İsmail Mert Başat
Nedir
“gerçek”? Ardından onca koşturulan, lastik gibi çekiştirilen, uğruna canlar
yakılıp-kanlar akıtılan? Tam ele geçirdiğimizi sanırken, birdenbire
başkalaşıveren? Geliniz: birlikte, biraz da biz düşelim peşine.
*
GERÇEĞİN İMKÂNSIZLIĞI
İktidarsal
diller hep şunu dikte edip durmuşlardır: Gerçek tektir, mutlaktır, değişmezdir.
Üstelik, tinsel anlamda gerçeğin peşine düşenler de uyarılmışlardır hep:
Gerçek, ilahidir ve erişilmezdir; erişilse bile elde edilemez olandır. Ama yine
de “gerçek”, kafamızdan içeriye akıtılır: Gerçek, önce doğrudan Tanrının,
giderek de Tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğunu öne süren buyurganın söylediği, gösterdiği ve sınırladığı
şeydir.. Dikte edilen böyle bir gerçeğe
itirazda, hele bilimsel temelli itirazda bulunulduğunda doğan fark, inanç ile
bilim arasındaki: Galileo’nun yuvarlak dünyası ile Kilisenin tepsi gibi düz dünyası
arasındaki farktır. Gerçeği belirleme yetkisi ve gerçeği temsil etme tekeli
yalnızca egemenliğe ait kılındığından can alıcı bir fark daha doğar: uzun
işkencelerden sonra itirazcıdan geriye kalan beden artığı, odun yığınlarının
tepesine mıhlanır: gerçek, titreşen alev yalımlarından ibarettir artık.
Neyse ki, dumanların arasından da bir fark belirir: İfade edilmiş düşünce, madde
olarak saf enerjiden ibaret olduğu için yakılamaz; yakılan bedenin külleri
uçuşup kaybolup-gider ama düşünce,
inanç ile bilim arasında doğan farklılaşmanın yarığından sızarak tüm dünyayı dolaşmaya
koyulur: Dünyanın bütün köşelerindeki irili-ufaklı iktidarların ürettiği “gerçek”lerin
her birisi, artık ikircimli, sallantılı ve sorunlu hale gelmeye başlarlar. Ama
yine de, cehaletin yüksek yaygınlık taşıdığı, inancın belirleyici olduğu
toplumlarda ya da aynı toplumun farklı kesimlerinde gerçeklerin: inanç
renklerine, algı biçimlenişlerine, verilen ideolojik dozun derecelerine,.. göre
farklılaştıkları ve çoğullaştıkları görülür.
Ne
var ki, sözü bu çerçevede tutarsak, ‘insan’ ile ‘gerçek’ ilişkisinin köklerini
ıskalamış oluruz: Sanırım, insan ile gerçeğin birbirlerini bildikleri ve tamamladıkları birliktelik dönemi yaşanmıştır ve bu hatıra, insanın Doğa’nın sıradan bir
parçası olduğu ilksel dünyaya aittir. Sonrasında ise öncelikle, ‘gerçek’
denilenin, görünür gerçek olduğunu
akılda tutmalı; insan tekilinin görünür gerçek ile ilişkisinin tamamen sorunlu
bir alanda kurulduğunu da belirtmeliyiz. Sorun çocuklukla birlikte başlar. Jean
Piaget, varlıklarla kurulan ilişkilerden doğan verilerin encamından söz eder;
bu veriler, “Onda [çocukta] bir fotoğraf levhasının üstündeki gibi iz bırakmaz.
Bunlar ‘özümlenirler’, yani üstünde uygulandıkları canlı tarafından yeniden
biçimlendirilir ve kendi özü içine yerleştirilirler.” Kuşkusuz bu
‘biçimlendirme’ ve ‘yerleştirme’, sonradan eklenen yeni verileri de, önceden
mevcut ve zaten gerçek ile farklılaşmış halde bulunanların kuyruklarına
takılmaya zorlar. Goethe, yetişkinler için de vaktiyle uyarmıştır: “İlk izlenim
sorunu tuhaf bir şeydir. O hep hakikatle yalanın yüksek derecede bir
karışımıdır.” Lektorsky ise, önemli eklemelerde bulunur: “Nesne, bilince, ancak
bilincin onu bildiği şekilde görünür.”
“Algının, yani nesnel bilginin ortaya çıkışı, yalnızca duyumsal
izlenimlere ya da gerçekliğin nesnel karakteristiklerini yeniden üretmeyen
başka yansı çeşitlerine dayanılarak anlaşılamaz.”
Gerçeğin
burkulması ve deformasyonu üzerinden gerçeğin görünür gerçek halinde
kurulmasındaki ne’lik, bir dizi içsel ve dışsal değişkene bağlıdır. Nesnenin yalın
ya da komplike yapısı, yani kendini ele verirlik ölçüsü; nesnenin bulunduğu ortamın
görünürlüğe - algılanmaya elverişlilik kapasitesi; bireyin bilgi-deneyim
birikimi; algı eşiğindeki yeterlilik derecesi; bireyin taşıdığı ideolojik prizmanın saptırma
açısı; duyu almaçlarının o andaki elverişlilikleri,..vb bunlardan bazılarıdır.
Duyu almaçları derken, sözgelimi görme
duygusunun mutlak mükemmelliğinden söz etmek olanaklı değildir; bunun için
nesnenin, ortamın ve bakan gözün kurduğu uzamsal bileşkenin mükemmel olması
ön-koşuldur. Göz yanılsamasını artıran ve doğrudan göz fizyonomisinden
kaynaklanan bir özellik de, ışık ışınlarının retina üzerindeki etkisinde
belirmektedir. Biz bakarız ama aslında göz, nesneye bakmaz; nesnenin görüntüsünü tarar.
Retina, saniyenin onda biri süresinde, bir milyon parlaklık sayımı yapar ve “bir iki dakika içinde bu sayımlar, beyin
kabuğundaki (korteks) nöronların toplamını aşarak birkaç milyar gibi muazzam
bir sayıya ulaşacaktır.” Retinanın bu üstün çabası yine de yeterli olamaz;
nesnenin beyinde oluşmakta bulunan görüntüsündeki eksiklikler, beynin elinde
önceden mevcut bulunanlardan benzeşen / benzeştirilen verilerle dolduruluverir.
Bu nedenle de, yanılsamalarda en çok “göz aldanması”ndan söz edilir. Diğer
yandan bir nesneyi kavramaya çalıştığımızda, nesnenin pek çok özelliğinden
ancak bir bölümüne el değebiliriz. Nesneye dair elde edebildiğimiz veriler,
bazen bu izlenimlerin varlığı tümüyle kucaklayamamasından, bazen de iz’lerin
diğer özellikleri bile örtecek / gölgeleyecek kadar aşırılaşıp - yığışmasından
dolayı yanılsamaya açılır. Nörologların “gerçeklik maestrosu” diye
adlandırdıkları talamus*, kendisine erişen bir dışsal veriyi bedenin ilgili
hücresel entegrasyonlarına yönelttiğinde,
dönerek kendisine geri gelen veri sayısı, altıya kadar ulaşıverir;
“gerçek”, bu içsel verilerin de katılımıyla ve “elektro-manyetik dil”in içinde
biçimlenerek oluşur. ( Bütün bunlardan öte, hayvanların rahatlıkla duydukları
çoğu sesi ve pek çok kokuyu algılayamadığımız için, bu özellikler bizim için
zaten “yok”turlar.) İşte tüm bu değişkenler birleşip de algı aralığımızdan
geçmekte bulunan bir veriye dönüştüğünde “görünür gerçek”, nesnenin
özelliklerinin oluşturduğu gerçek ile bağlarını çoktan kopartmıştır. İş burada
da bitmez; zihinsel süreçlerdeki soyutlayıcı indirgemeler; yorumlama faaliyetinin
yarattığı deformasyonlar; ilgili verilerin içinde yer aldıkları anlamlandırma
bağlamları; şey’lerin birbirleri üzerinden tanımlanmaları / kavranmaları;
simgelerin, eski bilgi parçalarının, çağrışımların getirip yığdığı belleksel
malzemelerin, bilgi dizilerindeki boşlukların, metafor ve imgelerin süreçlere
dahil olmaları,.. bu kez, zaten gerçeğin taşıdığı özelliklerden farklılaşarak
kurulabilmiş bulunan görünür gerçeği de kendisinden başkalaştırır.
Sonuç olarak, her beynin içinde ancak kendine-özgü’lük taşıyan ama gereğinde mevcut
giysilerini değiştirmeye de hazır, kendi
gerçekliği bulunabilir. İş söze veya yazıya dökülmeye geldiğinde ise kavramlar,
jargonlar ve dilin eğip-büküp-sınırlandıran yapısı, susku boşlukları, örnekleme
ve göndermeler, tonlama ve vurgulamalar gibi ve daha pek çok etmen, gerçek
olmayan bir gerçeği sergilemeye koyulurlar…
Bir
deneme yazarı olarak benim 16. yüzyıldan kalma büyük, büyük-büyük dedem olan pîrim
Montaigne, tüm bu söz bolluğunu elinin tersiyle iter. Kısa ve öz konuşur:
Gerçek nedir?
Gerçek benim!
“GERÇEK”, İKTİDARIN HİZMETİNE
KOŞULMUŞTUR
Tarih
boyunca gerçeğin peşinde koşturularak geçen upuzun ve darmadağınık süreçlerden
sonra artık, gerçek kavramının
oldukça kalabalık, eksikli, oynak, kaypak ve puslu bir kavram olduğunu
biliyoruz. Yine bugün, gerçeğin “nesne” temelli değil, bağıntı temelli; bir “durum” değil, devinimler ağı içinde bir moment; “tümel” değil, tikel (göreli, parçalı ve ancak belirli
özellikleri kapsayan); “tek” değil, çoğul;
“sabit” değil, değişken bir yapı
olduğunu söyleyebiliyoruz. Bunun böyle olduğunu bilmemiz, bizi, sunumumuzun ilk
bölümünde doğan
pesimist
havadan kurtarabilecek nitelikte; çünkü bugün bilim ve teknoloji, hem başta
görelilik olmak üzere pek çok yeni kuramı ve teknolojik olanağı masaya sürerek,
hem de gerçeği, bir önceki tümcede çizmeyi denediğimiz çerçevede ele alarak,
şey’ler dünyasındaki gerçeklere daha rahat erişebiliyor. Öyleyse, “gerçek”ler
ile ilgili sıkıntı nerede? Doğrusu, hepimizin tamamını doğrudan ilgilendiren ve
hem belirleyen, hem de alabildiğine tehdit taşıyan iki büyük sorun söz konusu: İlk
sorun, Kozmos ölçeğindeki şey’ler dünyasında erişilen tüm verilerin ve bilimsel
gerçeklerin yaygın olarak, Kapital tarafından kontrol edilmekte ve
kullanılmakta bulunmalarıdır; ikinci sorun ise, toplumsal dinamikler ve
devinimlerle ilgili tüm gerçeklik bağlamlarının ters-yüz edilerek birer iktidar
silahı olarak kullanılıyor olmalarıdır. Kuşkusuz, şiddet ve korkunun,
sistematize edilen yalanın ve manipülatif ikna yöntemlerinin: gerçeği belirleme
+ onu temsil etme + şiddet tekeli üzerinden itaatkâr tebaa yaratmakta, hatta
gönüllü kulluklar inşa etmekte kullanılmaları, sınıflı toplumların tarihi kadar
eskidir. Oysa Büyük K ile Kapital (Kapitalizm),
görünür gerçeği kendi istediği gibi inşa etmenin de çok ötesine geçmiş, toplumsal plandaki mevzisel ters-yüz etmelerle
yetinmeyerek, doğrudan bireyin zihinsel ve duyusal gerçeklik duygularını
istilaya koyulmuştur. Görünüşe göre Kapitalin bu işi sistemleştirmesi ve
toplumları birer sirk çadırına tıkarak, illüzyonlar / yanılsamalar dünyasında
terbiye etmeye koyulması, Yankee’nin New
life-style anonsu ile başlayıp, ünlü fifties
- sixties boyunca serpilip-gelişen “Yeni Hayat” dönemi
ile birliktedir. Oysa daha 50’li, 60’lı yıllara gelmeden düşülen bazı kayıtlar,
bizi biraz daha eskilere götürecek niteliktedir; sözgelimi her ikisi de
1950’den önce yayınlanmış iki yapıttan biri olan 1984’de Orwell “Hürriyet esarettir”, “Cehalet kuvvettir” gibi
topluma dayatılarak benimsetilen “yeni” gerçekleri (de) sergiler; Adorno ise
kültür endüstrisi ve tüketim toplumu henüz temellenmemişken, Minima Moralia’da şu ifadeye yer verir.
“Kültür endüstrisi, müşterileri tarafından yönlendirildiğine ve onlara kendi
istedikleri şeyleri sunduğuna yeminle inandırmaya çalışır bizi. (…) Kültür
endüstrisinin yaptığı, müşterilerinin tepkilerine uyarlanmaktan çok, onları
kalpazanca imal etmektir.” Her iki
yazarın erken teşhislerinin ardında egemenlik ve pazar ilişkilerinin sağlıklı
analizlerinin bulunduğunu söyleyebiliriz; ama esin kaynakları arasında Naziler
de olmalıdır. Sözgelimi, Sargut Şölçün’ün aktardığına göre, Goebbels 1933’teki
bir konuşmasında, kitlelerin kendi istekleri doğrultusunda
dönüştürülüp-biçimlendirilmelerine dair şöyle konuşmaktadır: “Tamamladığımız
devrim, tam bir devrimdir. Siyasal alanın tüm kesitlerini tepeden tırnağa
sarmış ve değiştirmiştir. İnsanların kendi aralarındaki ilişkilerini ve varoluş
sorunları ile ilgili ilişkilerini tümüyle değiştirmiş ve yeniden biçimlendirmiştir.”
Öte yandan, Nazi ölüm kamplarının ana girişlerindeki, koca harflerle yazılan
“çalışmak özgürleştirir” sözleri de, unutulur gibi değildir.. Bu söz gelir,
“Irak’a demokrasi ve özgürlük götürüyoruz” diyen Bush W.’ye, “Yağmalama
özgürlüğün göstergesidir!” diyen Rumsfield’e, ya da “Hayata dönüş operasyonu”
diye hepimizi hançerleyen müstehcen bir tümceye bağlanıverir. Bugün gerçeğin
değil, geçerliliğin önde olduğu; ancak “görünür olanın” ayakta kalıp-nefes
alabildiği; görselleştirilerek reklam
ve eğlence dünyasına akıtılan enformatif bilgi sağanağı altında şaşkınlaştırıldığımız;
yapmakta olduklarımızın ve tercihlerimizin bizim dışımızda belirlendiği bir
dünyada sıkıştırıldığımız ve her birimizin içinde
bitimsiz, hep yeni yeni taleplerin kaynağı olan bir derin pazarın kurulmuş
bulunması ve her birimizin itaatkâr birer müşteri kılınmış olmamız, nedense,
çoğumuzu ürkütmüyor gözüküyor.. Oysa konu gerçeğin baş-aşağı çevrilmesinden,
yalandan, “öte-gerçek”den, vb.. daha
değişik ve kapsamlı hale gelmiş bulunuyor. Ve Kapital, “tek”leştirilmiş ve
doğrudan “iti”lerimize, arzularımıza ve fantzmalarımıza kadar da uzanarak
geliştirilen bir algı yapılanması üzerinden, bir küresel zihin kurmakla meşgul. Carolyn F. Gerald’ın epey zaman
önceki bir tümcesini anmanı zamanıdır: “Her kim imgelemimizi denetlerse, kendi
gerçeğimizi bizim adımıza biçimlendirme gücüne de sahip olur.” Demokrasinin
hayli açığında kalıp-debelenen toplumlarda ise kitlelerin çok uyumlu / verimli
müşteriler haline getirilmiş bulunmaları, iktidarları tatmin etmez; otokrat /
diktatoryal yönetimi sırtlarında taşıyacak, konsolide edilmiş, monoblok
kılınmış bir kitle tabanına gereksinim duyulur. Bu ise yalnızca şiddetin ve
korku ikliminin başarabileceği bir şey değildir; asıl göz-bağlayıcı güç, kitlelere
yalan örüntüsü içinden ve provokatif tahriklerle sürekli pompalanarak akıtılan
milliyetçilik ideolojisi ve inanç pazarlamacılığıdır. Bu değinileri, Aydın
Çubukçu’nun birkaç tümcesiyle bitirebiliriz: “Yalana olan ihtiyaç, hayatın baş
edilemez gibi görünen belalarıdır. (…) Gerçek, herkesin yaşadığı sıkıntılardır
ve yalan bu gerçeklik içinden, köpürtülmüş bir çözüm vaadi olarak doğar. (…) Kendi
hayatına değil, başkalarının o hayat hakkındaki çarpıtmalarına inanan insanlar
için bütün sorun, kendi hayatlarının gerçekliğinin göremez hale getirilmiş
olmalarıdır.”
GERÇEK
KARŞISINDA ŞİİRİN HAKİKATİ
Modern
şiir, “nesnel gerçeği” ne yansıtır, ne de onu betimler. Yalnızca, bedenini de
parçası kıldığı zihinsel malzemelerinin içinden ve zihinsel çoklu akışlar yoluyla
huzura çağırdığı – kovaladığı – buluşturduğu – ayrıştırdığı – dönüştürerek
yeniden ürettiği yepyenileşmiş malzemelerinin bileşimleri ve bireşimleri
yoluyla kendi hakikatini kurar. Nedir
zihinsel malzeme? Doğa ve toplumla ilişkilerimizden üreyen, hayatın akışları
içinde ve bu malzemenin kendi aralarındaki ilişkilerle yeniden üretime uğrayan
sınırsızca im, iz, bilgi, kavram, düşünce, fantazma, düş, tasarım ve yanı sıra,
bedenin damar ve sinir ağları yoluyla zihinsele dahil olan ve önemli bölümü
“duygu” formları içinde beliren uyarım’ları.. Dikkat edilirse, tüm bu zihinsel
malzemenin derlendiği yerler ve onların zihne akış kanalları “reel” (gündelik
dil içinde kalarak söylersek, gerçek,
maddi) bir zemine sahip. Ama
zihinsellik bir şiiri kurarken tüm bu
malzemeyi kendi kılmış bir halde yola
çıkmaktadır ve maddi temeller çok soluk bir fona itilmiştir; zihin
kendi’leştirdiği malzemesiyle ve kendisiyle baş başa kalmaktadır. Kendi
üretim-evinde, kendi üretim prosesleri içinde, huzura çağırdıklarından hızla
tarayıp ayırdığı, elinde tuttuğu malzemeyi imalatına katarak, işleyecektir. Bu yaratıcı üretim sürecinin eleme, birbirlerinin içinden geçirme, eksiltme,
birleştirme ve dönüştürmelerle yürüyen bir “müdahale” süreci olduğunu
belirtmeliyiz. Ki, ortaya çıktığında, şiirin de gerçeklere yönelmiş bir
müdahale olduğu söylenilmelidir. Şöyle de ifade edebiliriz: şiir, gerçek ile
geçimsizdir, daha doğrusu gerçek ile meselesi vardır. Bu mesele, en geniş
anlamıyla yaşamda (içeri’ye göre dışarı’da) sunulu bulunanlarla yetinmeme
inadını da kapsar ama daha öte’dir. Şiir kendi hakikatini doğal ve toplumsal
“görünür” gerçeklerden / bireysel –
tarihsel – evrensel yaşanmışlıklardan yola çıkarak kurar ama verili geçeklikler dünyasında bu “hakikat”i
kapsayabilecek ve onu kendinde taşıyabilecek gerçekler yoktur. Çünkü “gerçek”te
yaratım değil, yapılanan / yapılanmakta
bulunan vardır ve “gerçek”te, fantazmaya, düşleme, tasarıma, vb’ne yer
yoktur. Böylece zihnin, belleksel malzemesine düşlem, fantazma, tasarım ve kimi
el değmedik uyarımları da kattığı ve kendi üretim evinde dönüştürdüğü, yeniden
ürettiği, başkalaştırdığı ve çoğalttığı içindir ki, şiirin hakikati,
“gerçek”ten daha fazla’sıdır. Ama bu
üretim “gerçek” olanın bir yandan yarılıp-parçalanmasına; seçme, eksiltme,
ilişkilendirme ve yoğunlaştırma gibi işlemlere dayandırılması nedeniyle de şiirin
hakikati, “gerçek”ten daha eksik’tir.
Daha açık söylersek, “gerçek” ve “şiirin hakikati” iki ayrı dilden konuşurlar
ve bu nedenle de çakıştırılamazlar, birbirlerine tekabül ettirilemezler. Ve
şiir, gidimli dilin altından kalkamadığı şeyi yapar; dolanımda tutulan ve
“gerçek” denileni değil, dile getirilemeyeni, üstü örtüleni, yokluğu,
belirsizliği, gölgede kalanı imgelemin dili üzerinden görünür kılar. İyi ki
öyledir; çünkü şiirin hakikati dışarı’daki gerçeği borçlandırır ve onun
ne’liğinin daha iyi görülmesine hizmet eder. Gerçeğe bazen onun derin
yapısından, bazen bambaşka bir perspektiften ve farklı bir görme biçimi içinden
yaklaşıp onu devinimi ve ilişkileri içinde ele geçirmeye yöneldikçe bizim de
algı aralığımız genişler ve zenginleşiriz. İyi ki öyledir, çünkü Alain
Badiou’nun Jacques Lacan’a atıfla dikkatimizi çektiği gibi, “Hakikat bütün
olarak söylenemez, olsa olsa yarım yamalak söylenebilir.” (…) “Ama her hakikat,
bir güç olmakla birlikte bir güçsüzlüktür aynı zamanda. Zira hakikatin
yargılayabileceği şey, bütünlük (totalité)
olamaz.
Hakikat
ile bütünlüğün bağdaşmaz olmaları kuşkusuz modernliğin en kesin – ya da post
Hegelci- dersidir.” (…) “Daha genel biçimde şöyle söylenebilir. Bir hakikat,
kuşattığı şeyin bir noktasında öyle bir eşiğe varır ki, orada kendisinin
Bütün’ün benlik bilinci değil, bu tekil
hayat olduğu kanıtlanır.”
Sanırım
bu nedenle de, bu bilgiyi zaten içinde barındıran şiirin hakikati, biricik’tir.
*
Birlikte
gördük ki, ne gerçeğin, ne de hakikatin peşine düşmek, onları
yakalamamıza yetmiyor.. Nietzche de
farkındaydı bunun ve uyarıyordu hepimizi: “O halde nedir hakikat? Metaforlardan
meydana gelen seyyar bir mihmandar… Uzun süre kullanıla kullanıla insanlara
sabit, kitabi ve bağlayıcı gelen bir mihmandar. Hakikatler, öyle olduğunu
zamanla unuttuğumuz yanılsamalardan ibarettir.” Ama ben, öyle de olsa, “peşine
düşme”nin bir devinim olarak içinde kurduğu ve bize sunduğu, o her seferinde
kaleydoskop estetiğinde davranan hakikat parçalarını da, Lenin’den müdevver “gerçekleri açıklama” eylemliliklerini
de sırt çantamda sevgiyle taşıyorum.
(*):
Talamus’un görevi, “(koku duyusu dışında kalan) tüm somatik (dokunmaya dayalı),
görsel ve işitsel uyarıları serebruma (yani ‘istemli’ faaliyetlerin
geliştirildiği bölgelere) aktarmak, bazılarına beli gecikmeler koymak,
bazılarını tamamen iptal etmek ve benzeri düzenlemeleri yapmaktır. (…) Aynı
zamanda, serebrumdan gelen sinyallerin beynin ve vücudun farklı yerlerine
yönlendirilmesinden de sorumludur. Tam anlamıyla bir merkezi istasyon görevi görmektedir. Ancak sadece dağıtım işiyle
değil, aynı zamanda yorumlama işiyle de ilgilenmektedir. Duyu organlarından
gelen bilgileri ön değerlendirmeye tabi tutar ve zaten buna göre hangi bölgeye
iletilmesi gerektiğine veya iletilmesine gerek olup-olmadığına karar verir.”
Çağrı
Mert Bakırcı; Evrim Ağacı No. 8,
“Diensefalon (Ara Beyin) –Talamus”, 20.04.2012; evrimagaci.org / article / sinirbilim ve beyin
___________________________
Kaynakça:
Alain
Badiou; Başka Bir Estetik; ç. Aziz
Ufuk Kılıç; Metis Y.; 2010 İst.
Aydın
Çubukçu; “Enine Boyuna Yalan”; Yeni e;
S:4, s. 52-53
İsmail
Mert Başat; “Şiirin Köklerine Yolculuklar: 9”; Akatalpa;
S: 117, s. 2-4
______________
; “Gerçek, Gerçeklik ve Şiir”; Şiirden;
S:7, s. 16-19
______________
; “Maddi Bir Güç Olarak Yalan”; Yeni e;
S:4, s.62-64
______________
; İtiraz Yazıları; Teos Y.; 2002 İst.
______________
; Buyruk ve İtaat; Everest y.; 2006
İst.
J.
W. von Goethe; Goethe der ki…; ç. ve
d. Gürsel Aytaç; T. İş B. K.Y.; 2. bs.; 2002 İst.
Montaigne;
Denemeler; ç. Sabahattin Eyüboğlu;
M.E.B. Y. 3. bs.; 1964 İst.
Sargut
Şölçün; “Biraz Faşizm Rica Edeyim” (Lionel Richard; Nazizm ve Kültür; ç. Nesrin Güner; Kalem Y.; 1985 Ank. içinde:
Önsöz yazısı)
T.
W. Adorno; Minima Moralia; ç. Orhan
Koçak & Ahmet Doğukan; Metis Y.;
1998 İst.
Victor
Lektorsky; Özne Nesne Biliş; ç. Şükrü
Alpagut; Toplumsal Dönüşüm Y.; 2. bs..; 1998 İst.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder