 sonrasıyla kıyaslanamayacak ölçüde
farklıdır örn; -tümü de bireyin sosyalleşmesiyle ilgili olan- gezintiye çıkmak,
sinema, tiyatro, pastaneye gitmek gibi kültür ve eğlence faaliyetlerinde,
örneğin İstiklal caddesine gitmeye hazırlananlardan, hemen her kent hatta
ilçede akşamüzeri gezintisine çıkmaya ya da misafirliğe gitmeye hazırlanan
insanların, davranış ve giysilerine, zerafet ve şıklıklarına özel bir önem
atfetmeleri, -özellikle ulusal bayramlar ve hazırlıkları- tam da cumhuriyet
biyoiktidarının ’iyi yaşam’ idealiyle örtüştüğünün göstergeleridir. Peki bu
beden biyopolitikası bütün nüfus için geçerliydi denebilir mi? Elbette hayır.
Kırsal nüfusun bu bireyi disipline eden mekanizmaların dışında kalmasının ana nedeni
[sağlık hariç, sağlıkta sosyalizasyon politikası 70’lerin ortalarına kadar,
Doğu Anadolu’nun bırakınız mezralarına, komlarına kadar götürülmüştür. Sorun
orada daha çok yerel aşiretlerin nüfus politikasıyla (doğurganlıkta artış)
devletin nüfus politikasının (doğum kontrolü) çatışması olarak yaşanmıştır],
kapitalist gelişmenin özellikle kentlerde yoğunlaşması, ve emek gücü
ihtiyacının kapitalist üretimin yoğunlaştığı alanlarda ortaya çıkmış olmasıdır.
Yurttaş politikalarının itaat üretimi ile, sağlıklı beden politikasının ideal
bileşimi fabrikada işe koşulmuştur. Kırsal nüfus ancak fabrikalar ya da
kapitalist üretim birimlerine kavuşan bölgelerde iyileştirici/disiplinci
biyoiktidar tekniklerine maruz kalmıştır. “Bu bedenin terbiyesi, yeteneklerinin
güçlendirilmesi, güçlerinin yıkıcılığıyla, yararlılığı ve itaatkârlığının koşut
gelişmesi, etkili ve iktisadi denetim sistemleriyle bütünleşmesi, bütün bunlar,
insan bedeninin anatomik-siyasal
disiplinlerini belirleyen iktidar yöntemleriyle sağlanmıştır. Biraz daha sonra
XVIII. yüzyıl ortasında oluşan ikincisi….”(Foucault, 1986:143). Foucault’nun on
yedi ve on sekizinci yüzyıl ortalarına dek saptadığı, tam da bedenleri terbiye
eden, bedenleri üretim aygıtına hazırlayan bilgi biçimlerini, normları ve
bunları bir iktidar tekniğine dönüştüren alt iktidarların ürettiği bir
biyoiktidardır. Modernitedeki iki katlı iktidar dediği iktidarın ilk katı, ‘bireyselleştiren’
ve ‘normalleştiren’ bu disiplinci biyoiktidar tipidir.
Bu noktada -sadece elimine etmek için-
belirlersek, Gezi Direnişini yaratan insanlar ve ruhun, bu bahsettiğimiz
‘yurttaş ve sağlıklı beden olarak birey’ dünyasıyla -ne de disiplin
mekanizmalarıyla- hiçbir ilgisi yoktur. Öylesine yoktur ki, ne dejavu ne
nostalji olanağı bile düşünülemez. Dolayıysa oradan gelen öykülere, söylemlere
ve dillere gezi kuşağının herhangi bir ilgi duyma ihtimalinin olduğunu
sanmıyorum. Bu dönem ve disiplinci biyoiktidar tipi gezi kuşağı için, ülkesinin
tarihöncesidir, o kadar. Olgu olarak
tamam, fakat bu kopuşu nedensel olarak nasıl anlayabiliriz? Bu aşamada sadece bir
noktaya işaret edecek ve yanıtı son bölümde tekrar tartışacağız. Çünkü
sözkonusu olan şey, bugünün gençliğini, onları yaratan koşullar içinde
anlamaktır. İşaret edeceğimiz nokta şudur, yukarıda, önce ‘roman parçası’nda
aktarılan mektuplardan yapılan ikinci alıntıda ve sonra hemen yukarıda söz
ettiğimiz insanların kamusal alana çıkarken davranışlarına, giysilerine
gösterdikleri özen ve ihtimamda (ve çoğaltılabilir başka yüzlerce örnekte)
görüleceğini ya da hissedileceğini umduğum, -her tür ‘yurttaş’ kipine içkin-
bir olgu: “Yirminci yüzyılın ilk altmış yılı içinde, insan kendini derin bir
biçimde içsel psikolojik bir uzama iskan edilmiş olarak anlamaya ve kendini
böyle değerlendirmeye ve kendi üzerinde bu inançla eylemeye başlar” (Nicolas
Rose, 2008: 25). Bu içselliğin Cumhuriyet edebiyatındaki, özellikle şiir ve
romandaki karşılıklarının oldukça zengin olduğunu da hatırlayalım. Dolayısıyla
bu yıllara ait -hatta altmışların sonuna kadar- ‘yurttaşlık bilinci’, politik
bir bilinç olmaktan çok önce bir yaşam tarzına, bir biyopolitik varoluş kipine
işaret eder. İlk tespit belki de şu olabilir, bugünün gençliğinin benlik
teknikleri, ya da benin kendi üzerine eyleme biçimleri herhalde hiçbir anlamda,
60’lara kadar insanların içinde ikamet ettikleri ‘içsel psikolojik bir uzam’a
yerleştirilemez. Onlar böyle bir uzamda hiç ikamet etmediler. Böyle bir uzamın
son temsilcileri 78 kuşağıdır. 90 kuşağı ise, ilerde, yine N. Rose’un makalesinin
aydınlattığı zeminde tartışacağımız, moleküler biyopolitika ve biyo ekonomi
çağında benliklerinin inşasını, beden merkezli eyleme tarzları üzerinden yürüttüklerini
görürüz. Burası ise daha çok, ‘içsel psikolojik uzam’ın tüm anlamsal
karşılıklarını (başta cinsiyet ve cinsellik olmak üzere çoğunun patolojik
olduğu da kabul edelim) kaybettiği ve yerini, ‘yaşam kalitesi’, ‘yaşam hakkı’
gibi normlarla çalışan, ‘sağlıklı beden, sağlıklı yaşam, uzun yaşam’a ait bir
yaşam dünyasıdır.
III
“…ikincisi,
tür-beden’i yaşayan varlığın mekaniğinin etkisinde olan ve biyolojik
süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkez almıştır: Bolluk, doğumlar ve
ölüm oranı, sağlık düzeyi, yaşam yörüngesi ve bunları etkileyebilecek tüm
koşullar önem kazanmıştır; bunların sorumluluğunun yüklenilmesi bir dizi
müdahale ve düzenleyici denetim yoluyla gerçekleşir: işte bu nüfus biyopolitikasıdır
… Egemen iktidarın simgelediği eski ölüm gücü artık titizlikle bedenlerin
yönetimi ve yaşamın hesaba dönük işletmesine yerini bırakır.”(Foucault:
1986:143). Genel olarak, bedenlerin ‘uyruklaştırılması’ belli bir aşamadan
sonra ‘nüfusların denetimiyle’ kol kola gitmek zorundadır ve biyopolitika,
bizde 60’lı yıllarla -özellikle yurt dışına ve büyük kentlere göç
hareketleriyle- birlikte anlaşılmaya başlamış, fakat esas olarak 70’li yıllardaki
sanayileşme süreciyle nüfusların yönetimi ve denetimi biçimini almıştır.
Biyopolitika Foucault’nun sunduğu çerçevede, biyoiktidarların politik yönetim
araçları haline gelen müdahale alanları olarak,
doğum ölüm oranları, hijyen, sağlık, cinsellik, vb’lerinin yönetimiyle
ilgilidir. Ancak burada temel kavram ‘birey’ değil ‘nüfus’tur ve nüfus
yönetiminin merceği en geniş çaplı yani kitlesel bir mercektir. Nüfusun
hareketi, şu ya da bu ‘yurttaşlık’ ya da ‘iyi yaşam’ normuna göre biçimlenmiş
bir toplumsal yaşamın dengesini -hemen
her zaman- bozan bir unsurdur ve bu anlamda toplumsal yaşam için belirli bir
tehlike barındırır. Örneğin göç hem kalkış hem varış noktası açısından, tarımın
ölümü/çarpık kentleşme gibi tehlikeli neden ve sonuçlara sahipken aynı zamanda
ekonomik ve politik yönetim için fırsatlar da yaratır. ‘Almancılar’ımızın
yıllarca (80’lerin sonlarına kadar) devletin mali bütçesinde ne kadar delik
kapadığını ekonomistler anlatabilir, örneğin.
Şimdi biyopolitikanın mantığını açık kılmak
adına, örneğin, Antikten beri süre gelen ‘iyi yaşam’ idealine kısaca bakalım. Bir
kere Grek’te polisin yönetimi, oikos’a, yani bireyin ev yaşamındaki
refahı, güvenliği, sağlığı ve bakımına referansla kurgulanan gerçekten de
‘biyolojik bir iyi yaşam’dır. Antik dönemin ‘iyi yaşam’dan anladığı nüfusun,
biyolojik referansla sağlıklı, güvenli, bakımlı ve refah içinde Atinalı ya da
Romalı olarak yaşamasıdır. Devletin zenginliğini yönetme endeksi budur (Marks
bunu üretim tarzının ‘komünal önvarsayımı’ olarak kavramlaştırır). Modern’in
biyopolitik algısı ise, ortaçağ egemeninin kendi iktidarını korumak adına sahip
olduğu, tebasını öldürme ya da yaşamasına izin verme hakkı (yani kökü kadim
dinlere dek geri giden büyük strateji patria
potestas’tan, -babanın çocukları ve köleleri üzerindeki öldürme hakkından
gelen) ve ayrıcalığının yerini, nüfusun sağlığının iyileştirilmesi, refahının
azamileştirilmesi ve güvenliğini sağlama sorumluluğunun üstlenilmesi alır.
Bunlar aynı anda liberal rafah devletinin ‘tam istihdam’ ütopyasıyla uyumlu
politik payandalardır. Sistem kendini böyle idelize eder. Refah devletinde
politik iktidar –cinsellik, sağlık, doğum oranları, hijyen gibi süregelen
biyoiktidar teknolojilerini bir yandan devam ettirirken bir yandan da
nüfusların denetimi anlamında bu payandaları
(başta sağlık ve cinsellik söylemleri) nüfusları yönetme ve denetleme
teknikleri olarak işe koşar. Bunlar, biyolojik referanslı, dolayısıyla yaşamı
iktidarın nesnesi haline getiren üretim ve denetim teknikleridir. Biyoiktidarın
ortaya çıkışı açısından Foucault’nun gözlediği mutasyon, eskiden öldürme
hakkıyla işleyen bir yapıdan, iktidarın güçler üretmeye, onları geliştirmeye,
büyütmeye ve düzeltmeye yani, yaşatmaya hasredildiği bir yapıya geçiştir.
Modern refah devletinde ölüm ve yaşam üzerindeki iktidar uygulamasında bir
kayma, bir yer değişimi ortaya çıkmış, eski öldürerek-yönetme (ölüm-işleyişi)
yerini yaşatarak-yönetme, yaşamı yönetmeye bırakmıştır (Foucault, ‘Ölüm
Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar’1986: 139-163). Bu durumda Biyopolitika
bireyin disiplini değil fakat nüfusun denetimiyle ilgilidir. Yani bireyin
bakımını üstlenen biyoiktidar tipi eşanlı olarak zaten devam etmektedir, ancak
örneğin, aynı enstrüman olan sağlık, nüfus yönetimine geçildiğinde, bir teknik
olarak evrim geçirir ve birey odaklı olmaktan, nüfus odaklı bir sağlık
anlayışına geçilir. Yani biyoiktidarın disiplini, ‘normal’leştirici anlamında
bireyleştirici iken, biyopolitik yaşatma ve denetleme sosyalleştiricidir. Bugün
neoliberal yönetimsellik içinde tekrar fakat bambaşka bir zeminde, ‘kişisel
sağlık, kişisel tedavi, kişisel bakım özelinde bireyleştirici mekanizmalara
geçilmiştir. Yani bireyin sağlığından
toplumun tıbbileştirilmesine geçilmiştir. Dün (biyopolitiğin sosyalleştirici
yaşatma denetleme biçiminde) örneğin klinik tıp başat bir rol oynarken, bugün
neoliberal biyopolitkada teknolojik tıp ve giderek tıbbın sermayeleştirilmesi
başat bir rol oynar. Aynı şey cinsellik alanında, beslenme alışkanlıkları
alanında ve bunlarla aynı mantık ve karaktere sahip olmak üzere ‘yönetimsellik
alanında’ ortaya çıkar. Fakat bütün yaşatma stratejileri sonuçta yaşamın yönetilmesine evrilmiştir. Çünkü
sağlığın koşulu güvenliktir. Bunun özellikle Türkiye için 60’lardan itibaren
toplumun sağlığını (giderek bu piyasanın sağlığı anlamına gelecektir) korumak,
onun güvenliğini ihlal etme risklerini önlemek ya da ortadan kaldırmayı
gerektirecektir ki, bu da yaşamı korumanın onu denetlemek anlamına gelmesinin
dolaysız nedenidir. Aslında tarihsel gerçek şudur; bireyin bakımını üstlenen
(uysallaştıran ve normalleştiren) biyoiktidar tipinde ‘yurttaş’
yetiştirilmesine koşut olarak, göreli de olsa sağlanan devlet toplum uyumu ya
da ‘birliği’, sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfının kitlesel direnişleriyle
bozulur (Avrupa için bu özellikle 19. yüzyıl gerçeğidir ve bizim için 70’li
yıllara karşılık gelir). Sermaye ve ücretler bölünmesi yaşamın her alnında
görünürlük kazanır. İşte biyopolitika aslında tam da bu toplumsal bölünmenin
yarattığı tehlikeleri (emek güçlerinin kitlesel direnişlerini) yönetmek üzere
geliştirilen denetim mekanizmaları ve iktidar tekniklerine dönüşür.
Bizde 70’lerde ve sonrasında, Avrupa refah
devletinde göreli de olsa varolan yaşam-yönetimi ya da yaşatarak yönetmek
şeklindeki biyopolitik strateji hiç varoldu mu? Disiplinci biyoiktidar tipi var
oldu, o kesin, baskın olarak 1920-1950 arasında. Fakat Foucault’nun bahsettiği
anlamda biyopolitik mekanizmalar, teknikler, bizde varoldu mu? Olumlu yanıt
vermek çok zor. Bütün iktidarlar için, yaşamın ‘güçleri geliştirme, büyütme,
yetiştirme fakat aynı zamanda denetleme’ anlamında bir biyopolitika (Ecevit’in
hem işçi sınıfı hem de, tıp, hukuk vb. alanlardaki mesleki örgütlenmelerin
önünü açan politikaları hariç) uygulanmadı, tam tersine bu ülkedeki sermaye
egemenliği ve iktidarlar için toplumsal ya da mesleki anlamda gelişen güçler
her zaman ortadan kaldırılması, yok edilmesi, ezilmesi gereken güçler olarak
görüldü ve her zaman ‘bireysel beden terbiyesi’ muamelesine (daha çok
cezalandırma teknikleri yoluyla) maruz bırakıldı. O zaman bir yaşam politikası
anlamında bir biyopolitikadan, Türkiye özelinde söz etmek gerçekten de zordur.
Bizdeki iktidarlar yaşam karşısında, yaşamın güçleri karşısında o kadar korkak davranmışlardır
ki biyopolitikanın toplumsal güçleri yaşatmak stratejisi yerine daima onun öbür
boyutuna, sadece denetleme boyutuna (ya da ölüm politikasına) odaklanmış, emek
sermaye bölünme biçimleri başta olmak üzere yaşamın geliştirdiği güçleri,
bastırmaktan başka hiçbir politika üretmemişlerdir (o da stratejik falan değil,
körlemesine ezmek, yok etmek gibi tam da
hükümdar egemenin öldürme hakkı mantığıyla, bağnaz bir Devlet Aklı’yla
(Raison d’Etat) hareket etmişlerdir -hala da öyle ya-). Biyopolitik olarak
nüfusun refah artışının, sağlığının, yeteneklerinin gelişiminin sorumluluğunu üstlenmek,
aynı anda nüfusun biyolojik varlığını denetleyici bir iktidar mekanizmasının,
teknik ve teknolojilerinin denetimine almak demektir. “Bir nüfusa özgü kitle
etmenlerini bir araya getiren, canlı bir kitlede meydana gelebilen tehlikeli
olaylar dizisini denetlemeye çalışan bir teknoloji; bunların olabilirliğini
denetlemeye (gerekiyorsa değiştirmeye), her koşulda etkilerini gidermeye
çalışan bir teknoloji. Demek ki bu bireysel terbiye değil, ama genel dengeyle,
bir tür homeostaziyi -içsel tehliklere karşı bütünün güvenliğini- hedefleyen bir
teknolojidir.” (Foucault, 2004:254). Yaşam
ve ölüm politikalarını dengeleme anlamında bir biyopolitikadan söz edersek,
uzun Demirel’li yılların gerçekten de özgün bir denge dönemi olduğunu-öncesine
ve sonrasına bakarak- teslim etmemiz gerekir. Kısaca, kapitalizmin tarihsel
evrimine de karşılık gelecek biçimde ve bizim için 2000’li yıllarda tam
anlamıyla uygulamaya girecek olan neoliberal biyopolitika, “toplumu yaşam
yörüngesinden saptıracak tehlikeleri denetleme, gözetleme, düzenleme
mekanizmalarıyla ve iktidar etkileri yoluyla yönetmek biçimini almıştır” (Foucault,
2001:109-115). Ve yaşam yönetimi yüzü ise daha çok neoliberal aşamada,
biyosermaye, biyoteknoloji ve biyoekonomi tarafından üstlenilmiştir.
IV
Küreselleşme ya da neoliberalizm dediğimiz
günümüzle ilgili olarak, birkaç dönüşüm birlikte ve eşanlı yaşanmaktadır. Birincisi
Marks’ın kendi zamanı için hayal dahi edilemez bulduğu fakat bizim gerçeğimiz
haline gelen, özel bir üretim tarzına, sermayenin biçimsel boyunduruğundan
doğrudan boyunduruğuna geçiş gerçeğidir -bu konuya ‘ekonomik insan’ başlığı
altında geri döneceğiz-. İkincisi; Foucault’nun refah devletine atıfla
irdelediği bilgi-iktidar tipinden, 78-79 derslerinde irdelediği neoliberal
hakikat rejimine geçiş ve yeni bir yönetim sanatının bu hakikat rejimi
tarafından daha 18. yüzyıldan itibaren üretildiği gözlemidir. Üçüncüsü bu her
iki geçişin neoliberal aşamadaki görünürlüğünü ve aynı zamanda bizim yerel
sınırlılığımız dediğim şeyi açıklar. Şöyle ki; Johanna Oksala, Neoliberalism and Biopolitical
Governmentality (2013),
makalesinde Foucault’nun, Biyopolitiğin
Doğuşu adını alan liberalizm konulu 1978-79 derslerini ani bir kesintinin
izlediğini belirtir ve bunun nedeninin, bu derslerde sorgulanan neoliberalizmin
yönetimsellik (governmentality) uygulamasının, derslerin verildiği aynı
yıllarda -Fransa’da ve Avrupa’da- belirgin olarak yaşanmakta oluşuna bağlar.
Oksala Foucault’nun dersleri kesmesine neden olan ve neoliberalizmin
yükselişine işaret eden belli başlı göstergeleri şöyle özetliyor: “1971’de Bretton
Woods sisteminin çöküşü akışkan para sistemi içinde artık sermaye akışları ya
da finansal piyasaları kontrol etmenin mümkün olmadığı anlamına geliyordu.
1978-80 başka bir dönüm noktasını temsil eder: Margaret Thatcher ve Ronald
Reagan seçildiler, Paul Volker Federal Rezervin komutasını devraldı ve Deng
Xiaoping Çin ekonomisinin liberalleşmesi yolunda kararlı adımlar attı. Kilit
aktörler tarafından alınan bu ekonomik ve politik kararlar dünya ekonomisini yeni
bir doğrultuya soktu. Serbest
uluslararası ticareti her tarafa yayma hedefi ve serbest girişimci davranışını
serbest iç pazarlarda destekleyen kurumsal bir çerçeveyi sistematik olarak
yaratma amacı, tam istihdam amacına sahip refah devletiyle yer değiştirdi.”
(J.Oksala, 2013:53), (abç). Şimdi
70’leri kapsayan ve 78-80’de yoğunlaşan dünyanın bu ekonomik dönüşümünün
farkına varma olanağına, içinde yaşıyor olmak nedeniyle fiilen sahip olamamak
gibi bir etkene yerel sınırlılığımız diyorum (özellikle 78 kuşağını düşünerek).
Fakat bizim özelimizde bu sınırlılığı radikalleştiren (farkındalık olanağımızı
körleştiren) bir diğer faktörün de 12 Eylül darbesi olduğu açıktır. O zaman 80
darbesinin anlamını bir daha düşünmek gerekir. Ancak yine de, ne kadar isabetli
bir analiz yapılırsa yapılsın ampirik kalacaktır, çünkü yerel sınırlılığımızın
faturasını 80 darbesine çıkarmamızın bugünü kavrayışımıza bir yararı olmaz.
Çünkü 70’lerdeki dünyanın ekonomi politik temeldeki neoliberal dönüşümü,
yönetme sorununu, büyük ölçüde darbe,
iktidar değişimi -seçimler- ya da yasaların veya anayasanın değiştirilmesi
sorunu olmaktan, kısaca yargı, yasama ve bunlarla
bağlı bir yürütmenin yetki alanı içinde olmaktan çıkarmıştır. Bugün
görülmesi gereken (ve aslında Türkiye üzerinden bakıldığında çok net
görülebilir olan) asıl radikal sonuç budur ve bunu (hem 70’ler hem bugün
özelinde) anlayamamak, sadece yerel değil, başlarken ‘Marksizmin tarihsel
sınırlılığı’ dediğimiz şeyle de ilgilidir. 80 sonrası Türkiye’nin -ya da Yeni
Türkiye’nin- en belirgin özelliği; Foucault’nun neoliberal dönüşüme atıfla
belirttiği gibi, bir özel mülkiyet olarak piyasa ile devlet ya da iktidar
adıyla imlenen kamu yönetiminin birbirinden kesin hatlarla ayrılması ve
birincisinin değişmemesi gereken bir özerk alan, ikincisinin ise değiştirilmesi
zorunlu olan bir alan olarak ilanı ve zihinlere kazınmasıdır. Öylesine
kazınmıştır ki, 80’den bugüne ‘değişmemesi gereken özerk bir özel mülkiyet tipi
olarak piyasa’ eleştirisine dair bir söylemin yokluğu bir yana, ‘ekonomik gerçekler’
hemen her tür politik projenin çarparak parçalandığı bir duvar, bir doğa yasası
haline gelmiştir. Berlin duvarı hiç olmazsa görünürdü, bu ise tam anlamıyla
görünmez bir duvar, “görünmez el” / “özel bir yönetim aklı”. İktidarın kendini
salt devlet eleştirisiyle (AKP’nin hiç bitmeyen muhalefet dili) meşrulaştırma
uğraşları başta olmak üzere, liberallerin devlet-kamu eleştirisine odaklanmış
olmasının ve sadece bu eleştirinin ‘demokrasi’ olarak algılanmasının arka planı
budur. Jason Read’in belirttiği gibi, Foucault’nun temel vurgusu devlet-kamu
eleştirisinin, “başka toplumsal uzamları kat ederek genişleyen “fikir
pazarı”nın, bir toplum imgesi haline gelmiş
olması”dır (2009:26). Bu eleştiri sadece bir politik programa, bir devlet
eleştirisine değil “yeni bir insan varoluşu ve insan doğası anlayışına”
gönderme yapan neoliberal bir hakikat rejimine dönüşür.
Neoliberal
hakikat rejimi nedir?
Sanırım, yetmişlerde biz ‘metinler’den
çıkardığımız hakikat peşinde koşarken, kapitalizmin kendi neoliberal hakikatini
ürettiğini ve hayatımıza dayattığını ancak Özal’ın liberasyonlarıyla birlikte
fark edebildik. Fakat 80’ler yine de ‘devlet aklı’nın (raison d’etat) gölgesi
altındaydı, ancak 90’larda liberal yönetim zihniyetinin, yönetim
uygulamalarının gündelik yaşamdaki tezahürleriyle yavaş yavaş fakat iki
binlerde tüm çıplaklığıyla, tüm parametreleriyle ve tüm hakikatiyle (yani
piyasanın neoliberal sınırsızlığıyla) tanıştık. Çünkü bu yönetim tarzına ancak
iki binli yıllarda tam anlamıyla hem ekonomik hem politik olarak ‘maruz
kaldık’. Dolayısıyla Gezi direnişinin
gençliği tam da bu neoliberal piyasa ilkelerinin bir toplum politikası haline
geldiği bu dönemin gençliğidir. Bu anlamda yaşadığımız çağın olanakları ve
açmazlarını kavramaya göreli olarak en açık (blokajları olmayan) durumda
olanlar onlar. Aşağıda betimleyeceğimiz dünya her şeyden önce onların
dünyasıdır. Yani, demek istiyorum ki, Foucault’yu, şu ya da bu referanstan
hareketle yargılamadan önce onun ne ile, neden uğraştığını anlamak gerekir. “Bana,
sadece neyin tehlikede olduğunu anladığımız zaman… liberalizm denen bu yönetsel
rejimin… biyopolitik olduğunu kavrayabileceğiz, gibi görünüyor” (BB 21). Foucault
için neoliberal hakikat rejimi yönetimin kendini sınırlama ilkesine dayanır.
Dolayısıyla hakikat ve sınırlama kavramlarının birbirinden ayrılmazlığının
anlattığı şey, refah devletinde yönetimin hukukla dışarıdan sınırlandığı bir
modelden, neoliberalizmde yönetimin kendini içsel olarak, içsel bir hakikat
rejimiyle sınırlamasına geçiştir. O halde, burada hem kendini sınırlama hem de
onun hakikati hakkında (elbette politik hakikat anlamında değil fakat özel bir
hakikat rejimi anlamında) -Foucault’nun temel ilgisi olan bu hakikatin politik
etkilerinin ne olduğu ve tarihsel olarak nasıl üretildiği hakkında- Foucault’yu
olası en kısa biçimiyle (Biyopolitiğin
Doğuşu adlı 78-79 dersleri üzerinden)
izlemeye çalışacağız.
Ekonomi
politiğin doğuşunu o da, aynen Marks gibi on altı ve on yedinci yüzyıllara
yerleştirir. Marks komünal toplumları anlatırken, Avrupa versiyonunu, yılda bir
kez bir araya gelerek klanların aralarındaki sorunları çözüme kavuşturdukları
kurultaylara atıfla anlatır. Klanlararası sorunlar hem politik hem ekonomik
ilişkilerle ilgilidir. On yedinci yüzyılda piyasaları düzenleyen hukuksal
biçimlerin bu kurultaylardaki karar üretme ve uygulama geleneğine dayandığı,
bir yandan devletlerarasında dengeli bir rekabeti bir yandan ‘national
ekonomi’yi düzenlediği söylenebilir. Hatta Tocqueville bu geleneğin 18. yy’da
soyluların yargılama yetkisine dayalı bölge yönetiminden kolay kolay
vazgeçmediklerini gösteren ‘bölge meclisleri’ biçimimde nasıl devam ettiğini
inceler (2004:115-20, 315-25). Kısaca ekonomi politik kendi başlangıcını
‘devlet aklı’nın içine konumlandırır ve onun amaçlarını uygulamakla ilgili olarak
çelişik değil onunla bağlaşıktır (BB 13). Ekonomi politiğin analiz ettiği şey
‘insan doğasına kazınmış temel haklar’ gibi bir şey değildir. O sorunları
haklar, yasalar, kısaca meşruiyet açısından değil etkileri açısından ele alır.
Örneğin özel bir mal ya da kişi sınıfına vergi konuyorsa ekonomi politik bu
verginin yasal dayanağı ya da meşru olup olmadığıyla değil etkilerinin ne
olacağı, olumsuz olup olmadığıyla ilgilenir. Temel haklar bir yönetim zihniyeti
oluşturmaz, o yönetimi haklar açısından dışarıdan
sınırlamakla meşguldür. Foucault için bu, ekonomi politiğin yönetimsel
uygulamada kendi rasyonalitesi içinde bir yer bulmayı başarmasının nedenidir.
Bu
rasyonalitenin rasyosu, ya da ekonomi politiğin keşfettiği şey bir tür
doğallıktır. Giderek ‘ekonomik gerçekler’ olarak karşımıza çıkacak olan piyasanın
işleyişinde vukubulan olgular, süreçler ya da düzenliliklerin keşfi. Örneğin, “ekonomistler, nüfusun ücretlerin
yüksek olduğu yerlere hareket etmesinin, bir doğa yasası olduğunu açıklarlar,”(BB,15).
Böylece ekonomi politik, doğal doğayı piyasa yoluyla toplumsal doğaya
dönüştürür. “Liberal akıl yönetim için özgül pratikler ve nesnelerin
“doğallığı” temelinde yönetimin kendini
sınırlaması olarak tesis edilmiştir”(BB 31). Bu doğallık nedir? Her şeyden önce
‘ekonomik gerçekler’in (makro ekonomi, ekonomik büyüme, refah vb.) politik
olarak tarafsız, nesnel ve evrensel gerçekler olmasıdır. 2001-2007 arasında
liberal uzmanların bu ‘ekonomik gerçekler’in nasıl doğal, nesnel ve evrensel
olduklarını yıllarca televizyonlardan tüm toplumun ortak duyusuna /bireylerin
zihinlerine/ nasıl kazıdıklarını; ekonominin nasıl ‘toplumsal bir doğa’ya, dolayısıyla
bir yönetim aklına dönüştürüldüğünü hatırlamamız öğretici olabilir. Bu doğa,
bir yönetimin kendisi için özgül bir doğadır ve yönetim uygulamaları ile ve
aracılığıyla, altında çalışılan şeydir. Foucault için, politik ekonominin
inceleme nesnesi bizzat bu doğadır ve bir yönetim, bu doğaya karşı çalışamaz,
çalışırsa bedelini öder. O halde, yönetimin başarısı fizyokratların önerdiği
gibi, bizzat bu doğaya (ve onun doğa olduğunu keşfeden-anlatan söyleme) saygı
göstermesinden geçer. “Başka deyişle o, ya başarılı ya da başarısız olacaktır;
meşruiyet ve gayrimeşruiyetten çok, başarı ve başarısızlık, şimdi, yönetimsel
eylemin ölçütü haline gelir. Yani başarı [meşruiyetle] yer değiştirir.”(BB 15).
2001 krizi bu anlamda bir milattır, meşruiyet ölçüsüne göre yöneten iktidar
tipinden (ki bunun ne kadar kötü olduğunu liberaller yıllarca anlattılar)
başarı ölçüsüne göre yöneten iktidar tipine (bunun da ne kadar iyi olduğunu da
yine onlar anlattılar) geçilmiştir. Başarı burada yönetim sanatının kendini bu
doğa yasalarına göre sınırlaması, başarısızlık bunu akıl edememesidir. Yönetim
bu yasalara müdahale eder mi? Edebilir, yani yönetim yanlış yapabilir, fakat
bunun nedeni sadece o yasaları görmezden gelmesinden ibarettir. Görmezden
geldiği şeyin kendi varoluş koşulları, kendi rasyonalitesi olduğunun cahili
olmasındandır. Eyleminin, yani yaptığı şeyin ve uygulamaya koyduğu şeyin
doğasına referansla kendini sınırlayan yönetim eylemi hem başarılıdır hem de
kendiliğinden yönetim sanatına girer. “Hakikat sorunu ve sınırlama olasılığı
her ikisi de bir yönetimsel akıl içinde ekonomi politik aracılığıyla ortaya
konmuştur.”(BB 16).
Özetle, yönetimin hukukla düzenlenmesinin
yönetim eylemine dışsallığına karşı, ekonomi politiğin yönetim eyleminin
altında çalıştığı bir doğa, bir akıl, bir mentalite olarak yönetime içselliği
bir hakikat rejimi oluşturur. Yönetimin öbür yüzü her zaman ekonomi politiktir.
Yönetimsel akıl nihai olarak çıkar açısından işlev gören bir akıldır. Fakat bu
artık, sadece refahı, nüfusu ve iktidarı tamamen kendine-göndermeli bir biçimde
arayan devlet aklı değildir. “Yönetimsel aklın ilkesel olarak uyması gereken
çıkar şimdi, bireysel ve kolektif çıkarlar arasında, toplumsal çıkar ve ekonomik
kâr arasında, pazarın dengesi ve kamu otoritesi rejimi arasında, temel haklar
ve yönetilenin bağımsızlığı arasında karmaşık bir karşılıklı etkileşim içindeki
çıkarlardır. Yönetim, her halükarda, bu yeni yönetimsel akıl içindeki
yönetimdir ve çıkarlarla çalışan bir şeydir”(BB 45). Fakat açıkça görüleceği
üzere hiçbir yönetim böylesine karmaşık bir doğanın yaratacağı risklerin
bütününü hiçbir zaman bilemez. Ve bunun karşısında ‘yeterince yönetmek’ dışında
bir olanağı da yoktur. Eskiden Prens’in bu her iki ölçüye karşı duyarsızlığı,
cahilliği ya da hoyratlığı karşısında onu “erdemle sınırlayan ihtiyatlı
danışmanlar” ile bugün yönetime “gerçekte doğal mekanizmaların olmakta olanı
yönlendirme (manipüle etme) mekanizmaları olduğunu anlatmak olan bu yeni
ekonomik uzmanlarla hiçbir ilgileri kalmamıştır”(BB 16). O halde neoliberal yönetim aklı,
bir maksimum sabiteyle bir minimum sabite arasında yönetmek demektir. Yani
yönetim ilkesi yer değiştirmiştir;
prensin erdemi olan “eşitleyici
adalet” ya da denge kavramının yerini en çok/en az arasındaki sınırda
yönetmek alır. “Yönetim sorusu bir zamanlar, -ben ahlaki, doğal ya da kutsal
yasalarla uyumlu, uygun bir biçimde yönetiyor muyum?- anlamına geliyordu. Sonra
bu, on altı ve on yedinci yüzyıllarda, ‘Devlet Aklı’yla (raison d’etat) birlikte; yeterli yoğunlukta, derinlikte ve devleti olması
gereken noktaya getirmek için, onu maksimum kuvvetine getirmek için detaylara
dikkat ederek yönetiyor muyum? oldu. Ve şimdi soru, şöyle; şeylerin doğası
gereği benim için minimum ve maksimum sabite arasında, ‘en çok’ ve ‘en az’ arasındaki
sınırda yönetiyor muyum? sorulacaktır” (BB 19). ‘En çok’u, piyasaya/topluma
bireysel ve kurumsal girişimci olarak giren bütün
aktörlerin çıkarı, ‘en az’ı da ‘kamu çıkarı’ olarak alırsak, Foucault için
‘yeterince yönetim’ tam da bu ikisinin arasındaki sınırda yönetmek anlamına gelir. Bu asla bir kesimden diğerine
gelir aktarmaya dayalı şu ya da bu taraf adına yönetim, ya da denge yönetimi
değil, sınırda yönetmek, ya da daha çok yönetmeden yönetmek, yönetir gibi
görünerek yönetmektir. Gücü büyük ölçüde bağımsız kurullara, küresel
taahhütlere ve kurumlara ve yönetimde yer alan şirket temsilcilerine
devrederek, ‘sanki yönetmek’tir. İlerde göreceğiz, yönetim başarısı, yönetimin edilginliği
arttığı ölçüde artar. Çünkü günümüzde sermayenin yönetime artık gerçekten de
ihtiyacı kalmamıştır. [AKP’nin 2007’den bu yana gerçekten yönetmeye kalkışması
(bunu becerdiğini değil, buna tevessül ettiğini söylüyorum), tam da yukarıda
belirtildiği gibi, yönetimin kendi aklının ve kendi varoluş koşullarının cahili
olmasıyla ilgilidir ve bedelini öder]. Demek ki, yönetimin kendini sınırlama
ilkesi, neoliberal hakikat rejiminin çekirdeği olarak, rasyosu olarak çalışır. Bu
rejim, ‘devlet aklı’na dayanan, hukuk ya da refah devleti modelinin telafisiz
bir biçimde parçalanması ya da yarılması demektir. Çünkü, bu en temelde, neoliberal
yönetimselliğin ‘en çok’ sabitesinin yarattığı, toplumu darmadağın eden yıkıcı
etkiye -piyasanın yıkıcı etkilerine- müdahale etmeyecek, düzeltmeyecek demektir
(doğal gazdan, petrole, suya, elektriğe, gübreye, tohuma, bankaya, eğitime,
kısaca yaşamın her alanına dek, fiyatların yerli ya da yabancı şirketlerin
denetimine bırakıldığına ve yönetimin bu alana müdahale etmediğine ve etmeyeceğini
ilan etmesine AKP’li yıllar boyunca defalarca tanık olduk, kanıksadık ve
öğrendik) fakat öte yandan da, yönetim ‘yeterince yönetim’ faktörü olarak
yönettiğini söylemeyi sürdürecektir. Foucault’nun belirttiği gibi bu iki sabite
arasındaki boşlukta yönetim, Avrupa’da belki ‘yeterli yönetim’ biçimine
bürünüyor olabilir, fakat bizde sanırım bu arada yönetmek, sınırsız piyasa ve
girişim özgürlüğünün pervasız yıkıcılığı (sadece HES’leri, ‘Kentsel Dönüşüm’ü
düşünmek bile yeter) karşısında, ‘en çok’la özdeşleşerek, hızla barbarca ve
despotça yönetime evrilmiştir. Sınırsız ve sonsuzun (piyasanın ve islamın),
sınırlı ve sonlu (birey ve onu kuşatan yaşam tarzı) üzerindeki bu acımasız
tahakkümü, neoliberal yönetimselliğin temel özelliğidir. (Direniş hakikatinin temel
özelliği, ya da gücünün kaynağı da, bu saldırıya karşı sınırlı ve sonlu olan amaç
ve program aklıyla değil, sınırsız ve sonsuz iletişim ve yaratıcılık gücü ve yeteneğiyle
direnmesidir. Ve bu, bir alternatifin işaretidir).
Doğrulama
Ölçüsü ve Yasal Biçim
Günümüz neoliberal yönetimselliğin hakikat
rejimi açısından, Foucault iki noktayı vurgulama ihtiyacı duyar; birincisi
hakikat rejimi derken ‘politika ve yönetim sanatının rasyonel hale geldiği gibi
bir iddiayı asla ileri sürmediğini, bu yönetim aklıyla bir tür epistemolojik
eşiğe gelindiğinden ve bilimsel bir yönetim sanatına ulaşıldığından asla söz
etmediğini ısrarla vurgular. O sadece yönetim uygulamalarının özel bir söylem
tipiyle, bu uygulamalar hakkında doğru ve yanlış açısından yasa (reçete)
yapabilen bir söylem tipiyle (ekonomik analizlerle) eklemlendiğini ileri sürer.
Hakikat rejimi tam da bu eklemlenme yoluyla uygulama olanağına kavuşur. İkincisi
bu olanağı mümkün kılmanın koşulu anlamında basit bir soru sorar; ‘yönetimsel
aklın kendini sınırlaması ne demektir? (BB 20). Bunun yanıtının çok geniş
olduğunu belirtir ve yanıt anlamında neoliberalizmin doğuşuyla ilgili,
derslerde okumadığı fakat elyazmalarında var olduğu için editörlerin metne
dahil ettiği üç yorum verir (BB 21 dipnotta) -kısmen değineceğiz-.
Şimdi, doğal mekanizmalar, yani ‘politik
olarak tarafsız, evrensel, nesnel ekonomik gerçekler’in yönetim aklına içsel
olması ve yönetimi sınırlaması (pasifleştirmesi), yani ne yapar ya da yapmazsa
yararlı veya zararlı olacağını bildiren reçeteler üretmesi gibi bir neoliberal
zihniyetin toplum üzerinde hegemonya kurmasından söz ediyoruz. Foucault’nun
elediği (aslında A. Smith’in görünmez el’inin diskalifiye ettiği ya da tersine
çevirdiği) yönetimi dışsal olarak sınırlandıran iki referans var; birincisi
sözleşmeci norm ve kurumlarıyla hukuk.
İkincisi ise, kadimden bu yana gelen ve Aydınlanmacı ve sözleşmeci
kuramlarla bütünleşen ‘iyi yaşam’ normları, ya da başka türden politik bağıtlar
ya da kültürel ve ahlaki normlar. Kısaca hukuksal, Aydınlanmacı ve kültürel
hepsine birden (tabi bunların cisimleştiği kurumlar dahil) ‘normlar ve
kurumlar’ diyeceğiz. Neoliberal hakikat rejiminde bu normların ve kurumların
yerine ikame edilen şey; ‘doğru ve yanlışa’ göre yasalaşan, iyi ve kötüyü
saptayan kanaatler ve onların kurumlarıdır. Şimdi bu hakikat rejimiyle ilgili
iki noktanın açılmasına ihtiyaç var, birincisi bu ‘doğru ve yanlış’ın, ya da
yönetim uygulamalarını ‘doğrulamanın’ (veridiction) ölçüsü nedir? Ve ikincisi,
eşanlı gerçekleştikleri için aynı pratiği oluşturan iki soru; bütün bu şema
nasıl uygulamaya geçecek ve hakikat rejimi modern rasyonalite içinde olmadığına
göre, yani hukuksal ve aydınlanma norm ve kurumlarıyla
iletilemeyeceğine/üretilemeyeceğine göre, bireyler onu nasıl öğrenecekler,
dolayısıyla nasıl özneleştirilecekler?
Birincisi, piyasanın hakikat
gibi bir şey haline gelmesiyle ilgilidir. Yani Adam Smith’in ‘görünmez el’
teorisinin önermesiyle çerçevelenmiş bir şey; özel çıkarın korunması
kendiliğinden ortak iyiye yol açar. Bu yüzden piyasanın dengelerini bozacak
müdahalelerden kaçınmak gerekir. Çünkü sadece doğru fiyatlama kaynakların
etkinlik, adillik ve istikrara yönelik olarak tahsisini sağlar. Bu noktada
yönetimsel aklın keşfettiği şey şudur; “fiyatlar pazarın doğal mekanizmalarına
göre belirlendiği ölçüde onlar yönetimsel uygulamaların doğru olduklarını ve
hatalı olduklarını fark etmemize olanak sağlayan standart bir hakikati
oluşturur … Bu anlamda, üretim, ihtiyaç,
arz, talep, fiyat ve vesaire, dolaşım aracılığıyla birlikte bağlı oldukları
ölçüde, Piyasa bir doğrulama kümesi oluşturur. Yönetim uygulaması için bir
doğrulama-yanlışlama dizisi demek istiyorum”(BB 32). Dolayısıyla piyasa artık
yönetimsel pratiğin hukuktan çok hakikate göre işleyen, yönetimi doğrulama alanını oluşturur ve Avrupa rasyonalitesinin,
onun çok bilinen şu Kartezyen bilgi iktidar şemasının romantiklerden,
postmoderniteye kadar eleştirilmesi ve terk edilmesinin ötesine geçerek, fiilen
ve radikal anlamda terk edilmesi anlamına gelir. Artık doğrulama-sınırlama
sorunu, meşruiyet ya da hukuk açısından değil, yönetimin bizzat pratiğinden, de facto koşullardan çıkarsanacaktır. O
zaman ‘de facto koşullar’ın
sınırlayıcılığı, yeterince yönetim açısından neyin yapılmasının ya da neyin
yapılmamasının daha yararlı olacağı anlamına gelir. “Yönetimin beceri-başarı
sınırı yönetimsel uygulamanın yaratacağı faydayla sınırlanmış olur. Soru,
yönetim eyleminin her anında ve kurumlarının her biriyle ilgili olarak yönetime
doğrultulur; faydalı olan nedir? Ne için faydalıdır? Hangi sınırlar içinde
faydalıdır? Fayda ne zaman sona erer? Zararlı ne zaman ortaya çıkar? Bu ‘benim
orijinal haklarım nelerdir ve bir egemene karşı onları nasıl savunabilirim?’
türünden devrimci bir soru değil, fakat radikal bir sorudur, İngiliz
Radikalizminin sorusudur: fayda sorusudur.”(BB 40). O halde neoliberal
yönetimselliğin başarı ölçüsü, de facto
faydadır. Burada altı çizilmesi gereken en önemli unsur, bu ölçünün
yönetimselliğin zamanını, daima ‘şimdiki zaman’a kilitlemesidir, bunun dışında,
ne geçmiş, ne gelecek türünden yönetimsel bir zaman birimi yoktur (yönetimin güvenlik
ve infaz araçlarını bu denli geliştirmesinin ve ‘tehlike’ atfedilenlerin
üzerine -daha ‘tehlike’ doğmadan- saldırtmasının temel nedeni, budur. Bu da
şunu verir ki, polis bundan böyle herhangi bir hukuk ya da meşruiyet adına
hareket eden meşru bir güç değil, mevcut yönetimi şimdi korumakla görevli, gayri hukuki bir saldırı örgütüdür. Polis
Okulu’nda ve Adalet Yüksel Okulu’nda öğretilen temel unsur, meşruiyet içinde
toplumun güvenliğini sağlamak değil, bizzat mevcut yönetimi her ne pahsına
olursa olsun ve her koşul ve durumda ‘korumak’ ve ‘tehlike’yi bertaraf
etmektir. Amaç her zaman yönetmeden yöneten yönetimi yani piyasa aklını
korumaktır).
Foucault’ya göre hakikat üretiminin iki
biçiminden biri onun tarihsel üretimi ise, ikincisi bu üretimin politik
etkileridir. Neoliberal yönetimsellik içinde ekonomik gerçeklerin nesnel ve
politik tarafsızlık iddiasının tarihsel bir hakikat olarak üretimi, hakikatin
ikinci biçimi olan bu iddianın politik etkilerinin, iktidar ilişkileri
etkilerinin bir politik ontolojiye dönüşmesi olmuştur. İşte tam da bu anlamda
neoliberal politik ontoloji zengin ve yoksul ayrımını ‘ekonomik olarak’
tanımlamak yoluyla, adalet talebi zemininde şekillenen politik bağıtlanmalar ve
ahlaki ilkeler kümesini gereksiz bir alan olarak görüp, politikanın dışına
sürerken aynı zamanda bunu neoliberal politik ontoloji içinde doğallaştırır.
Sol açısından asıl zorluk politik bir iddianın, ‘ekonomik gerçekler’ karşısında
irrasyonaliteye düşmeden savunulma olanağının kalmamasıydı (bunun özellikle 2002-007
arası, marksistlerin şahlanan liberallerin karşısına bile çıkamadıkları dönemde
ne denli çıplak bir olgu olduğu hatırlanabilir -bu liberallerle görülmeyen hesap
hala açık duruyor, islam tehdidi bu hesabı kapatmaz, tersine bu hesap açık
durduğu sürece islam tehdidi alt edilemez.) İster sosyalist ve hatta isterse
sosyal demokrat olsun her tür kamusal ya da toplumsal çıkar gözeten politik
talep gelip ‘ekonomik gerçekler’ adlı hakikat duvarına çarpar. 2005’lere
geldiğimizde Türkiye ciddi anlamda, kamucu politikaların tasfiyesinin çok
ötesine geçmiş, bizzat piyasa, iktidar uygulamalarının hukuktan çok neoliberal
hakikat rejimine göre işleyip işlemediğinin doğrulandığı, hatta kontrol edilip
ayarlandığı bir alan haline gelmiştir. Hatırlayalım, 2005’lerin Erdoğan’ı
attığı her adımın ve uygulamanın sonuçlarını borsanın iniş ve çıkışına göre
ayarlayan ve başarısını borsanın çıkışı üzerinden meşrulaştıran bir söylemi
dilinden düşürmüyordu. Uygulanan politikaların, şu meşhur %6.5’luk Kemal
Dervişin koyduğu bütçe fazlası hedefi, portföy yatırımlarındaki artış, döviz
rezervi, enflasyonda düşüş, büyüme oranlarında artış, gibi makro ekonomik
göstergelerden başka başarı endeksi yoktu.
İkincisi; özetle, Devlet
Aklı’yla yönetmekten, neoliberal yönetimselliğe geçişin üç aksı: devletin hukuk
alanından pazarın hakikat alanına geçiş, antikten beri süre gelen iyi yönetimin
ilkesi ‘adalet’den, piyasa tarafından güdülenmiş bir ‘fayda matematiğiyle’
yönetmeye geçiş ve pazarın küreselleşmesi (BB 61). O halde bu geçiş,
aydınlanmanın, özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelinde şekillenen normlarının
-yurttaş hak ve yükümlülükleri, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı- ve
kurumlarının -parlamento, yargı, ordu vb.- biçimsel varlıklarını değil
fakat egemenliğin kullanımındaki
paylarını ve meşruiyetlerini ortadan kaldırmadan mümkün değildir. Dolayısıyla bu ilga (basitçe sermayenin
devleti ilgası) gerçekleşmeden neoliberal yönetimsel aklın işlediğinden söz
edilemez. Foucault yönetimsel aklın kendini sınırlamasının, yönetime yasal
biçim verme görevi olarak ortaya çıktığını ve bunun da tarihsel olarak iki
biçime büründüğünü, yukarıda bahsettiğim dipnotunda (BB 20-21) belirtir.
Birincisi, yönetimin hakların statüsüyle sorgulanması ve aracılığıyla
sınırlanması modeli, ikincisi ise, benim ‘ilga’ dediğim, Foucault’nun bir
seferde bütün hakları yeniden üretecek sınırsız bir yönetimsel müdahale,
“yönetimsel boyun eğdirme, tek seferde üstünü çizme, devrim” (BB 21) modeli
dediği model. “Birincisi halâ hukuksal sınırlama rejimiyle güçlü bir ilişki
içindedir, ikincisi ise yönetim müdahalesine sınırsız bir etki alanı
açar”(BB.21) ve “eksiksiz yönetimsel koşulları benimseyen bu devrimci prosedür,
geriye kalan zorunlu ve yeterli hukuku
benimser ”(BB 21) (abç). Neoliberal
yasal biçimleniş anlamında birincisi günümüz Avrupa’sını, ikincisi ise günümüz
Türkiye’sini resmeder. Nitekim, bugün Avrupa’da yaşanan sıkıntı, küresel sermayenin
hiçbir sınır tanımayan ve kontrol edilemeyen kendini değerleme akışları ile üç
yüzyıllık kökleri olan aydınlanma normları ve kurumları arasındaki çekişmedir.
Bu norm ve kurumlarının tasfiyesi o kadar da kolay olmamaktadır (hele
Türkiye’nin son on yılındaki gibi kısa sürede bütün Aydınlanma norm ve
kurumlarının radikal tasfiyesi, ilgası, Avrupa için ne düşünülebilir ne de
öngörülebilir bir olaydır. Avrupa bu dönüşümü tamamen politikanın dışında ve
ekonominin içinde bir biyoteknolojiye ve biyoekonomiye devretmiş bir konumda,
(yani yönetim, kendisini ilgada -hukuk dolayımı dışında- görev almayan fakat
sermayenin ilga yolunu da asfaltlayan bir konumda) görünüyor. Dolayısıyla
Türkiye, Batı için neoliberal politikaların ve sonuçlarının test edilmesi
anlamında, bölgesel olarak ideal bir pilot uygulamadır. Çünkü bu süreç, yani,
refah devletinin normları ve kurumların ilgası Türkiye’de çok kolaylıkla
başarılmıştır. Neden Avrupa’da değil de Türkiye’de başarılmıştır. Bunun bence
en makul izahı, yani Avrupa’da istenen sonuçların -en azından toplumsal
biçimleniş zemininde- yeterince alınamamasının nedeni, aydınlanma normlarına
karşı bir ‘hınç politikasının’ (tepkici politikanın) istisnai iktidarını kolay
kolay üretememiş, refah devletinin modern yapısından böyle bir iktidar
çıkaramamış, -sermaye talep ettiği halde- narsist bir nihilizme evrilememiş
olmasıdır. [Denememiş midir? Hayır denemiştir, Sarkozy ile, Berlusconi’ ile,
Blair ile vb. denemiştir. Ancak bugün 2013 de görülüyor ki Merkel stratejileri
bu geçişi, iradeden çok zamana ve teknolojiye devretmiş ve G. Bush’un mutlak
anlamda uyguladığı (C.Schmitt tarafından formüle edilen) istisnai egemenlik
modelini denemeyi henüz düşünmemektedir. Türkiye ise Erdoğan’la birlikte, G.
Bush’un istisnai egemenlik modelini tam anlamıyla, -tabi, intikam ve cehalet
boyutlarının önemini de hesaba katmak gerekir- pervasızlıkla uygulamış ve
uygulamaktadır.] Öte yandan bu, Avrupa politikasının çok daha derinlerde bir
‘hınç politikası’ (politikayı değer düşümüne uğratarak, hatta ortadan
kaldırarak olumlayan bir politika) olmadığı anlamına gelmez fakat bunu istisnai
bir politik iktidara dönüştürememiş olması anlamına gelir. Çünkü Avrupa’da hala
bu ilganın hukuktan (yasadan) dolanarak yapılabileceği yanılsaması hakimdir.
Foucault’nun, 70’lerdeki ekonomik kriz karşısında Gisgard d’Estaign’in, bir
yandan serbest piyasa aklının söylemini savunması fakat öte yandan müdahaleci
tedbirler alması şeklinde uyguladığı,
toplum ve ekonomiyi ayrı ayrı ele alan ikili politika örneği (BB 192-196),
genel Avrupa refleksini tanımlar. Hem sermayeye hem egemen devlete göz kırpan
bu ikili politikayı Oksala’nın şu saptaması çok net anlatır; “Etkin bir piyasa ekonomisiyle el ele giden
toplumsal projeler geliştirme” (J. Oksala, 2013:64). Bu Avrupa
neoliberalizminin bize neden hep ‘proje’ler temelinde gelmeye çalışmasının
mantığını da açıklar (tabi projelerin her zaman, hukuk dolayımıyla değil
istisna modeliyle çalışan İslamcı ‘fayda’ içinde boğulmalarının nedenini de). Avrupa
modelini geçersiz kılan temel gerekçe, Marks’ın ‘sermayenin doğrudan
boyunduruğu analizlerinin çok net kanıtladığı gibi, sermayenin dünya pazarı
aşamasında yani kendi kendini üreten ve kendi kendini değerleyen özerk ve
bağımsız bir hareket, dolaşım, akış aşamasında olması ve bu aşamada ne hukuksal
ne yönetimsel hiçbir dışsal sınırı kabul etmemesidir. Zaten artık kontrol de
edilememektedir.
Özetle bizdeki 80 sonrası dönüşüm ‘modern’
politik kadrolar eliyle sonucuna ulaştırılamazdı. Ne Demirel ne de Ecevit
rejimleri böyle bir ilgayı gerçekleştiremezdi. Evet, Tansu Çiller, Mesut yılmaz
ikilisi bu role soyunmuştur fakat yine ‘reform paketleri’ yoluyla yine ‘hukuk’
(Avrupa’lı model) dolayımıyla. Fakat hiçbir politik kadro ‘kendilik olarak,
-Aydınlanma norm ve kurumlarının ilgasını, İttihat
ve Terakki ve Atatürk adıyla özdeşleyen tarihsel bir hıncın kristalleştiği- dolayımsız
bir ‘kendilik’ olarak, ortaya çıkıp bu ilgayı bizzat gerçekleştiremezdi. Ne
Erbakan, Ne Bahçeli ne de bir başkası,
‘Modern politik kadro’ kimliğini koruduğu sürece bunu yapamazdı ve
yapamadı (2002’de Bahçeli’nin erken seçim kararıyla iktidarı altın tepside
Erdoğan’a sunmasının altındaki gerçek neden, Bahçeli’nin ‘modern’ devletin
‘ilga stratejisinin’ varlığını ve bunu kendisinin yapmasının politik intihar
olacağını kesin olarak biliyor olmasıdır). Çünkü neoliberalizmin egemenliğini
sağlamak ve sürdürmek için gerekli olan şey politikanın içinde değil
dışındadır. Yani, antik Grekten beri süregelen ve modern devletin ‘yaşatma ve
bakımını üstlenme’ vaadinde zirvesini bulan ‘iyi yaşam’ idealini gerçekleştirme
program ve vaadleri olan hiçbir politik kadro (ki varlıklarının nedeni bu
program ve vaaddir) politikanın dışına çıkamaz, yönetimi koşulsuz olarak
piyasayla içerden sınırlandıran bir aklı taşıma görevini üstlenemezdi. Bu ancak
bir koşulda, iyi yaşam ideali bütünüyle Piyasa tarafından üstlenilmiş ve ekonomiye
ve teknolojiye içselleştirilmiş ise kolaylaşabilir (bu konuyu etkili bir
biçimde aydınlatan bir çalışma için bkz. N. Rose 2008). Çünkü bu durumda piyasa
mekanizmalarının yönetimsel akıl olarak doğallaşmasının, dolayısıyla bir
‘toplum politikası’na dönüşmesinin bir tek sonucu olabilir, o da ‘egemenlik
‘politikası’nın sonu ya da gereksizleşmesidir. Öyleyse aydınlanma norm ve
kurumlarıyla işleyen yapının ilgası modern politika içinde mümkün değildir.
Modern devletin ilgası için gerekli mutlak anlamda tek koşul, bir ‘politika’
olarak değil -yani, iyi yaşam idealini
programa çevirmiş bir politika olarak değil; hınç ve intikam etrafında
örgütlenmiş istisnai ve nihilist bir ‘politik’ yapının (mafyatik bir çete
yapılanması şeklinde istisnai bir yapının) keşfi ya da varlığıdır. Türkiye
özelinde bu, yukarıda açıkladığım nedenlerden ötürü asla ‘modern bir politik
kadro’ olmayan, hatta oluşumunda ve
stratejik yön tayininde Kelt aklının ve Amerikan örgütçülüğünün rolünün
küçümsenmemesi gereken mafyatik bir çete yapılanması olarak AKP’dir. Fakat
mutlak anlamda neoliberal hakikat rejimiyle karşılıklı ilişki ve eklemlenme
içinde, (yani bu rejimin toplumsal ‘sağduyu’nun hakikati haline gelmesi koşulu
bir yanda fakat bu koşulu tatbik edecek istisnai bir yapının varlığı öte yanda
ve ikisinin ancak karşılıklı olarak
bağlı olmaları, kısaca uzmanlar iktidarıyla istisnai iktidarın karşılıklı ve
birbirlerine bağlı oluşları koşuluyla) aksi halde bu asla mümkün olamazdı, ya
da Avrupa’da bugün mümkün olanın karikatüründen daha ötesi olamazdı. Özetle,
Foucault için,“Devletin neoliberalizmin yükselişiyle birlikte ani küçülmesi
biyopolitik rasyonalitenin görünürlük kaybına yol açmaz ve açmadı. Tersine
neoliberalizm biyopolitikanın yeni hegemonik formu olarak görüldü. Neoliberalizm
biyopolitik değerleri ve amaçları -kişinin bedene, sağlığa, mutluluğa sahip
olma ihtiyaçlarını tatmin etme hakkı- başarılı bir biçimde savundu. O egemen
bir topluluğa içsel olarak düşünülen alanı, etkin bir biçimde aşındırdı ve
böylece aslında egemen iktidarı sorgulamış oldu. Aynı zamanda o, bunun karşılığı olarak, ekonominin alanını
genişletti ve bu biyoiktidar akılsallığının genişletilmesi ve
güçlendirilmesinin yolu oldu”(J. Oksala, 2013:63).
Uzmanlar
İktidarı
Neoliberal yönetimsellikte, yönetimi
dışarıdan hukukla sınırlayan ‘hukukun üstünlüğü’ rejimi sona erer ve yerini, Foucault’nun
yukarıda belirttiği, “geriye kalan
zorunlu ve yeterli hukuk” olarak ‘infaz hukuku” alır. Bu neoliberal hukuk,
modern hukuktan geriye kalan ve onun yasaklama gücünün uygulama mekanizmaları
olan ‘infaz araçlarıdır’ (BB 254). Klasik şablona göre hukuk gücünü modern
sözleşme teorilerinde dile gelen ‘genel irade’den ve bu iradeyi tanıyan modern
ve rasyonel normlardan alıyordu. Ve bizzat ‘hukukun üstünlüğü’ rejimi, yönetimi
‘bireysel hak ve özgürlükler’ başta olmak üzere ‘temel insan hakları’ mevzuatıyla
sınırlandırıyordu. Oysa neoliberal yönetimsellik kendini ekonomi politik
analizlerle çerçevesi çizilen ekonomik gerçekler’in fayda matematiğiyle içsel
olarak sınırlandırdığı uğraktan itibaren, onun bireysel özgürlükler ve insan
hakları diye bir sorunu kalmaz. Çünkü o zaten bir ‘özgürlük üretim makinası’
olarak, zorunlu özgürlük üretimi
diyeceğimiz bir mekanizmayla çalışır, bireyleri zorunlu olarak özgürlüğe tabi
kılar, mecbur eder (BB 62). Bunu, çağdaş Marksist dile çevirirsek, neoliberal
yönetimsellik sermayenin üretici gücü, hatta sabit sermayesi haline gelen
bireyin nadir bulunan özelliklerinin (iletişim becerisi ve yaratıcılık yetisi)
üretkenliğini artırmanın zorunlu koşulu olan (sınırsız seçme özgürlüğüne
indirgenmiş) bir özgürlük üretimini zorunlu kılar. Dolayısıyla varlığı özgür ve
girişimci bir ekonomik insan (homo
economicus) üretimine bağlı olan böyle bir sistemin kendini sınırlamasının
nedeni bireysel özgürlükler ve temel insan haklarına saygı değildir ve bununla
da ilgisi yoktur. Foucault için neoliberal akıl kendisini, insan haklarına
saygıyla değil ‘kanıt’la sınırlandırır (BB 61, 293).
O
halde, hukukun dışarıdan sınırlamasının zeminini tanımlayan hukuksal
egemenliğin, yerine neoliberal yönetim aklını içerden sınırlayan piyasanın ‘egemen’ olduğunu, onu ikame ettiğini mi söyleyeceğiz?
Hayır, çünkü “Ekonomide egemen yoktur. Ekonomik egemenlik yoktur” (BB 282).
Ekonomik sürecin bütününün bilinmesinin mümkün olmadığını ileri süren Foucault
bu tezi temellendirirken, Fizyokratların somut bir önerisinden, egemenin
piyasaya gerçekten saygı duyması gereğinden hareket eder. Ancak bu saygı,
piyasayı, egemenin müdahale etmesinin ya da dışlamasının mümkün olmadığı bir
alan olarak kabul etmesi anlamına gelmez, daha ziyade piyasayla karşı karşıya
gelen egemenin şimdiye kadar uygulamış olduğu politik iktidar tipinden tamamen
farklı bir iktidarı uygulamak zorunda kalacağı anlamına gelir. “Piyasayla ve
ekonomik süreçlerle karşı karşıya kalan egemen, bir hak yoluyla, mutlak karar verme gücüne sahip biri olmayacaktır.
… fizyokratlar’ın perspektifi içinde egemen, politik bir etkinlikten, ekonomik
süreçle ilişki içinde teorik bir edilginliğe geçmek zorunda kalacaktır.” (BB
293). Burada yönetim sanatı (eskiyi
hatırlatan formlar içinde) korunmakta, fakat yönetim etkinliğinin gerçek doğası
kökensel olarak değiştirilmektedir. Yönetimsel akıl, ‘devlet aklı’na ait
yönetimin, “endeksini, sabitesini değiştirir ve onu yönetimsel etkinlikten teorik edilginlik
haline çevirir, ya da başka deyişle onu kanıt
haline getirir (BB 293). Neoliberal yönetim sanatı; etkin ve müdahil bir
yönetimin [iktidar araçları olarak, gümrük vergileri, rüsum ve harçlar, kambiyo
rejimi ve (sosyal haklar, çalışma koşulları ve işçi sağlığıyla ilgili) üretim
düzenlemeleri vb.’leri ile piyasayı düzenleyen yönetimin), yerini yönetim
tarzını korumakla beraber, kendi kendini sınırlayan bir yönetime bırakmasını
sağlamak adına, onun endeksini değiştirmek (piyasaya müdahale değil, onun doğal
mekanizmalarına ve işleyişine saygı göstermek) sabitesini değiştirmek (toplumu
yönetmek değil, yeterince yönetir görünmek) ve onu pratik olarak etkin değil, (yönetim
uygulamalarının piyasa gerçekleri tarafından doğrulanmasını analiz eden ve
yönetim için bunun bilgisini üreten ‘ekonomik analizler’ yoluyla) ‘teorik
olarak edilgin’ kılarak işler. Bir kez daha, hukuksal egemenlik yerini,
yönetimin kendini sınırlamasını, piyasanın doğallığı ile doğrulayan, yani ‘kanıt’
üreten ‘ekonomik analizler’ ve ‘uzmanlar’ yoluyla yasalaştırılan
(reçeteleştirlen) ‘ekonomik gerçekler’in sürekli, her seferinde, her zaman
yeniden üretimine bırakır. Egemen artık bir özne değil, ‘kanıt’ üreten
enformasyon akışı, ekonomik insanın paydaşlığı ve piyasa mekanizmalarının
ilişkiler şebekesidir.
Yönetim kendini bu ekonomik analizlerin
ortaya koyduğu kanıtlarla sınırlandırır, edilgin kılar. Bunun herhalde en ünlü
örneğini, 2001 krizinde Kemal Dervişin hem toplumu hem de yönetimi, ortaya
koyduğu teorik kanıtlarla nasıl sınırladığını, ‘teorik bir edilginliğe’ nasıl
mahkum ettiğini hatırlayarak verebiliriz. Ecevit koalisyonuna klasik bir
‘egemen iktidar’ dersek, Kemal Derviş’in teorik kanıtlarının o iktidarın
egemenliğinin yerini alan ‘ekonomik analizler’ olduğunu da aynı şekilde
söyleriz. Dolayısıyla neoliberal bir düzende, hem yönetimi sınırlayan hem de
ekonomik insan öznelliğini üreten mekanizma ‘uzmanlar’ ve medya iktidarıdır. Bu
anlamda, Foucault için, neoliberalizm ile biyopolitaka aynı şey demek olmasa
bile aynı kumaştan dokunmuştur ve ikisi de ‘uzmanlar’ın iktidarıyla yürütülür.
Türkiye’de 80’lerden bu yana liberal hakikat rejiminin üretilmesi ve söyleminin
hakim kılınması işlevi çoğunluğu 68 kuşağı olmak üzere, solcu aydınlar
tarafından üstlenilmiştir. 2002’den itibaren biz NTV’de başlayıp tüm ülkeyi,
tüm üniversiteleri dolaşan üç kişilik ‘uzmanlar’ heyetinin, -Asaf Savaş Akat,
Mahfi Eğilmez ve Deniz Gökçe üçlüsünün- yıllar süren ‘Ekonomik Gerçekler’
eğitimine toplum olarak tabi tutulduk. Bu üçlünün neoliberal hakikat iddiaları
yukarıda büyük ölçüde yer verdiğimiz, neoliberal yönetim aklının ekonomi
politiğiydi. Başka üçlüler de oldu -Şahin Alpay, Eser Karakaş, Mehmet Altan-
gibi, Üniversiteler (Başta Bilgi Ünivresitesi) neoliberal ekonomi politiği
zihinlere kazımak için seferber oldular. Ve gazeteler, ve köşe yazarları ve
akademisyenler’ bu seferberlikte üstlerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiler.
Türkiye 2005’lere geldiğinde artık neoliberal yönetimselliğin hakikatlerini
içselleştirmiş özellikle kentli bir nüfusa sahip oldu. Öyle bir atmosfer doğdu
ki, M. Thatcher’ın ünlü ‘başka alternatif yok’ sloganı için olduğu gibi,
neoliberal yönetimselliğin taşıyıcısı rolüne soyunan AKP ve Erdoğan’ için de
aynı slogan ‘Alternatif yok’ tekrarlanıyor ve AKP seçim üstüne seçim zaferi
yaşıyordu.
Yukarıda belirttik, bu yönetimsel aklın
rasyonel ya da bilimsel falan olmadığı vurgusunu yapan Foucault bu ekonomik analizlerin
daha çok “doğru ve yanlış arasındaki bölünmeye tabi olan önermeler açısından
iyi ve kötü olarak yargılamaya izin veren makul mekanizmalar yoluyla” (BB 19)
işlediğini belirtir. Bu ‘makul mekanizmalar’ın J. Habermas’ın ‘rasyonel insan’ öncülüne dayalı mutabakat
rasyonalitesi ile işlediği ayrı bir konu. O zaman şu soru kendiliğinden önem
kazanır, ‘ekonomik gerçekler’in sırtını dayadığı ‘gerçek’, ya da ‘hakikat’
gerçekten nedir ve nasıl imal edilir?
Foucault’ya kulak verelim; “Gerçekte, aşırı ölçüde geniş bir tanım hatta
sadece tek bir tanım değildir, ve Becker, örneğin -Amerikan neoliberallerinin
en radikali diyebilirsiniz- ekonomik
analiz nesnesinin … akılcı bir davranışın ötesine bile genişletilebileceğini, buna
reğmen yetersiz olduğunu, ve ekonomik yasaların ve ekonomik analizlerin
akılcı-olmayan davranışlara, yani, … her
durumda, hiçbir şey gözetmeyen davranışlara mükemmel biçimde
uygulanabileceğini, söyler.” (BB
269) (abç). Ömer Tuğrul İnançer, malum, TRT’deki
çıkışlarıyla ‘yaşam tarzlarına’ İslamcı format atmaya çalıştığı için kamuoyunda
epey tepki toplayan zat. Aslında tasavvuf konusunda derinliğine uzman olan ve
-bence inancıyla tutarlı kalan- (dolayısıyla telkinleri şahsının olmaktan çok
islam akaidinin yaşam tarzı olarak anlaşılması gereken) zatın, geçmiş
programlarından birinde, ‘islamda gerçeklik ne demektir?’ diye sorup yanıtını
verirken yaptığı bir tanım, önemlidir. Mealen şöyle diyordu “islamda gerçeklik
bizim bildiğimiz türden bir gerçeklik değildir, ‘kabul edilmiş’ bir gerçekliktir.
Dolayısıyla islam ‘gerçek’ten bahsederken ‘kabul edilmiş gerçekler’den
bahseder”. Yukarıda Foucault’nun Amerikan neoliberallerinin en radikali olarak
işaret ettiği Becker’in, sözcüğü sözcüğüne aynı ifadeyi kullanarak (akt.
Foucault, BB 269) ekonomik analizlerin ürettiği ‘kanıt’ların nihai olarak “Kabul
Edilmiş Gerçekler”e dayandığını ve ekonomik insanın bu gerçekleri tanıması
gerektiğini söyler. Küresel piyasanın doğrulayıcı ölçü alındığı ekonomik
analizler yoluyla ‘kabul edilmiş gerçekler’ üreten ve bununla yönetime
buyruklar (reçeteler) veren ve bu yolla edilginleştiren uzmanlar iktidarı; medya’nın
gücü; bu reçetelerde verilen ‘kanıt’lara göre uygulamalarının başarılı
olduğunu, başarılı yönettiğini her vesileyle kamuya ilan eden, yönetmeden
yöneten bir yönetim; sivil toplum temsilcileri ve aydınlar ordusunun alkışlı onayı;
bütün bu faktörlerin sürekli çevrimi olarak işleyen yönetimsellik döngüsü. Her
seferinde, her olayda yeniden devreye giren bitimsiz bir döngü. Bu döngünün asıl
başarısı yönetimin kendini sınırlamasına yol açan ‘kanıt’lar üretmeleri
değildir. Asıl başarı bu neoliberal çevrimin politik inanç oluşturan bir ortam
yaratmasıdır. Böylece neoliberal aklın ‘kabul edilmiş gerçekler’i aynı anda bir
politik inanca dönüşür. Ve bu politik inanç piyasa ilkelerini bir yaşam
tarzına, alternatifi olmayan, değişmez bir toplum politikasına dönüştürür. Bir
yandan alabildiğine bireysel hak ve özgülükler söylemiyle işleyen bir iktidar
biçimi fakat aynı anda, bir yönetimsellik biçimi, özel bir politik rasyonalite
olarak, bir dışarısı olmayan, alabildiğine kapalı ve homojen hatta uniform bir neoliberal
yaşam tarzı.
Neoliberal
Toplum Politikası
Neoliberal toplum politikasının ekonomi
politikasıyla ilişkisinin yıkıcı olması istenmiyorsa, toplum politikası bir
karşı ağırlık olarak, bir dengeleyici olarak hizmet edemez ve ekonomik süreçlerin
etkilerinin telafileri olarak tanımlanamaz.
Zaten böyle bir cümle kurulduğu andan itibaren sosyal devlet, sosyal
düzen, sosyal haklar vb. bütün tazmin ve telafi sistemi, yıkılır. AKP’nin ilk
yıllarında teker teker yıkılan bizzat bu refah devleti modelinin telafi
mekanizmalarıydı. Sağlık harcamaları, sosyal haklar, çocuk bakımı, aile yardımı
her şey şirketlerin sorumluluğundan çıkarılarak bireylerin kendi sorumluluk
alanlarına aktarıldı. Daha önce eğitimde, sağlıkta, kamusal yaşamda fırsat eşitliği
türünden adlar takılan, göreli eşitlik sağlama mekanizmaları neoliberal düzende
bütünüyle ortadan kalkar. Dolaşım ilişkileri içinde, alış veriş öznesi olarak,
sadece üretici ve tüketici olarak mübadele sürecinin ayrılmaz bir tarafı, bir
ortağı olan birey, rekabet dinamikleri içinde girişimci olmaya zorlanır ve
rekabet oyununun yarattığı dalgalanmalara terk edilir. Göreli eşitlik burada
ekonomik temelini bütünüyle kaybetmiş rekabet temelli bir toplum politikasına,
eşitsizlikte eşitliğe dönüşmüştür. “Toplum politikası eşitliği bir amaç olarak
alamaz, Tersine o, eşitsizlik işlevine yönelmeli, hatta insanlar eşitsizlikten
şikayet etmek bir yana onun ne demek olduğunu bile hatırlamamalı,
düşünmemelidirler. Eşitsizlik herkes için aynıdır” (BB 142). Göreli eşitlik düşüncesi
yoksa o zaman bir kesimden diğerine gelir aktarımını düzenleyen bütün
mekanizmalar anlamsızlaşır ve ortadan kalkar. Sadece rekabet ortamında,
girişimci davranışını gerçekleştirme olanağından yoksun olanları, kendisi için
böyle bir gelir ya da özel mülkiyet garantisi sağlayamayanları, eşik üstüne
çıkarmak amacıyla aşırı tüketimin (gelirin değil!) bir kısmı onlara
aktarılabilir. Ancak bu bir ortalama, bir denge oluşturma anlamına asla
gelemez. Örneğin, AKP’nin ‘sadaka politikası’ olarak bilinen aktarımları ve
Doğu’da her cuma kaymakamlıkların yaptığı nakit ödemeler bu cümledendir. Özetle
toplum bireylere, hastalık, yaşlılık, kazalar, kısaca yaşama ilişkin hiçbir
risk karşısında hiçbir güvence vermez. Neoliberal toplum politikası her durumda
bireyin kendi risklerini kendisinin karşılamasını ister. “Toplum politikasının
bireyleştirilmesi ve toplum politikası aracılığıyla bireyleştirmeyi içeren
genel strateji budur. Bireyler için riskler karşısında toplumsal bir örtü
sağlamayı değil, onları risklerle karşı karşıya bırakan ve kavgaya tutuşturan,
toplumsal bir ekonomik alan yaratmayı içerir”( BB 143).
Neoliberal Toplum politikası gelirin ve
tüketimin toplumsallaştırılması gibi eski düzen politikalarının yerine
özelleştirme mekanizmalarını ikame eder. Ekonomik büyüme ve sadece ekonomik
büyüme bütün bireylere onların kendi güvencelerini oluşturmalarına izin verecek
bir gelir düzeyine erişme, riskleri absorbe etmeleri için bireysel ve aile
sermayesine erişme olanağını sağlamalıdır. “Foucault’nun neoliberal öğretinin
merkezi olarak formüle ettiği gibi “sadece en temel ve tek bir toplum
politikası vardır: ekonomik büyüme” Toplumsal adalet asla başarılı bir ekonomi
politikasının amacı olamaz”(Oksala, 64).] Kamusal sigorta ve kıdem tazminatı
gibi güvence mekanizmalarının ortadan kaldırılarak bunların özelleştirilmesi
(bireysel emeklilik pazarı vb.) düşüncesi, ve
bireyin risklere karşı kendini koruma işinin bireylerin üstüne yıkılması
düşüncesi, son on yıldır Türkiye’de neoliberal politikaların alabildiğine pervasız
bir biçimde uygulanmasının temel hedefleridir. “Bu bir eğilimdir, toplumsal
politikayı özelleştirme eğilimi”(BB.144). Neoliberal ekonomi herkesin maksimum
refahını gözetir, çünkü sadece ekonomik büyüme, herkese yüksek yaşam
standartları verebilir ve böylece yaşamın en iyi bakımını sağlayabilir. Bu,
tamamen biyopolitikanın yaşamı azamileştirme ilkesinin değişik araçlarla
ekonomiye adaptesidir. Görüldüğü gibi neoliberal toplum politikası, bireylerin
üretici ya da tüketici oldukları, değiş tokuş dolaşımının ortağı oldukları bir
tüketim toplumu, bir piyasa toplumu inşa etme, yeni bir toplum yaratma vb.
projesi değildir. Yukarıda sayılanlar toplumun tüm yüzeylerine ve tüm
derinliklerine nüfuz etmesi gereken rekabet mekanizmalardır. Bu toplumu meta
etkisine tabi kılmayı aramamak fakat toplumu rekabet dinamiğine tabi kılmak
demektir. “Bir süpermarket toplumu değil fakat bir girişimci toplumu. Aranan
ekonomik insan, bir değiş tokuş insanı değil, yaratıcı ve girişimci insandır”
(BB 147).
“Foucault, neoliberal politik bir topluluk
anlayışının ardındaki ilkenin toplum sözleşmesini ters çevirmek olduğunu ileri
sürer: toplumsal sözleşme isteyenlerin, yani virtüel olarak ya da aktüel olarak
onunla toplumun parçası olarak biçimlenmeye katılmak isteyenlerin hepsi böyle
bir zamanda kendilerini ondan koparıp ayırırlar. Ekonomik bir oyun olarak
neoliberal toplum kavramlaştırmasında orijinal olarak sözleşmenin bir parçası
olmakta ısrar eden kimse kalmaz” (J.Oksala, 2013: 65). Ve yurttaşlık çözülür.
Yerini, bahsettiğimiz bu insan, bu ekonomik
insan alır.
İnsan
Sermayesi ve Ekonomik İnsan (Homo Economicus)
Hikayenin bütününe bakıldığında biyopolitik
teknikler ve yöntemlerin neoliberalizmin yükselişiyle birlikte dramatik olarak
değiştiği ve piyasanın ekonomik rasyonalitesinin politik ve toplumsal alanı
bütünüyle kuşatarak genişlediği görülür. Klasik liberalizmde bir yanıyla hukuk
öznesi öte yanıyla meta mübadelesinin ayrılmaz bir parçası, ortağı olan üretici
ve tüketici insan olarak bir ‘ekonomik insan’ vardı. Bu insan için rekabet,
“bırakınız yapsınlar’cı dolaşım süreci içinde doğal olarak başvurulan bir
kavramdı. Oysa neoliberal ekonomik insan kavramı, haklarla değil, çıkar,
yatırım, girişim ve rekabetle tanımlanıyor. Artık o tüketici (ve tüketim
doyumunun üreticisi) değil, bir girişimdir: “o hiçbir şekilde dolaşımın ortağı
değildir. Ekonomik insan bir
girişimcidir, bizzat girişimcidir. Kendi kendisinin sermayesi olduğu,
kendisinin kendisi için üretici olduğu, kendisinin kendi kazançlarının kaynağı
olduğu kendi girişimcisi olan ekonomik
insan” (BB 226). Dolayısıyla
kişinin yaşamı tüm ilişki ve hedefleriyle birlikte rekabet ilkesi temelinde
şekillenir. Rekabet koşullarında kendisine yaptığı yatırımların geri dönüşü
olarak elde edeceği kazanç, onun başkalarından daha iyi koşullarda yaşamasını
sağlayacaktır.
Rekabetin insan doğasının bir özelliği olup
olmadığına dair antropolojik tartışmalar, ne neoliberaller ne de Foucault
açısından hiçbir önem taşımaz. Ne emek ne de çalışma insan doğasıyla
açıklanmaz, tam tersine antropolojik olmayan bir açıklama aranır; “çalışma bir çalışma
antropolojisini içermeyen çalışma bakış açısından analiz edilir (BB 253). Dolayısıyla
rekabet de insan doğasının bir özelliği değil, neoliberal politik ontolojinin verisi
olan ‘kabul edilmiş bir gerçeklik’tir. Ekonomik düzenlemenin fiyat mekanizmalarıyla
sağlanacağına dair liberal argümanın (kapitalizmin en eski hakikatinin), rekabetin
biçimsel bir özelliği olduğunu belirten foucault, ‘o zaman’ der, “neoliberal
politikanın sorunu aslında kesinlikle rekabetin biçimsel yapısının iş göreceği
somut ve gerçek bir uzam geliştirmekti. Dolayısıyla sorun ‘bırakınız yapsınlar’
olmadan, bir piyasa ekonomisi tarzı, yani devlet kontrolü olmadan fiili bir
politika sorunudur” (BB 132). Böyle bir yönetimsel akla dayanan girişim ve rekabet
mekanizmaları, bütün bireyler ve toplum için rekabetin işlemesinin teminatıdır.
Rekabetçi girişim üzerine temellenmiş bir toplumda artık herkes, kendisi için,
ailesi, yakınları için bir girişimci olmak zorundadır.
Şimdi, şu ana kadar bireyin neoliberal
yönetimselliğin öznesi olarak üreten koşulları genel hatlarıyla ele aldık. Birinci
sonuç; analiz antropolojik insan doğası açıklamaları yerine politik ontolojiyi
(iktidar etkilerini) esas alır. İkinci sonuç; neoliberalizm sadece devleti,
ekonomiyi değil, bireyleri, ‘özel bir yaşam tarzı’ içinde özneleştirir ve yönetir.
Piyasanın rasyonalitesi böylece her yere genişler, toplumun bütünü çıkarcı ve
atomik bireylerin maksimum kazançlar için yarıştıkları bir oyun alanı haline
gelir. Bu genişleme klasik liberalizmdeki gibi ihtiyaçlar ve fayda teorisinin sorunlu
açıklamaları eşliğinde, değiş tokuş özgürlüğüne değil, rekabete odaklanmıştır. Üçüncü
sonuç; Foucault’nun derslerde birçok kez vurguladığı gibi, ekonomik insan
adındaki bu neoliberal özne, bir hak öznesine indirgenemez. Hukuk insanı,
iktidar uygulamalarını hakların sahibi olarak sınırlayan bir insandır. Ekonomik
insan ise bununla yetinmez, o yönetimin en temel yetersizliğinin farkında
olarak, iktidarı ‘soyar’. Ekonomik insan, yönetimin, “ekonomik alanın bütünsel
efendisi olma ehliyetsizliği açığa çıktığı ölçüde iktidarı soyar” (BB 292). Bununla
örtük olarak kastedilen şey, Foucault’nun daha önce suç bahsinde belirttiği
gibi (BB 258-60), eskiden hukukun suç saydığı bir çok şeyin artık suç değil
ekonomik bir yatırım sayıldığı
(örneğin uyuşturucu ticareti yakalanmadığı sürece bir risk yatırımıdır ve
kazancı makuldür) bir ortamda, çıkar rasyonalitesi iktidarın kendini
sınırlamasına koşut olarak özgürleşir (ve toplum bir suç toplumuna dönüşür). Kısaca
“Ekonomik insan kavramının ortaya çıkışı ister mutlakçı, ister değil,
geleneksel hukuksal egemenlik kavramına meydan okuyan bir politika türünü
temsil eder” (BB. 292). Dördüncü sonuç; rekabetin özgürlüğü zorunlu kılmasıdır.
Dolaysıyla neoliberal yönetimsellik özgürlük üretmek zorundadır (bu ayrıca neoliberal
sermaye birikim tarzının da dayattığı bir zorunluluktur). Foucault’nun belirttiği
gibi, bu, neoliberal yönetimselliğin özgürlüğü kabul ettiği anlamında gelmez,
onun hakikat rejimi içinde özgürlük verili değildir, o ne saygı duyulması
gereken ne de şu ya da bu alanda kısmi olsa bile hazır bir alan değildir. Neoliberal rejim sadece özgürlüğün sürekli olarak
imal edilmesini ve canlandırılmasını öneren
bir rejimdir (BB 65). Elbette her üretimin bir maliyeti olduğu gibi
özgürlük üretiminin de bir maliyeti vardır ve o maliyet güvenliktir,
dolayısıyla özgürlük üretimi her zaman güvenlik kısıtlamalarıyla ve
engellemeleriyle birlikte üretilen bir özgürlüktür. Örneğin Gezi direnişiyle
özgürlük ve demokrasi imajı yıkılan AKP, kısa bir süre sonra Demokrasi vb.
paketler ihraç etmek zorunda kalıyorsa, bu onun demokratik değerlere ve özgürlüğe
saygılı olduğunu değil, ‘başarılı yönetim’ imajını kotarmak (‘fayda’ya hizmet
ettiğini kanıtlamak), daha da öte başarılı olmak (büyümeci hikayelere
inandırıcılık kazandırmak) zorunda olduğunu kanıtlar. Ne kadar ‘paket’ açılırsa
açılsın, neoliberal özgürlük üretiminin ekonomik insana sınırsız girişim
özgürlüğü olarak yansırken, toplumsal güçlere sadece kısıtlamalar ve engellemeler
biçiminde yansıdığını ve bunun bir özgürlük/güvenlik oyunu olduğunu belirtmeye gerek
yok.
Şimdi, emek ve çalışma daha önce hem
Marks’ta hem de klasik iktisatta, ekonomik alana özgü bir analiz nesnesidir.
Marks için emek örneğin ‘insanın somut özü’dür. Neoliberalizmin, politik
ontoloji zemininde sorgulanması bir yana, şimdi eğer ekonominin kapsamı
üretimin fabrika ile sınırlı kapalı mekânından, ve tüketimin değiş tokuş
ilişkilerinden öteye, tüm toplumsal mekana ve ilişkilere (her tür toplumsal
ilişki bir vadede sonucu ‘kâr’ üretecek olan bir yatırımdır) dek genişlemişse,
o zaman fabrika dışındaki bireysel ve toplumsal tüm varoluş biçimleri de,
ekonomik analiz nesnesi haline gelmek, evlilik, çocuk yetiştirme, eğitim,
sağlık, kültür her şey ekonomik olarak açıklanmak durumundadır. Bu kitlesel alandaki
sermaye birikimi, neoliberal yönetim sanatı açısından insan sermayesi
birikimidir. Bu kitlesel tanım içinde birey bir yetenek-makinesi; ücretler ya
da gelir kişinin yeteneklerine yaptığı yatırımın geri dönüşü, bir başlangıç
yatırımıyla kazanılan bir gelir; işçi bir insan sermayesi; ve emek de ekonomik
insanın her tür faaliyeti haline gelir. “İnsan sermayesi sadece çıkar olarak
biçimlenir. … az bulunur araçların alternatif kullanımı sayesinde biçimlenir …
ve onun maliyeti ‘hiç’tir. Sahip olduğumuz beden için ödeme yapmak durumunda
değiliz”(BB 227). İnsan sermayesi doğuştan gelen unsurlar ve edinilen unsurlar
olmak üzere iki şekilde oluşur. Doğuştan gelen unsurlar için ‘yapabileceğimiz
pek bir şey yok’, denir, ama yine de vardır. Eğer doğuştan gelen az bulunur
unsur ‘iyi genetik düzenleme’ ise, ve çocuk yapmak istiyorsan, iyi genetik
düzenlemesi olan bir eş bulmak zorundasın. Bunun için de çok çalışmalı hem senin,
hem de bulacağın eşinin ‘iyi genetik düzenleme’sini riskler karşısında (örn,
işsizlik, yoksulluk, kötü beslenme, kazalar, hastalıklar ya da toksinlere açık
bir yaşam her yönüyle risktir) korumak için anlamlı bir insan sermayesine sahip
olmalısın(BB 228). Edinilen unsurlar açısından az bulunur araçlar, yatırımlardır.
Başlangıç yatırımları, eğitim, sağlık, hijyen, ve Foucault’nun detaylıca
üzerinde durduğu anne-çocuk ilişkisinde, annenin çocuk bakımına ayırdığı zaman
bir yatırımdır. Onun iyi bir yetenek-makine haline gelmesi ve büyüdüğünde iyi
bir gelire, maaşa erişmesi için gerekli duygusal yatırımdır (BB 230) vb. Fakat
günümüz neoliberal insan sermayesi yatırımları bu başlangıç yatırımlarının çok
ötesine genişlemiş ve çeşitlenmiştir. Diller ve simgeleri kullanma yeteneğine
olan yatırımlar, herhangi bir bilgisayar
programını öğreten kurstan, en karmaşık tasarım ve yaratıcılık kurslarına kadar
profesyonel yetenek geliştirme yatırımları; fitness’dan, plates’den, beden bakımı ve
gelişimiyle ilgili her tür spordan, bitki tıbbına, vitamin kullanımına, sürücü
ehliyetine dek çeşitlenen yatırımlar, kısaca dişlerin beyazlığına, saçların
bakımına ve bedensel diriliğin devamlılığını sağlayan her tür ‘self care’
unsurlarına kadar yapılan yatırımlar, hepsi insan sermayesi yatırımıdır. Kısaca
bütün kültürel çevre, başkalarıyla ilişkiler ve yaşam tarzı tamamen bir insan
sermayesi yatırımıdır. Sonuç olarak tüm insan sermayesi yatırımlarının geliştirmek
ve kullanıma sunmak durumunda olduğu, bir gelire, ya da statü ve ona bağlı
kazançlara tahsis etmek durumunda olduğu, değer yaratan en temel yetenek
‘iletişim ve yaratıcılık” yeteneğidir. Girişimci insan maksimum iletişim
yetenek ve becerisine sahip yaratıcı bir yenetek-makinesidir. Bütün bunlar
ekonomik davranışın, yeni bir bireysel davranış ve yaşayış tarzının
benimsenmesine yol açan algılar, alışkanlıklar ve kavrayışlar sistemi olduğu
anlamına gelir.
Burada, ekonomik insan sisteminin ekonomik
olmayan alanlara bu denli genişlemesi temel bir sorun yaratır. Foucault sorar,
böylesine genişlemiş bir sistemin uygulanabilirliğinin geçerliliği nedir? Ve
yukarıda aktardığımız gibi, ekonomik insanı, “kendi kendisinin sermayesi
olduğu, kendisinin kendisi için üretici olduğu, kendisinin kendi kazançlarının
kaynağı olduğu” ölçüde bir girişimci olarak tanımlar. Foucault’ya göre birey ekonomik
insan olduğu ölçüde yaşam çıkar temelinde biçimlenir. O zaman ekonomik insan, neoliberal
yönetimin öznesi olduğu ölçüde, onun tarafından özneleştirildiği ölçüde, kendisini
iktidara bağlayan bir yönetilebilirlik koşulu haline gelir. “ve böylece iktidar
düzenlemesinin ilkesi sadece bu tür bir ekonomik insan olabilen birey üzerine
uygulanmıştır. Ekonomik insan bireyin ve yönetimin ara yüzüdür. Fakat bu her
bireyin, her öznenin ekonomik insan olduğu anlamına gelmez” (BB 253).
Bireyin ekonomik insan olmasının koşulu,
onun ‘kabul edilmiş gerçekler’e itibar eden biri olmasıdır. Girişimci birey,
‘gerçeklik kabulü’ olan biridir. Yani “ekonomik insan kendi çıkarı peşinde
koşan biridir ve çıkarı onu başkalarının çıkarıyla kendiliğinden kaynaştırır”
(BB 271). “Ekonomik insan kesinlikle yönetilebilir biridir, o, yönetimselliğin
ilişiği, irtibatı, haline gelmiştir. Bir ortak
olarak ekonomik insandır” (BB 271). Hukuk insanı bir egemenin/kimliğin
uyruğu olarak özneydi. Egemenlik, Hukuk ve uyruk özne/yurttaş gitmiş yerini
neoliberal yönetimsellik almıştır. Fakat bu yönetimselliğin geçerliliğini ve
başarısını doğrulayan piyasadır ve orada ekonominin bütünsel efendisi olan bir egemen
yoktur. O zaman bu girişimci ekonomik özne, neyin ya da kimin uyruğudur? bir
anlamda hiçin ve hiç kimsenin. Fakat aynı anda şu söylenebilir, o sadece ‘yönetilebilirliğe
sadakat’in uyruğudur. Kendi çıkarının başka çıkarlarla kendiliğinden
kaynaştığına dair sezgi onu iktidara bağlayan, onu iktidarın ortağı kılan bir endekstir.
Bu kaynaşma sezgisi bireye bir davranış ethosu kazandırır; işbirlikçi ve
mutabakatçı bir ethos. Aslında ‘görünmez el’ tanımının klasik öncülü olan ‘bireysel
çıkarın korunmasının ortak iyiye ve
toplumsal istikrara yol açacağı’ kabulü yerini neoliberalizmde tam da bu ethosa bırakmıştır ya da daha çok bu
ethosla tanımlanmalıdır. Günümüzde ‘görünmez el’ bu çıkarların kendiliğinden
kaynaştığına dair sezginin ta kendisidir. Ve neoliberal yönetimselliğin
çekirdek rasyosudur. Batılı akıl bu yağma iştiyakının bizim islamik ve törel
dispozitiflerimize nasıl kazınmış bir genetik bilgi olduğunu bizim kadar
bilemez; kendi çıkarının başkalarının (bu başkaları her zaman güçlüler ve
iktidardakilerdir) çıkarıyla kendiliğinden kaynaştığı sezgisi, aslında nasıl
davranırsa kaynaşacağına (kendisini de
facto koşullarla sınırlama, onlara uyarlama arzusuna) dair bir dispozitif,
bir genetik bilgidir. Bu dispozitifin, cehalet miktarına göre kendisini de facto koşullara uyarlama/sınırlama
arzusunu, demokrasi ve bireysel haklar savunusuyla maskelemeyi beceren
elitlerden, ‘g… kılı’ olduğunu, ya da lidere dokunmanın ibadet olduğunu ilan
etme rezaletine dek giden sıradan vatandaşa kadar çeşitlilikte versiyonları
vardır. Direniş, iktidarın buyruklarıyla ya da disiplinci mekanizmalar
tarafından yasaklanmadan önce, polis tarafından saldırılmadan ve katledilmeden
önce, bizzat bu insan türü tarafından, bu iktidar taşıyıcısı politik öznellik
tarafından mümkün görülmeyen şeydir. Bu düzenin ‘değişmez’, ‘mümkün değil’,
‘alterantifsiz’ olduğunu durmadan tekrarlayan ağız, her şeyden önce, politik ya
da ahlaki bağıtlarla tanımlanan hiçbir politik tahayyüle değil, sadece kendi
çıkarının güçlünün çıkarıyla kendiliğinden kaynaştığı sezgisi temelinde
‘yönetilebilirliğe’ iman eden bir ağızdır. İktidar’a ve Allah’a sadakatın
biçimi bu coğrafyada her zaman ‘yönetilebilirliğe’ sadakattir. Bu bir
‘iştiyak’tır ve neoliberalizm bu iştiyak üzerinden işler. Direnişin ilk ve en
öncelikli engeli ekonomik insandır ve bu insanlar her yaştan, her cinsten
sıradan bireylerdir. Her tür toplumsal yıkımın asli paydaşları olan özel bir insan
türü, özel bir özne, özel bir akıl, sermaye egemenliğinin özel taşıyıcıları. Bu
neoliberal yönetim sanatının özelleştirme stratejisinin üstün başarısıdır. Ekonomik
insan neoliberal yönetimin ve toplum politikasının endeksidir. Bu noktadan
sonra “kamusal iyi, haklar, gibi şeyler açısından tartışmanın artık hiçbir
anlamı kalmaz, bu kitlesel bir gayri-demokratikleşmedir (de-democratization)”
(J.Read, 36). 21. yüzyıla girerken bütün payandaları çöken kapitalizm sadece bu
insanla restore edilebilirdi, edilmektedir. Foucault’nun farklı bağlamlarda hep
tekrarladığı gibi, neoliberalizm reddetmek ya da kabul etmekte özgür olduğumuz
bir ideoloji değildir, o, yeni bir insan doğası yapımını bireylerin kendilik
inşalarına monte eden bir yaşam tarzıdır, özel bir yönetim sanatıdır. Ve öznellik üretimi bu yüzden günümüzün ve
her tür alternatif politik tahayyülün en temel
sorunudur.
......
hç
Notlar
1. Neoliberallerin Yönetişim (Governance) kavramıyla, Foucault’nun
önerdiği Yönetimsellik (Governmentality)
kavramı arasında anlamsal bir benzerlik kurmak zorlama olur. TESEV’in
yayınladığı, İyi Yönetişim El Kitabı’nda
(2008), “temel ögeleri, tutarlılık (öngörülebilirlik), sorumluluk, hesap
verebilirlik, adillik, saydamlık, katılımcılık (yerindenlik), etkinlik ve hukuka bağlılık”(s.15)
olarak sıralanan yönetişim, paydaşların (stakeholder)
‘birlikte yönetimi’ demektir. Yönetim gücünü üstlenen bu paydaşlar ‘özel sektör
temsilcileri, STK temsilcileri ve bürokrasi’ üçlüsü olarak ifade edilir. “Yani,
yönetim sadece seçimler aracılığı ile seçilmiş bir kesim tarafından değil;
STK’lar, odalar, meslek grupları, özel sektör kuruluşları, üniversiteler gibi
çeşitli grupları da süreçlere dahil ederek gerçekleşmektedir.” (TESEV;2008:
17). Yönetişim anlayışının temel sorunu ‘yasaya bağlılığın’ bu yönetme edimi
içine alınmış olmasıdır. Eğer ‘hukuksal egemenlik’ kabul edilseydi, yönetişim, yönetimin
piyasayı düzenlemesini kabul etmek gibi -sermaye açısından bugün kabulü mümkün
olmayan- bir yaptırım gücüyle karşı karşıya kalırdı ki, bu tanım gereği
saçmadır. Bu nedenle yasaya bağlılık, yasanın düzeni karşısına faydanın
düzenini çıkarmayı mümkün kılan tek faktörle, ‘bilgi paylaşımı, uzlaşımcı,
müzakereci katılım’la dengelenmeye ve kamufle edilmeye çalışılmıştır. Oysa
Foucault için bu olanaksızdır. Çünkü “yasa
tanımı gereği bir adalet sistemine gönderir, düzen de bir yönetsel dizgeye, bir
devletin özgül düzenine gönderir; … Bütün bu adamların düşlediği, yasa ile
düzen arasındaki uzlaşma düş olarak kalacaktır bence’ (Foucault:1992:69). Dolayısıyla
Foucault’nun yönetimsellik kavramı, böyle bir uzlaşmanın peşinde değil, tam
tersine, neoliberal yönetimsellikte, yasadan faydaya nasıl geçildiğini, bu
yönetim mentalitesinin fayda, çıkar ve rekabet temelinde nasıl ‘düzen’ haline
geldiğini anlatır. Bir yönetim sanatı, bir yönetimsel akıl olarak neoliberalizm,
haklar ve yükümlülüklerden çok çıkarlar, arzular ve iştiyaklar üzerinden işler.
TESEV’in tanımında neoliberal yönetişim, “sadece seçimler aracılığı ile
seçilmiş bir kesim tarafından değil” (o zaman seçimlerin ne anlamı var?) şirket
temsilcileri (sermaye iktiarı), STK temsilcileri (uzmanlar iktidarı) ve
bürokrasi (tanımı gereği iktidarın bürokrasisi) tarafından yönetimin, rekabet
ve çıkar mantığına göre örgütleniş ve işleyişini, idealize edilmiş bir
demokrasi ve katılımcılık modeli olarak sunmak yoluyla sermayenin dolaysız
egemenliğini, ya da alenen devletin şirket devlete dönüştüğünü (hukuk
peçesiyle) gizlerken; Foucault’nun yönetimsellik kavramı -ki bu makale tümüyle
bununla ilgilidir- en azından, neoliberalizm karşıtı olabilen bir alanı açığa
çıkarmak gibi temel bir avantaja sahiptir. Kısaca yönetişim (Governance) teorisinin gizlediğini yönetimsellik (Governmentality) soykütüğü açığa çıkarır.
Kaynaklar
Crome,
Keith (2009) ‘The Nihilistic Affirmation of Life: Biopower and Biopolitics in
the Will To Knowledge’, Parrhesia.
Number 6, pp. 46-61 www.parrhesiajournal.org
Foucault,
M. (2008) The Birth of Biopolitics, Trans.
Graham Burchel, Palgrave Macmillan, New York http://asounder.org/resources/foucault_biopolitics.pdf (metin içinde BB olarak gösterilmiştir)
Foucault,M. (1998) ‘A Preface of Transgression’ in,
Essential Works of Foucault, Volume 2, Ed. Paul Rabinow, Trans. Robert Hurley, The New York Pres, New York
Foucault,
M. (1986) Cinselliğin Tarihi,
Çev.Hülya Tufan, Afa Yay. İst.
Foucault,
M. (2004) Toplumu Savunmak Gerekir,
Çev. Şehsuvar Aktaş, YKY, İst.
Foucault,M.
(2000), ‘Hakikat ve Hukuksal Biçimler’, içinde,
M. Foucault, Seçme Yazılar..3… ,
Çev. Işık Ergüden, Ferda Keskin, Ayrıntı yay. İst.
Foucault,
M. (2001), Ders Özetleri, çev. Selahattin
Hilav. YKY. İst.
Foucault,
M. (1992), Benin Yapımı, Çev. Levent
Kavas , Ara Yayıncılık, İst.
Marks,
K. (1975) Kapital I, Çev. Alaattin Bilgi, Sol yay. Ank.
Oksala, Johanna
(2013) ‘Neoliberalism and Biopolitical Governmentality’ in, Foucault, Biopolitics, and Governmentality,
ed. Jakob Nilsson & Sven-Olov Wallenstein, Södertörn University,
Printed by E-print, Stockholm, pp.
53-72, http://sh.diva-portal.org/smash/get/diva2:615362/FULLTEXT03.pdf
Rose, Nicolas (2008) The Politics of Life Itself: Biomedicine, Power, and Subjectivity in the Twenty-First Century, http://tr.scribd.com/doc/146658762/26-pdfsam-Nikolas-Rose-the-Politics-of-Life-Itself-Biomedicine-Power And-Subjectivity-in-the-Twenty-First-Century-2008,
Read,
Jason (2009) ‘A Genealogy of Homo-Economicus: Neoliberalism and the Production
of Subjectivity’, Foucault Studies,
No 6, pp. 25-36,
http://rauli.cbs.dk/index.php/foucault-studies/article/viewFile/2465/2463%29
TESEV,
(2008)
İyi Yönetişim El Kitabı, http://www.tesev.org.tr/Upload/Publication/afd9b3bc-2a8e-47dd-8839-f42443d509c9/Iyi%20Yonetisim-Kaliteli%20Yasam_01.06.2008.pdf
Tocqueville
A. (2004) Eski Rejim ve Devrim, Fransızcadan Çev. Turhan Ilgaz, İmge yay. Ank.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder