Olgu
Nedir?
Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bu direniş Yeni
Türkiye’nin ilk devrimci kalkışmasıdır ve eski Türkiye’nin ve geleneksel
politik mücadelenin tanımadığı bir figürün, yani sayılmayanların politika
sahnesine girişlerinin tarihsel bildirimidir. Ve bu, eski Türkiye’ye dönüş demek
olmadığı gibi, neo liberal ikinci Cumhuriyet’e başkaldıran, her ikisinin de
dışına çıkarak para ve akıl ölçülerinin karşısına ‘birlikte yaşama’ iradesini
koyan bir özlemin ve umudun direnişidir.
Olgu nedir? Fakat bu soru, ‘olgu’nun ne
olduğunu anlamanın koşulu olan ‘olguyu nasıl anlatmalı, sorusundan ayrılamaz.
Aksi halde herkes kendi ideolojik, dinsel hatta imgesel referansına göre
olgunun bir yönünü çekiştirmeye ‘açıklama’ diyebilir. Nitekim daha ilk günlerde
dinciler örn, Ali Bulaç, ‘insanın içindeki canavar ortaya çıkmış’tır diyerek
‘ilmi’ hikmetinden feyz almamıza müsaade ettiler. Liberaller, örn. A. İnsel ve
M. Belge’ye göre (3 Haziran akşamı CNN) bu hareketin neo liberal rejimle bir
derdi yok, sadece T.Erdoğan’a yönelik bir öfke patlamasıdır. Bir ara A. İnsel
bu bir ‘haysiyet kırılmasıdır’ diye bir cümleyle sorunun özüne değindi ve geçti.
ve Nilüfer Göle, Paris’li akıl sultanımız da şöyle buyurmuşlar; “Daha önemlisi bu
hareketi siyasal mercekten okumak yanlış. Meydan hareketi siyasal partilerden
bağımsız, otonom olduğu ölçüde, ağaçların gölgesinde masumiyetini koruduğu
sürece, demokrasinin toplumsal muhayyilesini, dokusunu yenileyebilir. Tersine
kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde demokrasiden uzaklaşacaktır.”
Zaten uzaklaştığını Hüseyin Çelik ilan etti. “Ağaç sevgisiyle hareket
eden masum ve makul tepkileri anlayışla karşılarız fakat onun ötesinde olayı
vandalizme çeviren marjinal gruplara gereken ders verilir”. vb.. Nihayet
başbakan direnişin bütününü Vandalizm olarak etiketleyerek Nilüfer Göle’nin korkusunu
giderdi. Olay politik değil sayın Göle korkmayın, sadece masum bir ağaç
sevgisi.
‘Şu şu nedenlerle bu meydana geldi’ bu
şablona, yani sonuçları nedenlerine bağlama kalıbına Descartes’dan beri
analitik deniyor. Peki ‘İsyanın nedeni gezi parkında kesilen ağaçlardır’
cümlesi isyan gerçeği hakkında bize yeterli bilgi verir mi? Sıradan
röportajlarda bile insanlar gerçeğin bunun çok ötesinde olduğunun farkında. Eylemleri
sadece kendi nedenleriyle izah ettiğimiz zaman o eylemin gerçek/yeterli
bilgisine ulaşmış olmayız [‘kadınlar tencerelere tavalara vuruyorlar çünkü
direnişe katıldılar’: bu cümle doğrudur fakat bize tencere ve tavalara vurmanın
gerçek anlamını vermez /‘İnşaat çöktü veya tersanede kaza oldu veya maden ocağı
çöktü ve şu kadar işçi öldü’ Bu açıklamalarda işçi ölümlerinin gerçek/yeterli
bilgisi var mı? vb. vb.] O zaman analitik bize yeterli/gerçek bilgi vermez
çünkü analitiğin sınırı buraya kadardır ve o ampirik bilginin düzeninde işler.
Oysa isyan bilginin düzeninde değil bir varoluş duygusu olarak varlıksal düzende
yaşanmaktadır. O halde onu bilginin olduğu kadar varlığın düzeninde de kavrayan
bir bilgiye ihtiyacımız var. Gerçek/yeterli bilgi (örneğin Spinoza’da olduğu
gibi) sonucun gerçek/yeterli bilgisinin
nedenine nasıl bizzat bağlı olduğunu göstermeyi gerektirir. O halde
günlerdir yaşanan ve devam etmekte olan eylemler, protestolar, gösteriler
vb.’lerinden oluşan bu direnişi sadece kendi nedenlerine bağlamaktan ibaret
olan yukarıdaki analitik cümleler (ağaç kesimi, Erdoğan’a tepki vb.) bize ne direnişin
gerçek bilgisini verir ne de bu ampirik nedenlerine nasıl bağlı olduğunu gösterir.
Tersine bu şablon tam da direniş gerçeğinin anlamını gizler ve üstünü örter [Nitekim
dokuzuncu günde, başta Bülent Arınç ve Sırrı Süreyya Önder liderliğinde
sahnelenen vodvil, Hüseyin Çelik’in vandalistler yorumunu meşrulaştırmış ve bu zemindeki
medya kampanyasıyla da İktidar direniş gerçeğinin anlamını karartmayı başardığını
düşünebilmiştir]. Öyleyse şunu kesin olarak bilelim ki, bir toplumsal olguyu,
olayı anlatma yöntemi o toplumsal olay içinde alınan yerden, taraf
pozisyonundan asla bağımsız değildir. Yani düşünce hiçbir şekilde düşünülen
şeyden ayrı değildir. O halde gerçek bilgi arayışı aynı zamanda bu gerçeği
gizleme amacına karşı açığa çıkarma savaşının da adıdır. Gerçek/yeterli bilgi
ise, varoluş düzenine ait olan varoluş duygusu ve bir ortaklık zeminini
tanımlayan sentetik bir dolayımı -aşağıda göreceğiz- gerektirir. Öyleyse önce
şu açık seçik bir olgu olan direnişin yeterli/gerçek bilgisi nedir, onu
anlamaya çalışmalı ve sonra ‘ağaç kesme’, ‘Erdoğan’a tepki’ gibi ampirik
nedenlere nasıl bizzat bağlı olduğunu göstermeliyiz.
Bu isyanı -analizini daha önce birkaç kez
yaptığım- küreselleşmenin dışlananlar ve entegre olanlar çelişkisinin açığa
çıkışı olarak okuyorum (aynen sanayi kapitalizmi çağında ‘sınıf çelişkisi’
dolayımıyla okuduğumuz gibi). Bugünün temel gerçeği şudur: toplum bir yanda %1 bir
yanda %99 olarak bölünmüştür, yani sermayenin doğrudan egemenliği ve değer
yaratan emeğin dışlanması olarak bölünmüştür. Bütün bölünmeler bu temel bölünmenin
varyasyonlardır. Türkiye’de bu varyasyonlar en tipik olarak, %1’e (dünya için
finansal sermayenin merkezileşmesini ifade eden ve makul bir oran olan bu %1, Türkiye’deki
ticaret sermayesinin göreli rolü nedeniyle herhalde %2’ ya da 3’tür.) yaltaklanan
bir üst orta sınıf ve sistemden dışlanan %99’a hızla dahil olan bir alt orta
sınıf şeklinde kristalize olmaktadır. Gezi Parkı eylemcileri dışlanan daha alt
nüfusların ve öğrenci gençliğin katılım ve sempatisini kazanmış alt orta sınıf
üyeleridir. Bu alt orta sınıfı ‘yeni proletarya’nın öncüleri olarak tanımlamak,
bu aşamada sadece anlama çabası açısından belli bir anlam taşır, daha ötesini
tarihsel süreç belirleyecektir. O halde direnişin gerçek anlamını bize verecek
iki temel sorun bu zeminde öne çıkar; dışlanma ve bunun kaçınılmaz sonucu olan kendine-saygı
ve yurttaşlık onuru krizi.
Dışlanma
Dışlanma olgusunu nasıl anlarız? Başlangıç
olarak, üretimde otomasyon ve iletişim teknolojisinin belirleyici üstünlüğü ve
bilimin sermayenin üretici gücü haline gelmesiyle birlikte kol emeğinin üretim
sürecinden hızla dışlanması, dışlanma olgusunun maddi temelidir. Kapitalizm, doğduğu
ilk biçimden ve ilk günden beri emeği yok sayma (saymama) stratejisinin
zirvesine neoliberal piyasa terörü koşullarında kavuşmuştur. Bu emeği saymama
sürecinin başlıca üç sonucu, son on yıllık neoliberal saldırının ardından artık
Türkiye’de de hızla kristalleşmektedir. Birinci sonuç işsiz kitlelerdir. [Aynı
nedenle çalışan işçiler hızla ya orta sınıflaşmakta ya da köleleşmektedir.
Sendikalar üst orta sınıfın eline geçmiş ve her açıdan politik işlevi çöken
‘işi sınıfı’ (niceliğinden bağımsız olarak) tarihsel anlamdaki devrimsel öncü
rolünü kaybetmiştir.] İşsizliğin -burada irdeleyemeyeceğimiz- ekonomik, politik ve özellikle kültürel açıdan
toplumsal varoluş koşullarını dönüştürücü etkileri son derece önemlidir. Saymama
sürecinin ikinci sonucu; işsizliğin maliyeti, toplumsal varoluş koşullarını
tahrip edecek ölçüde ağır bir yük olarak, toplumun varlıksal yeniden üretiminin
asli faili olan kadınların üzerine çökmüştür. İşsizlik, güvencesizlik ve düşük
ücret koşullarında ailenin barınma, sağlık, eğitim ve mutfak yapısı çökmüş ve
altında özellikle kadın kalmıştır. Yoksulluğun hayattan dışladığı bu
‘sayılmayanlar’ o halde öncelikle işsiz insan ve ardından yaşamın gündelik
yeniden üretimini sağlama savaşı veren kadındır. [protestolara dikkatle
bakıldığında 35-55 yaş arası erkeklerin bu eylemlerde -dikkat çekici bir
biçimde- yer almadığı görülür. Eylemdekiler %90’lara varan oranda gençler ve
kadınlardır. Bu olgunun birkaç açıdan çarpıcı göndermelerini (‘Erkek düşünce’
kategorisinin devlet, iktidar ve akılla özdeşleşme biçimlerini) başka yerde
irdelemek üzere, burada dikkatimizi sadece kadına göreli olarak erkeğin toplumun
şekillenişindeki rolünü (özellikle kol emeğinin değer yaratma sürecinde tali
konuma düşmesine koşut olarak) ciddi anlamda kaybettiğine (ve bunun da ataerkil dispozitifleri çözdüğüne)
yöneltmekle yetinelim (komünal bir toplum hiç bir zaman ne bu Erkek düşünce’nin, ne de herhangi bir ataerkil kültürün eseri
olmayacaktır. Nancy’nin uyardığı gibi modern sonrasında özne akıl değil
bedendir ve beden Dişidir). Üçüncü
sonuç, ki eylemlere karakterini veren belirleyici sonuç budur; bugün neo
liberal sermaye birikiminin asıl dayanağı olan göreli artı değer üretiminin
emekçileri, bir yandan neo liberal sermaye birikiminin yaratıcı gücü, motoru,
enerjisi olup, bir yandan da dışlanan ya da dışlanma koşullarında -sürgünde-
yaşayan bedensiz emekçilerdir (maddi olmayan/bedensiz emeğin taşıyıcıları). Bu
bedensiz emekçiler, göreli artı değer (Marks’ın ‘genel zeka’ dediği entelektüel
emeğin sermaye tarafından öznelleştirilerek kâr’a dönüştürülmesi) üreten bilgi,
duyarlık ve yaratıcılık noktasında tüm toplumun en seçkin ve en üst düzeyde gelişmiş
entelektüel varlığıdır. Ancak bu bedensiz emek hızla artan nüfus ve işsizliğin
kaçınılmaz baskısı altında bir yandan muazzam bir rekabet baskısına maruzdur
bir yandan da ekonomik değer üretim sürecinde kalabilmesini mümkün kılan yegane
kriter olarak şirket bağlılığı ve kişisel yaratıcılık baskısına maruzdur. Bütün
sektörlerde durum sanayi kapitalizminde olanın tam tersine dönmüştür. Sanayi
kapitalizminde artı değer maksimizasyonu, bir yandan üretimde verimliliği
bilimsel/teknolojik gelişmelere bir yandan da çalışanın, üretimin disiplinci
örgütlenişine koşulsuz boyun eğişine endekslemişti. Oysa göreli artı değer
maksimizasyonu bugün bedensiz emekçinin koşulsuz yaratıcılığını gereksinmekte
ve bu yaratıcılığı geliştirme adına şirket çıkarlarına bağlı göreli
serbestlikler tanımaya dayanmaktadır. Dolayısıyla belli bir alanda bilgi ve
uzmanlıktan çok her alanda yaratıcılık ve yenilikçilik bedensiz emekçinin
sermayeye kişisel bağlılığı ve yaratıcılığını seferber etmesini gerektirir. Sermaye
ise bu (zorunlu) bağlılık ve yaratıcılığı zamanla düşen ücretler ve bedensiz
emekçinin değerini itibarsızlaştırma stratejisiyle ödüllendirir. Bu sayılmama süreci kent baskısıyla
taçlanır; yani üretimin merkezsizleşmesine (mekan ve zaman koşulunun üretim/yaratım
süreci üzerinde kısıtlayıcı bir koşul olmaktan kalkışına) tam ters orantılı
olarak sermayenin merkezileşmesinin en görünür veçhesi olan yeni bir kentleşme
tarzıyla kontrol altına alınır. Örneğin, pazarı bireyin yaşama alanına dönüştüren,
nüfusun toplam tüketimini küresel birkaç firmanın denetimine tahsis eden AVM
muazzam bir merkezileşme projesidir ve aynı zamanda nüfusu yoğunlaştıran bir
yaşam tarzıdır. Burada olan şey aslında, üretime/yaratıma tanınan göreli
serbestliklerin yaşam tarzının ‘kamp’laştırılmasıyla denetlenmesidir. Kısaca, bedensiz
emekçi rekabet baskısı, yaratıcılık baskısı ve kent baskısı altında, AVM, ev,
iş ve trafik dörtlüsü arasında sıkışmış çemberi giderek daralan bir yaşam biçimine
sürgün edilmiştir. Bu hayat sürdürülebilir bir hayat değildir. [Bu hayatın
sürdürülebilirliği ne yabancılaşmış insan teorileriyle, ne ideolojik bağlanma
teorileriyle ne de inançla açıklanamaz. Bu düşünümler elbette ufukları açar ve
genişletir fakat senin aklın benim bacağımda açılan yaradan duyduğum acıyı
nasıl anlarsa, bu düşünümsel akıllar da bu yaşamın içindeki insanı o kadar
anlar. Çünkü bu düşünümler varlıksal değil bilgiseldir] O zaman, şu soru çok
temel bir sorudur; bedensiz emekçi bu gayrı-insani ve teknolojik kuşatma
altındaki yaşamı nasıl sürdürülebilir bir yaşam haline getirebilir?
Ekoloji hareketleri, nükleere karşı, suyun
ticarileşmesine karşı, doğa ve hayvan hakları vb. vb. birçok ‘toplumsal
hareket’in çıkış noktası tam da bu soruya getirdikleri yanıtlarla şekillenir.
Her biri de mücadele açısından değerlidir fakat yine her biri yanıtın bir
parçasını somutlaştırır. Oysa bu sorunun asıl yanıtı analitik aklın vereceği
türden bir yanıt değildir ve tam da bu yüzden Marks hep yazacağını söylediği ve
üzerine bir çok not yazdığı ‘ücret teoris’ni yazmamıştır (yaygın kanaat son
derece bilinçli olarak yazmadığı şeklindedir). Çünkü Marks’ın en büyük
keşiflerinden biri olduğunu söyleyeceğim şey, ücretin herhangi bir ‘ekonomik
yasası’nın olmadığıdır. Ücret kapitalizmin bekasının bizzat politik
dolayımıdır. Ve bu yaşamın sürdürülebilir olup olmadığına dair yanıt da ücretle
ilgili bu politik dolayım yoluyla verilir (yukarıda varoluş duygusu ve
ortaklığın zemini olarak sentetik dolayım dediğim şey bu ‘politika dolayımı’dır
ve direnişin varlıksal analizinin endeksidir). Peki bunu nasıl daha anlaşılır
kılabiliriz? Kapitalizmin önceki evrelerindeki farklı şekillenişler bir yana
bugün bu neo liberal ücret politikası
herhangi bir ekonomik yasanın değil, sermayenin politik egemenliğinin bekasının
garantisidir. Göreli artı değer üretimini (sermaye birikimini) sağlayan asli
unsur olmasına karşın bedensiz emekçiye verilen ücret sürekli olarak aşağı
çekilir. Ücret piyasasında rekabet yine şirket bağlılığı ve yaratıcılık
koşuluna göre farklılaşsa da (yani yüksek ücret alanlar belirli bir zaman sonra
bu teknolojik yaşam tarzı içerisinde, kişisel değerliliği ve aile mutluluğunu
doyuma ulaştırmada bir kısır döngüye girerler ve şirkete bağlılık yerine aile
mutluluğunu seçebilirler ve hatta yeterli birikime ulaşınca kenti terk ederek
doğal yaşama dönebilirler. Bu bir seçenektir ve uygulayanların sayısı da hızla
artmaktadır.] Fakat büyük, bedensiz emekçi kitlesi için böyle bir seçenek
yoktur, onlar ücret ve kariyer beklentilerinin (değirmende öğütülen buğday gibi
öğütüldüğü) bir mekanizmanın kısır döngüsüne mahpus edilmişlerdir. Bu mekanizma
insanları borçlandırma mekanizmasıdır. Mantık hiçbir farkı olmaksızın kadın eti
satıcısının ağına düşürdüğü taze eti borçlandırmak yoluyla kendine bağlamasındaki
mantığın aynısıdır. Emekçinin vasat bir yaşamı -barınma, eğitim, sağlık, mutfak-
sürdürmesi için bile (kaldı ki bunu sürdürdüğü noktada da kapitalizmin arzuları
çıldırtarak üretken tüketici yaratma yeteneğinin sonucu olarak) geliri hiçbir
zaman yeterli değildir ve kategorik olarak yeterli olamaz. Ve bankalar bu
emekçinin gelecek üç-beş-on yıllık hayatını rehin edecek tarzda borçlanmasını
sağlar. Kitlelerin kişisel borçlarının son yıllardaki devasa artışı herkesin malumu.
Türkiye’deki bireysel borçlu sayısı ve borç miktarı Gezi parkı direnişinin
altta yatan en görünmez ve en aşağılayıcı nedenin (kölelik koşulunun) ta
kendisidir. Düşük ücret hiçbir ekonomik yasayla açıklanamaz, çünkü bugün kâr
kalemleri içinde asıl olan sermayenin finansal hareketidir, personel giderleri
değil. Personel gideri finansal hareketin (sermaye dolaşımının) sonsuza dek
bekasının ve özgürlüğünün garantisidir. Düşük
ücret ve bireysel borç sarmalı mutlak anlamda politik bir olgudur ve onu
tanımlayan şey ekonomik değeri değil, politik değeridir. O halde ona
verilecek yanıt politik bir yanıt olmak durumundadır. Ancak bu politik yanıt
biraz aşağıda göreceğimiz gibi ‘devlet’i ele geçirmeye endeksli hiçbir politika
tasarımıyla özdeş ya da benzer bir yanıt değildir ve olamaz. Taksim’de başlayan
ve ülkeye yayılan direnişin –bir yandan tek tek katılımcılar (ki düzen
politikalarına tepkileri nedeniyle kendilerini apolitik olarak tanımlarken)
kolektif hareketin doğrudan politik direnişe dönüşmesinin temel nedeni, tam da
eylemin değerinin -ekonomik ya da ideolojik değil- doğrudan böyle bir politik tecelli
olmasına dayanır. Çünkü, sermaye birikimine katılmayan -hatta yeterince
katılmayan- (yani şirket bağlılığı ve yaratıcılığını artı değer için rekabete
sokmayan) herkesin ve her bireyin sermaye için ve sistem için hiçbir değeri yoktur. Artı değer üreten
bireyin değeri ise sadece değer ürettiği sürece ve ölçüde vardır ve bu
kendisine hiçbir zaman ‘yeterli başarı’ olarak gösterilmez, tersine
itibarsızlaştırılır. Bireyin değerliliğinin/saygınlığının bir tek kaynağı
vardır sermayeye para kazandırmak, özellikle tüketimin üretken hale gelmesi bizzat
göreli artı değer üretir. Tüketim, kendi üretkenliğinin bekasını, tüketimi
kişisel saygınlık endeksine çevirerek sağlar, bunun dışında bir değer endeksi
yoktur. Bireyin kendine saygısının ve bunun türevi olan aidiyet saygısının (yurttaşlık
onurunun) yıkım ve imhasının maddi temeli budur. Kant’ın dediği gibi, “Amaçlar
krallığında her şeyin fiyatı vardır
ya da değerlidir. Fiyatı olanın
yerine, eşdeğer olarak başka bir şey
de konabilir; her türlü fiyatın üstünde olan, dolayısıyla eşdeğeri olmayan şey
değerlidir.” (Kant, 1995:52). İşte Kant’ın her türlü fiyatın üstüne koyduğu,
eşdeğeri olmayan olarak ilan ettiği modern bireyin ‘kendine saygı’sı, bizzat neoliberal
piyasa tarafından fiyatlandırılarak imha edilir. Her şeyi fiyatlayan yaşamdan dışlanma
olgusu, bu yüzden aynı zamanda saygınlık kaybı ve insani değer yitimidir. Ve
‘çapulcu’ nitelemesi tüm ironik anlamların ötesinde sermayenin bireysel
özgürlük rejiminin -kendisine para kazandırmayan- bireye bakış vizyonunun en
gerçek, en çıplak ve en yalın ifadesidir.
Türkiye özelinde bugün mevcut bireysel borç
stoku, hiçbir ekonomik aklın çözümüyle eritilemez (dolayısıyla somut özgürleşme
imkânsızlıktır), bu stok çalışanların hayatlarını, hayatları boyunca gasp etmenin
teminatıdır. Bu ancak sayılmayanların kendilerini saydırmak üzere politika
sahnesine girişleriyle mümkün olacaktır. Başka da yolu yoktur. Yukarıda
bahsettiğim merkezileşen (yani göğe yükselerek yoğunlaşan) kent baskısı,
rekabet baskısı, yaratıcılık baskısı, işsizlik korkusu ile güçlendirilmiş bir
teknolojik yaşam altında AVM, ev, iş ve trafik çemberine sıkışmış bir hayattan
kurtulmanın koşulu, çalışmanın merkezde ve itibarlı olmadığı dolayısıyla borç
prangasına bağlı olmayan komünal bir hayatı yaratma koşuluna bağlıdır (komünal
demokrasi, bedensiz emekçilerin hayatın mevcut zenginliğini yaratanın bizzat
kendileri olduğuna dair bir farkındalık zemininde, mevcut hayatı bütün
olanaklarıyla geliştirmek, niteliklendirmek ve zenginleştirmek (yani bilimi ve
teknolojiyi sermayenin üretici gücü olmaktan çıkarıp yaratıcı bir biçimde halkın
çıkarına tabi kılmak) koşulu altında, fakat iktidar dahil bütün amaçların tam tersine
çevrilerek komünalize edilmesi demek olan bir kavrayışla ilgilidir). Üretim ve
çalışma asla insanın doğasıyla açıklanamaz çünkü insan dünyaya üretmeye ve
çalışmaya yazgılı olarak gelmedi. Ne de doğaya egemen olmak için geldi. Varlığın
böyle bir karakteri yok. Ona bu karakteri yükleyen kapitalizmin aklı iktidar,
efendi, hegemon ilan etmesidir. Çalışma daha dün denebilecek bir yüzyılda, 19.
yüzyıl Viktoria çağının etik değere kavuşturduğu bir esaret biçimidir.
İnsanlığın komünal binyıllarında değiş tokuş yok muydu, vardı, ancak çalışma
kapitalizmle birlikte insani eylemi akılsal açıdan tanımlayan bir ahlaki değer/buyruk
statüsüne ulaştı. Elbirliğine dayalı her tür yaşamsal varoluş çabası (kâr ve
güç biriktirme olgusunu iptal eden her çaba -conatus-) o çabaya katılan tek tek her bireyin yarattığı değerlerin
toplamından her zaman daha fazla değer üretir. Kapitalist refahla
kıyaslanamayacak ölçüde bir zenginlik, yani eşitlikçi komünal refah ve özgürlük
tam da bu ‘fazla’ yoluyla sağlanır. Biliyorum, konumuz bu değil, fakat komünal
özgürlüğün elbirliğine dayalı gücünün tam da direnişçilerin kolektif pratiklerinde
cisimleştiği görülmelidir. Bu Akıl ve paranın hegemonyası için korkutucu bir
güç ve en büyük politik tehdittir. Çünkü gezi parkı direnişinin varoluş
pratiklerine bakıldığında, ‘para’ ve ‘akıl’ gibi iki hükmedici gücün hükümsüz
olduğu görülür (gezi parkındaki komün pazarı, aşevi, kitaplık, revir, temizlik
örgütlenmesi, gezi parkı TV’nin yayına başlaması, direnişlerin kolektif
örgütlülüğü, dayanışma zincirleri, vb. vb. bir hayat komünal bir zeminde
örgütlenmektedir (‘örgütsüz ve siyasetsiz’ eleştirisini yöneltenler, aklın
planlamasına karşı kolektifin varoluş duygusuyla ortaya koyduğu conatusu’n örgütlenme ve karar üretme
yeteneğini iyi izlemelidirler. Eğer bu ‘birlikte yaşama’ belirli bir deneyim
biçimine döner ve topluluğun kendini
yönetme yeteneğinin var olduğunun, eylemcilerin kendileri tarafından
öğrenilmesine yol açarsa, işte bu, bütün eylemin ‘birlikte yaşama ya da ‘başka
bir dünya mümkün’ tasarımları açısından en büyük kazanımı olacaktır. Hayatı akıl
ve para endekslerine göre düzenleme ve yönetmeye iman edenler için ise
(hukuksal yurttaşlık ve politik yurttaşlık tasarımları için) en radikal, en
kokutucu tehdit haline gelir. Bu akıl ve para politikalarının MKYK’ları için
yaşamsal bir tehdittir. Bu nedenledir ki, bu topluluğun kendi kendini yönetme
yeteneğinin farkındalığına ulaşması, ya da ona böyle bir anlam atfedilmesi
engellenmelidir. Bunun yolu açıktır ki polis ve politika ilişkisidir.
Ranciere’in vurguladığı gibi “Zira polis, güçlü bir baskı kuvveti olmaktan
önce, görünür ile görünmezi, söylenebilir ile söylenemezi tayin eden bir
müdahale biçimidir”(J.Ranciere, 2007:129). TV’den bir görüntü; polis bir yandan
copunu gencin başına, koluna, sırtına patlatırken bir yandan da ‘sokağa
çıkmamayı öğreneceksin.” diye bağırıyordu. Ranciere’in politika üzerine
tezlerinin gezi parkı direnişinin politik farkını nasıl ürettiğini irdeleme
açısından taşıdığı önemi burada detaylandıramasak da, onun sayılmayanların
sayılmalarını sağlayan eyleme ve söz söyleme yeterliliğini, hukuksal yurttaşlık
ve siyasal yurttaşlık arasında kalan bir politika, bu iki yurttaşlık
yarılmasını mümkün kılan devletin karşısında bir politika olarak tanımladığını
belirtmekle yetinelim.
O halde sayılmayanları tarih sahnesine
çıkaran gezi parkı direnişçilerinin politikası, sayılmayanı saydırma
politikası, mevcut hayat tarzında ve hayatın her alanında geçerli şu ya da bu
işleyişi keserek, durdurarak yerine mevcudu geçersiz kılanı koyma ya da mevcut amacını
ortadan kaldırma eylemidir. (dolayısıyla
bu politikanın mutabakat diye bir perspektifi olamaz çünkü sayılmayanların
seçeneği tekdir, sayılmayanları saydırmak. yani direnişin gerekçesi konusunda
somut ve mevcut işleyişi durduran bir adımın atılmasını sağlamak. fakat
saymayanlar bu adımı atarlarsa politik olarak yenilmiş olurlar, dolaysıyla
burada taraflardan bir yenecek bir yenilecektir, orta nokta yoktur. Bu
yüzdendir ki bu varoluşla ilgili olan politika çok nadir meydana gelir. varoluş
politikası nadiren vuku bulur. Ancak vuku bulduğunda da ya zafer (varlığını
saydırma ve eski işleyiş yerine komünal bir işleyişi yürürlüğe sokma) ya da
mağlubiyet (sermaye ve aklın efendiliğinin zaferi), başka seçenek yoktur. Gezi
parkındaki tüm hayat mevcudu geçersiz kılarak yerine birlikte yaşamayı
yürürlüğe koyan bir işleyişi kanıtlar, ancak örneğin komün pazarı bunun daha
özgül bir örneğidir ve bu yüzden ekonomik değil politik bir pazardır. Mevcudun
yerini alan alternatif, başka (komünal) işleyişler üretmek, bu aklın hayatı
önceden planlaması ve sonra hayatı o plana uydurmaya çalışması modelinin
tamamen dışında, bizzat mücadele sürecinde şekillenen ve şekillenişiyle
mücadeleye anlam veren bir yaratıcılık meselesidir ve yaratıcı olanlar da direnenledir.
Komünal politikanın 21. yüzyıldaki anlamı yaratıcılıktır.
Bu kadar net ve bu kadar basit. İstisnasız her MKYK varlığı gereği bu basitliği
karmaşıklaştırarak kendine, dolayısıyla ‘Devlet’e bir hayat alanı açar. Oysa
yaşanan direniş zekanın ve yaratıcılığın isyanıdır ve her tür MKYK tuzağına karşı
duyarlıdır (bkz. yukarıdaki fotoğraf).
Buradan sadece kaos çıkaran ve kendini kozmos (örgüt) olarak sunan her tür akla
yanıt bizzat direnişin varoluşsal yaratıcılığıdır. Humor kültürüdür. Çünkü eğer
bu direniş hukuksal yurttaşlıkla uyuşan bir yapıda olsaydı zaten hem bu
direnişe gerek kalmazdı, hem de bir mutabakat ya da uzlaşma pratiğine
dönüşürdü. Yok eğer direniş politik yurttaşlık hareketlerinden A ya da B ile
özdeşleşmiş bir hareket olsaydı onların logo, bayrak ya da flamaları altında
başlar ve aklın kontrol etiği içinde, şöyle ya da böyle şekillenir fakat nihai
olarak ‘devletli’ bir sonuca ulaşırdı. Bunların ikisi de olmadığı açık olduğuna
göre bu direnişin özgünlüğü 21. yüzyıl Türkiye’sinin sol mücadelesi açısından
son derece önemlidir. Eğer bu özgünlüğü kavrayabilirsek sanırım sol politika
20. yüzyılın geleneksel modern politika anlayışını gerçekten de geride bırakma
ve neoliberalizme bir alternatif üretme noktasında büyük bir kazanım elde eder.
Peki, direniş öncesi duruma, hayatın
‘normal akışına’ dönersek; daimi stres tetikleyicileri, borçlanma ve AVM’leriyle,
kuleleriyle, trafiğiyle hızla betonlaşan kentlerde (‘kamp’larda) yaşamaya
sürgün edilen insanların, bu hayatın sürdürülebilirliği noktasında mevcut pozisyonları
neydi? Kısaca bu, tam anlamıyla bir çaresizlik ve engellenmişlik duygusuyla
tanımlanabilir. Bireysel yaratıcılığın göreli artı değer üretiminin asli koşulu
olmasının sonucu olarak bireye sunulan, şirket çıkarlarına bağlı göreli
serbestlik ve özerklik, kısmi bir özgürlük yanılsaması yaratır. Ve liberal
akıllar bu serbestliği topluma ‘demokrasi ve özgürlük rejimi’ olarak sunar.
Bedensiz emekçiler bütün bu ‘demokratikleşme’ masalına ne kadar inanmak isterse
istesin (ki bazen safiyane inanabilir), kuşatılmış olduğu ‘stres
tetikleyicileri’ (işsizlik korkusu, yaratıcılık baskısı, rekabet, kentleşme, trafik
zulmü, polisin görünürlüğü ve şiddetindeki devasa artış ve izleme
teknolojilerinin özel hayata musallat olacak ölçüde gündelik yaşamı denetlemesi
vb. vb.) bir tek şey üretir, bireyin çaresizliğini (Erdoğan ve AKP, ya da her
tür neoliberal iktidar çaresizlik üreten maddi temel değil, çaresizliği baskıcı
yönetim tekniğine dönüştüren politik dolayımdır). Çünkü bireye naylon çiçekler
ve ağaçlarla süslenmiş, vitrinleri ışıl ışıl AVM’leri ve bütün varyasyonlarıyla
‘ekran’ı, özgürlüğün tek seçeneğine indirgeyen bu yaşama tutsak olduğunu ve
çaresizliğini, bizzat neoliberal piyasa terörü öğretir. Yani, başkaldırı ve
eleştirinin yerini hayatın her alanında mutabakatın aldığı, boyun eğişin adının
rasyonel insan haline geldiği ve bankaları patron insanları köle yapan, insanın
varoluşuna mutlak anlamda aykırı bir yaşam. İnsanı ‘makine insan’ haline
getiren; cep telefonları, kulaklıkları, bilgisayarı, IPad’i androitleri, televizyonu,
otomobili, mutfak teknolojileri, robotları, müzik ve havalandırma teknolojileri
vb. vb. makinelerin insanın varoluşsal yetileri olan akıl ve duygu yetilerine olan
ihtiyacını minimize ettiği, hatta gereksizleştirdiği bir makine insan ve mekanik
yaşam (Piyasa, hayatı bu ‘makine’nin esaretine tahsis ederken, Gezi parkı
direnişçilerinin aynı ‘makine’yi özgüleştirerek,
yani yaratıcı bir biçimde (örneğin kendi TV’leri) ortaklığın çıkarına tabi
kılarak kullandıkları unutulmamalıdır).
Bu noktada temel mesele şudur: bugün insanın
hayatla ilişkisi artık akılcı (rasyonel) bir ilişki değildir ve sadece aklın denetleyici ‘düzenlemeleriyle’ şekillenemez. Bireyin sorunu bu noktadan sonra
varoluş sorunudur ve akılsal olduğu kadar varlıksal bir bilme konusudur. Çünkü
her geçen gün dayanılmazlığı giderek artan en temel sorun varoluş duygusundaki parçalanma
ve kötürümleşmedir, hayatın hızı içinde
insanın deneyimleri arasında artık hiçbir bağ kurulamamaktadır, yaşam
dilimlenmiş binlerce birbiriyle ilgisiz parçalar halinde akıp gitmektedir; bu makineyle,
gözetleme ve iletişim teknolojisiyle ve borçla hem çerçevesi çizilen hem de
denetlenen hayat, bireyi başta kendisinin, başkalarının, giderek şirketin, kentin,
toplumun ve ülkenin karar üretim süreçlerinin dışına fırlatır atar. Tüketme
seçeneği dışında hayata katılma olanağı kalmayan ve karar üretiminden dışlanan/sayılmayan
kişideki ilk travma kendine olan saygısını ve güvenini yitirmesi, kendini
değersiz hissetmesi, bir atık olarak görmeye başlamasıdır. Bu fantezi ya da abartı
falan değildir, yukarıda değindik sistem zaten onu -sermayeye para
kazandırmadığı sürece- böyle görür ve bu zihinsel değil maddi bir pratiktir. Dolayısıyla
sayılmama bir kendilik sorunu olarak tecelli eder, kendine saygı yitimi ve
değersizleşme sürecinde insanlar başkaldırı yeteneklerine tarihöncesinde kalan
mitler gibi bakmaya başlar. Gündelik yaşamın hızı düşünme ve hissetme yetisinin
katili gibi çalışır. Sonuç, yaşamla ilişki politika dolayımını kaybeder,
politika bulanıklaşır, anlamsız, gereksiz ve hatta imkânsız bir hal alır. Kısaca
hayat varoluş dolayımını kaybeder.
Kendine-Saygı
ve Saygınlık Krizi
Demek ki, Erdoğan’ın insanları ‘birkaç
çapulcu’, marjinaller, provokatörler, teröristler, Vandallar, ayyaş, alkolik ve
daha yüzlerce tabirle aşağılayan, ötekileştiren, kaale almayan politikaları ve retoriğinden
önce, (onur krizinin görünürlük düzeyi bu olsa da) insanların kendilik
duygusunu, öz saygısını, kendilik değerini aşındıran, parçalayan, yok eden
gerçek süreç, bizzat neoliberal piyasa terörüdür. Eylemci gençler ‘saygı
istiyoruz’ diyorlarsa bunu yanlış anlamamak gerekir. Gençler bir ‘hitap’
sözcüğüne kafayı takmış değillerdir onların gündemi ‘sayılmak’tır. Çünkü
kendine saygı ancak sayılmak (var olarak sayılmak) yoluyla inşa edilebilir.
Aşağıda değineceğim melankolik başkaldırı kültürü ve politik humor kültürü
öylesine ayrı dünyalar ki, çapulcu sözcüğü birinde politik bir tepkinin mizahi
enstrümanı iken, ötekinde bizzat Erdoğan’a yönelen melankolik bir nefret söylemine
dönüşebilmektedir. Oysa Kenan Evren ‘aziz vatandaşlarım’ dediğinde bu insanlar
‘aziz’ mi olmuşlardı, yoksa köpek muamelesi gören, silahla sindirilen zavallı
kinik yaratıklar haline mi gelmişlerdi? Kenan Evren’in ‘aziz vatandaşlarım’
hitabının gizlediği gerçeği Erdoğan’ın ‘çapulcular’ diyerek, neoliberal
özgürlükler rejiminin özgür ve özerk bireyinin gerçekte ne anlama geldiğini
açık etmesi, direniş potansiyelini realize etmesi açısından çok daha tercih
edilirdir. Fakat kapitalizm salak değildir, tersine çok akıllıdır ve bu
fütursuzluğa dur demekte ve tekrar ‘aziz vatandaşlar’ ya da ‘hanımefendiler
beyefendiler’ retoriğine dönmekte beis görmez. O zaman ne olacak, direnişçiler
sermayenin başbakanı iltifatkâr davrandı diye, ‘hah tamam işte istediğimiz bu’
mu diyecekler? Elbette saygınlık sorunu bu değildir, baştan beri serilmemeye
çalıştığım tarzda küreselleşmenin yapısal bir sorunudur ve dışlama olgusunun kendilik
duygusu olarak tecellisidir. Erdoğan ve kabinesi nihai olarak sermayenin kukla
kabinesidir. Öyleyse kendine saygı yitiminin, ‘Ben’in değersizleşmesinin nedeni
olarak sadece Erdoğan’ı ve onun aşağılayıcı
retoriğini görmek ve sadece ona karşı
savaşmak neoliberal saldırı rejimini ve piyasa terörünü aklamaktan başka bir
anlam taşımaz (Melankolik başkaldırı kültürünün böyle bir handikapı vardır). Medya
istediği kadar bunu pompalasın ‘direnistanbul’ların, ‘direnizmir’lerin ve bütün
direnenlerin entelektüel düzeyi ve politik humor kültürü bu saçmalığa inanmanın
çok ötesinde bir kavrayışın adıdır. Yemezler…
Fakat öte yandan öz-saygı (self esteem) ve saygınlık (dignity) krizi dediğim olgunun mahiyeti
yaşamsal anlamda önemlidir. Klasik olarak kapitalizm kendini modernite ile
tanımlar ve genel olarak bu olguya kültürel modernlik diyoruz. Modernite öncesinde
bir kişinin toplumda saygın ve değerli olmasının ölçüsü büyük ölçüde askeri cesaret
(valor) ve bugün anlam kayması sonucu
eli açıklık anlamına gelen cömertlik/alicenaplık (generosity) idi. Bu ikincisi daha çok (‘tanrının lütfu’ndan esinli)
aristokratın lûtufkarlığına bir atıftır. Bireye statüsünü ve rolünü bahşeden
aristokrat bir değer. Bir şey lûtfeden, bahşeden olma konumunun değeri, lûtfedilenin
değil lûtfedenin hanesine yazılan bir değerdir. Erdoğan’ın yoksullara sadaka
bahşetmesi, yoksulları değerli kılmaz tersine, Erdoğan’ın hanesine bir saygınlık
olarak yazılır ve yoksulların onu saygıya değer bulmasına yol açar vb. Dolayısıyla
önemli bir ayrım şudur, modern öncesinde kişisel değerlilik başkaları
tarafından görülen, tanınan ve atfedilen bir mekanizmaya sahiptir. Değer
kişinin kendi kendine atfettiği değil, başkalarının ona atfettiği bir anlam
taşır. Saygıya değer olmak başkaları tarafından saygıya değer bulunmakla
özdeştir (Platon buna şan şöhret etiği der). Descartes’ın bireyi bir akıl
varlığı olarak ilan etmesinden sonra, saygınlığın (değerliliğin) kaynağı
dışarıdan içeriye taşınmış, yerelleştirilmiştir. Artık birey başkaları
tarafından değerli bulunduğu için değil, bizzat kendisi aklın taşıyıcısı olma
sıfatıyla, akıl sahibi varlık olma sıfatıyla saygın ve değerli olduğu için
değerlidir. Modern kendi/Ben akılla özdeştir. Descartes’ın Cogito’su bu özdeşliği ifade eder. Saygının ve değerin kaynağı artık dış dünya değil bizzat bu akılla
güçlendirilmiş bir içselliktir. Yani dışsal ahlaki kaynaklar aklın kontrolü altında
içselleştirilmiş ve modern birey akıl sahibi bir varlık olarak kendi
saygınlığının ve değerliliğinin bizzat taşıyıcısı ilan edilmiştir. Aristokratik
(cesaretle ve alicenaplıkla kazanılan) onur etiğine ait olan bir tin içsel bir
şeye, aklın kontrolü ile güçlendirilmiş özgür iradeye aktarılmıştır. Bireyin
istekleri, güçlü bir iradeyle kontrol altına alınır. Bu kontrolün meşruiyet
kaynağı ise kendine (aklın yasasına) saygıdır. Aklın özgürlük buyruğu akıl
varlığı olarak kendimize duyduğumuz saygıda temellenir. Kant’ın ahlak yasası
kendimize saygıyı buyurur. Rasyonel insan kendi kaynağını -orijinini- kendine saygı ve saygınlığın (haysiyetin) anlamında bulur. Modern
bireyin “eylemine ahlaksal bir değer verebilen şey yalnızca yasaya saygı güdüsüdür”(Kant,1995:58)
Eylemlerimiz ilkesini “sadece kendisinin
koyduğu yasadan başka bir yasaya boyun eğmeyen akıl sahibi bir varlığın
değerliliği/saygınlığı (würde)
fikrinde”(Kant, 1995:52) bulur. O halde, modern birey artık aristokrat savaşçı
dünyada olduğu gibi kamusal alanda şöhret kazanamaz; o artık kendi gözündeki
saygınlık duygusunu korumak için eyler. ‘Ben yaptım, Ben seçtim, Ben karar
verdim vb..’ Bu noktada ‘Ben’, başkalarının değil kendi gözümdeki ahlaki
değerimin kaynağı olarak tam da içsel bir kendime-saygı ile güçlendirilmiş ve
kendime-güvenle meşrulaşmış bir ‘Ben’, bir kendilik bilincidir. Burada ‘Ben’in cesareti,
güveni, mukavemeti, güçlülük duygusu gibi değerler dikkat edilirse aristokratik
askeri onur etiğinin değerlerinin içselleştirilmiş halidir. Özetle modern
bireyin bizzat bir akıl varlığı olmaktan kaynaklanan kendine saygısı ve kendi
değerliliği akıl yasasına (özgürlüğe) boyun eğişinin ahlaki temelidir. Bu
saygı, güçlü bir kendilik bilinci ya da kendilik duygusunun güven ve meşruiyet
kaynağıdır. Modernitenin sonu dediğimiz ve yukarıdan beri neoliberal saldırı
başlığı altında resmettiğimiz sürecin imha ettiği şey tam da bu ‘Ben’dir.
modern sonrası çağın paramparça edip mal çöplüğüne fırlatıp attığı Kant’ın
anlattığı anlamda rasyonel bireyin kendi-saygısıdır (öz saygısı, haysiyetidir).
Küreselleşme her şeyden ve her şeyden önce bu kendine mutlak bir güvenle saygı
duyan (doğaya egemen olma ve tutkularına egemen olma gücüne sahip) bireyin
ortadan kalışıyla tanımlanır. Ulus devletin yıkım süreciyle bu bireyin hem
kendine saygısının ve hem de bu saygının ikamet ettiği yurttaşlık haysiyetinin
tarihe havale olması süreci bir ve aynı süreçlerdir.
Modern akıl, bir yandan akılcı bilgi
temelinde doğaya egemen olmanın, öte yandan ahlaki kendilik bilinci (self
consciousness) temelinde özgür irade yoluyla istek ve tutkulara egemen olmanın
modelini verir. Bu model daha sonra politik atomculuk teorileri yoluyla bireyci
bir politik modele (liberal refah toplumları modeline) dönüşür. Bizde genelde
modern birey analizleri bu çerçeveye sığdırılmak yoluyla sadece liberal
teorilerin ve anglo sakson demokrasi kültürünün haklı çıkarımını tanzim eder.
Oysa daha çok Fransız aydınlanmasının etkisinde olan ve kıtanın güneyinde
‘cumhuriyetçi’ bir tercihi somutlayan bir eleştiri ve başkaldırı ruhu modern
bireyi şekillendiren asli bileşendir. Kültürel modernliğin doğaya egemen olma
savaşının sonucu bilim ve teknolojinin tüm hayatı araçsal aklın nesnesine
çevirmesine, insanın varlıktan/doğadan koparılarak mekanik bir yaşama sürgün
edilmesine ve hayatın toptan ticarileşmesine karşı (kısaca teknolojik tahakküm
ve araçsal akılla meşrulaşan erken kapitalizmin vahşetine karşı) özellikle
Kuzey Avrupa elitleri tarafından bir başkaldırı ruhu inşa edilmiştir. Rousseau’nın
bilimin ticarileşmesine ve eşitsizliklere karşı eleştirileri ve Kant’ın
kendilik bilinci temelinde, 1790-1848 arasında, Fichte’in açtığı şemsiye
altında toplanan Novalis, Schelling, Schiller, Goethe vb. düşünür ve
satançıların başını çektiği bu romantik başkaldırı ruhu, Rousseau’nun doğanın
sesi olarak ‘iç ses’i (vicdanı) rehber alan, başta Herder’in Sturm and Drung hareketi olmak üzere tüm
Avrupa’yı kuşatan geniş bir yaygınlık kazanır. Sonuçta bu romantik başkaldırı
geleneği zemininde kendine saygı, bir yurttaşlık saygısına, yurttaşlık
haysiyetine dönüşerek 1848 Avrupa uluslarının demokratik devrimleriyle
birleşir. Ne Fichte ne de Herder için, kendilik bilincinin ve kendine saygının
ırkçı bir proje olduğu söylenemez. Fakat onların, kendilik duygusu/bilinci
romantizmlerinin bir ya da iki kuşak sonra ırkçı bir faşizme döneceğini ve tüm
Avrupa’yı kasıp kavuracağını öngörmediklerini, ya da bunu öngörmelerinin mümkün
olmadığını söyleyebiliriz. Bu romantik başkaldırının yine sanatçı ve düşünürler
eliyle ikinci kalkışması 1890’lar ve 1930’lar arasında, zirvesine Dadacılık ve
Gerçeküstücülükte ulaşan modern sanat akımları savaşında görebiliriz. Fakat bu
sefer bu modern kendilik bilinci ve yurttaşlık haysiyetinin faşizme evrildiğini
en azından Breton (komünizm) ve Marinetti (faşizm) arasındaki büyük ideolojik
kavgadan izleriz. Modern birey, kendine yeterli, özerk ve biricik bir akıl
varlığı olarak atomist özne olarak tanımlanır evet, fakat bu tanım eşanlı bir
biçimde Rousseau’nun akıl yerine ‘doğa’yı (vicdanı) koymasını temel alan,
bireyin kendine-saygısının ve kendilik duygusunun, başkaldırı öznesi olarak
tanınmasıyla tamamlanır. Dolayısıyla
modern birey bir yandan hesapçı kitapçı atomist bir bireyken bir yandan da başkaldıran
romantik bir direnişçidir. pekei neden, Avrupa Romantizminin ilk adresi olan
Rousseau’nun ‘akıl’ yerine ‘doğa’yı referans alan vicdan öznesi sadece eleştiren ve başkaldıran biridir?
Descartes’ın aklı doğanın ve dünyanın efendisi olma hesapları yaparken
Rousseau’nun vicdanı neden sadece
başkaldırı ve eleştirinin adı olmuştur?
Çünkü Rousseau, ‘İnsanlararası
Eşitsizliğin Kaynağı’nda verdiği özgürlükleri ‘Tolum Sözleşmesi’nde geri almak zorunda kalmıştır. Olumsuzladığı
aklın araçsal kontrolü altında teknoloji ve bilimin yok etmesinden şikayet
ettiği ‘insanlık durumu’ ve ‘doğal yaşam’ı olumlayamamıştır. Eşitsizlikleri
eleştirmiş ve ona başkaldırmış fakat alternatif olarak sunduğu (bu gerçekten
bir alternatiftir) ‘iyi insan’ın ‘doğal yaşamı’nı bir yurttaşlık modeli olarak
olumlayamamıştır. [Bu alternatifin olumlandığı abartmasız tek örnek –üstelik
tüm modern uluslar içinde sadece Türkiye’de realize olanağı bulan- köy
enstitüleridir. Bu projenin bir yurttaşlık hukuku modeline dönüşme olanağı
taşıdığının hissedilmesiyle birlikte (anglo sakson zihin tarafından) imha
edilmesi, tüm bir Akdeniz kuşağı cumhuriyetçi kültürler adına heba edilmiş bir
fırsat olmuştur.] Sonuçta Rousseau kendi önerisini olumlayamadığı noktada
hesapçı aklın atomist sözleşme kuramlarının yurttaşlık hukukuna (hukuksal
yurttaşlık modeline) boyun eğmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla Grotius,
Pufendorf, Hobbes ve Locke’un politik atomculuğunun yurttaşlık hukukunu
oluşturduğu gerçek dünyada onun eleştiri ve başkaldırısı romantik bir
yurttaşlık onurunu oluşturabilmiştir. Kendilik bilincinin ve kendine saygı ve
güvenin 1848’ devrimlerindeki aidiyet (ulusal kimlik) saygısına dönüşmesi,
politik yurttaşlığı bir kültür olarak tanımlar, bir işleyiş olarak değil. Birinciler İskoç aydınlanmasından geçerek,
anglo sakson demokrasisinin, hukukunun ve günümüzde de ‘müzakere ve
mutabakat’çılığın adresi olurken, ikincisi Fransız devriminin başkaldırı ruhu
ve yurttaşlık onurunu oluşturmuş ve Saint Simon’lar Ernest Renan’lardan bu yana
tüm bir kıta Avrupa sosyalizminin başkaldırı ruhunu inşa etmiştir. Marks bu
ruhu ne kadar bilimle takviye etmiş olursa olsun solun başkaldırı ruhunun
kültürel arka planı budur. Ve birincisi ne kadar pragmatik bir kültür ise
ikincisi o kadar melankolik bir kültürdür.
Bu tarihsel bilgiyi paylaşmak zorundaydım. Çünkü
son on yıldır Türkiye’de savunulan küresel modernlik tasarımında yukarıda
birincisi olarak andığımız Kartezyen aklın kontrol etiğini yadsımayan fakat
bunu ‘doğal hak’la öznelleştiren bir hukuk, müzakere ve mutabakat kültürü
(hukuksal yurttaş) egemen olmuş fakat, yukarıda ikincisi olarak andığım kendine
saygı, kendilik duygusu ve bu saygının ikamet ettiği yurttaşlık onuruna dayalı
romantik kültür (siyasal yurttaşlık) ise bırakınız kaale alınmayı tam tersine
düşman ilan edilerek üzerinde adeta tepinilmiştir. Esasen melankolik olan bu
kültürün hüzün, keder, sinirlilik ve depresyon özelliklerinin bir gün bir isyan
modunda, Taksim gezi parkında patlayarak Anadolu’ya yayılacağını, ‘Taraf’ta cisimleşen bu kurnaz olduğu
kadar cahil, öngörüsüz ve görgüsüz iktidar şımarıklığının akıl etmesi
beklenemezdi. Bu vahşet tablosu içinde Türkiye’de özellikle son on yıldır,
yukarıda dışlanma başlığı altındaki paragraflarda açıkladığım kendine saygı kaybının
maddi temeli olan neoliberal rejimin piyasa terörünü demokrasi ve ikinci
cumhuriyet olarak meşrulaştırmak adına bireyin özgüveninin ve aidiyet saygısı
olarak yurttaşlık onurunun politik yıkımını amaçlayan bir politik ve psikolojik
savaş yaşanmıştır. Eski Türkiye, Kemalist Türkiye, TeCe, askeri vesayetçi,
darbeci, Ergenekoncu Türkiye’yi yıkmak adına her gün her saat yurttaşların
onur, haysiyet, kendine saygı ve özgüvenlerini, yurttaşlık değerlerini, kadın,
eğitim ve estetik alanındaki cumhuriyet ve modernite kazanımlarını, din
alanında desit gelenek ve kazanımlarını aşağılayan, dışlayan, alay eden, hakaret
ve küfür eden bir söylem (sadece Taraf’ı
hatırlayın yeter, ‘bavul gazeteciliği’ diye bir tabir dünyada başka hangi
ülkede vuku bulabildi?) on yıl boyunca gazetelerden, televizyonlardan ve
nihayet son birkaç yıldır devletin bütün kurum ve kuruluşlarından halkın
üzerine kusulmuştur (naçizane yıllardır
bu saldırıyla savaşıyorum). Bu son on yıla tanıklık eden hiç kimse alabildiğine
nefret dolu, bayağı yöntemlerle, etik ilke ve değerlerden yoksun, bu coğrafya
halklarının direniş mücadeleleri tarihi tarafından üretilmiş onursal bütün
değerleri ayaklar altına alan felsefi, ideolojik, psikolojik bir soğuk savaşın yaşanmadığını
kimse söyleyemez. Bütün dünyada yaşanıyor evet fakat Türkiye’de bu denli kirli
yaşanmasının altında herhalde aydın geleneğimizin ve İslamcı ve etnik ayrılıkçı
zihniyetin etik kalitesine -ben buna kısaca çarpık modernleşme diyeceğim- işaret
etmek gerekir. (Sayıp dökmek mümkün değil, sadece TSK’daki onur intiharları
sayısının bine yaklaştığını hatırlatmakla yetinelim. Bu örneği darbeci olduğum
için seçmedim, Türkiye’nin, liberal ve İslamcı saldırı altında insanlığını,
haysiyetini, onurunu yitirdiğini bütün geleceğini sermayenin lütfuna ve
kaprislerine kurban ettiğini hatırlatmak için seçtim. Neden darbeci, ya da
askeri vesayetçi olayım, Emil Zola Yüzbaşı
Dreyfus’u savunduğunda darbeci miydi? M. Kemalin devrimci direnişinin bugüne
taşınması gereken tarihsel ve toplumsal önemini belirttiğimde neden ulusalcı
oluyorum? Kürt milliyetçiliğinin sermaye demokrasisi dışında bir karşılığı
olmadığına inandığım için mi? İlkel bir ‘mağduriyet’ söylemini sermaye yapan
hiçbir hareket intikam, kin ve nefret tohumları ekmeden ve onların filizlerine
umut bağlamadan muzaffer olamaz. Kısaca hep birlikte yaşadığımız bu politik
kültürün, karşı tarafı suçlama kolaycılığını ve mağduriyetini masumiyet olarak
yaşayan köle bilincini kendi haklılığının zemini yapan ilkellikten, ancak yaşanmakta olan isyanın gerçek mahiyetini anlamak
ve onun değerlerini içselleştirmek koşuluyla kurtulabileceğimize inanıyorum. Bu
direniş politik kültürün bu anlamda yapısal bir değişimine neden olabilirse,
bunu muazzam bir kazanım olarak karşılamalıyız..
Yurttaşlık onurunun yıkılmasının karşılığı,
liberal, İslamcı ve etnikçi aydınların utanma duygularının ve entelektüel
namuslarının kaybıdır. Çünkü on yıldır
bu ülke insanının kendine saygısı ve yurttaşlık onurunu ayaklar altında
çiğneyen aydınlar (aslında 1984 Yeni
Gündem’le başlayıp 2000’lerde Taraf’la
taçlanan liberal bir çizginin sadık kalemleri olarak, M. Belge, A. İnsel: H.
Berktay, A. Altan, N. Düzel, N. Göle ve bunlara eklemlenen Ali Bulaç türünden
İslamcılar ve daha sayamayacağımız kadar çok ‘ünlü’ medya aydını ve akademisyen)
bugün sanki hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi, çıkıp televizyonlara, bütün
günahı Erdoğan’a ve onun kibirli, aşağılayıcı ve dışlayıcı retoriğine fatura
etmekte bir sakınca görmüyorlar. (M. Belge’nin akil analizine göre gençlik
Erdoğan’a öfkeliymiş ve bu bir öfke patlamasıymış. -Bunun sadece ampirik bilgi
olduğunu girişte belirttim). Bu bir utanma duygusunun, entelektüel namus
duygusunun kaybıdır. Yıllardır ordu üzerinden, tarih üzerinden, kimlik
üzerinden, kültür üzerinden bugün yaşayan
insanları (ve gözünü sizinle açan ve sizinle büyüyen 90’lar gençliğini)
küçük düşürerek, horlayarak, alay ederek, ötekileştirerek, darbeci, vesayetci,
Ergenekoncu vb. şekillerde itham ederek, ısrarla kendilik ve kimlik duygularını
hırpalayan, özgüvenlerini yıkan, yurttaşlık bağlarını paramparça eden bu
liberal, İslamcı ve kimlikçi aydınlar değil miydi? On yıldır medyada, üniversitede,
televizyonda halkın çaresizliği üzerinde tepinen hegemonik söylem kimin söylemiydi?
Sayılmayanların söylemi olmadığı kesin. Ulus devletin yıkımını demokrasi zaferi
olarak sunarken bu ülke insanının neoliberal saldırı altında bu demokrasinin küresel
kapitalizm, İslamcılık ve etnik milliyetçilik karması bir zorbalık düzeni
olduğunu halkın -sonsuza dek- anlamayacağını, idrak edemeyeceğini nasıl umabildiniz?
Ve …. alabildiğine derin, dolu ve bir sürü örneği es geçen bir vesaire…
Fakat sadece liberal aydınlar değil,
Marksist gelenekten gelenler de bu son on yılda en az liberaller kadar
öngörüsüz ve acımasız davrandılar. Şöyle ki; bu on yılda Ertuğrul Kürkçü gibi
kimi solcuların sık sık altını çizdiği ve solun dikkate almasını hatta daha öte
bu yüzden dayanışması gerektiğini öğütlediği bir ‘Kürt Aydınlanması’
yaşanmıştır. Bu önermenin altında yatan mantık şuydu; Solun referansı kalmadı,
eski hastalık tekkecilik ve dağınıklığın öngörülebilir bir zaman içinde sonuç
vermeyeceği açıktır, halk çaresiz bir teslimiyet içindedir fakat Kürtler hem
bir başkaldırı ve direniş ‘destanı’ yazmaktadırlar hem de, kendilik saygısı
talep eden bir kendilik bilinci oluşturdular. Bu kendilik saygısının aidiyet
saygısına (yurttaşlık hasiyetine) dönüştüren bir kimlik bilinci de bu aydınlanmanın
sonucudur. Dolayısıyla Kürt hareketi tarihsel olarak şu anda tük solundan daha
devrimci, direnişçi, aydınlanma değerlerine sahip ve (kadın, özgürlükler,
haklar vb. alanlarda) daha ilericidir.
Öyleyse sol gelenek, hedefini kürt hareketinin bu ilerici misyonu dolayımıyla tasarlamalı ve bu hareketle
birleşmelidir. Aşağı yukarı mantık bu. Doğrudur, son on yılda Diyarbakır
merkezli olup Kelt uygarlığına eklemlenmiş bir ‘Kürt Aydınlanması’ yaşanmış ve
kürt hareketine bahsedilen özellikleri kazandırmıştır. İki noktaya dikkati
çekmek istiyorum: birincisi son on yıl boyunca yukarıdaki son iki paragrafta
fotoğrafını vermeye çalıştığım bugün
yaşayan Türk nüfusun kendine-saygısı, güveni, yurttaşlık onuru ve bunlara
bağlı olarak aidiyet kimliği, tarih üzerinden, ordu üzerinden, kültür üzerinden
aşağılanıp, ötekileştirilip, horlanırken, eş zamanlı olarak kürt nüfusun
kendine saygısı, güveni yurttaşlık haysiyeti ve bunlara bağlı olarak aidiyet
kimliği inşa edilmiştir. Madem ‘kimlik’ bu kadar önemli, birini itibarlı
kılarken diğerini itibarsızlaştırmak nasıl olur da aynı etik referansa sahip
olabilir? Üstelik bir Marksist bunu nasıl yanıtlar? Çıplak olguyu betimliyorum,
yorumlamıyorum. Sadece soruyorum Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder ve Emep’liler,
benim için bir Kelt projesi olduğu çok açık olan, aynı coğrafyayı paylaşan
halklara karşı bu iki yüzlü politikanın neresi etik olarak tutarlıdır? Bir
yanda Ergenekon adlı bir günah keçisini Türk nüfusunun, gençliğinin ve
aydınının hemen her varoluş talebi ve itirazının karşısına koyan, öte yandan da
Kürt mağduriyetini bir masumiyet fetişi haline getiren bu etik turasızlığı ahlaken
nasıl tolere edebildiniz? Bu ahlaksız politika, bu coğrafyanın bütün
nüfuslarına karşı oynanan anglo sakson (Kelt) kapitalizminin vahşi bir oyunudur
ve aktörleri de özellikle bu iki yüzlü ahlakı içine sindiren ‘Marksistler’dir. İkinci
nokta; başkaldırı ruhunun romantizmini ve politik yurttaşlığın handikapını
(nihai olarak İskoç aydınlanmasının hesapçı akla bağlı hukuk geleneğinin
hukuksal yurttaşlık tasarımına teslimiyet olduğunu ve nedenini) yukarıda
tarihçe paragrafında verdim. Bugüne kadar bu tarihçeyi geçersiz kılan bir
örnekle pratikte de karşılaşmış değiliz. Anglo sakson proje için birlikte
yaşamanın çekirdek değeri orijin olarak ‘rasyonel insan’dır. Bu projede İnsani
eylemin motivasyonunun tüketimden başka endeksi yoktur. Denebilir ki hayır
başkaldırı ruhu Sovyetler Birliğinde bu projeye teslim olmamıştır. Dolayısıyla
teslim olmayan tek örnek odur. (M. Kemal
devriminin ilk on yılından sonra teslim olduğunu biliyoruz). O zaman şu
soru ortadadır, Sovyetler Birliğinde insani eylemin motivasyonun endeksi neydi?
Ya da aynı soruyu sosyalizm için soralım, durum değişmez. Her ikisi için de
yanıt yoktur çünkü bu sorunun Marks’ta bir yanıtı yoktur. Verilecek tek yanıt,
Lukacs mahreçli şeyleşmemiş ya da doğru bilinçtir. [Sovyetler birliğinin
düşünürleri Aristoteles’ten Kant’a dek bu sorunun yanıtı için bütün metafiziği
yardıma çağırmışlar hatta özellikle 40’lardan sonra eserlerinde bol bol Hıristiyan
papazlara başvurmuşlardır. -M. Kagan başta olmak üzere-] Sonuçta elde kalan doğru
bilinç, kısaca bilinçtir. Yani, Anglo sakson çekirdek değer olan Rasyonel insan
sosyalizmde karşımıza ‘doğru bilinç’ olarak çıkmıştır. Fakat terslik, birincisi
motivasyonunu tüketimde bulurken, Sovyet bireyinin önüne üretimden başka hiçbir
seçenek konamamıştır. Niye anlatıyorum bunları, sonuçta ‘Sovyetler Birliği de
teslim olmuştur’ demek için/ üstelik bu bir olgu. O halde Kürt başkaldırısı ya da direnişi?!!!
Bağımsız, onurlu, ve haysiyetli bir başkaldırı mıdır? Ki inşa ettiği kimliği
taşıyanlar o haysiyeti yaşayabilsinler. Gerçek şudur: bu başkaldırı Amerika’nın
taşeronluğunu yaptığı bir Kelt projesidir. (Amacı şudur budur, o emperyalizm ya
da küreselleşme analizlerine kalsın.) Fakat olgu budur. Fransız devriminin,
Türk ve Rus devrimlerinin yurttaşlık onuru ve haysiyet temelli Rousseaucu ruhu
ile Keltlerin hesapçı aklının kurnaz ve ikiyüzlü ahlakının vesayeti altında bir
‘başkaldırı’ asla karşılaştırılamazdır. Bu da doğaldır çünkü ‘tarih’ diye bir
şey var ve başkaldırının bir yurttaşlık hukukuna çevrilmesi henüz başarılamadı
(en son örnek Arap isyanları.. sonuç ortada). Sovyetler Birliğini bile çökerten
o kapitalist tarihin PKK’ya ya da KCK’ya kapitalizme ‘teslim olmama’ iznini
vereceğini söylemek herhalde insanları aptal yerine koymaktan başka bir anlama
gelmez. Öyleyse şu kimliğe endeksli ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘eşitlik’
‘solculuk’ masallarının anlamı ne? Bence
yeni yetişen türk kürt bütün genç kuşaklar bu 20. yüzyıl soğuk savaş aklının
bütün kurnazlıklarının üstüne bir sünger çekmek üzere ayağa kalkmıştır. Aslolan
budur. geri kalanı için bir vesarie de buraya..
Başkaldırının
Olumlanması: Varoluş Duygusu Olarak Kendilik
Gezi isyanının; Kuzey Avrupa’nın hukuksal
aklı ve güneyin -Rousseau’nun başkaldırıyı olumlayamadığı (yani bir yurttaşlık
modeline dönüştüremediği)- romantik ruhuna karşı, başka deyişle hukuksal yurttaşlık
ve siyasal yurttaşlığın her ikisinin de devleti yeniden üreten, ya da bu
yarılmayı mümkün kılan şeyin bizzat devlet olduğu modele karşı, başkaldırıyı
olumlayıcı bir model (komünal demokrasi) sunduğunu iddia etmek istiyorum. Bunu
bütün boyutlarıyla burada elbette tartışmayacağız. Ancak modelin en temel
çekirdek değerini kavramaya çalışmakla yetineceğiz. Şu sonuca ulaştığımızı
düşünüyorum, Türkiye’de bireyler son on yıldır süregelen (ekonomik ve politik)
iki büyük saldırı sonucunda aidiyet saygılarının, yurttaşlık onurlarının
dayanağı olan kendine saygı temelindeki kendilik bilincini ya da kendilik duygusunu
ya kaybetmişler ya da kendilik saygısı ve onursuzluğun eşiğinde, gözetimle
denetlenen ve ‘kamp’a tıkılan bir yaşamı kabullenip kabullenmeme noktasına sürüklenmişlerdir.
Moderniteyi ve ulus devleti ayakta tutan çekirdek ‘birey’ ve ‘yurttaş’tı. Modernite ve ulus devletin yıkımının faturası
‘birey’ ve ‘yurttaş’a çıkmıştır. Gezi parkından başlayan isyanının haber
verdiği en önemli olgu, modern birey ve ulus devletin yurttaşının sonunun yaşanmakta olduğudur. Bu bir
kriz uğrağıdır. Üstelik, bunun bir kriz olarak yaşanıyor oluşu son derece doğal ve olağandır. Ancak, bu
‘bireyin saygınlık’ krizi aynı zamanda 21. yüzyıl komünal uygarlığının öznesi
olacak bir ‘bireyötesi’ varlığın (tekilliğin) doğum sancılarına da işaret etmektedir.
Ki krizi umut olarak okumayı mümkün kılan da budur. Yani Taksimde ve 78 ilde
sokaklara dökülen özellikle gençler ve kadınlar, zaten modernitenin tanımladığı
anlamda saygınlığını salt ‘akılda’ ya da ‘tüketimde’ temellendiren birey
olmaktan çıkmışlardı, çıkmaktaydılar. Direniş bu anlamda modern birey öznenin
modern sonrası bireyötesinden ayrışmasının hem birey hem de toplum düzeyinde
bir bildirimidir. Ne demek istiyorum? J.L. Nancy (Corpus, 2008)’de, Kant’ın Prolegomena’daki
(1995) bir dipnotunda çok önemli bir ipucu yakalar ve bunu geliştirir: “Kant Prolegomena’da bir notta (1995: 46.
paragrafın 1 nolu notu -hç.), tözsüz ve kavramsız “kendi”nin sadece bir
“varoluş duygusu” (Gefühl eines Daseins)
olduğunu yazdı. Üstelik Kant gefühl (hissetme)
diye bir madde açmaz, duygu ya da bu duygu demez, fakat ‘kendi’, bir varoluş
duygusudur. “Kendi” bir varoluş hissidir. Eğer biz Kant’ın formülünü titiz bir
biçimde geliştirirsek, bir varolma duygusu, kendilik duygusu, diyelim bir masa
gibi, bizzat dışarıda bir varoluş olduğu anlamına gelmez. Varolma, varoluş
olarak hissedilen şeydir. Bu, kendini, öznenin bir parça arkada kaldığı, bir
varoluş olarak hissetmesi demek değildir. Artık ‘arkada’ bir özne yoktur.
Sadece ‘kendiyle ilişkili olduğu ölçüde’ bir dışarısı, bir “kendilik duygusu”
vardır” (Nancy, 2008:132). O halde modernite Türkiye’de de çözülürken kendi’yle
ilgili olarak şöyle iki konumsal durumla karşı karşıyayız: bir kendilik duygusu, kendilik
bilinci olarak kendi (Ben) ve bir varoluş duygusu olarak kendi (Biz). Direniş
bu iki ortak ölçülemez ‘kendi’ anlayışının belirgin bir biçimde ayrıştığını çok
net olarak ortaya koymuştur. Burada uzun
felsefi izahlarla okuru sıkmak istemiyorum. Sonuç olarak Gezi parkı direnişinde
yaşandığını ve açığa çıktığını gördüğümüz şey; kendine-saygıyı güçlendiren bir kendilik
bilinci (öz bilinç) olarak akılcı kendi’den (rasyonel insan’dan) kendilik
problemini, ontolojik ve etik bir ‘kendilik dokunuşuyla’ anlayan ve yaşayan bir
varoluş duygusu olarak kendi’ye (Biz’e)
geçiş, ya da başka deyişle derin ve içsel bir yalnızlıktan dışsal ortak bir
varoluşa geçiştir. Bu karşılaştırılamaz olan iki kendilik anlayışının direnişte
tecelli eden, özbilinç olarak değil varoluş duygusu olarak kendiliğin
anlaşılmasındaki anahtar kavram, Nancy’nin bir beden deneyimi olarak ifade
ettiği ‘kendilik dokunuşu’dur. Daha açık anlamak üzere yine Nancy’e başvuralım:
“Ve ruh adı altında
düşünülen şey beden deneyiminden başka bir şey değildir.
… Ruh beden olan deneyim için bir addır. … Neyin
deneyimi? “Kendilik duygusu”nun, kendi üstüne dokunmanın deneyimi. Fakat
“kendilik-dokunuşu” aslında dokunulabilen bir şey olmadığı sürece, kendi üstüne
dokunma belirli bir biçimde dokunulamaz olana dokunma deneyimidir. …Beden
dokunulamaz olana belirsiz (tanımsız) biçimde bir dokunma deneyimidir -fakat
dokunulamazın arkasında içeri ya da içsel hiçbir şey, ya da bir kütle ya da bir
Tanrı, hiçbir şeyin olmadığı anlamında. Dokunulamaz onun dokunma olgusudur.
Bunu söylemek için başka bir sözcük kullanabiliriz: dokunan şey, aracılığımızla
dokunduğumuz şey, duygunun (emotion) düzenine dairdir. Duygu bizim
için çok zayıf bir sözcüktür, fakat duygu eylem, hareket, sarsılma, etkilenme,
ihlal demektir. Belki çok çarpıcı olan başka bir sözcük daha yakalayabiliriz: heyecan (commotion = şamata, kargaşa, ayaklanma). Bu sözcük “ile”yi (cum) ortaya koyma avantajına sahiptir. Heyecan, ile harekete geçmiş olmadır” (2008:
134-135).
TV’de izliyoruz, bir genç, ‘bir gün geçse
buraya gelmeyi özlüyorum, bu duyguyu anlatamam’ diyor.. yine,
toklaşmalar, kucaklaşmalar, bakışmalar, konuşmalar, şakalar, kahkahalar,
şarkılar, halaylar, dün bu insanlar polisle amansız bir savaş deneyimi
yaşadılar, arkadaşları yaralandı, içeri atıldı, polis copları sırtlarında
patladı, fakat bugün ‘bir arada yaşamanın mutluluğu’ apaçık. Koşa koşa taksime
geliyorlar. Bu duygu ve bu heyecanı anlatmak kolay değil. Geleneksel solun arayıp bulamadığı, yokluğuna hayıflandığı şey bu
heyecandır (heyecan mevcut işleyişin
sunduğu olanaklarla değil, birlikte yaşamayı mümkün kılma olanaklarını yaratma
eylemidir. Bu yüzden de mevcudun işleyişini bozan bir karmaşa, gürültü ya da
ayaklanma kipindedir). Bütün bir Gezi Parkı direnişinin yoğun bir dokunma ve
temas üzerinden işlediğini söyleyebiliriz; polisten kaçarken ya da yeni
mevzilere koşarken tek bir beden gibi dalgalanmalar, yaralananlara koşanlar,
taşıyanlar, sloganlar, ve yukarıda tasvir ettiğimiz gezi parkındaki komünal
yaşam. Hepsi her şey temelde ‘başkası ile birlikte’ oluşun duygusuna (dokunulamaz
olana) dokunma deneyimleridir. Tencere tava şakırtıları eşliğinde sloganlar
haykıran kadınların yürüyüşü, birbirlerinin gözlerinden, seslerinden, bedensel
varlıklarından güç, enerji, neşe, güven, coşku devşiren muazzam bir varolma
duygusuna (dokunulamaza) dokunmanın, dokunuyor olabilmenin deneyimidir. Ev
kadınlarının yüzlerinin gülmesi, gözlerinin parlaması bundandır. ‘çocuklara
bugün makarna getirdim, hayranım onların kararlılıklarına’ gülerek geçip gidiyor
aşevine doğru.. yetmişlik bir nine bir ekmeği naylona srmış genç bir çocuğa
uzatıyor, fotoğraf karesi, ya da şu çok ünlü ‘deiremeye gidiyorum geleceğim’
yazının hemen altında bir ekmek torbası asılı. Öyle yakın, öyle dostane bir
itiarz ki, hani eve gidiyorum geleceğim der gibi, direniş evle özdeş. Bu
hiçbir hukuksal yurttaşlık ya da politik aidiyet yurttaşlığıyla (yani devletli
modellerle) alakası olmayan, insanın en doğal varoluş duygusu olarak
kendiliğini bulduğu Biz’le buluşma, ‘Biz’e dokunma deneyiminden başka bir şey
değildir. Gezi parkındaki gündelik
yaşam, gelenler ve gidenlerin sürekli konuşmaları, şakalaşmalar, bir şeyler
anlatmalar, ses tonlarındaki yükselmeler alçalmalar, heyecanlanmalar, bir şeyler getirip götrümeler,
temizlik yapmaktan kitap okumaya, şarkılar, şiirler, halaylar, danslara dek
hareket, eylem ve konuşmaların duygusal yoğunluğu ve heyecanı bir şeye, o
dokunulamaza, birlikte yaşamaya- dokunulduğu hissi, işte bir varoluş duygusu
olarak kendinin, kendine dokunuşu budur.
“İle” nin (cum/with/mitsein/), böyle basit bir sözcüğün, bütün o modern
bireyin, tek başınalığına, o mistik ya da gizemli zihinsel içselliğinin yalnız
kahramanına olduğu kadar doğanın ve dünyanın efendisi olma kibriyle tahakküm
eden aklın araçsal kontrolüne, dünyayı nesneleştirmesine karşı, devleti ele
geçirmeye endeksli bütün hukuksal yurttaşlık ve politik yurttaşlık modellerine
karşı bu denli radikal bir itirazın adı olması, şaşırtıcıdır. Asla tek başına
bir birey yoktur, bu modern aklın bir spekülasyonudur. İnsan …ile biliktedir; varlıkla birlikte vardır. Onun mevcudiyeti
‘başkasıyla birlikte olma’ (being with
one another) kipindedir. Birlikte yaşamaya dair birçok felsefi (Hegelci) tasarımdan
farklı olarak Gezi direnişi birlikte yaşamayı, bir ontoloji, varoluş duygusu
üzerinden anlamamızı mümkün kılar. Fakat bunun için öznenin artık ‘akıl’ (cogito) değil ‘beden’(corpus) olduğunu kavramamız gerekir. Beden,
meydandır, sokaktır, ortaklıkta olma’dır, ilişkidir, konuşmadır, başkasıyla
birlikte oluştur, kısaca yaşamaktır. Arzuların tüketime ayartılmasıyla değil,
duygu ve heyecanla (emotion ve commotion’la) harekete geçmiş bir ‘ortaklıkta
oluş’a (being in common) dokunma
deneyimidir. Bu deneyim her
şeyden önce J. Ranciere’in dediği gibi, sayılmayanların sayılması olarak
politikadır. Dışlanmışların politik alana girmesinin bir adı olarak demokrasi
deneyimidir. Ve buna komünal demokrasi demeyi yeğliyorum. Komünal demokrasi aynı
anda etiğin cisimleşmesidir. Çünkü burada, ister kendilik bilincinin, aklın içsel buyruğu (yasanın buyruğu olan
ödev) olsun, ister dünyevi bir sultanın ya da aşkın bir tanrının bireye dışsal buyruğu olsun, bir arada yaşama
pratiği içinde eylem artık buyruk yoluyla ahlaki bir tutarlılık kazanamaz.
Tersine ahlaki buyruk son derece yabancı bir müdahaledir. Çünkü Gezi parkı
direnişinde ahlakın içsel/zihinsel kaynakları tam tersine dışarı, varoluş
duygusu olarak kendiliğe, ontolojik bir ‘ortaklıkta olma’ya aktarılmıştır.
‘Kendilik dokunuşu’ hem varlıksal, hem etik bir ‘ortaklıkta oluş’tur. “Ontolojiden bağımsız bir etik olamaz. Sadece
ontoloji, aslında tutarlı bir tarzda etik olabilir” (Nancy, 2000:21).
Burada kısaca, Gezi Parkı ve devamı
eylemlerdeki başkası ile birlikte oluş deneyiminin duygunun
düzeninde ya da heyecanla harekete geçen, kendilik dokunuşunu anlamamızı mümkün
kılacak bir örneği sunarak bitirmek istiyorum. TV’de izledim, Hava Yolları
grevcilerinden hosteslerin mesleki jestleri kullanarak yaptıkları protesto
gösterisinde, grevciler taleplerini ve gezi direnişini anlatan bazı talimatlar
veriyor ve hostesler koreografik bir düzen içinde bu talimatları uygun
mizansenlerle gösteriyorlardı. Bir ara şöyle bir talimat duyuldu; “moral ve
motivasyonunuzu yanınızdaki yoldaşınızdan alacaksınız, bunun için kollarınızı
uzatın, sıkıca birleştirin, birbirinize sarılın ve okşayın.” Bunu mizansen
olarak aynen yaptılar, sarıldılar, sırtlarını okşadılar. Sanırım sadece bende
değil tüm izleyenlerde yoğun bir duygusal sarsıntı yarattıklarından eminim.
Sırtı sıvazlanan ve okşana yoldaş beden aracılığıyla dokunulan, tam da dokunulmaz olan kitlenin kolektif varlığıydi, 'Biz'di. Moral ve motivasyonunuzu yanınızdaki yoldaşınızdan alacaksınız. Çılgın bir şey
bu, tüm modern tarihi yerle bir eden bir manifesto. Eyleminin ilkesi ve güdüsü
ne aklın yasası, ne bir dinin buyrukları, ne bir örgütün talimatları, ne
gelecek güzel günler masalı ne de virtrinlerden fışkıran mallardı. Eyleminin
güdüsü yanındaki yoldaşındı. Bütün isyanın etiği grevdeki emekçiler tarafından
bu ontolojide özetlenmişti. Zira bu ontoljide ne bir etnik köken ayrımı, ne bir
inanç ne de cinsiyet ayrımı vardı, bütün bedenler, doğanın, meydanın, sokağın
kutsadığı bütün bedenler bir tekilliğin,
bir ‘biz’in bedenidir. İsyanın ruhu bir varoluş duygusu olarak kendinin, ‘biz’e
dokunuşunda cisimleşmiştir.
AKP
…vesaire
İki tür muhafazakarlıktan söz edilebilir
batı tipi entelektüel, akılcı muhafazakarlık; müzakere politikaları ve hukuk
olarak cisimleşir. İkincisi Ontolojik muhafazkarlık; dinsel ya da özelde sünni
siyasal islam muhafazakarlığı; ‘doğal beceri’nin içgüdüsel saldırganlığı olarak
cisimleşir. Ontolojik muhafazakarın ‘iktidar’dan anladığı, dost-düşman ayrımına
karar verme yetkisidir. Elinde kimin dost kimin düşman olduğuna karar verme
yetkisinden başka hiçbir ölçü ya da referansı olmayan, iktidarı bu yetkiye
dayanan Başbakan (ki o kendisine son zamanlarda artan dil sürçmelerinde
‘başkan’ demektedir), bugüne kadar hiçbir konuda taviz vermedi. En rasyonel
gerekçeler önüne geldiğinde bile attığı adımdan, söylediği şeyden geri dönmedi.
Geri dönemez, taviz veremez çünkü muhatabın itiraz ve taleplerini ‘Düşman’
kategorisi dışında algılayamaz. Titremenin (bundan tekbir anındaki ontolojik
titremeyi anlayınız) ontolojik katılığı buna izin veremez. Direnen halk için
makul olanı kendisi için makulleştiremediği sürece geriye tek yöntem kalır, direnenlerin
ve halkın makul gördüğü her şey
itibarsızlaştırılmalı, marjinalleştirilmeli ve gündem dışına atılmalıdır [bu
yüzden ‘gündemi ben belirlemezsem nasıl başbakan olurum?” sorunu fantezi değil
yapısal bir sorundur]. O halde varlığını hakim kılmanın tek ölçüsü düşmanı
itibarsızlaştırmak olan bir vecd (öfke) anında, Taksim gezi parkı eylemcileri bir
bütün olarak ‘birkaç çapulcu’, eylemleri de ‘vandalizm ve terör haline geliverir vb.. Ayrıca seçim sandığı dışında ‘hükümet istifa’
sloganını attıkları için darbeciliktir. Yakında polisimiz, gençliğimizi bütün görüntüleri tek
tek tarayarak, okullarına, evlerine yurtlarına baskınlar yaparak darbecilikten
içeri alacaklar ve Silivri’de ikamete memur edeceklerdir :). Özetle, AKP faşizmine, direnişlere katılanlara ara sokaklarda pusu kuran (resmi ya da sivil) AKP militanı sahra köpeklerine, sivas ve maraş katliamlarını hatırlatan Rize'deki linç provasına, AKP' nin sonuçları önceden çalınmış seçim yoluyla asla iktidarı bırakmayacağına, onun geleneksel bir parti değil sermayenin çete yapılanması olduğuna vb. vb. dair söylenecek bir dolu şey var fakat malumun ilanıyla ilgili bu dökümler istenirse medyadan da derlenebilir. Dolayısıyla ...vesaire.
Fakat vesaire olmayan çok çıplak bir gerçek
var. AKP’nin gerçek alternatifi bu komünal direnişle Türkiye politik sahnesine
girmiştir. Varlıksal (ontolojik) muhafazakarlık ve yine varlıksal olan birlikte
yaşama ontolojisi. İki ontolojik hareket, aralarında asla uzlaşma olamaz. Çünkü
her ikisi için de politika bir varoluş politikasıdır. Geriye kalan tüm rasyonel-politik MKYK’ları
20. yüzyılda kalmışlardır. Dolayısıyla, hiçbir şeyi fakat hiçbir şeyi ‘eski’
dönemle karşılaştırmayalım, çünkü küreselleşme ve islam faşizmi altında her şey
yeniden kavranmak durumundadır. Bu anlamda 21. yüzyıl politika sahnesinin iki
temel aktörünün Gezi parkında ve yurdun dört bir yanındaki direnişlerde karşılaştıklarını
söyleyebiliriz. Bu karşılaşma nihai olarak ilkel bir içgüdü korkusuyla
entelektüel ve etik olgunluğun karşılaşmasıdır. Tarih zaman zaman tersine aksa da nihai
olarak varolma iradesinin önünde hiçbir gücün duramadığına tanıktır. Şimdilik
bitirirken, Anonymus’cular, Readhack’ciler sizleri gözlerinizden öpüyorum.
hç.
Kaynakça
Kant, E (1995), Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev.İ. Kuçuradi, T.felsefe
Kurumu, Ank.
Kant, E. (1995), ….Prolegomena, Çev: İ Kuçuradi-Y.Örnek, Türkiye felsefe Kurumu, Ank.
Nancy, Jean-Luc, (2008) Corpus, Trans. Richard A. Rand, Fordham University Pres, New York (içinde ‘Ruh Üzerine; ss. 122-149’un çevirisi
için bkz., http://sinirdan.blogspot.com/2013/02/ruh-uzerine.html
)
Nancy, Jean-Luc, (2000) Being Singular Plural, Trans. R.D.
Richardson, Standford University Press, Standford California
Ranciere, J. (2007) Siyasalın Kıyısında, Çev.Aziz ufuk Kılıç. Metis, ist.
Ranciere,J (2005) Uyuşmazlık /Politika ve Felsefe, Çev.Hakkı Hünler. Ara-lık yay.
İzmir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder