30 Ekim 2016 Pazar

Fazla Kategorisi



Jean-Luc Nancy

A finite Thinking, bl.7



Çıplak şiddet
yıkım tüm duvarlara yayılır: özel mülk yarılır
Kamu önünde talan edilmiş.  Şimdi, bağ yoluyla, kan yoluyla,
Şansımızı yitirdik, üstü örtük anlaşmaları korumaya mahkum,
Belki de burada savunmasızdır geriye kalan, tamamen fazladan,
Ancak, insanların başı eğik olmalı, böyle eğik kalmalı
Demeliyiz, öyle de davranmalıyız.
                                                                                   Sylvia Plath1





Kategorik buyruk bizim artık kurtulmak istediğimiz bir şey olamaz mı?  O -Kant da, fakat aynı zamanda Kant’dan çok uzakta olanda da- hala düşünmemiz için bir yükümlülük olabilir mi? Üstelik bizi en ivedi biçimde düşünmeye yükümlü kılan şeyden ayrılamaz olan bir yükümlülük, felsefi sorgulamanın kendini-yeniden üretmesi değil, fakat, sürekli söyleyip durduğumuz şu, dünyevi bir talep olan yükümlülük (obligation)? Ve onun bu talepten ayrılamaz varlığının ötesinde ve üstünde, bu yükümlülük yalnızca özgü/uygun bir şey olarak değil fakat aynı anda tamamen başka türlü bir şey olarak, devredilemez-vazgeçilemez mi?

O zaman kategorik buyrukta hiçbir şey bize yabancı -ya da bizim dışımızda- değildir. Bu ibare, sanki dilimiz hem ahlaki hem de fotografik anlamda ona maruz kalmış (impressionée) gibi felsefeden gündelik konuşmaya geçmiş nadir teknik ifadelerden biridir. Ancak, belki dilimiz buna sadece maruz kalmış gibi görünmektedir; dilimiz bu deyişi bir ayrımla; tırnak işaretleri görünmeden onu asla dile getirmeme ayrımıyla, içine alır. Gerçekten, bu deyim dilimize her ne kadar pelesenk olmuşsa da, dilimiz onu defetmeye uğraşır. “kategorik buyruk” bir yandan, koşulsuz bir düzenin korkunç görkemini, ahlaki mutlağın ertelenemez egemenliğini akla getirir; aynı zamanda da, eninde sonunda, böyle bir emrin ulaşılmaz karakterini, ona boyun eğmeye çalışmanın beyhudeliği ya da ona itaat etmenin imkânsızlığı demek olan, onu yürürlüğe koymanın (uygulamanın) imkansızlığını akla getirir. Ayrıca, onun görkemi saçmalık düzeyinde (ki bu yorucu bir durum halini almıştır) bir kisveye büründükçe, her nasılsa, kesinlikle mutlak bir tarzda davranır. Tırnak işaretleri içindeki parantezler arasını ihtiva eden Kant’ın imzasını taşıdığı ölçüde, silinemez (asla bütünüyle silinemez) olan şey, katatonik (bir tür şizofrenik) bir anlayışla pervasızca yarışan dindar bir ikiyüzlülüğün Kant’ı aracılığıyla görünen biçimci Schwärmerei ve rasyonalist Kant’dır. İki tercih: biz buna ya gülümseriz ya da Hegel’den Nietzsche’ye, Hegel’den kendimize dek, onunla öfkelenmiş, kudurmuş bir hale geliriz.

Yine de bütün bunlar, özellikle ‘kategorik buyruk’, ahlaki duyarlılığımız (doğanın ve bu olgunun denemeye tabi tutulmaksızın, artık herhangi bir ahlak felsefesi yokluğundan kaynaklanan bir şey) ve kültürümüz için en iğrenç dayanağımız olan belirlenimler ya da değerlerle taşınır. Buyruğun birlikte getirdiği şey, o zaman, sadece tabiri caizse, (ünlü suçluluğun ‘kirli eller’ini anıştıran) ellerimizden kayıp giden bir biçim alan, şu ünlü ‘ilkeye riayet etmek’ değil, fakat, ilk ve en başta gelen, kimi kez güzel ruha, kimi kez de mutlak zorbaya gönderen, acil bir hava ve zorlayıcı bir tutumla, mutlak emir (ödev) nosyonudur. Üstelik, buyruk bunların hepsini tersyüz eden şeyleri de getirir; boyun eğme, teslimiyet,  yükümlenmiş-olma, zorlanmış-olma, kendiliğimizin önüne koyduğumuz ya da tanımladığımız özgürlüğün kabul edilemez antitezleri ve bildirimleri.

Buyruk inisiyatif özgürlüğünü bastırır ve kategorik buyruk muhakeme özgürlüğünü bastırır. Bunlar birlikte kendi kaderini tayin hakkını bastırırlar, yani, onların bastırdığı şey, bizim için, kendinde İyi, bizim artık işaret etmediğimiz fakat aslında hiçbir şekilde emir olması gerekmeyen mutlak bir kendi kaderini tayin etme içinde bize tutarlılık kazandıran, “İyi” ‘dir. Hiçbir şey bizim modern ethos’umuza mecburiyetten/yükümlülükten daha yabancı değildir, ve tekil bir karışıklık olmadan ona bağlanılamaz; bu duyarlık, örneğin Rousseaucu ve Nietzscheci motifler arasında, ayrımcılık yapamaz, ya da bir kez daha, Stirner ve Feuerbach’a aynı bakışla bakmayı sürdürür. İnsanlık ve birey kendi kaderini tayin eder; özgürlük hem projedir hem de doğa. Bununla birlikte, bir şey açıktır: özgürlük zorunluluğa tümüyle karşıttır; o otoritesini yalnız kendinden alır ve onu bizim hukukumuza kendisi verir. Bu kendinden verili edime yoksunluk yetisi hükmetme, etiklerimize ve politikalarımıza yönelim duyusunu tümüyle kaybeder ve tarihten doğaya, insandan tanrıya, halktan devlete, kendiliğindenlikten değerlere amaçsız bir biçimde dolaşır.

Ve kategorik buyruğun aynı zamanda bize riayet edebileceğimizden çok daha yakın olması daima mümkündür. Bizzat Özgürlük; bu özgürlük, her tür dış emirden, her tür iktidardan uzak, bir durum -ya da bir oluş- olarak, kavranmıştır, bu özgürlük tam da tartışmaya açık olmayan bir anlam yüklememiz yüzünden, kategorik buyruk olarak konumlanmıştır. (örneğin bu, en genel ‘insan hakları’ savunusu pratiğimiz içinde örtük ya da açık bir motiftir)

Bu varlığı biz her nasılsa belli bir yöne yöneltir ve içinde çalışırız. Özgürlüğün mutlak ve koşulsuz olarak kendinde özgürlük tarafından dayatılmış olduğunu iddia ederiz. Şu ya da bu şekilde bu özgürlüğün (ya da, eğer biz artık bir öz açısından belirlenme riskini almak istemiyorsak o zaman şu ya da bu  ‘özgürlükler’ ya da ‘ insan hakları’ toplamının) verilmiş, kavranmış, tanınabilir ya da tahsis edilebilir olduğunu ortaya koyar ya da varsayarız. Eğer Kant için özgürlük ahlak yasasının varoluş ölçüsü (ratio esendi) ise,  bu yasa, öncelikle, özgürlüğü kavrama ölçüsüdür (ratio cognoscendi); bizim için ise tersine, özgürlük düşüncedir ve tüm ahlak yasasını kavrama ölçüsü ve varolma ölçüsü kendiliğinden varlık olarak sadece düşünülebilirdir. Bu yüzden özgürlük kendini-apaçık olarak dayatır ya da kendini dayatmak durumundadır. Fakat bu kendini-dayatma artık gerçek bir dayatma değildir; Eğer o kendini aşağılayan ve alay edenler üzerine dayatılmamışsa, (ya da onun dayatması aranmamışsa)  özgürlük kendini empoze edemez; onun doğası nihai olarak bir özün ve saf kendiliğindenliğin doğası olduğu sürece kendiliğinden çiçeklenir, gelişir. Buyruk, o zaman,  kesin bir buyruk değildir. Buyruklarımızın buyruğu, ne bir zorlama, boyun eğme, tebliğ etme uygulamasına bağlanmış olmaması gereken ne de dışsallığın sınırlandırıcı karakterine sahip olmaması gereken hakiki buyruklardır.

(aynı zamanda, bizim ekonomi, tarih, bilinçdışı, yazı, teknoloji ve aslında -son çözümlemede, özgürlük adına uyruklaşmış olmamızı artık gerçekleştirmediğimiz- gerçek metafizik özne kavramı tarafından spontanitesi soyulmuş bir varlık olarak temsil ettiğimiz- şeyle, yani tuhaf bir biçimde ‘özne’ demekte ısrar ettiğimiz şeyle arasında derin bir uçurum açılır.)

Ancak o hala, bir şeyi, (örneğin özgürlüğü) koşulsuz bir talimat olarak düşünen, dirençli ve kuşatıcı bir talep gibi, üstümüze çökmüştür. Belki tam da bu şeyi -“düşünce”yi- doğrudan kimi gizli imalara boyun eğdiği şu ya da bu biçimde, ısrar etmeksizin düşünebiliriz. Böylece, onun tam da geri çekilmesi yüzünden ya da aracılığıyla buyruk yakınımızda belirir. Ve bu yakınlık, yakınlık görünüşü altında, ailevi ya da samimi bir açıdan düşündüğümüz her şeyden çok daha yakın olabilir. Kafayı taktığımız fakat bizim için kayıp olan şeyin yakınlığı olabilir, bizi kovalayan kayıp şeyin yakınlığı.

Şimdi, kabul edilmiş etimolojik kaynaklara göre takılma, işgal ya da ikamet edendir, daha çok bilinen etimolojik bir okumayla, evine, ocağına, inine geri dönmedir. Takılma (Haunt), ev (Heim) gibi aynı ailedendir. Buyruğun yakınlığı düşünce evimizin tuhaflığı (Un-heimlichkeit) olabilir, sadece çok yakın, uzaklaşırken çok yakın olması yüzünden endişelendiren huzur bozucu bir özellik. Fakat aşina meskene dönmek yine de bir ethos'a dönmektir. Burada bahsedilen bir etiğinkinden başka hiçbiridir, bu yüzden2 -bilim ya da bir disiplin anlamında değil,  hatta, ya da moral duyu ya da duyarlılık anlamında da değil, fakat  kesinlikle bir kafaya takma anlamında.

Şimdi bu, buyruğun tuhaflığını evcilleştirme ya da onun kafaya takılmasını sakinleştirme meselesi olamaz. Buyruğun, geleceğimizi öngörme -kendi zamanının ötesine geçemeyen felsefenin işi olmadığını Hegel’den beri bildiğimiz bu tür bir öngörme- yeteneğine (bir buyruk ahlakının gelişi ya da geri dönüşü kehanetine) sahip olduğu varsayıldı. Burada kesin olarak söylenmek istenen nedir? Basitçe zamanın -düşünmenin bir unsuru- kendini aşamadığıdır; bu sınır, kısaca, onu tanımlar.  Düşünmek ne öngörü, ne kehanet ve ne de mesaj vermektir, zamanla, zaman içinde olanların kendilerini sergilemesidir. Takıntı zamanında orada bir takılma -etik bile olsa- ahlaki bir düşünme olmalı ve olabilir.

Fakat, her şeye rağmen, varsayma, yani böyle bir tahmin olanaklıydı, o asla evcilleşen bir buyruğun tahmini olamazdı, bir buyruk ya aileden ya da doğal hale gelir. Eğer biz gerçekten de buyruğu kaybetmişsek, en azından, onu telafi etme (yerine koyma) imkânımız olmadığından emin olabiliriz; onun özü karşıtına ya da bundan kaçınmaya yönelir. Buyruk yerelleştirilemez - ve bu tekrar takıntının ayar damgalarından biridir: o tanım gereği yerelleştirilemez olan yerel bir şeydir. O takıntı olan ekonominin içine girmez. O bize arkada bir ikamet gösterir, bir ikamet olarak o, içine rahat biçimde yerleşmemize izin vermez. Ve üstelik o hala bir ikamettir. Biz elbette bir buyruk içinde ikamet etmeyiz, fakat biz onun altında ikamet ederiz.

Aslında, o Kant’ın felsefesini ister yeniden harekete geçiren ya da isterse onun içinde bir “kaynak” olsun,  kategorik buyruğu yeniden temellük etme, yeniden değerleme ya da bir tanıma tarzı değildir, hatta bize takılan endişeleri bastırmanın bir yolu da değildir. O sadece düşünmek, bizim düşünmemiz için buyruğun ısrarlılığına işaret etmenin bir tarzıdır, yani bir anlamda buyruğun gerekliliğine -tam da Kant’a açık olan cinsinden- boyun eğen biri için ‘Kant’ın kestiği bir haraç’dır.


***

Niçin, Kant için buyruk böyledir? Niçin ahlak yasası kendini bir buyruk sesinde ifade etmektedir?  Niçin bir tanım değil de daha çok bir talimat? Niçin tavsiye ya da teşvikten çok bir emir?

Kant basitçe yanıtlar: insanda kötülük var olduğu için buyruk vardır. Buyruk olmak zorundadır çünkü kötülük oradadır.

Bu yanıt, hemen, ahlaki duyarlılığımızı altüst eder. Kant’ın insana ve insanın içine atfettiği tamamen radikal kötülüğe müsamaha gösteremeyiz. Politik sahnenin (bundan sonra herhangi başka bir sahne olabilir mi? Her sahne politik değil mi?) kötülük görüntüsü bize anlık bir bakış verir, rıza gösterebileceğimiz manzara, kendi tarihimiz içinde, sürekliliği, teknik doğası, akılcılığı nedeniyle eşsizdir, kötülüğü sadece bir kazanın (rastlantının) doğası olarak kabul etmek isteriz (ve, karşılıklı olarak tam da “kaza” kategorisi, “talihsizlik” ya da “kötülük”ün kendine özgü kalıtsal değerini karşılar). Bunlar tarihi bir zorunluluk olarak görmezler ve belki bu kazaları elimine etmenin sonuşmaz sürecini, önceki ya da ideal bir kayıt üzerine meydana gelen bir kargaşa olarak, genelde bir kaza olarak görürler. Her iki durum da,  -banal demeye eğilimli olduğumuz kötülük- gibi bizim paradoksal olarak kötülüğümüze boyun eğme kapasitesi altında gizli metafizik kaynakları olan kötülüğün kazai karakteri olamaz, bu yüzden biz ilk ve son olarak onunla yapabilir miyiz?

Burada,  kötülük sorununa -temelde kantçı kavranılamazlık sorununa- daha fazla eğilmek durumunda olmama rağmen, öylesine değindim. Böyle herhangi bir irdeleme, tüm olasılığıyla, en temel yapı boyunca büyük bir ilgiyi hak eder, o gerçekten buyruğun kıdemli itibarı ve ısrarı olmadan başlayamaz.  Özgürlük konusunda olduğu gibi, buyruk, kötülüğün bilişsel ölçüsüdür (ratio cognoscendi). Bu sonuncusu bana iki şey söyler: birincisi, sorununun (eğer o hala klasik felsefi anlamda bir sorunsa) tam da bizim sorunlarımızın ufku olduğunu, ve ikincisi, saf basit özselciliği ile aynı anlama gelmesi, ve böylece “orijinal günah”ın modern bir avatarı olması gibi bir yere konumlanan kötülüğün kazai oluşu karşısında onun bir sorun olarak mevcudiyeti, yoktur. Yapmak istemediğim şey, (“günah” yoluyla ya da “kaynak” yoluyla anlam verebildiğimiz sorunun üzerine hiç gitmeden) orijinal bir günahı çağrıştırmaktan sakınan duyarlığımıza bir ayrıcalık tanımaktır. Hayır, ben yalnızca duyarlığımızın –ister iyimser ister kötümser olsun- kötülük sorununa ölçü olmada aciz olduğunu ve bu yetmezliğinin bizzat düşünmeye başlamanın ölçüsü olduğunu söylemek istedim. (burada, “düşünme”ye basitçe tarafsız- tutkusuz ve soğuk ilgilenimi değil, belki düşünmek için tamamen farklı bir duyarlığa gerek olduğunu anlatmak istiyoruz.)

***

Buyruk vardır çünkü kötülük vardır. kötülük vardır, yani,  yasanın ve onu yapma eğiliminin ihlali olasıdır. Yasa bir komut olarak vardır çünkü o bozulabilir. Şimdi bu bir yandan yasanın bizzat (fiziksel yasalar, örneğin doğa yasaları gibi) var olduğu ve öte yandan buyruğun herhangi bir kişiye -ki o kişi, yasaya göre kendiliğinden kendisine raslantısal biçimde yönelemez- işaret ettiği anlamına gelmez. Bu durumda (ki bu durum tipik olarak yasalara dair olan şeydir) buyruk bizzat yasa olamamıştır;  bir buyruk olarak, o yasayla özdeş olamaz. Aslında, o tam olarak iyileştirici bir destek ve eğitsel bir işleve sahiptir. O bizzat insandaki çocuğa gönderimlidir, insana değil. Fakat buyruk ne ceza ne de ödül içerir; ve onun tamlığı, saf hipotetik karakterinden çok kategorik bulduğumuz yönüdür (Kant’ın ahlaki ve teknik buyruklar arasında yaptığı ayrım da aynı ayrımdır). Yasa sadece buyruk olarak ortaya çıkar. Ve bu yüzden buyruk, yasa uyarınca edimimizin, “yasa” boyunca, bu anlamda, ne buyruk yoluyla ne de ondan önce verili olmayan emri veremez. O, daha çok, kanunlara uygun (legislative) anlamında, meşru (legal) olarak eyleme emridir. O, eylemin maksiminin, yasanın, bir yasa edimi keşfetmiş olmasını, emreder. Bu, şey durumlarının aşılması zor implikasyonları üzerinde durulmadan, buyruğun kanunlu edimi emrettiğini varsayamayız (o bu yüzden ‘evrensellik’ vazeder).

 –soysopcu,  kurumsal ya da anayasal ne olursa olsun- bu düşünceye dahil edilmiş yasalı (legislative) egemenliğin tek yönlü ideolojik ve metafizik modelini bırakalım. Bu modelin etkileri, su götürmez olmalarına rağmen, Kant tarafından özsel bir sınırlamaya boyun eğilmiştir: o bizzat bu orijinaliteyi hem temsil eden hem de üreten bir tarz olamaz. Burada şunu söylemek yeterlidir, Kant politik alanda asli meşru devlet kurumunu herhangi bir biçimde araştırmayı açıkça terk eder. Tam tersine, politik düzen bizzat buyruğa boyun eğdirilmiştir.

Böylece özgürlük yasaları uyarınca esirgenen ve biçimlenen, bir devlete (civitas) otonomisini veren, üç ayrı otorite vardır (potestas legislatorıa, executoria, iudiciaria).  İyi bir devlet kendi birliğinden ibarettir (salus rei publicae suprema lex est). Bir devletin iyi-varlığı yoluyla onun yurttaşlarının ne refahı ne de mutluluğu anlaşılmış olamaz; çünkü mutluluk onlara belki de çok daha kolay bir şekilde gelir,  ve onlar  (Rousseau’nun ileri sürdüğü gibi) doğa durumunda ki gibi ya da hatta despotik bir yönetim altında bile olabilirler. İyi bir devlet varlığı yoluyla anlaşılan şey, bunun yerine,  anayasasının Hak ilkelerine en tam şekilde uyması koşuludur; o koşulun ötesinde, kategorik buyruk yoluyla, aklın, bizi uymaya mecbur eden ilkesidir.4

Görünüşün tersine bu, olağan anlamda bizim anladığımız deyişle “bir devlet”i düşünmeyle ilgili değildir. “devlet” burada daha çok, buyruğu talep eden yasalılık (legislation) için bir mekândır.

Yasalılık verilmiş olsa bile buyruk komuta etme yetisi olamaz. Yani, eğer yasalılık kendiliğin bağımsızlığını vermişse onun komutları komuta edemez; o eğer kötülük onun meşru bağımsızlığına (kazınmış) kayıt altına alınmış (hakkedilmiş) ise o komut veremez.  Bir gerçek olarak onu hesaba katan  yasa yoluyla yerelleşmiş, tanınmış kötülük ile, buyruk yasasıyla yasada ima edilmiş kötülük tertibatı (disposition) arasında bir ayrım yapmamız gerek. Eğer kötülük doğa yasasıysa (insanlığın acımasızlığıyla bir volkanın mahvetme gücü ya da bir hayvanın vahşetiyle karşılaştığımızda böyle bakmaya eğilimliyizdir) iyilik talimatı saçma ve nafile olacaktır. Bunun yanında, yasayı ihlal olasılığı bizim üstümüze yıkılmaktadır.5 Bu atfetme zorunluluğunda, kötülük kavranamazdır. Fakat bu bir kavranılamazlık olasılığı olarak, kötülüğün başka deyişle özgürlüğün nedenidir. Eğer o özgür değilse, ‘kötü’ de olamaz. (fakat bu, özgürlük özgür irade ile ayrıştırılamaz olduğu sürece, herhangi bir kötülük olmadan eylemin özgür olamayacağı anlamına gelmez; bunun yerine, o kötülük olasılığı  olmadan ve ona yönelimli bir tertibat olmadan, özgür olunamayacağı anlamına gelir. Özgürlük ‘iyi’ ve ‘kötü’ arasında özgür bir seçim değildir, çünkü böyle bir seçimde ‘iyi’ her şeydir. Özgürlük kavranılmaz olduğu ölçüde bizzat kötülük olarak kalır: yine de, en azından,  özgürlüğün bu anlamı sadece kötülüğe yönelik bir tertibatın varlığına işaret etmektedir.)

Aslında, buyruk radikal kötüye, maksimlerin tam da temelindeki ahlak yokluğunun kötülüğüne, tekabül eder.6 Yani kötülük iki açıdan bir ‘yönelimin’ kanıtı değildir:  o doğal eğilimler içinde meydana gelmez, ve o maksimden sapmayla bir kaymaya tekabül etmez (bu durumda  sapma belki de  bir hatadan daha fazla bir şey değildir, belki de iradi kötülük olasılığının olmamasıdır; burada, yine de, irade bizzat radikal biçimde ayartılmak durumundadır). Kötülük maksim zemininde bir yozlaşmadır ve böyle yozlaşmış bir maksim artık yasa yapmayandır. Kötülük yasanın tersi değildir; yasaya karşı bir tertibattır, yasama-dışı (il-legislative) bir tertibat. 

Ve nihayet, yasa olması yüzünden o, bu olasılık talimatının kendini –belli bir biçimde kendinde- açığa vurduğu yasa yapmanın (ya da yasa yapıcılığının) yasasıdır. Tanım gereği yasanın emri yasa dışında bir ‘yasadışı’ saptar. Ancak bir yasanın yasası yasadışını zorunlu olarak işaret edilen biri olarak içerir – ki bu biri, sırayla, yasanın katılığına girmeye bırakılmış, ve bu anlamda kendi adresinde terk edilmiş biridir.7 Sadece  bu biçimdeki eylem…” eğer o işaret edilmişse anlam yaratır, yoksa bu şekilde eylemleri tekrarlama yetisine sahip biri değildir o,  fakat ilk ve en başta, tam da kendi tertibatı içinde, radikal olarak bu şekilde eylemeyen biridir. Yasanın yasakları, işaret etmiş olduğu, yanlış yapmadan daha baştan bu yasaklara itaat eden birine yöneliktir. Bunun bir buyruk biçimi almasının nedeni, özgürlük yasası olmasıdır. Bu sonuncusu, yasadan çıkarsanmış bir ifade değildir, olduğu kadarıyla yasanın zıvanasıdır (ağızlığıdır). Buyruk olarak o yasadır ya da yasa yapar.

***

Buyruk yasası böylece haktan ayrılır. Hak hiçbir zaman “eyle…” (melisin…) demez. O bir kurala eklemlenir ve özel bir durumun boyun eğmesini talep eder;8  aslında, yine de, o bir komut değildir. Ya da, daha kesin olarak, hak olarak tanındığı düzlemde komuttur, bu düzlem (kolektifler, devlet, kilise vb.) gibi yasaya uygun bir alanı parsellediği varsayılan yasanın gücü düzlemi ya da boyutudur. Burada tamamen akıllı varlıkların yasasından bahsetmemize rağmen, bütün varlıklar yasanın ehliyetindedir. Buyruk mutlak olarak yasanın durumunu ifade eder.-fakat bu hala bir ‘söyleme’ ya da ‘ifade’ tarzı mıdır? Eğer öyleyse, hangi anlamda?- 

Ve nihayet, hiçbir şey için bir emir yoktur. Hakla ilgili olarak, o, duyusallığımızın sürekli işe karıştığı emirlerden farklıdır. En azından eğer bizim emirden anladığımız, örneğin, Canetti’nin anladığı gibi: en ilkel biçimi, rehberin karacayı hissettiğindeki ölüm tehdidi gibi bir ilişki ve tutumsa o farklıdır. Bu aslında herkesin emir uygulamasının böyle bir komut tehdidinden doğmuş olmasıdır. Fakat buyruk ne tehdit ne de vaat içerir. Gerçekten de onun özü, ikisini de içermeyen bir gerçekliğe uzanır. Bu, sadece ödeve uymanın yerine getirilmesine zıt olarak, ödevin dışında boyun eğişin anlamıdır. Ödev yüzünden itaat, çıkar olmayan yerde, yalnız kendi ödevinin çıkarlarına itaattir. Üstelik, emir kendi varlığının tatbikini gerektirdiği için, ödev bizi ödevin kendisinden başka hiçbir şeyle yükümlü kılmaz. (ödevini tatbik etmek için mümkün her şeyi yapmaktan muaf bir ahlakla, iyi niyetlerle, tatmin olmuş bir ahlakla hiçbir şey yapamayan Kant için, aslına bakılırsa geriye kalana gerçekten neden ihtiyaç duyulur?)

Ödev bizi ödevle yükümlendirir. Başka deyişle, o yasalı edimi emreder, ve bu edim, kendince,  seçeneksizdir fakat kendini bizzat yasanın, -yasanın özgül içeriklerinin evrenselliği değil fakat onun meşruiyetinin ya da, çok daha kesin bir biçimde, yasanın yasa-oluşunun-evrenselliği ile yükümlü kılar. Ödev yasası bizi yasanın -bu yasa verili değildir- ödeviyle yükümlü kılar.

Dolayısıyla, her ne kadar yasa emirler alanının dışına uzanıyorsa da, ödevin dışına uzanmaz. Birincide, yasanın uygulaması kendisi tarafından teşhis edilemeyen şeyle sınırlanmıştır.  Bunun tersine böyle bir yasanın -herhangi bir şekilde (örneğin, yasa en güçlünün….)- önceden bilindiğini varsayar. Aynı şekilde, ve aynı nedenle, emir yasanın ifadesiyle teşhis edilmiş değildir, ve emir edimi genel olarak konuşmaksızın yapılır: “emir dilden eskidir, aksi halde köpekler onu anlayamazdı.”9  Öte yandan, dile gelenden başka buyruk imgesinde anlam yoktur.10 Buyruk sadece sözel ya da gidimli bir biçimdir. Ödev bir varlık kipi değildir –en azından terimin klasik anlamında değildir- fakat bir dil kipidir –her ne kadar radikal olarak yeni bir anlamda olsa da. Ne yaparsam dilsel olmayan bir biçimde sunulmuş olabilir; aslında yaptığım şey sadece her zaman söylenendir. Sonuçta, üstelik, aslında yaptığım şey sadece bana söylenmiştir. “Eyle…”(melisin….) Bu bana gönderilmiş olandır.

Yasanın ödevi bir emir olan sevginin ödevinden daha fazla emir değildir: “burada ödev duygusu yoktur,  her ne kadar gerçekte, ödevimizin sunuluşundan kaynaklanan bir duygu varsa da, çünkü bu ikincisi kategorik ahlak buyruğunun bir gerektirimidir. Zorlayıcı ödev sevginin ödevi değildir.11  Gerçekten de: “insanın bir isteği yasanın ona yapmasını emrettiği şeyi yapmak olabilir, fakat onun yaptığı bu şey iradi değildir”.12  Eğer  ödev ayartmaya bağlanmışsa, açıkçası artık o ödev olamaz, fakat Kant'ın "patolojik" dediği tarzda bir etkinin gücüne sahip olur. Bu bağlamda, böyle bir etki artık ödevi emir tehdidinden  ayıramaz.

Kant şunları; “insanda aktif bir ilke bulunur…. Ruh olarak ona eşlik eden değil…… fakat tin olarak, yani ….ona, ahlaki pratik aklın yasasına göre  karşı konmaz biçimde emreden bir şey olarak “13, yazdığında, buyruğun, bizi sadece fenomenolojik (bu yüzden asla bir töz gibi olmayan) olarak bilen fiziksel bir tözde var olmadığını, fakat sadece, temel işi transandantal inşanın birliği olan Gemüt’de (zihinde) olduğunu anlatmak ister. Buyruk öznenin doğasına ait değildir; daha çok, o, her ne kadar özneyle benzerliği olsa da,  terimin en güçlü anlamında, aşan kısmına, onun özne statüsüne aittir:  bizzat pratik olan aklın olasılık koşuluna, olasılığın akli koşuluna aittir. Daha da kesin olarak;  kendinde ve kendi için pratik olan bir akıl. Yine de, kendini böyle gösteren değil (o kendini “açığa vurmaz”); daha çok, özne olmayan şeyin factum rationis’ olarak, fact olarak, pratikte olan bitene.. (bu fact bir yok öznedir, o özne değildir).

Buyruk praksis için olasılık koşulu sağlar, ya da o bizzat praksisin aşkınsallığıdır. Başka yer gibi, ancak burada, belki, daha çok başka herhangi bir yerde, bu aşkınlık aşkın olmayana işaret eder. Praksis ilkesi aşkın bir gerçeklik değildir; daha çok, o aklın kendi için ve kendinde aklın pratik oluşu, aslında akıllı varlığın a priori pratik koşuludur. Kant için (bu bağlamda aristotelesci geleneğe geri dönen Kant için)  praksis normlar ve değerlere boyun eğişi talep ettikleri ölçüde öncelikle eylem emri değildir; daha çok, sonucu (farklı bir sonuç üreten poiesis’den farklı –ya da zıt olarak-) taşıyıcıdan ayrılmayan eylem, yani dayatıldığı ölçüde praksis ve aklın emri olarak kendini dayattığı ölçüde bizzat eylem emridir. Ya da tercih edilirse, esasen, eylemin akılcılaşması değil fakat aslında aklın edime sahip saf akıl olarak keşfine bağlanır.  Saf akıl olarak edimin anlamı yasa yapmaktır. Aklın böyle bir ödevi  vardır.  Bu noktada, tarihinde ilk kez, akıl, edimlerin ölçüsü olması gerekmesi açısından verili bir akılsallık içine artık dahil olmaz; daha çok, saf pratik akıl olarak o varlığın a priori ödevi ile, -yani, saf dışı olanla- özdeştir; bu saf pratik akıldır.

Kuşkusuz, saf akıl, sadece duyusallığımıza yabancı olan bir ifade değildir, ama metafiziğin yapısökümüne ya da eleştirisine –belki de başka herhangi bir kavramdan daha çok- boyun eğmesi gereken kavramlardan biridir. Ancak, o kendine şöyle yeni bir görevi duyurmakla tamamlanır; kendi pratik varlığı açısından saf aklı düşünme görevi, onu emreden ya da inşa eden ödev açısındandır.

Eğer buyruk uzaktan sözetme anlamında bir emir değilse, o yine de etkin bir biçimde komuttur. Yani, eylemin göreli kipliği,14 eğitimini vermeden önce, o bir eylem komutudur: o bizi eyleme mecbur eder. Bunun anlamı eylemin doğrudan empirik olarak belirlenmiş bir olumsallık olmadığı, fakat koşulsuz bir zorunluluğa sahip olan bir şey olduğudur. Bütün hipotetik (ya da teknik) buyruklarda, eylem bir son koşula boyun eğme anlamına gelir. Tersi ise, kategorik buyruk bir son eylem yapar -aktivist anlamda “eylem olsun diye eylem” değil, fakat burada bir son olarak dayanılan eylemin anlamında, koşulsuzlaşmış (ya da özgürleşmiş) saf aklın eylemi. Bu son koşulsuzlaşmış olduğu sürece, yine de,  daha önceki bir yasadan  –örneğin bir doğa yasasından- türetilmiş bir zorunluluk olarak sunulmuş olmaz. O zaman bu niçin Hegel’deki gibi bir akıl ya da aklın akılsallığı değil de bir özgürlüktür, veya niçin bir arke yoluyla programlanmış bir telos anlamında bir son inşa etmez. Son, olarak özgür eylem asla bir başlangıçtan başka bir şey değildir, bir başlangıç ya da bir inisiyatif herhangi bir son olmadan hareket eder. (ve, bildiğimiz gibi, Kant özgürlüğü kendi dışından bir şeyin başlangıcı olma gücü olarak tanımlar). Fazladan, özgürlük, önceden kaydedilmiş olma anlamında emredilmiş değildir; o tembih edilmiştir. Akıl ya da aklın akılsallığı bir tebligatta (hoş bir şekilde, belki de, onun kendi yapısökümünde) ortaya çıkar.

Bu tebliğ etme bir emirden hem az hem de çoktur. O tehdit etmez, bir eylem yapmaya – buyruğun tüm yönetici güçten yoksun bıraktığı şekilde- zorlamaz. Aynı şekilde, olmayan şeyin, hatta bir olasılık bile olmayan şeyin, yasalı özgürlüğü, özgür bir eylem talimatıyla akla katılmasına, uygulamasına ve empoze etmesine rağmen akıl tarafından ya da aklın açığa çıkışıyla bilinebilir. Buyruk tebliği aklı mutlaklığı aşma yönünde zorlar.

Bir buyruk, niçin, “ya saf ya da empirik herhangi bir sezgi üzerine temellenmeyen sentetik a priori önerme olarak bizi baskı altına sokar”15 O kendini dayatan bir olgu olarak kendini dayatır ve o kendini factum rationalis olarak dayatır. Factum rationis (akıl olgusu) empirik bir sezgi değildir; eğer öyle olsaydı, buyruk duyusal bir koşula boyun eğecekti. Bu, ayrıca,  duyusal olan için ahlakçı bir horgörü üzerine temellenen bir argüman inşa edemez, fakat argümanı koşulsuz bir tebliğ üzerine empoze edilen bir koşulda temellendirir. Factum bir buyruğun herhangi bir olguya bağımlı olmamasıdır. Burada ya da orada, ötekinde ya da bende, eylem deneyiminde bir şeyle karşılaşmaya yükümlü olmam yüzünden eyliyorsam ödev nerede durur, özgürlük nerede?

Yine de factum rationis entelektüel bir sezgiden fazlası değildir; o buyruğun saf sezginin a priori formlarının yeri olduğu sentetik a priori bir önermede, ikamet eder. Diyebiliriz ki o saf pratik aklın zaman-mekanıdır. Bu belki onun en azından, saf sezgi pozisyonlarının a priori formlarına yani, türev olmaktan çok asıl olan, ve böylece tam da akıl için bir factum olana katıldığı anlamına gelir.16 Onun olgusallığı kendi praksisinin asıl gücü olarak kendini sunabilen aklın, özünde, olmayan şeydir; daha çok, kendi praksisini ona tebliğ eder. Ve bu anlamda onun praksisi, tam da saf sezgide ona verilen nesneler olarak, ona verilidir (“sezgi… sadece nesne bize verili olduğu ölçüde meydana gelir; fakat bu sadece, belli bir biçimde zihin (Gemüt) duygulanımları ile mümkündür.”17)  Factum bu a priori yetinin pratik kipidir. Bu yetinin öncelliği geri çevrilemez ve her bir kendini koyutlayan akıl edimini, her bir kendi-temsilini ve her bir kendi-üstünlüğünü mutlak olarak aşandır (bunlardan fazla olandır). O aynı zamanda aklın tesir-oluşunun pratik bir kipidir. Buyruk aklı etkiler. Evet, bu onun aklı küçük düşürdüğü anlamına gelir (ve bu duyusallığımızın kesinlikle tolore etmeyi beceremediği şey olmaz mı?)  fakat, her şeyden önce bunun anlamı, her ne kadar bütün bir edilgenlik fazlası eylemlilikle özdeş varlıktan uzak olsa da, adeta dışarıdan, dıştan bir aklın başına gelendir (hatırlanırsa o bir talimattı; eylem sondur). Buyruk aktif olmayandır: o buyruktur. O aktif ve pasif arasındaki herhangi bir ilişkiyi aşar.

Bu nedenle, bu fazla ne bir ‘sezgi menşei’dir ve ne de (çünkü bu aynı şeyin eşanlamlısı olur) bir eylem menşeinin yeniden oluşumudur. Buyruk diyalektik olarak kendiliğindenlik ve algısallık arasında, özne ve sonluluk arasında eleştirel bir ayrım (sublate) yapamaz. O Hegel’ci anlamda, kendini özne (felsefenin ya da durumun öznesi) düzeyine çıkartmakla ve kendini reddetmekle ahlaki bir ideyi gerçekleştiren bir sonlu-varlık, ethos gibi değildir. O farklı bir biçimde dir ya da verilidir.

Bu -mutlak oluş, aynı anda da Mutlak olmayış- farkında, buyruk bu ayrımı tekrarlar: Buyruk, bir edilgenlikten (tembih edilen) bir etkinliği (tembih eden) ayırmayı dayatan buyruktur.  Yine de,  bu ayrım, sanki onu o üretmiş gibi, bunu empoze ederek yapamaz;  daha çok, ayrım, onun üstünde kalandır ve buyruk sadece üstüne ayrım empoze edildiği ölçüde ayrımı empoze eder. Başka türlü koyalım: buyruk oradadır çünkü bu devredilemez ayrım dayatılmıştır.

Şimdi, factum rationis (konumlanmış, tesis edilmiş, elde edilebilir) bir fact olarak akılsallığa uzaktan tekabül eder, heterojen bir olgusallığa ve akılla her şeye karşın meydana gelen kalbin ortakölçülemezliğine işaret eder. Bu ortak ölçülemezlik bizi ölçer, bizi yükümlendirir.

***

Yükümlenmiş olma ne anlama gelir? Tembih edilmiş olmak ne anlama gelir? Ontolojik olarak anlaşılan (Derridacı différance sorunu, ve Heideggerci ontiko-ontolojik fark sorununun yerini alan ya da belki tekrarlayan) bu soru, bu kısmın18 bu bölümünün ufkunu, bir ölçüde geride kalmış, varılamamış ufkunu oluşturur. Şimdilik, hiç değilse işaret edebiliriz, bu işaret etme bizi, bu terimin uylaşımsal anlamındaki herhangi bir sorunun ötesine götürse bile. ( örneğin, sorun, yükümlülük içinde dönüşmüş olabilir mi? Bu mümkün değildir; herhangi bir durumda, problem bizim “soru”un ufkuna aittir).

Yasa gereği –akıl yükümlüdür- yükümlüyüz. Otoriter bir düzenin zoruyla değil fakat yine de ne bir zemin ne de bir kurum olmayan bir anayasanın gücüyle yükümlüyüz. “ bizdeki iyiye orijinal yatkınlığın onarımı (restorasyonu) …. asla kaybetmememiz gereken ahlak yasası bakımından dahili olan dürtüye karşı, iyi için kayıp bir dürtü kazandırır”19

Biz saygıyı kaybetmeyi becerememişiz, saygı kaybı için sinyal yasayla olan (olumsuz da olsa..) herhangi bir ilişkinin kaybıdır. Saygı,  hatta öncelikle, tam da yasayla ilişkili biçimlere bir “akıl duygusu” (burada üzerinde durmak istemediğim bir boyut) olarak nitelik kazandırmış olmadır. Buyruk saygı olmadan meydana gelemez, ve o aslında, yasayı veren, izolasyon içinde,  buyruk değildir (hatta bizim için onu izole etmek her zaman mümkündür;  betimleyici bir önerme bile olsa, ilişkiden yoksun ayrı bir biçimde konumlandırılabilir –örneğin, “evrensel yasa vardır [ ya da yoktur]”, - bu yalnızca bir tebligat anlamına mı gelir….?”)   bu ilişki olmadan, o zaman,  ne “iyi” ne de “kötü” konuşamayız.

Aynı şekilde o, saygının aslında kaybedilmediği herhangi bir özgül yasa için saygının dışında değildir. Gerçekten de bütün yargı tasniflerine rağmen saygıyı kaybedebilirim; onlar bana ilgisiz hale gelebilirler; onlar artık beni yükümlendirmeyebilir; onları anlamayı reddetmede bir kötülük görmeyebilirim. Ve ayrıca, eğer “iyi” olmayla ilgileniyorsam, bu onları izlediğimden değil, benim başka bazı yasalar tarafından kuşatılmış olmam yüzündendir. Saygı, yine de, beni bizzat yükümlülük yasasına bağlar: “ bu [kötülük içine] düşüşe rağmen, tebligat, ruhlarımızda azalmaz bir biçimde yankılanan en iyi insan olmamız gerektiği haline gelir.”20  Bu saygı kaybı, bizzat iyinin saf kendinden-verili bir yasanın yasası ya da bir yasa yokluğunun yasası olması nedeniyle, başka bir yasaya, başka bir yükümlülüğe boyun eğişimizin sinyali olur. Anarşi ya da mutlak egemenlik kendilerini yükümlü kılar; onlar yükümlülükle yükümlenmiştir. Örneğin “o yasağın yasaklanmasıdır”, (mayıs 68 düşlerinin, buyruk ethos’unun akut bir anlama dönüşmesi). Yükümlülük yasası özgül bir yasa değildir; o herhangi bir yasalı özneden çok daha arkaik ve herhangi bir yasalılıktan daha önce olan, bir yasanın yasasıdır. O, paradoksal olarak, yasaya sahip olmamanın yasasıdır. “Doğa” yasalıdır, “insan” değil.  ve o saygıyı kaybedemez.

Bizi yükümleyen şey aracılığıyla ve doğrultusunda, bu yükümlülük tebliği aracılığıyla ya da doğrultusunda, yükümlenmişiz. Böyle bir tebligat yüzünden bize emreden bir iktidara sahip değiliz fakat ortak ölçülemezlik yüzünden herhangi bir iktidara meyledilir ya da zorlanılır. Nihayet, söz ettiğimiz empirik kanıtlar bundan başka bir şey değildir: zorlama gücü her zaman en azından şiddete meydan okuma ve onun bildirimleri olduğu ölçüde, hakikatin otoritesine, ya da hakiki otoriteye, en yüksek yükümlülüğe olan saygıya direnmekle sona erer, biter (bütün bunları, saygının şiddeti silip süpüren bir şey olduğu anlamına gelmediğini biliyoruz; burada, bu bir “direnmeyen direniş” tarzıdır, -Levinas’da olduğu gibi- etik direniş.)21 Bu zamanda bedel ödemek, yaşamak, saygınlık dehşet vericidir. Bu durdurulamaz. Saygının protestosu böylece deneyimine sahip olmadığımız kötülük olmaksızın bir deneyim boyutu inşa eder. Ortak ölçülemezliğin yükümlülükle ilgili olması adına saygının protestosu ve bu ortak ölçülemezlik ilişkisi bizi inşa eder, bizi yükümlendiren factum rationis  bize anlam katar. Ancak bu kendimize yasanın üstünde bir yer verdiğimizi söylemek değildir, kısmen kendimize bir yasa vermeye sahip olduğumuzu söylemektir (bu yasanın ‘insanlık’ aracılığıyla belirlenmiş olması gerektiği değil, göreceğimiz gibi, tam tersidir).

Yasa bir iyinin temellükünü emretmediği sürece, riayet etme iyiye işaret etmez. Yasa yasanın biçimine göre yani, kendi evrensel biçimine göre yasalı eylemi emreder. Bununla birlikte evrensellik verili değildir. Yasa benim maksimim tarafından buyrulmadığı ölçüde onun ne doğası ne de ölçütü verilidir. Bunlar olsaydı bile evrensellik verili olmaz fakat bize tembih etmekten çok bize şiddet uygulayan bir dayatma olurdu. Bu yeti şiddete değil emre bağlanabilir.

Bu yüzden, ahlak yasası -buyruk- onu aşan aklın yasasından çıkar. Ahlak yasası evrenselliği ve onunla birlikte, bir iyi olarak değil, ona tahsis edilmiş bir görev olarak akılsallığı emreder. Bunun tersine, yasa, evrenselliğin tekil bir iradenin evrensel düzeyde tesis ve tespitine dahil edilmemesi gerektiğini emreder.22 Evrensel görev öznel tikellik aracılığıyla temellük edilişinden büsbütün farklı bir doğrultuda durur. Ahlak yasası sadece olması gereken akılcı öznenin fazlası-aşırısı değil aynı zamanda genelde öznelliğin ötesinde emirdir. Yasa öznenin bu yanından ötesine, tek bir yörünge izler -buyruğun yörüngesini-. (bu onun benim yasam olamayacağını söylemek değildir; tam tersine, o benim maksimimin yasası olmak durumundadır. O evrensele boyun eğmeyi emredemez fakat benim evrensel yasa yapmamı emreder. Fakat bu kuşkusuz artık öznelliği olmayan tek bir statü talebidir.)

Bu da, yasanın özneye kendisinin parçalarına ayırdığı yasayı tatmin etme temel yetersizliğine katılmasını emretmesiyle önce özneyi aşağılayan ve eşanlı bir biçimde yasa için takdir ve hürmetle riayet etme statüsüdür.23 Riayet etme tam da öznenin yapısını ve pozisyonunu değiştirmektir; yani, yasanın değiştirmesine (fakat yanıtlayansız24 ) yanıt verme, ya da pozisyonla yüzleşme (fakat bakamadan). Bu değişiklik ister bir büyük Öteki, ister küçük, hatta her ötekinin öteki-varlığını belirliyor olsa bile, saptanabilir bir ötekinin yüzü değildir. Bu aklın olgusudur, işin aslı, aklın ötekisinin bizzat aklın kendi içinde kayıtlı olması, akla akılda emretmenin, olguculuğu ya da olgusallığı olan bir olgudur. Bu  “….a, …da” yasanın ortak ölçülemezliğinin yapısını verir; Bu öznenin kendisine -onunla- yasa verdiği bir tarz değildir; daha çok, talep eden, gönderen ve onu buyuranın dışında çifte bir ötekiden, dolaylanmadan, bizzat aklın içinde akla bir emir göndermektir. 

Riayet etmek, o zaman,  bir öznenin kendinden-yasalı olan buyruk olarak bir iyiyi dikkate almasıdır. Ve bunun egemen İyi adının altına girdiği sürece hala neden iyi olduğu burada şaka gibi duran, egemenlik açısından -yani,  iyiyi ortaya koyan ya da iyi olan herhangi bir şeyle ortak ölçülemez olan bir farka göre- daha çok, iyi açısından daha az anlaşılması gerekir.25 Egemen İyi sadece genelde iyiyi hiçliğe indirgemez  o aynı anda,  bu hiçliğe indirgemeden başka hiçliğe dahildir. Bu iyinin daha yükseltilmiş anlamını yer yokluğuna bırakmak ve bu yükselmenin ölçülemez aşırılığının yerine işaret etmektir: das höchste Gut, en yüksek, süper ya da aslında artık herhangi bir yükseklik sınıflaması açısından ölçülemeyen egemen iyidir. Egemen İyi bu aşırılıktır: ‘en yüksek’ iyi değil, başka deyişle, her tür yükseklik ve ölçünün ötesinde aşırılığın fazlasıdır. Egemen İyi aynı zamanda ve belki de nihai olarak, fazlalığını ölçemediğimiz şeyi anlatır. Ve aynı işaretle o bizi yükümlendirir: 

Birçok ihtiyaçları aracılığıyla doğaya her bağlı olan varlık, aynı zamanda, bu ihtiyaçların hepsini hiçlik olarak ve kendimizi de eğer biz onların tatminini yasaya -aklımızın bize hem vaat etmeden hem de tehdit etmeden kuvvetle emretmesi nedeniyle yasaya- (yalnızca bu saygınlığı arzulanan yaşamı elde edebileceği halde)  ters düşerek sağlıyorsak, varolmaya layık olmayan olarak hesaba kattığımız (bize) önce gelen orijinal bir mizacın idesi yoluyla bu ihtiyaçları şimdiye dek artırmıştır, bundan dolayı biz (kendimize sorabiliriz) bizdeki bu şey nedir?26

Aynı şekilde Egemen İyi her ikisini de, iyiyi (ya da mutluluğu) ve onun, artık ‘iyi’ yani, yasayla yükümlenmiş varlık olarak düşünülemeyen, tam da egemenlik olarak gereksinimi dışlamaz, Kant şöyle yazar:

Bu saf pratik aklın nihai amacı, yine de yalnızca doğanın sağlayabildiği şey içinde, denebilir ki, mutlulukta (en yüksek haz miktarında) aranmadığı bir dünyada mümkün olduğu kadarıyla, en yüksek iyidir. Yerine, o, sadece aklın, dünyada ve elbette aynı zamanda akılcı varlığın yasaya göre davranma etiğinde akılsal varlıklara ödül olabildiği koşulu altında en üstün gereksinimde aranmalıdır.27

****

Riayet etme yasaya göre yüceyi ilgilendirir: “ahlak yasasının görkemi (Sina yasasınınki gibi) bir huşu (kaçırtan dehşet duygusu değil, yakınlaşmayı çağrıştıran cazibe de değil ) telkin eder; bu örnekte bize içimizden hakim olduğu sürece, kendi kurallarına tabi bir özneninki gibi, bu riayet, herhangi bir güzellikten çok daha fazla aklımızı başımızdan alan kendi yazgımızın yüceliği duygusunu uyandırır “28 Genelde yücelik duygusu (gerçekte, yazgımızda içerili yüce duygusundan ayrılabildiği her zaman varsayılan, sadece yüce vardır) yetilerimizin sınırları duygusudur. Bu yasa ölçü ve temsilin en uzak sınırlarını mutlak olarak aşar  -ve, eğer o evrensel doğa yasasının tipi açısından, kategorik buyruğun ikinci formülasyonuna göre inşa edilmesi gerekense, o fenomenal bir yasa anlamında değil, fakat kendisi fenomenal anlamda görünür olmayan bir fenomen yasası anlamındadır. Kutsal kitabın kendindeki nüshasında, “Tanrının Krallığı dışarıyla görünmez” diyen, Luke 17:20’nin ardından Kant şunu yazdı: “görünür” [visible (form)].“29  Yüce duygusu fazlanın biçimine işaret eder.

Ancak yasanın evrensel karakteri görünür olmayan bir şey gibi verilmiş değildir. Fazlanın biçimi en üstün ya da duyular üstü bir biçim almaz. O daha çok, akla bir görev olarak verilen ve görünen her biçimde gizlenmiş, tam da biçim düzenlemesini gösterir.30 bu görev tebliğ edicidir, çünkü teknik bir görev tarzında ne temsil edilmiş ne de öğretilmiştir. Düzenlemenin (aynı şekilde yaşamın bizim için temsil edilmezliğinin) doğa yasası yoktur. Basitçe bu yasa yokluğundaki yasama yasasıdır: yani, - sanki yaşamımızda doğal bir şey olacakmış gibi, onu biçimleyen ya da ortaya koyan - etik bir dünya biçimlemenin, etik bir dünya yaratmanın yasasıdır. Bu etik dünyanın –ahlak yasaları altındaki bu dünyanın- düzenlemesi olduğu ölçüde, düşünülen, bir yasa yoktur ki, onu biçimleyen bir yasa olmasın.

Böylece, yasanın yüce karakterinin insanlığın ‘ilahi varış yerine’ işaret ettiği anlaşılır. Fakat ‘ilahi’, bir yasa öznesi (ya da tasarı) adı değildir. Evet, Tanrı yasamadır, fakat Tanrı vardır çünkü kategorik buyruk vardır:  “böyle bir oluş idesi….. bu buyruktan meydana gelir tersi değil”31 “Tanrı” doğanın Tanrısı değildir, -her şeyden çok, aynı nedenle O dinin Tanrısıdır. Hayır, kendisi tarafından tebliğ edilmiş olan bu varış yeri olduğu ölçüde insanın ilahi varış yeri “Tanrı” değildir.  ”Tanrı” temsilin ötesinde değildir.  Tam Tersi, temsilin ötesi, -dünyanın ve biçimin gerçek formasyonundan uzaklaşıldığı ya da tükenildiği ölçüde dünyanın ve biçimin sonunu işaretleyen, her nasılsa biçim ötesine uzanan biçimin sınırsızlığına açılmaktan çok, ötesine geçemeyeceğimiz sınır boyunca- bu temsilin (ve öznenin) ötesi, yasa yapar. Ve yasa bu sona, hem “yüce” hem “ilahi” olan bir tarzda varır.

Bu varma kipi, başarmanın ya da amaçla doluluğun vaad biçimi değildir. Daha çok, o, bir terketme biçimidir. Belki de kategorik buyruk sadece trajik hakikatin, yazgının özsel olarak terk edildiği bir hakikate dönüşmesidir. Kendine -terkedilen yasa. Bize takılan şey, Buyruğun kendi indirgenemezliğiyle bizi temsil etmeye başladığından beri ya da kayıp trajedimizi temsil ettiğinden beri aklımızdan hiç çıkmayan, bize takıntı olan şey, bu terk edilmedir.32

Dolayısıyla, bir varış yeri vardır, sonluluğun anlamına nihai bir terk edilme. Yasanın -kendi buyruk doğasına katı biçimde bağımlı olan- yüce karakteri, aslında onun evrenselliğe, sonlu içinde sonsuz ölçülemezliğe ve muhteşem mutlaklığa varmasından kaynaklanır. Öte yandan sonlu varlığın sonsuz gelişmesinin mutlak telosu olarak bir son düşüncesi varış yeri olamaz.33

Burada hala hesaba katılan şey başlangıçtır, yani, bir buyruk göndermek. Yasa buyruk yasası olarak eşsizdir, çünkü özne kendinde-yasama değildir. Bir öznede töze -Tanrı, Doğa, ya da İnsana- dönen kendinde-yasamalı bir tözde, kendi sonuna gelen bir yasa, sadece kendi özgürlüğüne, üstelik, kendine böyle unvan veren bir özgürlüğe boyun eğen bir yasa olarak bizzat bastırmakla kendini muhafaza eder. Şimdi bu düşünceye kölelik gibi, (Hıristiyan ya da kurgucu) bir yasa kavramlaştırmasının doğal sonucu katılır. Terslik gereği, buyruk, emrin gönderildiği temel üzerinde ele geçirilemez, en dış sınır olarak bir yasa dayatır

Dolayısıyla, yasa özgürlüğe gönderilmiştir ve onun tarafından temellendirilmemiştir. Karşılık olarak, özgürlük kendi yasasına -doğasına uygun yasaya- itaate dayanmaz, fakat kendinden başlamaya dayanır: o özgürlüğün açılış merasimidir, bu yüzden, tamamen yasadan öncedir. Va ancak bu özgürlük, başka her şeyden önce, yasanın alıcısıdır. Burada, her zaman iki ‘menşe’ vardır, ikisi de yeniden ele geçirilemezdir ve her biri belirsiz biçimde ve sırayla öteki üzerinden geçer gibi görünür; özgür başlangıç ve yasanın adresi. Farklı söylersek, ikisi de, bir ilke statüsüne katı bir biçimde yanıt vermeyen iki ilke vardır: buyruk ve özgürlük. Ve her şey sanki yasanın bu yanında başlama işini, özgürlüğü emreden yasaya açar. Ve ancak, o, bu özgürlüğü emreder, ona onu buyurur, ve bu bizzat buyruğun zeminidir: bir buyruk vardır çünkü özgürlük alıcıdır ve öznenin kendinde yasamalı ve kendinden konumlu özgürlüğü yoktur.

Gerçek,  Critical of Practical Reason’dan iyi bilinen bir pasajı yardıma çağırmak yoluyla zıttına gidebilirdik; özgürlük ahlak yasasının ratio essendi’sidir ve ahlak yasası özgürlüğün ratio cognoscendi’sidir. Fakat ratio essendi ifadesi fiilen, özgürlüğün bir biçimde yasa ötesi olduğunu, onun yaratıcı gücün ardında olduğunu, kendi özerkliğinden başka birşey olmadığını, onun kendiniden-konumlu olduğunu göstermez mi? gerçekte de, o şöyle bir hiçbir şeydir: özgürlük, bildirim ya da varoluşun bir koşulu olarak değil, fakat gerçekleşme koşulu olarak, yasayla çelişecek bir özneye değil bir iradeye gönderilen ahlak yasası anlamında ahlak yasasının ratio essendi’sidir, 34

Buyruk esas olarak özgürlüğe gönderir. “kategorik buyruğun olanaklılık zemini budur:  o başka (bazı amaçların ona atfedilebilir olmasıyla) tercih özelliğine değil basitçe kendi  özgürlüğüne dayanır”35  Bu, buyruğun kendini adres göstermesi yüzünden buyruk olduğunu anlatır, çünkü o böylece adres gösterilen çok daha genel bir gruba (çağırma, dua, emir, konuşma, talep, teşvik, ikaz, vb.) ait olur, o bütün bu grubun değişmez temelini tanımlamadıkça, değişmezlik, farklı tonlara bürünmeye ya da çeşitli biçimler almaya uygun olarak modifiye olur. Ve  bu aynı zamanda buyruğun kategorik olduğunu anlatır çünkü o özgürlüğe işaret etmektedir ve  bu yüzden  bir amacın koşulu olma maksimine peşinen boyun eğmez.

Bunun nihai olarak anlattığı şey, o halde,  özgürlüğün rastlantısal ya da gelip geçici bir tebligat adresi değil, özsel olduğudur. Aslında, Öznenin kendinden-konumlu olmadığı bu özgürlük, artık bireysel öznenin özgür iradesi olarak görülmez. O bireyde birey olmayanla ilgilidir. Birey olmayan -fakat aynı anda aslında “kolektif” de olmayan- şey, ötekinin ikinci kişiliğinden (ve ötekinin aynılığıyla onaylanmış bir biçimde oluşu olmayandan) uzakta, öteki yoluyla “gönderilen-alıcı” olma ihtimalidir; bu bir çağrılmış olma, ya da hatta, terimin Grek anlamına göre öteki yoluyla kategorize edilmiş olma ihtimalidir. Birine ilişkin suçlayıcı gerçeği söylemek ve dolayısıyla atfetmek, onaylamak ve mal etmek, kategorien bir suçlamadır. Onun adresine gönderilen buyruk kategorize edilir; alıcının özgürlüğünü onaylar, ona kötülük yükler ve buna niyetlenir ya da onu yasaya terk eder. Bu şekilde, buyruk insanın doğası ya da özünü kategorize eder (niteler), insana özgü olan şeyin fazlasını, her kategorinin fazlasını düzenler.

Bir amaç olarak insanlık davranışı, doğrudan böyle bir gönderilen-alıcı olarak davranışıdır. O, herhangi bir insanın herhangi bir kavrama sunulma koşulundan kurtulmak, fakat sadece kendi varış yerinin ve kendisi için varılan yerin tebligatı ya da tebliğ edilmesidir. Bu tebligat insanı hiçliğe fakat böyle geleceğini önceden görme yazgısına yöneltir; yönelen insan için sonlu uzayda asla fazla yoktur, fazlanın kategorikliği sürekli olarak gönderilen olmasıdır.

Çev. hç.

Kaynak:  Jean-Luc Nancy, A finite Thinking, Ed, Simon Sparks, Standford: Standford University Pres, 2003; Bl. 7 ‘The Kategorien of Excess’;133-151. Trans. James Gilbert-Walsh and Simon Sparks.


Notlar:

Not: Bu makale Fransızca’da  Jean-Luc Nancy, L’Imperatif catégorique (Paris: Flammarion, 1983), 7-32’de göründü.

1. Sylvia Plath, “Channel Crossing’, in The Collected Poems (LOndon: Faber and Faber, 1981), 27

2. Bu makale bana burada bu temayı sadece genel anlamda irdeleme izni verir. Gelecekteki bir çalışmada, L'Experience de la liberté (Paris: Galilée, 1988); translated by Bridget McDonald as The Experience of Freedom (Standford: Standford University Press, 1993).  geliştirmeyi umuyorum. [Bu dipnot Nancy tarafından, gönderme yaptığı kitabın yayımlanmasından yaklaşık beş yıl önce, 1983'de yazılmıştır. -Ed.]
[Nancy’nin gönderme yaptığı kitap, Türkçe’ye, Aralık Yayınları tarafından 2006 yılında kazandırılmıştır: Jean-Luc Nancy, Özgürlük Deneyimi, Fransızca’dan çeviren Aziz Ufuk Kılıç, Aralık Yayınları,  İzmir, 2006. –hç]

3. Burada logodaedalus I: Le Discours de la syncope (Paris: Galilée, 1976)'da başlatılan Kant Analizi programının bir yönünü geliştiriyorum.

4. Immanuel Kant, Die Metaphysik der sitten, in  Gesammelte Schriften, ed. Königlich Preußischen Akademie der Wissenschaften (Berlin: Walter de Gruyter, 1902-) 6:316, 49. (Bundan böyle bütün göndermeler bu baskıyadır. Nachlass hariç, alıntılar Ak/ cilt / sayfa numaraları şeklinde izlemiştir .-Trans)

5. Religion within the limits of mere reason, Ak 6: 41-42

6. ibid., Ak 6: 35

7. Bkz, benim “L’Etre abandonné,” in L’Imperatif catégorique (Paris: Flammarion, 1983), 141-153; translated by Brian Holmes as “Abandoned Being”,” in Jean-Luc Nancy, The Birth to Presence (Standford: Stanford University Pres, 1992), 36-47.

8. Bizzat hak durumunda hariç, hakla başlayan deneyim olmadan meşruiyet üretimi ya da  hukuk ilmi durumunda; bkz, aşağıda “Lapsus judicii,”

9. Elias Canetti, Masse und Macht (Frankfurt am Main, 1980), 335; translated by Carol Steward as Crowds and Power (London: Gollanz, 1962), 303

10. Bu şekilde "telaffuz"un özel doğasını  anlamak istiyoruz. Bununla ilgili iki metni belirtiyorum: “La Vérité impérative,” in L’imperatif catégorique, 89-112, and “La woix Libre de l’homme,” in L’imperatif catégorique,, 115-37;  translated by Richard Stamps as “ The free voice of Man,” in Retreating the Political, ed. Simon Sparks (London: Routledge, 1996), 32-51.  Emir (order) dilde meydana geliyorsa, buyruk (imperative) belki de onun ötesine hatta telaffuz edildiği zamana ve hatta tam da  telaffuzuna ve söylemselliğine uzanır."Buyruk" ve gönderilen yer itibariyle dil olmadan  birşey olup bitmez, fakat onalar ondan doğarlar. Ya da onlar söylenmemiş gibi söylemekten - tonlama, nüans ve jestten- doğar.

11. Immanuel Kant, Opus posthumum, Ak 22:118. Görev olmadan sevginin olup olmadığı ya da sevgide yasanın olup olmadığı şu an için tamamen ayrı sorunlardır.

12. Kant, Nachlass, 8105, 1799.

13. Kant, Opus posthumum, Ak 22:55.

14 Burada Jean-François Lyotard'ın Textes pour  Emmanuel Levinas (Paris: Place, 1980), 113-69'ındaki "logique de Lavinas" analizinde kullandığı bir terimi ödünç alıyorum. Lyotard tarafından ele alınan ve benin izlediğim yol arasındaki uyuşmazlıklar ve yakınlıklar meselesine girmeyeceğim. Kuşkusuz bunları daha detaylı bir biçimde ele alma ihtiyacı doğacak.

15. Critique of Practical Reason, Ak 5:31

16. Bu pozisyon benzerliği dışında, buyruğun zaman ve mekanın doğasında bulunmadığını söylemeye gerek yok. Peki, o ne yapar. Tamamen aralarındaki karmaşık ilişkiyi korur. Bunun daha sonra ele alınması gerekecek.

17. Kant, Critique of Pure Reason, A 19; B 33.

18. Bu makalenin Fransızca metninde, Nancy L’Imperatif categorique başlığı altında kendi toplu denemelerine gönderme yapmaktadır, fakat burada yorumlar "Karar" başlığı altında toplanmış denemeler toplamı olarak işgörmektedir. -Ed.

19. Kant, Religion, Ak 6: 46.

20. Ibid., 45.

21 Emmanuel Levinas, Totalité et infini (The Hague: Martinus Nijhoff, 1961), 173; translated by Alphonso Lingis as Totality and Infinity (Pittsburgh: Duquense University Pres, 1969), 199.

22. Bu noktada, Nietzsche, kendine rağmen,  Kant'ın söylediklerini onaylar. Bkz. benim Notre probité,” in L’Impératif catégorique, 63-86; translated by Peter Conner as “ ‘Our Probity!’ On  Truth in a Moral Sense in Nietzsche,” in Looking After Nietzsche, ed. Laurence A. Rickels (Albany: State University of New York Pres, 1990), 67-88.

23. Lacan, kuşkusuz benzer bir tarzda, “ Kant avec Sade,” Ecrits (Paris: Seuil, 1966), 765-90' de yasayı özneyi oluşturan olarak anlamaya çalışır, zevk istencinin bir öznesi olarak değil fakat başkasının zevkinin bir enstrümanı olarak. Problem  bu ters çevrimin "başkasını" halâ zevk öznesinin pozisyonunda korumasıdır. Şİmdi, zevk öznesizdir -en azından diyebiliriz ki-  böyle bir varlık, belki de, yasa olduğu ölçüde emrin ölçülemezliği olarak yasayı bir kenara bırakır..

24. "Ses ona yanıt veremediğimiz ölçüde başkasından geldiği oranda, ölçülen değil, başkasından gelen olarak kabul edilmektedir. Yasanın gerçek yapısı kendi ihlalini dikte eder ya da ihlaliyle yükümlendirir" (Jacques Derrida, in the debate that followed the presenrtation of “La Voix libre de l’homme,” reproduced in Les Fins de L’homme, ed. Philippe Lacoue-Labarthe and Jean-Luc Nancy [Paris: Galilée, 1981], 183; Philippe Lacoue-Labarthe and Jean-Luc Nancy, Retraiting the Political, ed. Simon Sparks [London: Routledge, 1997],53). Bu yüzden,  Derrida'nın “La loui du genre,” Critical Inquiry 7, no.I (1980): 55-81'de aydınlattığı  “madness of the law” motifini eklememiz gerekir.

25. Burada, Bataille'deki "egemenlik" sorunsalından çok uzakta değiliz. Yukarıda “The Unsacrificiable,” 'da bu konuyu ele almaya başladım.

26. Kant, Opus posthumum, Ak 22:55.

27. Kant, “What Real progress Has Metaphysics Made in Germany…?” Ak 20:294.

28. Kant, Religion. Ak 6: 49.

29. See Jean-Louis Bruch, La philosophie religieuse de Kant (Paris: Aubier, 1968), 269.

30. Bir noktada, bu motifin kapsadığı (yani, yücenin güzellik üzerine eklemlenmesiyle) tekilliğin öznel olmayan statüsünü söz konusu eden ilişkinin estetikle ilişkisini irdelememiz gerekecek.

31. Kant, Opus posthumum, Ak 22:122.

32. Apropos trajedi, Philippe-Lacoue-Labarthe’ın, Typographies II: L’Imitation des modernes: Paris: Galilée , 1986)  Translated by Robert Eisenhauer as “The Caesura of the Spectacle,” in Typographies: Mimesis,philosophy, Politics Ed.Christopher Fynsk ( Cambridge: Harward University Press 1989), 208-35'deki Hölderlin'ci işleyişe dair “La Césure du spéculatif,” analizi dikkatimi çekti. Bu bağlantı benim Hölderlin ve Kant analizlerimden biri için gereklidir: “Le Joie d’Hypérion,” Les Etudes philosophiques 2 (1983); 177-94; translated by Christine Laennec and Michael Syrotinski as “Hyperion’s joy”, in Jean-Luc Nancy, The Birth to presence (Standford: Standford University Pres, 1993), 58-81).

33. Kant'cı amaç kavramı bir programı tamamlamaya işaret etmez. O bir açılıştır ve son/amaç yoktur. "amaç kavramı bir yere kadar kaygı vericidir,  daima yol açmak zorunda olduğumuz bir şey ve akıl yoluyla a priori üretilmiş olarak görülmesi gereken, nihai bir kavramdır." (Ak 20:294; “What Real Progress?”132).

34. Pierre  Lachiéze-Rey, L’Idealizme kantien (Paris: Vrin, 1950), 197.

35. Kant, Metaphysics of Morals, Ak 6:222. Yasanın bu adresi ve Heidegger için, "benden gelen ve yine de benden öteye geçen ve benim üzerimde" bir çağrı olduğu kadarıyla, Heidegger, Sein und Zeit (Tübingen: Max Neimeyer, 1993),275; translated by John MacQuarrie and Edward Robinson as Being and Time (New York: Harper&Row, 1962),320. vicdanı (Gewissen) oluşturan "çağrı" arasındaki bu ilişkiyi başka yerde irdelemek gerekecek:



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder