1-Sınırda Dergisinin çıkış öyküsü nasıldır?
Neyin sınırındadır?
Önce teşekkür, Sınırda’ya gösterdiğiniz
ilgi ve yarattığınız bu fırsat için teşekkür ederim.
Bir dergi bir düşünceye doğar. Bir
düşünceyi sınırlarına kadar zorlamak, itelemek, bir fikri sabite takılmak
değil, tersine o düşüncenin kapasitesini realize etmek demektir. Ve hayat
genelde bu kapasiteyle biçimlenir. Türkiye’de olmayan şeydir bu söylediğim,
düşünceleri etiket gibi taşımak ve onlara bir kelebek muamelesini reva görüp, hayatımızın
aralıklarından, boşluklarından süzülüp gidişleri ardından güzellemeler ya da
ağıtlar düzmek, revaçta olan hep bu. Kahrolası bir cumhuriyet batılılaşmasının,
bu İslam coğrafyasının ataerkil kültürüne köklerini salması imkansız modernleşme uğraşısının, bu fakir,
tıkız, kısır ve aptal habitusu, 70’ler dahil tüm sol kuşakları adeta paralize
etmiştir. Bir düşünceyi anlamak, onun meydan okuyuşuyla cebelleşmek ve alt
etmek, edemiyorsan (ki bu kaçınılmaz olabilir) oturup kendini, hayatını ve tüm
ilişkilerini içine hapsettiğin o mahkum koğuşunun (‘ağa’sı olsan bile) mahpusluğunu
sorgulamanı gerektirir. Oysa bizde bir düşünce çıkar ve mevcut düşüncenin
cevaplayamayacağı sorular sorarsa ne yapılır? Bugünkü kuşaklar bile bilir bunun
yanıtını; sessizlik yorganıyla boğulur, nefes alamaz hale getirilir ve nihayet
katledilir, unutturulur. Bu, sağı, solu demeden bütünüyle Türkiye aydınının en
temel ahlaki refleksidir. Benim kuşağım, 70’leri yaşayan gençliğin refleksi de
farklı olmadı, bu yüzden bu kuşak da; koğuş ağasının şerefine (ne de olsa
“bizim ağamız”, “biz daha uzağa işeriz ülenn”) halel gelmesin diye sorularını
soramayan, cevaplarını isteyemeyen,
kuyruğunu kıstırıp kıçı üstüne oturan, tüm modern etiketler bir yana ciddi
ciddi ataerkil bir sol kuşaktır. Bu onun bilgiyle ilişkisidir. Fakat onun
eylemle ilişkisi, yani onun başkaldırı erdemi, her ne dersek diyelim insanı
insan yapan ve insanlığa anlam veren yazgı olarak isyan ahlakı bu kuşağın ethosunu
kuran şeydir. Bunu ataerkil bir yiğitlik güzellemesi anlamında anlayan hata
eder, koca küreyi ve onun emekçilerini yüreğine sığdırmış, uzun yürüyüşler, isyanlar
ve ayaklanmalar rehberliğinde her adım attığı yere emeğin ve onun değerlerinin heyecanını,
dürüstlüğünü, cesaret ve sevdasını taşıyan bir kuşak, sadakatin böylesi her
zaman görülür türden değildir. Bu yüzden sol 70’lerde halkın düşünme, sevme
biçimlerine girebilmiş, kitleselleşmiş, zamanın ruhu haline gelebilmiştir. Bilgisi
nedeniyle değil, isyan ahlakı nedeniyle halkın sevgisini kazanmış ve bilgisini
ortaya koyduğu anda da tereddütsüz dışlanmıştır. Bir gün bu ülkenin özgürlük
tarihini ‘gerçekten’ yazacak olanlar çıkarsa, her anlatışta şiddet vurgusuyla eyleminin
değeri hiçe indirgenen, kullanılmış gençlik söylemiyle küçümsenen 70’li yıllar
gençliğinin bu ülkeye armağan ettiği ‘direniş ahlakı’nın, ‘isyan ethos’unun
demokratik bir politika için nasıl vazgeçilmez bir referans olduğunu kavrayacaktır.
12 Eylül darbesi bu ‘isyan ethosu’na karşı yapılan bir darbedir. Tek yok ettiği
budur. Bugün bu kuşak gençliklerinde yarattıkları harika çocuğu,
ihtiyarladıklarında bizzat öldürdükleri ve 12 eylülcüleri zafere taşıdıkları
için suçlanabilir. Evet suçlanabilirler, “kimlik politikası” peşine, “daha insancıl bir dünya” peşine “İslamla diyalog” peşine, “evrensel
hukuk” peşine ve batı icadı AB ve sayısız yem peşine düşerek 12 eylülü
zafere taşıdıkları için suçlanabilirler. Çünkü demokrasiyi her yerde aradılar
bir tek kendi var ettikleri 70’lerin isyan ruhunda aramadılar. Piyasa
savunucuları solun ruhunun piyasa tarafından nasıl manipüle edildiğinin kanıtı
olarak o ruhun simgesi olan Che’nin şimdi artık tişörtler ve bereler halinde
işporta tezgahlarını doldurduğuyla övünürken anlatmak istedikleri, zaferi
Che’nin isyanının ruhu değil piyasanın yani paranın kazandığıdır. Ya biri değer taşır ya da diğeri fakat ikisi birden
asla. İşte bizde solun büyük ölçüde liberalizme ve islama yani solun dışına
göçüyle yaşanan yıkımın nedeni buydu. Sanki bunun ortası varmış gibi binlerce
teorik kılıf icad edilir ve bazen hayat boyu süren münazaralar yaşanır,
kuşaklar harcanır. Oysa basittir, biri bireyin artık “bizzat kendi amacı”nın
olamayacağı bir uzamda, onun kendisiyle ilişkisinin tamamen yeni bir biçimini,
yeni bir hayatı kurma sevdasıdır, diğeri bireyin kendi amacının her şeyden kutsal
olduğu, hatta bunun özgürlük olduğu ısrarıdır. Bu ısrarın bedelini sistem bir tür rıza ya da muhalefetsizlik
olarak tahsil eder. Edebiyat Eleştiri’de
(1992-95) bunun trajik örneklerini sunduk. Savunduğu piyasa değerlerine sol
diyebilmek için, ona önce demokrasi diyen, onu felsefi, sosyolojik argümanlarla
besleyen epey bir örnek şahsiyetimiz var hatıratımızda. Türkiye’de soldan gelen
epey bir aydın ve akademisyen ciddi ciddi sermayeyi ve onun çıkarlarının
savunusunu seçmiş ve bu seçimini aklamak ve onurlu kılmak üzere de piyasa
normlarını demokrasi diye pazarlamaya kendisini adamıştır. Özetle,
80’sonrasında birçok farklı kulvara ayrılan, 70’li yılların umut dolu gençlik
hareketleri ya da ayaklanma denemeleri, Türkiye’de ilk ve son kez, iktidar ve
duygunun kuruluştan bu yana birbirine
en yaklaştığı tarihsel uğraktı.
Dergiler
böyle bir sol kuşakla nasıl ilişki kurabilirdi? Ya da böyle bir sol kuşağın
dergileri nasıl olabilirdi? İlk elde
‘koğuş ağa’sından izin evrakı olanlar ‘Marksist, devrimci, en insan, en
insancıl, en hakiki insancıl” dergilerdi. Bunlar daha çok nihai referansı
‘İnsan’ ya da ‘İnsanlık’ olan, dergilerdir. Cumhuriyet’in en temel değeri
olarak hümanizm (batıda bu 14 yy.’a Ersmus’a kadar geriye tarihlenir),
özellikle ‘burjuva hümanizmi’ Türk solu için her zaman büyük bir karmaşa
olmuştur. O tekilliğinin varoluşunu -devrimin pek de hümanist olmayan şiddetini-
evrensele ancak hümanizm -failin duygusu- aracılığıyla açmaya çalışmıştır. Bu
eğilim Marksizmin hümanizmle hastalıklı ilişkisi nedeniyle solda iyice
kökleşmiş, bir yanıyla Cumhuriyetle gelen Erasmuscu, Rousseaucu hümanizm, öte
yanıyla da sosyalist gerçekçi kuramın ‘insan merkezli’ metafiziği yoluyla gelen
hümanizm aynı ‘solcu’ kişide birleşerek adeta politik bir kimlik, ya da politik
kimliğin meşruiyetinin kanıtı statüsüne oturmuştur. Bu sosyalizmi hümanizmle
okuyan dergilerde yapılan şey, klasiklerden bol bol alıntı seferberliği eşliğinde,
halkın hoşnutsuzluğu üzerine güzellemelerden, kin ve nefret yüceltmelerine dek
gelişen bir düşmanlığı idealleştirmektir. Bir yanda bu ajitasyon propaganda,
yani bugünün tabiriyle kendi söylediğiyle kendini gaza getiren amansız bir kin,
düşmanlık ve nefret söylemi, fakat öte yanda aynı anda sanki bu söylemi
gizlemek istercesine ruhları, ‘insan ve ‘insanlık’ gibi yüce mitlerle aklayan,
kutsayan bir ‘İnsan metafiziği’, -antropolojik felsefenin dipsiz kuyusunda bulunan
huzur. Bu metafiziğin sevgi çorbasıyla pişirilmiş sulu sepken insancıl
şiirlerini hiç anmamayı tercih ederim. 90’larda çıtını çıkarmadan birer birer
tarih sahnesinden ayrılıp, kavgasız
dövüşsüz yerini İslamcı dergilere bırakan sol dergilerdi bunlar (‘bunlar’ sözcüğünü 70’lerin
ortalarından 80 ortalarına kadar
entelektüel iktidar olan dergileri ve kadrolarını işaret ederek çok bilinçli
bir biçimde kullanıyorum). Ve o ‘bunlar’ın bugünkü halleri içler acısıdır; yaşamdan
ayrılanlar bir yana, hala ‘koğuş ağalığı’ oyununu oynamaya çalışanlar ya da
işte sağda solda bir ünvan, bir başkanlık, müdürlük, veya Avrupa’nın azgelişmiş
ülke tebasına lütfettiği uluslararası payeli üyelikler vb. falan. Tüm
sıfatlarından, ünvanlarından sonra senden geriye ne kalır, diye sorsa biri, ve
sol işte o senden geri kalan yerden başlar dese başkası, bu “İnsan dini”nin
solcularına bu nasıl anlatılır? İnsanda varlığı değil özneyi ve onun
sıfatlarını görenlere sol nasıl anlatılır?
Solun
dışındaki şu cezbesi adamı delirten, vaat çeki limitsiz burjuva dünyasına gelince,
orada Modernleşmenin hümanist tanrısı dergileri her ne kadar bir edebiyat
dininin yeriyurdu, bir şiir tapınağı olarak görüyorsa da, bakmayın siz, işlevi
son kertede piyasaya memur yetiştirmekten öte gitmez. Fakat çok narin, çok
içli, çok edalı konuşur bu memurlar, çok derin mevzulardan bahseder, derinliği
edebiyatçılıklarının kanıtına çevirmek için kıçlarını yırtarlar metaforların. Sonra
da kalkıp, demek ki derler kıçı yırtık metafor biçimi dışındakiler sanat değildir, propagandadır.vs. Gerçi
bugünlerde durum değişti. Çünkü postmodernden sonra ne derinlik kaldı ne de
mevzu, varsa yoksa “neremi nasıl hangi edebi kılıkta görünür kılarım?”
muhabbetine geldi dayandı. “Kardeş senin şu küratör
var ya, hani ebrunun enstelasyonunda
tanışmıştık, işte onunla dün bir performans
izledik, ay kız sorma valıyı” Satacak görünürlüklerin var mı? Yani malın var mı
malın? Sanat bugün bu. Dolayısıyla modernde en azından kendi bunalımıyla
boğuşan sanatçı diye bir tipoloji falan vardı, postmodernde başkalarının
acılarını kendi çıkarına öğüten bir pragmatist, bir teknisyen, bir profesyonel,
bir manipülatör var artık. Bir hırsız, yaşanmışlıkları çalan, duyguları ve
duyarlıkları medya formatına döküp satan ve bundan para ve ün kazanan girişimci
sanatçılar. Bugün bu grafik-animasyon teknisyenlerini, bu ‘efekt’
sihirbazlarını küçümsemeyelim, ilk çağda büyücüler ne yapıyorlarsa bugün
aynısını, hem de psikolojik, sosyolojik her açıdan aynısını yapıyorlar. Her neyse
duygulanım, duygu bunlara sahip olmak ve bir anlam dünyası kurabilmek başka bir
şey, bunların satıcılığını yapmak, yani, duygulanım tüccarlığı tümüyle başka
bir şey.
Şimdi
Sınırda dergisi bu iki şemanın ikisine de uymuyor. Yani ne hümanist sol dergi
geleneğine –ne de modern ya da postmodern burjuva tarza uyuyor. Frankfurt okulu
meselesine hiç girmedim. Sınırda’nın bu okulla anlam dünyaları açısından hiçbir
yakınlığının olmadığı çok nettir ve ayrı bir bahistir. Bu netlik Sadece Sınırda
için değil, öncülü Edebiyat Eleştiri’
için de hatta Bir anlamda Edebiyat
Dostları’(1986-89) için de geçerlidir. Şunu demek istiyorum, Sınırda için konuşursak o esas olarak
ilk sayısında söylediği gibi özellikle bir “eleştiri” dergisi olmayı seçmişti. Aslında
daha doğarken, ölümü seçmek gibi bir şey. Yani, bir eleştiri dergisi olmayı
-bunun elbette tarihsel arka planı var- seçiyorsunuz, fakat aynı anda içine
doğduğunuz ortam, çok temel olarak modern bir ethos olan eleştirinin (modernizmin
sonuyla birlikte) kendi sonunun da yaşandığı, yani eleştirinin ölmekte olduğu
bir zaman dilimi. Sınırda ne yapabilirdi; Modernizm aynen devam ediyor,
bilimsel ilerleme, antropolik felsefi varsayımlar ve politik teoloji rehberimizdir
yaşasın Marksizm-Leninizm mi; yoksa yine
modernizm devam ediyor fakat şimdi modernliği biraz daha ileri taşımamız lazım
yaşasın evrensel ahlak hoş geldin küresel demokrasi mi? Sınırda ikisini de seçmedi, seçemezdi, çünkü arkasında Edebiyat Eleştiri orada duruyordu. Ölmekte oluşun ortasına doğmanın
iki türü vardır; ilki, tüm argümanlar iflas eder, ölümün soğukluğu cümlelere
siner, umut biter, kolektif tahayyülün tüm versiyonları anlamını yitirir ve
dergi kapanır, bu içerden bakıştır ve ölenle ölünür. Frankfurtçular bu anlamda
son derece dürüsttürler, moderni eleştirirken diyalektik olarak kendilerini
eleştirmiş, modernin ölümünü anlatırken kendi ölümlerini anlatmışlar, bunun
edebiyatını yapmışlardır. İkincisi; bu ölümü ya da kopuşu sonuna, sınırına dek
itelemek, sona erdiği yeri, yani modernizmin bittiği yeri genişletmek. Modernin
yanılgısı ikililer arasındaki ilişkiyi olumlama ya da olumsuzlama moduyla
sabitleyen bir politik teolojiye mahkumiyetidir. Genişletmek bu mahkumiyeti
ortadan kaldıran, ondan kopan bir yer, konum, koyut icad etmek demektir. Ama bu
gökten düşmez, gidenden gelecektir. Batıda 20. yy ortalarından beri çok büyük
bir tartışmanın yaşandığını ve bazı geçici sonuçlara ulaştığını biliyoruz.
Modern eleştirinin öldüğü yeri genişletmek, eleştirinin ortadan kalkışına
değil, onun sonrasına, eleştiri sonrasına varmayı getirdi. ikililer artık diyalektiğin
değil paradoksların konusudur. Diyalektiğin yerini özellikle son yıllarda
paradoks aldı. Paradokslarla düşünen, paradoksları göğüsleyen ontolojik bir
materyalizm, kolektif tahayyül için yeni bir durum yarattı (paradoksla düşünmek
ve paradoksu göğüslemek, her ikisi de çok güçlü anlamlara sahip bu iki kavramın
yeterli izah yeri burası değil, ama ilkinin sonsuzluk açısından düşünme -sonsuzu
sonluya kaydetme- ikincisinin ise onto-politik bir yaratım olduğunu belirtmekle
yetinelim). Sınırda tam da bu düşünce hattının düşünürlerine başlıca
metinlerinin çevirileri ile geniş ölçüde yer vermeye çalıştı. O halde Sınırda’nın misyonu için uygun terim
‘eleştiri’den çok Genişletme olabilir.
Sınırda, düşünceyi ‘genişletmenin’ dergisi olmaya çalışmıştır. Bir ideolojinin
sınırında duruyorsanız, ya da sonsuzluğun bakışından bakıyorsanız onun dışını, sınırlarını,
onun dışında ve ondan farklı olan hayatları görürüsünüz, fakat o ideolojiyi
yaşıyor ve ona içerden bakıyorsanız onun sınırının sonsuzla örtüştüğünü
görürsünüz. Bu anlamda ‘Sınırda’ sözcüğü, modernliği sonsuzun (özgürlüğün,
eşitliğin) bakış açısından görebilme olanağı sağladığı ölçüde her zaman onun en
uc, en dış çeperi, sınırı olarak düşünülür. Kısaca ‘sınırda’ olmak, merkezsiz
düşünebilmenin koşuludur. Tabi kendini ‘özne’ ilan eden okurla buluşması da
aynı ölçüde zordur. Şimdi bu üç öge, eleştiri, genişletme ve sınırda duruş,
Sınırda’nın ne bir tek adam ne de bir kadro dergisi olmadığının, olmak
istemediğinin kanıtıdır. Merkezsiz (hiyerarşik olmayan) bir yaşam düşleyen
insanların bu düşü merkezli (hiyerarşik) bir yapıyla görmeleri mümkün olamazdı.
2-Nisan-Mayıs 2005’teki ilk sayısında 80’lerin
ortasında çıkmaya başlayan Edebiyat Dostları ve yine 90’larda çıkan
EdebiyatEleştiri dergilerine değinileriniz vardı. Bir eleştirel duruştan bahis
açarak Sınırda ile bu dergiler arasındaki ilişkiye değiniyorsunuz? Biraz
bu mesele hakkında konuşabilir miyiz?
Sınırda’ elbette bir ‘tarih’e doğuştur. Ya
da, ilk ‘Edebiyat Dostları’ının açtığı
yola diyelim bir dökülüştür. Abartmadan ve çok da etkili olduğuna inanmadığımı
da belirterek diyebilirim ki, Türkiye Edebiyatı’nın resmi tarihinin altında, ya
da yanında bir yerlerde, bir de bu edebiyatın ‘kara tarih’i vardır. Yani
mitlere, putlara saldıran, ne mürit, ne şakirt ne de militan olmayan, buna
ihtiyaç da duymayan ve düşünce hareketleri; ideolojileri, bayrakları, sınırları
olmayan bir kara tarih. Adsız bir sürü insanın kotardığı bir iştir bu. Edebiyat Dostları bence bir yönüyle
böyle bir pratikti. İşin önemli yanı Edebiyat
Dostları’nın edebiyatın resmi dili dışında bir dil kurmuş olmasıydı. İlk
olan buydu. Koğuş ağalarından icazet istemiyor tersine o ‘ağalık düzenini’
sorguluyor, putlarla savaşıyordu.‘İlk’ olmak her zaman bir ‘anlam’ın ilk
oluşuna dayanır. Edebiyat Dostları’nın
ilkleri arasında, daha önce bazı dergilerde denenmiş fakat bizzat hümanizm
ideolojisiyle alt edilmiş bir ‘Maddecilik’, tüm insancıl saiklerden uzakta, oldukça
gerçekçi bir dil ve üslup altında Edebiyat
Dostlarında varolabilmişti. Bu maddeci duruş nedeniyledir ki, bugün
işlevleri -bu ülkedeki her tür isyan ateşini söndürmek olduğu- artık apaçık
ortaya çıkmış olan aydınlara yönelik kuşkucu bir tavır, bu dergi sayfalarında
ortaya kondu. Şimdi detaya girmeyeyim fakat fasiküllere tek tek bakılırsa
neredeyse hiçbirinde hümanizmanın bir etkisi okunamaz. Hatta tersine sosyalizmi
insan ve insanlık üzerinden okuyan geleneğe karşı sert bir karşı tavır konduğu bile
görülür –en azından yazılarımda ben bunu amaçladım- (bkz. Kültürel Terörizm). Bu ülkede hümanizmin etkisi dışında, eğitim, politika,
edebiyat vb. yapmanın imkânsızlığı düşünüldüğünde, dergiciliğin ne denli türdeşleşmiş
bir meşguliyet olduğunu kabul etmek ve görmek gerek. Bunun doğal sonucu olarak ‘farklılıklar’
nihayet bir iktidar açlığı dışında hiçbir şeyle makulleştirilemez. Bu da solun
çekip giderken bile kendinden sonraki kuşağa bıraktığı kötü bir mirastır, daha
doğrusu içinde yetiştiği kültürden aldığı kötü mirasa ihanet etmemiş olması
kötü bir mirastır.
1992’de Edebiyat
Eleştiri teori alanında postmodern çağa, pratikte ise entelektüel iklime
hakim olan sol aydınların geri çekildikleri ve yerlerini hızla İslamcı
aydınların aldığı bir entelektüel iktidar değişimi dönemine doğdu. Bu Birikim dergisinin baş rolü oynadığı ve solun
entelektüel ve kültürel pratikten bir bütün olarak tasfiyesi hareketiydi, ve
özellikle Medya patronlarının desteğiyle 1985’lerden itibaren uygulamaya konmuş
bir projeydi. Tasfiye olan solcu aydınların bıraktıkları alanlar cemaatin büyük
desteğiyle İslamcı aydınlara geçiyor, ve o alan zaman içinde dönüştürülüyordu. Birikim buna çoğulculuk ve demokrasi
gerekçesiyle sahip çıkıyor ve daha dün “Şevki Yılmaz” formatındaki ahlaki
zirveleri alkışlayan İslamcı şahsiyetler bugün Birikim tarafından sol aydın kamuoyuna meşru bir entelektüel olarak
takdim ediliyorlardı. (kanaatim: sahici İslamcı bir zat [tutarlı bir duruştur]
asla sahici anlamda modern bir aydın [tutarlı bir duruştur] olamaz, tanım
gereği olamaz. Bunun aksini tanıma ve kabullenme sahtekarlık, yalancılık ve onursuzluktur).
Ve yeni gelen kuşaklar bu adamların evveliyatından bihaber, ataerkil kültürün
toplam kapasitesinin net ifadesi olarak ‘doğal beceri’ den başka sermayesi
olmayan bu zatları hayran hayran dinliyorlar ve alkışlıyorlar. Solun bu tasfiye
sürecinde 70’lerin sonları ve 80’lerin
ortalarına kadar sola ‘akıl’ veren onca
dergiyi çıkaran, (biraz önce ‘bunlar’
dediğim ‘onca dergi’ye birkaç örnek; Yarın, Bilim Sanat, Yeni Düşün, Yazko Edebiyat, Yazko Çeviri, Militan, Güney,
Türkiye Yazıları, Somut, Gerçek Sinema, Sanat Emeği … daha aklıma gelmeyen
nice dergi) solun büyük edebiyatçıları, filozofları, sosylogları tek tek
ortadan kayboluyor (1990-95 arasından bahsediyorum) adeta sırra kadem
basıyorlardı. Ve ne Birikim’e ne de
İslamcılara tek laf eden bir Allahın kulu solcu ortada yoktu (hata yapmayayım
sol politik-teori ile uğraşan bir ya da iki dergi çevresinden birkaç dürüst
insanın itirazlarını hatırlıyorum). Yani durum şuydu, 1992-93’de Birikim’in
İslamcılarla kol kola, sola karşı meydan okuyuşuna, soldan çıt çıkmamıştı. 70’lerin
Jdanovcu edebiyat patronları (elbette
enterne edilmiş fiziksel koşullar altındaki devrimcileri tenzih ederek
konuşuyorum) en azından döğüşe döğüşe çekilmenin onurunu yaşamayı ve yaşatmayı
dahi becerememiş bir tiptir. Becerememek bir yana tepki koyacağı yerde tersine Birikim loncasıyla birlikte görüntü
verme yüzsüzlüğünden de geri durmamışlardır. Bu aynı tipler, ya da en azından
bazıları, bugün hala utanmadan ‘koğuş ağası’ raconu kesmeye devam
edebilmektedirler. Yine de 92-95 arası Edebiyat
Eleştiri bu konuda en azından tarihe düşülen bir dipnottur; İslamcı ve
liberal aydın sultasına karşı direnişe, -zamanında çıkarılmış- bir davetiyedir.
Edebiyat Eleştiri öte yandan, postmodern
teoriyi tüm veçheleriyle tanıtmaya ve tartışmaya yönelik bir uğraşın ortamı
olmuştur. F. Nietzsche, L.Althusser, F.Jameson,
M. Foucault, J.Baudrillard, C. Belsey, E. Said, R.Barthes, Hal Foster, G.
Vattimo, R. Boyne, F. Lyotard. vb. bir
çok post modern kuramcı ve düşünüre, önemli metinlerinin çevirileriyle birlikte
Edebiyat Eleştiride yer verildi. Herhalde
92-95 arasında tam da o solun tasfiye yıllarında, kimsenin ilgilenmediği (oysa
yaşanmakta olan İslamlaşma ve küreselleşme sürecine ışık tutan kuramsal
metinlerdi bunlar) post modern teoriyi Edebiyat
Eleştiri bilebildiğim kadarıyla tek başına tanıtmaya çalıştı. Solun bu
ilgisizliği, ya da daha doğru söyleyişle materyalist olmaktan çok metafizik
olan solculuğu, post modernin bağıra bağıra anlattığı küreselleşmenin dünya
ölçeğindeki saldırısına karşı bir pozisyon almasını engelledi. Aradan 20 yıl
geçtikten sonra bugün bile bu ülkede hala küreselleşme karşıtı bir dil ve
politika yoksa bunun sebebi liberal solcuların sermaye yandaşlıkları olduğu
kadar, ortodoks Marksistlerin dindar solculukları ve koğuş ağalıklarıdır. Kısaca
Edebiyat Eleştiri yapabildiği ölçüde
putlarla başı hep dertte olan bir kavga dergisiydi, hem liberallerle, hem
İslamcılarla hem de ortodoks solcularla.
Sınırda neredeyse Edebiyat Eleştiri’nin bir devamı olarak 2005’te, on yıl sonra
yeniden, yayın hayatına girdi. Fakat bu kez derginin ana sorunu postmodernizm
değil, bizzat küreselleşme idi. Dolaysıyla dergi daha çok politik felsefeye
yönelik bir yayın izledi. Örneğin daha ilk saysında Jacques Ranciere’in,
“Demokrasi ya da Konsensus”, Etienne Balibar’ın
“İnsan Hakları” ve “Yurttaş Hakları” modern eşitlik ve özgürlük
diyalektiği” gibi çok temel iki makalesiyle, tartışma bağlamını tanımlamaya
çalıştı. Daha sonraki sayılarda bu
bağlam A.Badiou, M.Blanchot, P. Macherey, P. Bourdieu, D. Kellner, I. Shapiro,
G. Agamben, gibi günümüz Batı dünyasının önde gelen düşünürleriyle Ranciere ve
Balibar’ın ortaya koyduğu gündemler üzerine gidildi. Sadece sol düşüncenin günümüzde
geldiği boyutları sergileyen bu çeviri çabası bile Sınırda’yı okurunun ona
gösterdiği ilgiye layık bir çaba olarak değerlendirmek için yeterlidir. Sınırda
edebiyata fazlasıyla yer verdi ve vermeye çalıştı. Aslında tam ‘edebiyat’
denemez, hep edebiyat üzerine oldu metinler, belki poetika denebilir. Evet poetika
dergide önemli bir yer tuttu, her biri iki yüz sayfalık fasiküllerden oluşan ve
üç ayda bir yayınlanan derginin örneğin 12. sayısı ‘Dostoyevki’nin gölgesinde’
idi. Harika bir çalışma oldu. Bütün sayılar için kuşkusuz ‘harika’ sıfatını
çekinmeden kullanabilirim. Katkı koyan çok değerli insanlar, kocaman yürekleri,
korkusuz ve keskin dilleri olan bir avuç muhalif insan. Sınırda onların
eseridir.
3-Derginiz İzmir’den çıkıyor. İzmir
dergicilik tarihimizin önemli şehirlerinin başında geliyor. Sınırda’yı da dahil
edersek, İzmir’in dergicilik süreci hakkında neler söylenebilir?
Doğrusunu
isterseniz, benim için İzmir, İstanbul, Ankara, belki Malatya, Diyarbakır ne
ise odur, oralarda ne kadar insan tanıyorsam İzmir de de o kadar tanıyorum,
yani çok değil. İzmir’in şehir olarak
kültür tarihine de çok vakıf değilim. Bakın siz diyorsunuz dergicilik
tarihimizin önemli şehirlerinin başında geliyormuş, ben bunu örneğin çok fazla bilmiyorum.
Şu kadarını, yani 1915, 16’lardaki halka
doğru hareketinin İzmir’den başladığını ve ilk derginin Celal Bayar
tarafından epey de uğraşarak çıkartıldığını falan biliyorum ama benim için
İzmir’in kültür tarihi bulanık, okuyup tanımam gerek. Yine de son 23 yıldır
burada yaşıyorum ve sadece gözlemlerim var. Demokrasi kenti falan diyorlar, ben
anlamıyorum, bireylerin kendi çıkarları uğruna birbirlerinin boğazlama
özgürlüğü ne zamandan beri demokrasi oluyor. Hayır görebildiğim kadarıyla İzmir,
metaların iktidarının hüküm sürdüğü bir piyasa kentidir. Ve ahlaki normları
büyük ölçüde metaların değerlerine dayanır. Bu cümleyi kurmamı mümkün kılacak
yeterli süre geçirdim bu kentte. Son derece duyarlı, dost yüzlü insanlar
tanıyorum. Bakın bir kimlik (burada İzmirlilik) üzerinden konuşmaya çalıştığım
zaman ne kadar zorlandığımı görüyorsunuz. Bunu yapamıyorum, kendimi toprak,
kent, kan ya da etnik gibi bir kimlikle
hayatım boyunca hiç tanımlamadım, hiç kimseye de böyle kimliği dolayımıyla
yaklaşmadım. Fakat yine de sorunuzdan sonra İzmir hakkında çok şey bilmediğimin
farkına vardığımı söylemeliyim.
4-Sınırda şiir yayınlamakla beraber aslında eleştiri ve
kuram dergisi olarak öne çıkıyor. Türkiye’de bu anlamda hem eleştiri
dergiciliğini, hem de eleştiri dünyasını konuşursak neler söylenebilir?
Kuramsal
dergiler dediğimiz zaman Türkiye bu anlamda –özellikle 70’li yıllarla birlikte-
bir gelişme ve zenginleşmeye sahne olur. Hatta üniversite içi ya da dışı
belirli aydın toplulukları (dilbilimden, sosyolojiye, tarihe ve psikolojiye
kadar) çeşitli ilgi alanları bağlamında çok yetkin dergiler üretmişlerdir. Örn.
70’lerin sonlarında, Hacettepe idari bilimler kökenli bir dergi, “Batı Edebiyatları Araştırma Dergisi” önemli
bir kaynaktı, yine aynı tarihlerin
Hacettepe Ü. Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünün FDE dergisi, hem bizim roman ve romancılarımız hem de Fransız
yazını, ya da Yeni Roman akımı gibi alanlarda çok kapsamlı araştırmalar yapıyor
ve yayınlıyorlardı. Aynı bölümün, Baudelaire, Maupassant, Duras özel
bölümleriyle Frankofoni ortak
kitapları.. vb.. Sol edebiyat adamlarını ilk kez, gündelik duyarlıkların
kaşınması dışında kuramsal bir çerçevenin tartışılması mecburiyetiyle karşı
karşıya bırakan ilk ‘eleştirel’ dergi 78-80 arası yayınlanan Enis Batur’ın ‘Yazı’ dergisidir. Her ne kadar kapağında
kültür dergisi yazsa da, eleştiri yazılarının ağırlığı ve yankılanışı o gün
için çok büyük ve önemliydi. Hatta diyebilirim ki, Nurullah Ataç geleneğinden
beslenen tenkitçilikten sonra muhakkik anlamında sorgulayıcı eleştirinin belki
-Hüseyin Cöntürk dışında- ilk örnekleri bu dergide verildi. Yazı dergisi, referansları dört beş tane
rus metafizikçiden (örn; Moissej Kagan, Gennadyiy N. Pospelov, Avner Ziss,
Horst Redeker vb.) ibaret olan Sosyalist gerçekçilik jadanovculuğunun Türkiye
şubesi büyük edebiyatçılarını gerçekten şaşkına çevirmiş olmalı. Çünkü solun ortodoks
referanslarında yanıtları bulunmayan sorularla Yazı’nın her sayısında ve ilk kez karşılaşılıyordu. Üniversite gençliği (yani solun doğal tabanı), Yazı, Oluşum vb. E.Batur patentli her yayında, klasik Marksist ezberin
dışında kendileri için yepyeni bir dünyayı, Batı’nın düşünce ve edebiyat dünyasını
tanıyorlardı. 70’lerin başından itibaren klasik sol literatür öylesine hakim ve
kuşatıcı idi ki, Türkiye’de sol farklı bilgi kanalları ile ancak 78’den
80’lerin ortalarına kadar süren bir E. Batur yayıncılığı aracılığıyla
karşılaşıyordu. Durum şok ediciydi: M. Foucault’yu, G. Deleuze’u, farklı Bir Nietzsche’yi, Luis Borges, James Joyce, Mc Luhan’ı, Octavio
Paz’ı, Roland Barthes’ı Gerard Genet… Yazı’nın her sayısında farklı bir cepheden farklı bir eleştiri
geliyordu. Yazı’yla başlayan ve başka
bir çok yayınla artık bilinir hale gelen, Klasik Marxism’e yönelik Avrupa
kökenli eleştirileri görme noktasında; solun büyük entelektüelleri hala ‘insan’
ve İnsanlık’ muhabbetti temelinde bir tür dindar solculuğu sürdürüyor fakat ne
Althusser’in Stalin ve kuramsal hümanizm eleştirisini ne de yapısökümün modernizm
eleştirisini görmemekte direniyordu. Böyle konuşmaktan haz duymuyorum ama gerçek
şu; hayır klasik Marksizme ve modernizme yönelik eleştirileri Türkiye sol aydını
görmedi, görmek istemedi, ancak dünya yoksullarının isyan bayraklarını
açtıkları 2011 başlarında bunun bedelinin bir yok oluş hüznü olarak ödenmekte
olduğunu sanırım görüyorlardır. Yazı’nın
etkisi şu olmuştur; açıkça sol’un gençlik ve aydınlar arasındaki itibarı sarsılmış,
küçük burjuva gençlik Yazı ve daha
sonra Enis Batur’un ‘Oluşum’’dan
başlayıp YKY’nin Cogito’suna, kadar
çıkardığı ya da yönettiği dergiler etrafında bir toparlanmaya yol açmıştır. 80
sonrasında bu cereyan ciddi ciddi yerli malı burjuva sınıfının değerlerini ve
duyarlıklarını paylaşan ve yaşayan bir kuşağın oluşumuna evrildi.
Öte
yandan kuram dergiciliği dendiğinde M. Belge’ loncasının ‘Toplum ve Bilim’ dergisi külliyatının önemi ve yıllar içinde yerine
getirdiği işlev hakkında da konuşmak gerek. Aynı şekilde 11. Tez, Sınıf
Bilinci, Marksizm ve Gelecek, Teori
ve Politika, Doğu Batı gibi çok
önemli dergileriyle Türkiye teorik alanda çok ciddi bir zenginliğe ve ufka sahiptir. Ancak çok
temel bir sorun her yerde ve nerdeyse hep birlikte yaşanıyor; J-L.Nancy’nin sorduğu
şekilde özetlemiş olayım. Modernite hakkında karar vermek; demokrasi
moderniteden yani teolojik politikten kopuşun ürünü mü olacaktır, yoksa
teolojik politikin bir yeniden biçimlenmesi mi?
Her şey, edebiyat, sanat, bilim, politika ve demokrasi, bu kararla
ilgilidir. Türk aydını kuram ve eleştiri alanında mutlaka çalışmalar
yapıyordur, ancak bu hayati soruya yanıt verilmeden yapılan her çalışma gelip
bu ‘karar’ duvarına toslar. Olaylar ve yıllar ısrarla bu kararın verilmesi için
diretiyor fakat Türkiye aydını (çoğunlukla) hiçbir şeyden değil, sadece bu
kararı vermekten kaçmıştır.
5-Vicdan, Retorik, Şiddet ve İletişim, Edebiyat ve
Politika gibi birçok mesele üzerine eğildiniz. Sınırda’yı bu meseleler üzerine
çeken gerekçeler nelerdir?
Gerekçeler.. Sanırım yukarda epey anlattım..
6-Sınırda günümüz
şiir, edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyor?
Sınırda
2005-2009
tarihleri arasında 4 yıl süreyle toplam 12 sayı çıkabildi. Sınırda’nın şu anda artık yayın hayatından çekilmiş olması sanırım
bu soruyu yanıtlamayı gereksiz kılıyor. Sınırda
dergisine gösterdiğiniz ilgi için ve geç de olsa kendisini tanıtma fırsatı
verdiğiniz için gerçekten çok teşekkür ederim.
hüsamettin çetinkaya
http://sinirdan.blogspot.com/
31 Ocak 2011
(*). Bu yazı, 2011’de, sanırım taşra dergileri
ile ilgili bir kolleksiyoın kitap çalışması için ‘Sınırda’nın tanıtımıyla
ilgili benden istenen, söyleşi formatlı bir yazıdır. Buraya değişiklik
yapmadan, -dergilerin kayda geçmesi amacıyla-, aktarıyorum 11.10.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder