Ders çıkarmak; ya manipülasyon içindir, ya
modadır ya da ihtiyaç. Ortak dil yaratmak ve ortak kavramlar üretmek, direnişin
forumlarında dile geldiği gibi birlikte yaşama çabası için bir ihtiyaçtır. Bir
kodlama değil, anlama çabası olarak ‘ders’in anlamı budur.
Bu anlamda özellikle iki temel gösterge öne
çıkıyor; Direnişin demokrasi anlayışı ve önerdiği politik kültür. Direniş bu
iki temel başlık altında bir fark üretti ve bu fark politik bir heyecan
yarattı. Ve sonuçta Olay ülke sathında ‘sokağa çıkanlar’ ve ‘evde kalanlar’
olarak iki kitlesel görünürlük kazandı. Her iki görünürlüğün kendi içinde
farklı nedensellikleri olsa da temelde ‘sokağa çıkanlar’ ve ‘evde kalanlar’
ikilisinde açığa çıkan şey kategorik olarak taban tabana zıt felsefi, kültürel
ve politik bir olgudur. Bu olguyu mevcut politik tarafların kendi geleneksel
vizyonları içindeki anlama çabaları ve yorumları ile yetinemeyiz. Çünkü bu
düzeyde bürokratik çıkar işbaşındadır ve bu -aşağıda değineceğimiz gibi- önemli
bir sorundur. Öte yandan Direniş bize, her şeyden önce, son on yıldır topluma
saldıran neoliberal piyasanın ve muhafazakâr islamcı politikanın alternatifini ‘anlama
olanağı’nı sunduğu kadar, Direnişin yoğunlaşması, yaygınlaşması ve
kitleselleşmesinin koşullarını ‘anlama (ve belki de anlatma) olanağı’ sunuyor. Bu
olanağı üç başlık altında irdeleyebileceğimizi düşünüyorum: ‘Direniş Ruhu’, ‘Komünal
Demokrasi’ ve ‘Melankoli ve Humor Kültürleri’.
Direniş Ruhu
I
Daha önce, “Direngezi, Saygınlık Krizi ve Komünal Demokrasi” adlı yazıda
irdelediğimiz ‘dışlanma’ (ve dışlanmanın sonucu olarak saygınlık krizi) zemininde
bir kavrayışı izleyerek diyebiliriz ki; teorik
sorun; Marks’ın ‘genel zeka’ dediği entelektüel emeğin sermaye tarafından
öznelleştirilerek kâr’a dönüştürülmesi olgusunun hem bu direnişte cisimleşmiş
olmasını hem de bu (sadece eski orta sınıfla tanımlanması mümkün olmayan) entelektüel
emeğin politik davranışının mahiyetini kavramak zorunlu ve gereklidir. Hiçbir
politik figür tarih sahnesine yalın ve salt olarak çıkmaz. Her yeni gelen,
bugüne dek direnişi zaten taşımış olan giden çağın aktörleriyle birliktedir ve yaşama
hükmedenlere karşı mücadele süreci aynı anda onun kendi öznelliğini üretme
sürecidir. Gezi parkı direnişi bu tabloyu her açıdan cisimleştirmiştir. Yine
tarih -fakat bu kez yenilgiler tarihi- bize şunu öğretmiştir; aynı hedefe
saldıran gelenler ve gidenleri birbirine kırdırmak egemenlerin zaferinin yegane
belirleyici gücü olmuştur (TV’lerde ‘gezi parkı’ ve ‘taksim’ ayrımı üzerinden coşturulan
ve masum çocuklar ve vandallar ayrımını meşrulaştıran söylemin politik hedefi
budur). Fakat ilk kez tarih bu oyuna gelmeyecek denli yetkin bir ‘bireyötesi’
figürü direnişin meydanlarında, sokaklarında ve forumlarında politika kulvarına
sokmuştur [basit düzeyde; birey olarak bireyselleşmeyi, diyelim kitap okuyan
biriyle örneklersek, internet vb. iletişim ağlarına bağlanan birinin bireyselleşmesini
ilişkisel ve etkileşimsel bir tekillikle (bireyötesilikle) örneklendirebiliriz.
Birincisi edilgin ve sabit ikincisi etkin ve süreçsel bir kipleşmedir (bkz. E. Balibar’ın
bu blogtaki ‘Bireyötesilik’ makalesi)]. Burada esas olarak tam da bu figürün
yani entelektüel emekçinin (ya da aynı kaderi paylaşacağını çok iyi hisseden eğitimli gençliğin) politikanın
yeniden tanımlanmasını gerektiren politik tavrının, özellikle siber dünyada ve
o dünyanın ‘sokak, meydan ve forumlar’daki cisimlenişinde, direniş taleplerini ‘ortaklaştırma’
(komünalize etme), örgütleme ve karar üretme vizyonunu öne çıkararak komünal
demokrasinin (temsil sonrası demokrasinin) devrimci ruhunu kavramaya çalışmalıyız.
Pratik sorun: eyleminin motivasyonunu
içsel ya da dışsal, akılsal ya da ahlaki buyruk’tan
alan bireylerden oluşan kolektif, yan yana duran bir bireyler toplamıdır.
Onların birlikteliği ve bağ’ları dışarıdan ya da kendilerinden aldıkları
‘buyruğa’ kara sevdalı oluşlarıyla anlam ve güç kazanır. Bu noktada politika
bir kara sevda politikasıdır. Oysa entelektüel emekçi için eylemin motivasyonu
(ileride açacağımız üzere, kavramsız, dolayısıyla buyruksuz) bir varoluş duygusunun, bir direnme ruhunun deneyimidir.
Bu deneyim içinde kolektif, bireylerin yanyanalığından oluşmaz, tersine
varlıksal bir ‘başkası ile birlikte oluş’ta
vuku bulur. Burada birey yoktur, ya da birey bir eşiği aşarak bireyötesi bir
tekillik (dışsal bedenler yoluyla etkilenmiş bir beden) haline gelmiştir. Ve
etik artık ne vicdan, ne sorumluluk, ne din ve ne de ideolojinin buyruklarına
boyuneğiş konusu değil, bizzat bir varolma, varlığını koruma (kendini bir varoluş
duygusu olarak hissettiren etkileşimi her an yeniden üretme) çabasıdır. Ben ve
öteki başta olmak üzere her tür ayrım ve farkın geride kaldığı bir deneyim ve
süreç. O halde kolektifin modern bir ‘kitle’ ve o kitlenin davranışı olarak
direniş ile tekilliklerin varolma çabası olarak direniş arasındaki farka
tekabül eden birey ve bireyötesi arasındaki eşik sorunu her tür kavrayış için
bir hareket noktasıdır. Bu anlamda, Gezi Parkı Direnişi bütün boyutlarıyla bu
eşiğin aşıldığını kanıtlar. O eşik modernitenin ‘rasyonel insan’ eşiğidir.
Şimdi, belirleyici unsur olarak ‘rasyonel insan’ eşiğinin aşılmasının hem
sokağa çıkanlar hem de evde kalanlar açısından taşıdığı anlamı kısaca açalım.
İhtiyar modernitenin sancak direği E. Kant
‘Aydınlanma nedir?’ diye sorar ve şöyle yanıtlar; 'Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş
olduğu bir ergin-olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya
başlamasıdır'. Kant’ın ‘ergin olmayış durumundan kurtulma’ ya da ‘olgunluk’la
kastettiği şey, kişinin ‘aklını kendisinin kullanması’dır. ‘Olgun’ kişinin
aklını kendisinin kullanması teması
Batıda, J. Locke’dan geçerek, J. Bentham ve J.S.Mill ile birlikte 20. yüzyıl
kapitalist refah toplumu çerçevesinde pragmacı bir ‘rasyonel öz-çıkar’ (kendi
çıkarı) güdüsü olarak tecelli etmiş ve ‘mutluluk’ tanımına dönüşmüştür. Aklın
araçsal denetiminin, öznenin ötekini bir düşman, amacının/çıkarının ne olduğu
bilinmeyen bir yabancı olarak algılamasına yol açtığı, dolayısıyla birlikte
yaşamayı, ötekini kendi amacı için araç kılabildiği ölçüde ve rekabet içinde
yaşamak (didişmek ve galip gelmek) olarak kavradığı araçsallık eleştirisi
noktasında, Frakfurt Okulu’ndan Postmodern’e dek muazzam genişlikteki külliyatı
hatırlamakla yetinelim. Öte yandan sorunun Marksizm içindeki mahiyeti de
önemlidir çünkü aklını kullanma/rasyonel çıkar güdüsü aynı zamanda ortodoks
Marksizm tarafından da benimsenmiştir; “proleterlerin bir kez kapitalist
sistemi devirmenin kendi çıkarlarına olduğunu bilmeleri yoluyla, kolektif
amaçlarını gerçekleştirmek için hareket edeceklerini varsayan, başarılı
devrimci eylemin basit bir ‘devrimci motivasyonun rasyonel öz-çıkar kuramı’ denebilecek
bir kavrayış da benimsenmiştir. Devrimci önderliğin rolü (Marx onlara
komünistler diyor) proleterleri, çıkarları doğrultusunda eğitmek ve onlara taktik
ve stratejik kılavuzluk sağlamaktır” (A.Buchanan, 1986:129-134). Solun
tarihöncesinden bahsettiğimizi, ve o tarihöncesinden bugüne sarkan bir probleme
(‘evde kalanlar’ nasıl politik özne olacak?) işaret ettiğimizi unutmadan Marksist
devrim kuramının, aslında her tür kamusal çıkar eylemi için geçerli olduğu gibi
rasyonel öz çıkarcılığın ‘bedava yararlanma/serbest takılma’ (free-rider) blokajı sorunuyla karşı
karşıya kalmış ve tarihsel olarak güven sorununu aşamamış olduğunu hatırlayalım.
Çünkü rasyonel öz çıkar (kendi-çıkarı) güdüsünü ‘başkasına güven’ sorunuyla
uzlaştıracak (her ne kadar Habermascı liberallerin iddiası bu olsa da) akılcı hiçbir çözüm ya da ikna prosedürü yoktur. Her halükarda
modernite dünyasının temel sorunu rasyonel öz-çıkar ile kamusal çıkar arasında
bir seçim sorunu olarak düğümlenir. ‘Kamusal çıkar’ burada, kamusal yarar
üretecek şekilde evinin önünü süpürmekten, doğa ve çevre duyarlığı, temiz hava,
enerji tasarrufu, tüketici hakları, kadın sorunu vb. somut sorunlar özelinde
kamusal yarar üreten etkinliklere katılmaktan, bir ayaklanma, isyan ya da
devrime katılmaya kadar sonsuz veçhesi olan bir genişliktedir. Allen
Buchanan’ın ‘Marxism and Liberalism’ (1986:129-34)
derlemesinde yer alan makalesinde verdiği, ‘rasyonel öz çıkar’ matrisini
özetleyerek sorunun çerçevesini net olarak görebiliriz.
Matrisin parametreleri şunlardır: i) kamusal yararı üretmek bir grup
insanın katkısını gerektirir, ii)
eğer bu yarar üretilirse, o, bu yararın üretimine katılmayanları da içerecek
şekilde o gruptaki herkes için ulaşılabilir, kullanılabilir ve elde edilebilir
bir yarardır, iii) kamusal yararın
üretimine katkıda bulunmayanları pay sahipliği dışında tutmak hem mümkün
değildir hem de buna tevessül etmenin toplumsal maliyeti çok yüksek olur, iv) her bireyin kamusal yarar üretimine
katkısı, o birey için bir maliyettir ve v)
eğer kamusal çıkar üretilirse, her bireyin elde edeceği yarar katkısının
maliyetini aşacaktır. Şimdi bu koşullar altında rasyonel insan, ya da aklını
kullanan birey toplumsal yarar üretimine katkı koymaktan çekinecek ve
katılmayacaktır. Çünkü, aklını kullanan birey ya başkalarının çabalarından/ mücadelelerinden
bedava yararlanmak ve yararı maliyetine maruz kalmaksızın elde etmek isteyecek
ya da başkalarının kendisi katkı koyduğunda katkı koyacaklarına güvenmediği
için katkıda bulunmaya isteksiz olacaktır. Eğer başkasına yönelik böyle bir
güven olsaydı, zaten başkalarının mücadelesiyle elde edilen yarardan bedava
yararlanma niyeti de olamazdı. Şimdi Buchanan’ın karar matrisine (s.130)
bakalım:
Aklını kullanan, yani bireysel çıkarı
maksimize eden birinin ilk tercihi sol alttaki 1 no’lu kutu olacaktır; birey
katılmıyor, başkaları katılıyor ve herkesin yararlanacağı gurup çıkarı
oluşuyor. Bedavacı yararlanma (serbest takılma) sorunu budur. Yukarıdaki 2
no’lu sol kutu bedavacının ikinci tercihidir, ancak kamusal yarar, beklenen
bireysel faydayı maksimize etmesi anlamında eğer bireyler akıllıca hareket
ederlerse yine üretilmeyecektir. Denebilir ki, kamusal yarar sorunu, ille de
bireysel faydayı maksimize eden bedavacı bireylerden (kapitalizmin herkesi
kendi çıkarı için araç olarak gören rekabetçi bireylerinden) oluşmaz, kamusal
yararı maksimize etmeyi öngören bireylerden de oluşabilir. Bu durumda aynı
matris, bireysel yararı değil, kamusal yararı maksimize etmeyi arayan serbest
takılma sorunu için yine kullanılabilir. Örneğin kamusal yararı maksimize
etmeyi öngören birey şöyle akıl yürütebilir: “benim katkıda bulunup
bulunmadığıma bakılmaksızın ya yeterli sayıda başkaları katkıda bulunacak ve
böylece kamusal yarar üretilecek, ya da yeterli sayıda başkaları katkıda
bulunmayacak ve yarar üretilmeyecek. Eğer yeterli sayıda başkaları katkıda
bulunursa, benim katkımın maliyeti işe yaramayacak, fakat grubun yarardan elde
ettiği kazanımda bir kayıp oluşmayacaktır. Eğer kamusal yararı üretmek için
yeterli sayıda başkaları katkıda bulunmuyorsa, o zaman benim katkımın
maliyetleri boşa harcanmış olacak ve grup yararında da bir kayıp
oluşturmayacaktır. Her iki durumda da ben grup yararını maksimize etmek için
katkıda bulunmamalıyım”(131).
Beklenebileceği gibi ilk elden Marksist
devrim kuramının sadece bir kamusal yarar sorunu olarak görülmesine itiraz
edilebilir. Peki bu itiraz ister bireysel yararı ister kamusal yararı maksimize
etmeyi seçsin rasyonel öz çıkar sorununu yani ‘evde kalanlar’ olgusunu ortadan
kaldırır mı? Hayır. Şimdi Gezi Parkı direnişi özelinde (ya da genel olarak her
tür kamusal yarar üreten faaliyetlere katılımlarda) ortaya çıkan ‘evde
kalanlar’ gerçeğine bakalım. Bunlar kategorik olarak doğrudan kapitalizmin
rasyonel öz-çıkarcı bireyleridir, fakat aynı anda ve tam da bu nedenle Marx’ın
yabancılaşmış insanlarıdır. Emeğe, kendine, başkasına vb. yabancılaşmış bu
insanlar kendi çıkarı için tüm dünyayı ve başkalarını araç olarak gören,
rekabet içinde birbiriyle didişen, güçlünün güçsüzü boğazladığı, geçerli
değerin ‘para’ ‘güç ’ve ‘şöhret’ olduğu bir dünyanın insanlarıdır (uzaklarda
aramaya gerek yok, gündelik insan ilişkilerine, çalışma hayatına, trafiğe,
tüketim çılgınlığına ve ‘değerleri değerleme’ dedikodularına şöyle bir bakmak
yeter). Bu insanların çeşitli dini ya da ahlaki inanç gruplarında, farklı
kimliklerde ya da sosyolojik sınıflarda ve mesleklerde ikamet ediyor olmaları
durumu değiştirmez. Kendileri ne denli ahlak, inanç ve ideolojileri yoluyla
evrensel olarak haklı kılınmış biçimlerde öznelleştirilmiş olurlarsa olsunlar
temelde bu öznellikler meşruiyetini (bireysel ya da kamusal) rasyonel öz-çıkarı
maksimize etme ortak paydasından alır. Çünkü bu kapitalizmin ve modernitenin
bahşettiği yegane ortak paydadır. Peki bu insanlar nasıl sokağa çıkacaklar, ya
da sokağa çıkanlara nasıl sempatiyle bakacaklar ya da destekleyecekler? Buna
yanıt vermek üzere şimdi bu paragrafın ilk cümlesindeki itirazı tekrarlayalım: Marksist
devrim kuramı rasyonel öz çıkar sorununa indirgenemez. Peki neden? Çünkü
proleter sınıf çıkarı -komünizme geçiş aşamasında proletarya kendini aşarak
ortadan kaldıracağı için- aynı zamanda insanlığın çıkarını temsil eder. Bu
kadar uzak bir yararın, (dünya deneylerini saymasak bile) bugün yaşayan ‘evde
kalanlar’ın ‘sokağa çıkması’nı motive edecek (onu politik özneye çevirecek) bir yarar/sonuç üretmediği, hem solun halktan
kopukluğu olgusu hem de 70’lerden bu yana yaşadığımız hayat tarafından kanıtlanmıştır.
Fakat yine itiraza devam edilebilir ve şu söylenebilir; işçi sınıfı beklenen ya
da amaçlanan bu sınıf=insanlık yararına adanmışlıkları ve devrime olan
inançları dolayısıyla eyleme geçerler (politik özneye dönüşürler). Bunun
pratikte karşılığının olmadığını (hatta tersinin doğru olduğunu, yani işçi
sınıfının sürekli dinci ve sağcı partileri desteklediğini biliyor olmamız bir
yana) bu tez Marks’a bağlı kalındığı sürece savunulamaz. Bırakınız Marksizmin
bir inanç figürüne indirgenmesinin teorik imkansızlığını, (özgeci-altürist) bir
adanmışlık olarak ahlaki bir tercih meselesine indirgenmesine Marx birçok yerde
şiddetle ve alaycı biçimlerde karşı çıkar. Marx için devrimci eylemin motivasyonunun
özgeci bir ahlakçılık olması imkansızlıktır. [bütün bu pratik ve teorik
gerçeklere rağmen ne yazık ki başta liberaller olmak üzere Türkiye solu, sosyalizmin
bir ahlaki seçim olduğu tezini, hümanist ve ortodoks versiyonlar içinde
toplumsal gerçeğe ve Marks’a rağmen savuna gelmiş ve bugün de yine -sanki Türkiye’de
son elli yıl hiç yaşanmamış gibi- bir aydınlanma ahlakçılığına tutunmuştur. Oysa
Aydınlanmanın eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarının 1848 ve 71
devrimleriyle ulus devletin hukuksal yurttaşlık (hukuk öznesi) modeline teslim
olduğu açıktır. Aynı şekilde ‘İnsan hakları bildirgesi’ temel alınıyorsa o da 2.
dünya savaşı sonrası liberal ve kapitalist refah toplumuna ideolojik bir meşruiyet
(soğuk savaş içinde komünizme karşı bir zırh) sağlayan ‘insan hakları’
ideolojisi olarak bugün de iş başındadır. Demokrasi özelinde sorun eşitlikçi politika
ve yönetim tarzının ne olduğu sorunu değil de bireysel haklar ve ahlaki
sorumluluk (hümanist özgecilik) sorunu olarak alındığı sürece ortodoks solun
Marx’ın Gotha Programı başta olmak
üzere, Alman ideolojisi, vb. birçok
eserindeki ahlak, hak ve hukuk vaazcılığına yönelik itirazlarını nasıl karşıladıkları
bilinmeden kalır. Çünkü hala en azından Habermascı müzakere ve uzlaşma politikası
karşısında bile bir fark ya da itiraz üretilebilmiş değil]. Öte yandan Marks’ın
kendisi emeğin yabancılaşması kuramında, kapitalizmin işçileri rekabet
koşulunda birbirine nasıl düşürdüğü ve onların özgeci
davranma ve sınıf çıkarını maksimize edici motivasyona karşı nasıl korkunç
engeller diktiğini anlatır. Şurası açıktır ki kapitalizmin kamusal çıkar diye
bir sorunu yoktur. Ve Marks kapitalizmin toplumsal ya da kamusal çıkarı üretme
yetersizliğine bir çok yerde şiddetle saldırır ve onu devrim kuramının köşe
taşlarından biri olarak kullanır. Çünkü işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sömürü
çelişkisinin alabildiğine alenileştiği koşullar, tam da Marks’ın kapitalizme
saldırısını haklı kılan koşullardır. Aslında Marks’ın basit rasyonel öz-çıkar
(sınıf çıkarı) kuramının çekiciliği, devrimin, ahlakçılık ya da sınıf çıkarını
maksimize edici bir motivasyon olmaksızın nasıl gerçekleşeceğini gösterme
iddiasıdır (konumuz bu değil ancak, tam da bu iddianın, sosyalist mücadele
deneyiminde, işçilere sınıf çıkarını anlatan, onları bilinçlendiren -ve bu
yolla eyleme geçeceklerini uman- parti içi bir elitin doğmasına neden olduğunu
ve tam da bu elitin bürokratik yapılanmanın çekirdeğini oluşturduğunu hatırlayalım).
Fakat serbest takılma sorunu Marksist öz çıkar kuramının da ayağına dolanır ve
rekabet eden, yabancılaşmış, rasyonel öz çıkarcı insanların nasıl birlikte
hareket edecekleri sorunu Marks’ı ciddi anlamda meşgul eder. Örneğin Alman İdeolojisi’nde ‘bireylerin
rekabeti ve sınıfların oluşması’ başlığını izleyen satırlar Marks’ın
sıkıntısını yeterince ifade eder:
“Rekabet, bireyleri birbirinden ayırır,
sadece burjuvaları değil, hatta onlardan daha çok proleterleri de, her ne kadar
bunları bir araya getiriyorsa da. Dolayısıyla bu bireylerin birleşmesi uzun
zaman alacaktır, -eğer sadece yerel değilse- bu birlik amacı için gerekli
araçlar, büyük endüstriyel şehirler ve ucuz ve hızlı iletişim ağı öncelikle
büyük ölçekli endüstri tarafından üretilmek zorundadır. Böylece her gün
yalıtılmışlığı (tecrit olmuşluğu) yeniden üreten koşullarda yaşayan, bu
yalıtılmış/tecritte yaşayan bireyler üzerinde ve onlara karşı örgütlenmiş her
tür güç, ancak uzun bir mücadeleden sonra yenilebilir.” (Marx’tan Aktaran A.
Buchanan, 1986:132 / krş. Alman
İdeolojisi, 1976:107-108)
Burada çok açık olarak yabancılaşmış
bireylerin nasıl birlikte hareket edecekleri sorunu ortaya konmuş fakat çözüm
bulunamamış ve ‘uzun bir mücadele sürecine’ havale edilmiştir. (O zaman
devrimden hala bir ‘an’ -iktidara el koyma uğrağı- anlaşılabilir mi?) Aslında
bugün yaşanan tam anlamıyla Marks’ın işaret ettiği bu uzun mücadele sürecidir. Ancak
ücret teorisinde olduğu gibi Marx burada da büyük bir öngörüyle -dünya pazarı
analizlerini destekler mahiyette- sorunun çözümüne yönelik adresi, günümüze
işaret edercesine göstermiştir; ‘büyük kentler/metropoller’, ‘ucuz ve hızlı
iletişim ağı’ ve bunların kapitalizm tarafından üretilmiş olması [ileride
dikkat çekeceğimiz üzere, Marks’ın devrim kuramı açısından çözümsüzlük olarak
sunduğu vizyon içinde bugün bir çözüme işaret ettiği görülen üç unsur (küreselleşmenin
ürettiği bir nesnel koşul olarak hızlı ve ucuz iletişim, metropol ile süreç
fikri) Gezi Parkı direnişinin bir ‘devrimci süreç’ olarak algılanmasını olanaklı
kılar]. Özetle Marks bedavadan yararlanma/serbest takılma sorununun kamusal
yarar sağlamak için kolektif çabaları ve mücadeleyi bloke edebileceğinin
farkındadır, belirgin olarak rasyonel bir çözümü yoktur, ancak yine de bu sorunu
kapitalizm eleştirisi ve devrim savunusunun ana unsurlarından biri olarak
kullanmıştır. Peki soru hala ortada, yabancılaşmış ve rasyonel öz çıkarıyla
davranan insanlar, hani şu halk demeye alıştığımız cesameti muazzam kitle nasıl
birlikte hareket edecek? Ne denli sınıf analizi yapılırsa yapılsın Marksist ‘devrim
kuramı’nda bu sorunun yanıtı yoktur.
II
Gerçek ne? Gerçek, bu sorunun rasyonel çözümü ya da yanıtının
olmadığıdır. Bu yüzdendir ki bugün ‘kolektif’ denen şeyin kavramlaştırılması
büyük bir açmaz ya da meydan okumayla karşı karşıyadır. Gezi parkı direnişi ve
izleyen eylemliliğin politikaya nasıl bağlanacağı tam da bu meydan okumayla, bu
açmazla belirlenmiş bir belirsizlik içindedir. Belirsizlik, hatta şaşkınlık
burada direnişi politik özne tanımları ile politikaya bağlama çabalarında iyice
belirgindir. Oysa karşımızdaki vakada -bir önceki yazıda Ranciere’e atıfla
belirttiğimiz üzere bir yandan tekilliklerin politikayı, (devleti öngören) hukuksal
özne ve siyasal özne arasındaki aralıkta/yarıkta yaparak, öte yandan yukarıdaki
paragraflarda izlediğimiz üzere aynı tekilliklerin kendilerini bireycilik ve
özgeciliğin (altürizmin) kesiştiği hümanist kaynağın alternatifi (varoluş
ethosu anlamında bir onto etik) altına koyarak bu düalitelere son verdiklerini
görüyoruz. Bu bambaşka bir evren ve gerçekten de modern vizyonun denetlediği
bir dil içinde kalarak anlaşılamaz. Çünkü kavranması gereken temel nokta,
küreselleşmenin neoliberal piyasa terörü ve devletin yapısal ve işlevsel
değişimine koşut olarak inşa edilen şirket devletin egemen olduğu koşullarda
(bu koşullar sadece bireysel haklar ve demokrasi uygulamasında değil politik
yönetim tarzında ve kurumların başkalaşımında meydana gelen değişimleri kapsar)
sanayi toplumuna ait politik özne tanımlarıyla sadece bu direnişin değil hiçbir
şeyin kavranamayacağıdır. Rasyonel politik özne (işçi, yurttaş vb.) geçen
yüzyılda kalmış ve göçmüştür. Dolayısıyla, hukuksal ve siyasal özne hayaletlerinin
halkların üzerinde dolaştığı günümüzde işçinin yerini, entelektüel işçi ve işsiz
birlikte, yurttaşın yerini başta portföy yatırımcısı olmak üzere yatırımcı almıştır. Öyleyse ilk iş böyle
bir olgu yokmuş ve hala devlet yurttaş devletiymiş ve kalabalıklar da ‘Halk’mış
gibi davranmaya son vermektir. Devlet denen şey bugün sermayenin çete örgütlenmesinden
başka hiçbir anlam taşımıyor, ve o da kendisine para kazandırmayan hiç kimseyi (hangi
kimlikten olursa olsun) saymıyor. Kitleler ise hızla, aynılaştırmak yoluyla
herhangi bir kodlamaya sığmayan, dolayısıyla temsil edilemeyen çokluk konumuna
yerleşiyor. Ancak bu gerçek teslim edildikten sonradır ki, ‘rasyonel insan’ eşiğinin
nasıl aşıldığını ve kolektifin tam da bu eşiğin aşıldığı noktada devrimci ve
direnişçi bir bedene nasıl dönüştüğünü ve en önemlisi politikanın yeniden nasıl
tanımlandığını kavramaya başlayabiliriz.
Şimdi çapulcuların direnişiyle son günlerde
yaygın olarak kullanılır olan ‘Halk hareketi, Halkın direnişi’ gibi
adlandırmalar arasında anlamsal hiçbir benzerlik yoktur. Çapulcular kendilerine ‘Halk’ derken -sanayi
toplumunda olduğu gibi- bir öznenin
hukuksal ya da siyasal (türk, kürt vb.) kimliği altında aynılaşmış bir kitleden
söz etmiyorlar. Tam tersine Ranciere’in, Negri’nin belirttikleri üzere, toplumu
oluşturan tüm öznellikleri kapsayan
ve oluşturdukları toplumda hiçbir şeyde hiçbir payı olmayanlar olarak (sermaye
ya da şirket devlet tarafından sayılmayanlar olarak) çokluktan, yani jenerik
adıyla Halk’tan söz ediyorlar. Bu çokluk bir kimlik üzerinden ne kodlanabilir
ne de temsil edilebilir, çünkü Aynı
ancak ve ancak farkın olumsuzlandığı
yerde mümkündür, farkın olumlandığı
yerde aynı olumlanamaz, öyleyse çapulcular ‘bir özne’ adı altında
aynılaştırılamaz, onlar sadece farklı ve tekildirler, bu yüzden de kodlanamaz
ve temsil edilemezler. Yine bu yüzden Gezi’dekilerin yarısı hiçbir partiyi
desteklemiyor. Burada çapulcu derken tam da bu maddi olmayan emek mensuplarından
ve onların jenerik adı olan Halk’tan söz ediyorum. Gezi parkından yükselen
haykırış her şeyden önce ‘Birlikte yaşamak bugün mümkündür’ çığlığıdır. Ve bu
bir ‘Aynılık çağrısı değil, farklılığın olumlanması haykırışıdır. Bu komünal
(siyasal komünizm dememek için -çünkü olgu bu değil- komünal diyorum) bir
öznelliktir ve yeni bir devrimci sürece evrildiğimizi anlatır. Bireyden
bireyötesi tekilliğe, rasyonel Ben’den, bir varoluş duygusu olarak kendiliğe
geçişi mümkün kılan şey bu isyan, bu direniş ruhu, bu etkin varoluştur.
Çokluğun neşesi, humoru, zekası ve yaratıcılığıdır. Öğrenci gençliğin
barikatlarda flamalar altında politik özne Gezi parkında çapulcu olması tam da
gezi direnişinin ürettiği komünal öznelliğin eseridir. Komünal ethosun (onto
etiğin) ürettiği geri dönüşsüz sonuçlardan biri ‘birlikte yaşama’ arzusunun
cisimleşmesi ise diğeri de bunun ayrılmaz koşulu olan (canlı cansız) Varlığa
saygıdır. Israrla tekrarlarsak bu ‘birlikte yaşama’ arzusu duygusal, hümanist
ya da ahlakçı bir vizyona bağlanamaz, çünkü çapulcu (bireyötesi tekillik) iktidara
ve topluma dönüp ‘ben sizin bildiğiniz/tanıdığınız kişi’ değilim derken, bir
yandan faklı olduğunu söylemekte fakat bunu söylerken aynı anda farkı
olumlamaktadır. Farklı olduğunu farkı olumlayarak, (ahlakçı olumlamayla değil,
komünal öznelliğin cisimlenişi olan birlikte yaşamayı örgütleyerek)
üretmektedir. Oysa bizim modern vizyonumuz içinde fark her zaman ötekinin
olumsuzlanmasına dayanır, Örn., “ben o
(“Kadın”, “Kürt”, “Kemalist”, “Alevi” vb.) değilim” derken her zaman değillenen
olumsuzlanır/ötekileştirilir. (Başbakan’ın ‘bunlar’ sözcüğünü aşağılamanın ve
dışlamanın mottosu haline getirmesi gibi). İşte çapulcuların mevcut politik
kültürde geri dönüşsüz olarak (bu yüzden süreç devrimcidir) yarattıkları en
önemli dönüşüm, birlikte yaşamanın, farklılıkların (olumsuzlanmasına değil)
olumlanmasına dayandığını -direniş süreci içinde- göstermiş olmalarıdır. Bu
olumlamanın komünal bir öznellik dışında olanağının olmadığını göstermiş
olmalarıdır. Bu hiçbir hukuksal ya da siyasal özne politikasının yapabileceği
bir şey değildir, çünkü hepsi bir ‘düşman’dan beslenir. Bu rasyonel öz çıkar,
dolayısıyla ‘güven’ probleminin tam da dinamiğidir. Tüm modern politik özneler
için, düşmanlarını alın ellerinden, kendi başına, kendi içinde, kendine içkin
hiçbir değeri, amacı, hatta varlığı kalmaz. O haklılığını mutlaka düşmanının
kötülüğünü göstererek kanıtlamaya mahkumdur. Bu yüzden aklı sürekli olarak
‘kötülük icat etmeye’ koşulludur (bu Modern Kelt aklının en veciz tanımıdır).
Çünkü egemenlerin dünyasında, kendileri ve uşakları dışında kimseye yer yoktur.
Direnişin yaratmaya soyunduğu çapulcuların dünyasında ise herkese yer var. Bu
yüzden, bana göre direnişin bir diğer adı arayıştır, bütün farklılıkların
yaratıcı gücünü ortaya çıkarma yollarının arayışı. Çok net olarak, ekonomik,
politik, kimlik vb. temelli tüm sorunların çözümü bu komünal öznelliğin
devrimci mücadele sürecinin ürünü
olacaktır. 21. yüzyıl eşitlik ve özgürlük mücadelesinin tarihi sınıf
mücadelesinin değil, jenerik Halkın isyan ve direniş tarihinin eseri olacaktır.
Evet, Marks’ın dediği gibi ‘uzun bir
mücadele süreci olacaktır’ ama devrimci
olan süreç budur. [Devrimi artık bir ‘an’ olarak anlamak, ve ‘gerçekten’ bu
devrim anı yoluyla yeni bir toplum kurulacağını düşlemek, doğrusu ya bu yeni
gelen ve siber dünyaya hakim kuşakların zekalarıyla alay etmekten başka bir
anlam taşımaz.]
Öte yandan, şunu kabul edelim ki, gezi
direnişi bir kez başladıktan sonra,
kitleselleşmesi bizzat direnişin içsel kazanımlarıyla -birliktelik duygusu, komünal
yaşam, saldırılar karşısında dayanışma, direnenlere güven vb’leriyle- motive olan rasyonel öz-çıkarcı bireyler
(işizler, ev kadınları, esnaf, işçiler, aydınlar, sanatçılar, çeşitli ‘politik
özne’ler vb. ve rasyonel öz çıkarla tanımlanması imkânsız olan eğitimli gençlik) gezi parkı süreci
içinde direnenler topluluğunun direnişiyle özdeşleşen bireyötesi komünal bir
varlığa dönüşmüşlerdir. (Aslında, özdeşleşecek içsel kazanımlar üreten bütün
kitlesel eylemler için geçerli doğru olarak bu insanlar bir kere hareket başladıktan sonra kolektifin bedenini oluştururlar
ve bu koşul altında tarih (geri dönüşsüz sonuçlar üreten süreç anlamında)
yazılmaya başlar. Marks’ın ısrarla belirttiği gibi, mücadele dışında ne sınıf
ne de proletarya vardır. Fakat kuşkusuz direniş
süreci içinde komünal varlığa dönüşenlerden hiçbiri, direnenlerin gezi
parkı direnişini başlatmaları için nasıl motive olduklarını açıklamaz. Öyleyse
eylemin taşıyıcısı olan çapulcular ‘kim’dir ve motivasyonları nedir?
Yanıt basittir, eylemin taşıyıcıları alt
orta sınıflarda yoğunlaşan ve büyük ölçüde eğitimli gençlikle iç içe geçmiş entelektüel
emekçilerdir ve motivasyonları sadece birlikte yaşamayı mümkün kılacak şekilde iyi bir hayatı ya da var olmayı sürdürme gayreti ve çabasıdır
(conatus) [bu tanım direnişçileri ‘sınıf’,
‘halk/kimlik’, ‘gençlik’ vb şekillerde ‘aynılaştırma’ ve bu yolla onları
‘temsil etme’ ve ‘onlar adına konuşma’yı haklı kılma sonucunu yaratmayı
amaçlayan kodlayıcı bir tanım değil, bir gözlem ifadesidir ve ben sadece kendi
adıma konuşuyorum]. Bu gayretin -direniş eylemlerinde- cisimleşmesi aynı anda
‘rasyonel insan’ (birey) eşiğinin aşılarak komünal varlığa (birey ötesi
tekilliğe) geçiş sürecidir. Aslında direnenlerin kim oldukları (nasıl
öznelleştikleri) ancak bu geçiş/mücadele süreci içinde ve bu süreç tarafından direnenlerin
kendi üretecekleri bir öznellik olacaktır. Çünkü önceden atfedilmiş sosyolojik
tabaka betimlemeleri ve klasik sınıf analizlerinin şablonları bu mücadele
süreci içinde parçalanmış ve anlamsızlaşmıştır.
[Ne bu şablonlara dayalı sosyolojik gevezelikler ne de sınıf analizleriyle
ilgilenmiyoruz. Direniş yukarıdan beri söyleye geldiğimiz gibi bambaşka bir öznelliğin,
-komünal öznelliğin- üretildiğini göstermekle gözlerimizi kamaştırmıştır.] Gezi
direnişinden çıkarsanacak en büyük ders, eylemin sonuçları itibariyle
kazanılanlar -Erdoğan’a haddi bildirildi, diktatörlüğü tescillendi, iktidar
sarsıldı vb. vb.- değil, neoliberal düzenin tüm zenginliğini yaratanların, yani
bizzat kendilerinin, varolmayı sürdürme gayretlerinin kudretine yine kendilerinin
tanıklık etmiş ve öğrenmiş olmalarıdır. Kendi güçlerinin (elbirliği halindeki
komünal kudret ve zekanın) ve kendilerini yönetme yeteneğinin farkındalığına
ulaşmaları ve yarattıkları kültür, Gezi direnişinin en kıymetli ve en önemli
kazanımıdır. Devrimci öznellik tam da bu kazanımın ürünü olarak kavranabilir. Ve
bu direniş her şeyden önce yarattığı geri dönüşsüz sonuçlar açısından
-Deleuze-Guattari’nin isabetli adlandırmalarıyla- bir moleküler devrimdir. “O halde, bir süreci, eğer tersine çevrilemez bir gidişat
alıyorsa ve bundan ötürü, buna onun tarihi emsalsiz şekilde yazdığını da
ekleyebiliyorsak, devrimci olarak adlandırabiliriz. (…) Eğer bir kültürel
devrim ve insanlar arasında bir tür mutasyon yoksa daha önceki bir toplumun
yeniden üretimini geçersizleştirmeksizin, olası herhangi bir rejimin devrimci
bir dönüşüm olduğuna inanmıyorum. Benim moleküler devrim dediğim şey, hayat
tarzındaki değişimin belirli pratiklerine dair tüm olasılıklar yelpazesidir ki
bu herhangi bir toplumsal dönüşümün koşuludur. Bunda ütopyacı ya da idealist
hiçbir şey yok.” (Guattari, 2008)
Çok temel bir soru soralım: bir parkı
kurtarmak ya da korumak üzere eyleme geçmek, isyana kalkışmak, ne tür bir çıkar
adına eyleme geçmektir? Kişisel çıkar? Sınıfsal çıkar? Örneğin, ben, birlikte
yaşamaktan, başkalarından daha üstte, güçlü ve saygın olduğumu o başkalarına göstermeyi
anlıyorsam, araba almalıyım, eşyalar, mallar almalıyım, ünvanım, şöhretim
olmalı vb. öyleyse şöyle davranmalıyım… bu anlaşılırdır, eylemini rasyonel
kendi çıkarını maksimize etmek üzere seçen birey. Ya da, devrim
gerçekleştiğinde sömürü sona erecek ve ben de artık sömürülmeyeceğim
dolayısıyla ihtiyacım olan refaha kavuşacağım, öyleyse devrimci eyleme
katılmalıyım. Bu da -imkansız da olsa- rasyonel olarak anlaşılırdır. Fakat bir
parkı kurtarmak üzere isyan etmeliyim, bu başka bir gerekçe, çünkü eylemin
sonucunda doğrudan kendime indirgeyebileceğim rasyonel bir çıkar yok. Çünkü park ortağın hayat alanıdır ve
ortağın kullanımındadır. Eğer bir çıkar varsa o, rasyonel olarak bana indirgenemez
bir biçimde ortağın çıkarıdır. Üstelik ben belki de o parka hayatım boyunca
hiç gitmedim, şunca uzak bir ilden kalkıp da her gün gidecek halim de yok. Ayrıca
bugün ‘Gezi Parkı’ dün Kaz dağlarıydı, Karadeniz’deki HES yağmasıydı, yarın
Sinop’taki Nükleer santral, ya da Üçüncü köprü, Kanal İstanbul, Haliçport, Galataport
vb., olabilir, olacaktır. Yada bizzat bankalar, borsa, portföy yatırımcıları
hedef tahtasına konabilir, konacaktır. Tüketici hakları, kadın sorunu, üniversite
özerkliği, cinsellik sorunu vb. için ayağa kalkılabilir, kalkılacaktır.
Bunların hepsi yok sayılan ortağın hayat sahasını anlatır. Bu sahaya her
müdahale bundan böyle karşılığını da göze almak durumundadır, çünkü ortak, Gezi’den
bu yana artık var olduğunu -direnen bir beden olarak- ortaya koyuyor ve iddia
ediyor, bu mevcudiyet ve bu iddia geri dönüşsüz bir süreçtir. Öyleyse ‘Her yer Taksim
her yer Direniş’e dönüşen bu eylem tercihi, bu direniş rasyonel çıkar ya da
yarar sözcükleriyle ifade edilemez. Direnişte üretilen bir duvar yazısı: “ben,
gezi parkında kanat çırpan kelebeğin Kızılay’da yarattığı fırtınayı istiyorum”.
İşte bu, anlamak zorunda olduğumuz bu istek, bu motivasyondur. Bu nedir?
Bu ruhtur, dibine kadar battığımız rasyonel
çıkar, şan şöhret ve mal dünyasında varlığı unutulmuş, acı içindeki
inlemelerini duymamak için kulaklarımızı tıkadığımız ya da hayatın tekno müzik
ritmiyle sesini boğduğumuz, kötürüm ruhumuzun özgürleşme çığlığıdır, var olma
gayretidir. Bu ortak dil, direnme ruhunun ve birlikte yaşama özleminin
müştereğidir, her hangi bir dininin, kimliğin, ya da rasyonelin iddialaşmacı
konuşması değil. Oysa bakıyoruz,
direnenleri aynılaştırmaya, temsil edilebilir kılmaya yönelik kodlama
seferberliği son hızla devam ediyor. Bütün liberal kurum, kuruluş ve
aydınlardan, politik sola, kimlik siyasetçilerine kadar herkes, direnişi
kendisinin temsil ettiğine dair zımni iddianın büyüsüne kendilerini öylesine
kaptırmışlar ki, -tabirim mazur görülsün- adeta körleşmişler. Bir yanda bu
direniş ruhunu kekeleyerek de olsa ifade etmeye çalışan çapulcular (ki kimse bu
ruhu onlardan daha iyi ifade edemez) bir yanda kodlayıcı ideologlar ve
politikacılar. Hiçbir şey söylemeye gerek yok. Sadece çapulcuların
konuşmalarını dinlemek (ki lütfen dinleyin: http://taksimdayanisma.org/capulcular
ve http://youtu.be/dvCUnKFaSKk)
bize bu direnişin, istisnasız hiçbir kodlayıcı (politik özne ve partiler)
tarafından, neredeyse hiç anlaşılmadığını gösterir.
III
Liberallerin, uzlaşma, demokrasi, müzakere,
çevrecilik zırvalarını buraya taşımak istemiyorum. Yeterince deşifre oldular,
yine de direnişi kendi siteleri ve medya aracılığıyla manipüle etmeyi sürdüreceklerdir.
Kimlik siyasetçileri de bu direniş karşısında iştahları kabarmış durumda. BDP
eş başkanı S. Demirtaş Gezi parkı direnişi için ‘bu bir ‘demokratik özerklik
isyanıdır’ buyurmuşlar. S.S. Önder ise ‘Gezi parkı direnişinin yaratıcısının
Kürt siyasi hareketi olduğunu’ söylemiş. Ne büyük bir tahlil! Rasyonel öz çıkar
politikasının ideal örneklerini sergileyen kürt politikacılara rağmen, kürt
türk vb. eğitimli gençlik, kürt türk çapulcuları, direnişte, farklı kimlikler,
inançlar, politik tercihler vb. tüm farklılıkları olumlayan bir ruhu ürettiler, hissettiler ve yaşadılar. Bu yeter
bir kazanımdır ve o gençler harikalar yaratarak sergiledikleri ve kendi
eserleri olan bu ‘birlikte yaşama ve varolma’ isyanını yaşadıkça
unutmayacaklardır. Farklılıkları, ikiyüzlü ahlakçılığın ‘kardeşlik’ masalıyla
değil, onto etik olarak olumlamak yoluyla yarattıkları bu komünal öznellik, tüm
kimlik ve inançlardan çapulcuların tüm aşağılanma ve yoksayılmalara karşı
varlığa saygı temelinde inşa ettikleri bir onur, bir direniş destanıdır.
Öte yandan politik sol, direnişin dolaysız
sömürüye bir başkaldırı olmadığı anlaşıldığı anda şöyle bir soruyla karşılaşır:
özgürlük ve eşitlik, bir düşmana karşı haklı olmak üzerinden yürütülen bir
direnişin mi, yoksa varoluşun kendi haklılığı üzerinden yürütülen bir direnişin
mi eseri olacaktır? İki direniş biçimi; maruz kalınan zulüm ve haksızlığa
başkaldıran politik öznelerin eylemi; iktidar ve sermaye tarafından yok sayılan
ve aşağılanan tekilliğin varolma gayretini dünyasal bir hak olarak dayatan
eylem (ayrışması öylesine zordur ki çoğu durumda her iki eylem türü aynı kişide
somutlanır). Ya da şöyle diyelim her ikisi de meşrudur (çünkü çalışan ya da
işsiz insanların hangi araçla olursa olsun baskıcı yönetimlere karşı direnişleri
meşrudur) fakat hangi eylem mevcut olmayan bir şeyi (komünal bir politik
kültürü ve öznelliği) üreten ve sıradan insanlarda gözle görülür bir
başkalaşıma (komünal varlığa dönüşüme) yol açan geri çevrilemez olan devrimci bir
süreçtir? İktidarı ele geçirme histerisine kapılmış devleti yeniden üreten
birincisi mi, iktidar ve devletli çözümlerden ‘kaçış çizgisi’ üzerinde önceden
planlanamayan bir yaşamın mümkün olduğunu savunan direniş mi?
31 Mayısı izleyen birkaç hafta içinde hemen
herkes direnişte bu ikili eylem türünün cisimleştiğini gördü. Direnişin
hikayesini, etaplarını hatırlayalım ve soralım, bu fotoğrafı politik sol nasıl
okudu? Kitlesel desteğe sahip, ortaya koyduğu yeni devrimci öznellikle heyecan
yaratan, hakim biçimde entelektüel emekçiler ve eğitimli gençliğin bu direnişini
politik sol neden ‘işçi sınıfı’nın bir ‘alt bölmesi’ olarak tanımlamış
olabilir? Direnişi ‘İşçi sınıfı’yla kodlayarak direnenleri temsil ettikleri ve adlarına
konuşma yetkilerinin olduğu iddiasını geçerli kılmak için olabilir mi? Son
dönem bazı değerlendirmeler, Örn, İlker Belek, “Yani: Orta Sınıf olarak
tanımlanan kategori işçi-emekçi sınıflarının bir alt bölmesinden başka bir şey
değildir.”1 Ya da K.
Boratav’ın değerlendirmesi2 önce kapitalizm onlara işsizlik vaad ettiği
için “ilk aşamada yedek emek ordusunun saflarına girecekler ve nesnel
konumlarıyla en genel anlamda işçi sınıfının öğeleri olacaklardır” diyerek gençliği
işçi sınıfının ögeleri olarak saymakta, ardından, Marks’ın ‘genel zeka’ dediği ve
direnişte görülen bilim insanları, sanatçılar, tasarımcılar, vb. entelektüel
emeği ‘nitelikli ve niteliksiz hizmet sektörü ve uzantıları’ olarak
tanımladıktan sonra, sermaye tarafından öznelleştirilerek kâr’a dönüştürülen bu
maddi olmayan emeğin taşıyıcıları için “kendiliğinden
işçi sınıfının içinde yer almaktadırlar ve bu sınıfın niceliksel olarak
önemli bir öğesini oluşturmaktadırlar” demektedir. Sayın Boratav için sonuç
olarak bu direniş “Sınıfsaldır; zira, burjuvaziye ve onun devletine karşıdır.”
Ne diyebiliriz ki, yedek işsiz ordusunun
sanayi kapitalizminde emeğin üretkenliğindeki artışın bir sonucu olduğunu,
küreselleşmede ise emeğin üretim sürecinden (otomasyon vb.) tasfiyesi olduğunu
dolayısıyla iki işsizlik kategorisinin karşılaştırılamaz olduğunu, ikincisinin ‘yedek
ordu’ falan değil doğrudan dışlanan, aşağılanan ve yok sayılanlar olduğunu –H.Arendt’in
bir yerlerde dediği gibi ‘sömürülmeye bile layık görülmeyenler’ haline
geldiklerini; bu yüzden gençliğin geleceğinin işçi sınıfının ögesi olmak falan
değil, zeka ve yaratıcılığını değer üretiminin kölesi yapmadığı, sermayeye para
kazandırmadığı sürece yok sayılmak olduğunu;
maddi olmayan emeğin işçi sınıfının bir alt bölmesi olduğu ya da ‘kendiliğinden
işçi sınıfı içinde yer aldığı’
argümanıyla ilgili olarak, günümüz toplam değer üretimine çıplak gözle
bakıldığında bile maddi olmayan emeğin ürettiği değerin toplam büyüklüğün
yarıdan çoğunu oluşturduğu, kalanının ise tarımsal ve sanayi üretimi arasında
paylaşıldığı koşullarda entelektüel
emeğin nasıl olup ta ve hangi ölçüyle ‘kendiliğinden’ işçi sınıfının içinde yer
aldığının anlaşılamadığını; direnişin dolaysız
sömürüye bir başkaldırı olmadığı açık olduğuna göre bu varsayımın bir yandan
yeni alt orta sınıfı eski orta sınıfla karıştırmaya (ki onlar da yeni proletaryaya
hızla dahil olmaktadırlar) bir yandan da ticaretin hala sanayi üretiminin
denetiminde bir ticaret olduğunu varsaymaya dayandığını, oysa ticaretin bugün
sanayi mamulü ticaretinden kendini hızla kurtararak asli, özsel vasfını, yani
‘hırsızlık vasfını’ üstlenerek para ticareti ve rant ticaretine dönüşmüş
olduğunu; direnişin tam da bu para ve rant ticaretinin ortak servete saldırısına
karşı direnme olgunluğunu gösteren entelektüel emekçinin isyanı olduğunu; direnişçilerin
burjuvaziye ve onun devletine karşı olduğuyla ilgili olarak, baştan beri
anlatmaya çalıştığımız üzere direnişçilerin komünal özelliğinin kendini ‘bir
şeye karşıtlıkla’ tanımlamadığını, ‘iyi bir hayat arzusu ve varolma gayreti’nin
cisimlenişinin, şirket devletin hakim olduğu koşullarda isyandan başka
kipleşmesinin mümkün olmadığını, ayrıca bu para ve rant ticaretiyle uğraşan
yerli yabancı hırsız tüccarlara sanayi mamul üreticisinin adı olan burjuvazi denmesinin
manipülatif olduğunu; vb. daha bir çok karşı argümanı sıralasak bir anlamı olur
mu?
Brecht’in valiz örneği geliyor akla. Her
şeyi içine karga tulumba tepiştirdiği valizi kapatmaya uğraşan birinin oradan
buradan sarkan pantolon paçalarını, gömlek kollarını eline makası alıp
kestikten sonra hah, tamam, kapattım, demesi gibi, muazzam ölçüde karmaşık ve
hızla değişen pratiği tanımlamaya uğraşan teori de, tanıma uymayan değişim ve
fazlalıkları elde makas kesip atar. Valiz kapandı mı kapandı, gerçeği tanımladım
mı tanımladım. Peki neden böyle yapılır? ‘İktidar seçeneği üretmek’ için mi? Peki
bu popülizmin egemen olduğu dünyada daha önce iktidarı ele geçirenlere
benzemeden iktidarı ele geçirmek mümkün müdür? Dünya’da mümkün oldu mu? Memleket
nüfusunun nerdeyse tamamının başında sanki bir bireycilik ve bir rasyonel öz çıkar
belası yokmuş gibi, islamcı ve Kürt politikalarının rasyonel ya da değil
çıkarcılık dışında hiçbir ölçülerinin olmadığı ortadayken, politik solun sınıf
çıkarı ile başlayan örgütle devam eden zincirdeki özdeşliklerin gayet anlaşılır olduğunu ve bu yüzden
güven sorununun geniş kitleler düzeyinde birtürlü aşılamadığını artık öğrenmiş olmaları
gerekmez mi? Oysa kısa sürede kitlelerin güvenini kazanan çapulcular
(bireyötesi tekillikler) için politik solu yoksaymak gibi bir duruş
düşünülemez. Tam tersine, onlar için politik sol ‘iyi ki vardır’, ve bütün bürokratizmine
rağmen mücadelenin yaratıcı güçlerini geliştirmek adına ‘elbirliği’ gereklidir.
Guattari’den mülhem örnek güzeldir; diyelim büyük bir fırtınanın içindeyiz ve
çatıyı desteklemek için bir mertek kullanıyorsun, o aşamada merteğin gürgen mi,
çam mı olduğu seni o kadar ilgilendirmez, o anda temel sorun çatının başımıza çüküp
çökmeyeceğidir. Dolayısıyla bugün sorun politik solun devrimci olup
olmamasından çok çatının başımıza çökmesini elbirliğiyle engelleme sorunudur.
Fakat politik sol için temel sorun “Marksizmi/toplumsal mücadeleyi/sendika
mücadelesini moleküler devrimlerin karşısına, birbirlerini dışlayıcı
alternatifler olarak kuran düalist, ikici mantıktan kaçınmaktır.” (Guattari,
2008). Devrimci mücadele, olmayan bir şeyi yaratmak üzere verilen mücadeledir.
Bu belirsizlik değildir tam tersine son derece belirlidir, politikanın geri
dönüşsüz değişimler yaratma süreci olduğu ve komünal demokratik bir toplumun nasıl
şekilleneceğinin önceden planlanamaz olduğu (mücadele içinde, mücadele yoluyla
şekillenir) son derece belirli ve kesindir. Badiou’nun sözleriyle bitirelim;
“Yaşasın Türk gençliğinin ve yoldaşlarının başkaldırısı! Yaşasın gelecek siyasetinin yeni kaynağının yaratılışı!” 3
hç.
Kaynaklar
Buchanan, Allen (1986), ‘The Conceptual
Roots of Totalitarian Socialism’ in Marxism
and Liberalism,Ed. E.F.Paul, Jeffry Paul, F.D.Miller, J.Ahrens, Basil
Blackwell, Oxford England (yayımlanmamış Türkçe çevirisi: Sevim Öktener)
F.Guattari
(2008), Devrim, http://qijikares.blogspot.com/2011/06/devrim-felix-guattari.html
L.
Althusser (2002) Marx İçin, Çev.Işık
Ergüden, İthaki yay. İst.
Marx,
K.(1976) Louis Bonoparte’ın 18 Brumaire’i, Çev. Sevim Belli, Sol yay. Ank.
s. 14
Marx, K. (1976) Alman İdeolojisi,
Çev. Sevim Belli, Sol yay. Ank
Notlar
1.
İlker Belek, ‘Şu, “Orta Sınıf” denilen yapı: küçümsemeden önce anlamak gerekir’
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/su-orta-sinif-denilen-yapi-kucumsemeden-once-anlamak-gerekir-75217
/ 24 Haziran 2013
2.
Korkut Boratav, Gezi Direnişi’ni değerlendirdi: “Olgunlaşmış bir sınıfsal
başkaldırı…”
sol defter Badiou'nun beyanatını kaldırmış, şu adresten ulaşılabilir: http://yarinhaber.net/news/3977 (03.07.2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder