31 Ocak 2014 Cuma

Öznellik Gerçektir*





S0REN KIERKEGAARD


İlgilendiğimiz sorun Hıristiyanlık gerçeği değil fakat bireyin Hıristiyanlıkla ilişkisidir. Tartışmamız Hıristiyanlığın hassas kategorilerini düzenlemek için alimlerin sistematik çabalarıyla ilgili değil, fakat, tam anlamıyla ona sonsuz bir ilgi gösteren bireyin bu öğretiyle kişisel ilişkileri hakkındadır. Basitçe “ben, Johannes Climacus, bu kentte doğdum, şimdi otuz yaşındayım, halktan bir çoğu gibi iyi bir adamım, bir hizmetçi ya da bir profesör nasıl bekliyorsa, en yüksek iyinin beni de beklediğini” varsayalım. Ben Hristiyanlığın iyinin yolu olduğunu işittim ve dolayısıyla sordum; Hıristiyanlıkla uygun bir ilişkiyi nasıl kurabilirim?

Buna entelektüellerin “ne korkunç bir faraziye! kişinin cüzi kendiliğine böyle ölçüsüz bir ağırlık yüklemek, teosentrik ve felsefi olarak aydınlanmış, küresel tarihle ilgilenen bu çağda ne yaman, ne egoist bir kibir” yanıtını verdiklerini duyuyorum.

Ben böyle serzenişler karşısında titresem ve bu tür tepkilere kendimi alıştırmamış olsam, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstıran bir köpek gibi sıvışırdım. Fakat ben her ne yaptıysam, yaptığım şey konusunda suçlu değilim, çünkü ben had bilmez biri değilim, fakat, daha çok, beni bu şekilde soru sormaya zorlayan bizzat Hıristriyanlıktır. Çünkü Hıristiyanlık benim küçük kendiliğime ve ayrıca önemsiz görülen başka her kendiliğe muazzam bir önem ve anlam atfeder, her kendiliğe, kendilik ve birey arasında uygun bir ilişki tesis etme koşuluna dair ebedi mutluluk teklif eder.

Her ne kadar henüz inanca yabancı olsam da, Hıristiyanlığın görkemine karşı affedilmez günahın bireyin bağışlanması için onunla ilişki kurması olduğunu görebilirim. Her ne kadar kişi bu şekilde bir ilişki kurmakla kendini mütevazi görebilirse de, Hıristiyanlık böyle bir nedensel davranışı ihtiyatsız olarak değerlendirir. Dolayısıyla bu öğretiyle müstakil bir ilişki aracılığıyla bana yardım etmeye çalışan bütün din merkezci yardımcıları ve yardımcıların yardımcılarını saygıyla reddetmek durumundayım. Nasıl bir Hıristiyan haline gelebilirim sorunuyla birlikte, ruhsal varoluşum hakkında sonsuz endişemle baş başa kalacağım. Kendi ebedi mutluluğuna kurtuluşta ulaşmak adına sonsuz bir endişe duyan biri için bu mümkünken, böyle bir duruma ulaşma ilişkisiyle tüm duyarlılığını yitirmiş biri için bu tamamen imkânsızdır.

Nesnel soru şudur: Hıristiyanlık gerçek midir? Öznel soru şudur: bir bireyin Hıristiyanlıkla ilişkisi nedir? Oldukça basit, ben, Johannes Climacus, Hıristiyanlık tarafından vaat edilen mutluluğa nasıl katılabilirim? Sorun yalnızca benim kaygımdır; kısmen çünkü, uygun bir biçimde belirlenirse, tam olarak aynı şekilde herkesi ilgilendirecektir; ve kısmen çünkü bütün öteki bakış açıları bağışlanma inancına saçma olarak bakar.

Kendi sorunumu açık kılmak için, önce nesnel problemi tanımlayacağım ve nasıl işlenmesi gerektiğini göstereceğim. Bu şekilde tarihsel boyut da layıkıyla verilecektir. Daha sonra öznel problemi tanımlayacağım.


Hırıstiyanlık Gerçeğinin Nesnel Sorunu

Nesnel bir Hıristiyanlık bakış açısından, gerçeğin saf bir biçimde nesnel bir tarzda ele alınması gerektiği tarihsel bir olgudur, çünkü tevazu sahibi alim, kendini dışarıda bırakmamayı çok objektif bulmuştur -işin aslı şu ki, kendini bir mümin olarak hesaba katmıştır. ‘Gerçek’ bu nesnel anlamda ya 1) tarihsel bir gerçek ya da 2) felsefi bir gerçek anlamına gelebilir. Tarihsel bir gerçek olarak, hakikat iddialarına başka tarihsel iddiaları belirleme yolumuzla aynı şekilde çeşitli kaynakların eleştirel sorgulamasıyla kesinlik kazandırılmalıdır. Felsefi olarak ele alınan, tarihsel olarak doğrulanmış bir öğreti ebedi hakikatle ilgili olmalıdır.  

Sorgulayıcı, felsefi ve eğitimli araştırmacı hakikat sorununu ortaya koyar, fakat öznel gerçeği değil, yani, içselleştirilmiş gerçeği değil. Sorgulayıcı araştırmacı meraklıdır, fakat o bu hakikatle kendi ebedi mutluluğunun ilişkisi şeklinde, son derece tutkuyla ve kişisel olarak ilgilenmemektedir. Nesnel bir kişi olmaktan uzaklaşmak bir küstahlık ve had bilmezliktir!

Böyle bir araştırmacı iki durumdan birinde olmalıdır. O ya Hıristiyanlık gerçeğine ikna olmuş bir imana/inanca sahiptir –ve böyle bir ilişki içinde o inanç bizzat sürekli olarak Hıristiyanlıkla ilgilenmeyi içerdiği ve her rakip ilgiyi bir ayartma olarak saydığı sürece sürgit nesnel soruşturmayla ilgilenemez; ya da inançla değil fakat konuyu nesnel olarak ele alır ve  aslında sorunla sonsuza dek ilgilenmek durumunda değildir.

Dikkatinizi bahsettiğim bu konuya çekmek için sorunun, yani hıristiyanlık gerçeği sorununun asla gereği gibi bu nesnel tarzda ifade edilmeyeceği, yani Hristiyanlık nihai karara uzandığı sürece bütünüyle ortaya konamayacağı bu çalışmanın ikinci bölümünde geliştirilecektir. Araştırmacının sarsılmaz bir coşkuyla, hatta yaşamını bilime adanmışlık içinde harcaması pahasına çalışmasına izin verelim. Kurgucu felsefeciye ne zaman ayıralım ne de uğraşalım. Hoş onlar zaten kişisel olarak ve tutkuyla ilgilenmezler. Tersine, onlar bunu değil fakat yansız ve nesnel bir duruş geliştirmeyi isterler. Sadece nesnel hakikatle ilgilenirler, dolayısıyla, kişisel temellük/içselleştirme sorunu görece önemsizdir, bulgular görev gereği izleyecekleri bir şeydir. Son kertede bireyselleşme konusunun minör bir önemi vardır. Burası kesinlikle bilgenin engin vakarına olduğu kadar papağanca bir bilgiçlik komedisine uzanır.


Tarihsel Bakış Açısı

Hıristiyanlık kendi tarihsel dokümanlarıyla ele alındığında, hıristiyan öğretinin gerçekten hesaba kattığı şeyin güvenilirliği yaşamsal hale gelir. Eğer araştırmacı bu gerçekle kendi bağlantısını sürgit ilişkilendirirse, o anında umutsuzluğa düşecektir, çünkü tarihsel konulardaki en büyük kesinliğin hala sadece bir yaklaşım meselesi olduğu apaçıktır, ve ebedi mutlulukla ona ulaşma engelleri karşılaştırılamaz olduğu sürece, o araştırmacının kendi ebedi mutluluğunu üstüne bina etmesi için çok zayıftır.

Dolayısıyla alim, Hristiyanlık gerçeğine sadece tarihsel bir ilgi duyar, çalışmasına büyük bir coşkuyla başlar ve yetmiş yıl boyunca araştırmaya önemli katkılarda bulunur. Daha sonra ölümünden sadece on dört gün önce, araştırmasının bütün yönleri üzerine yepyeni bir ışık tutan yeni bir dokümana rastlar. Böyle nesnel bir kişilik, ebedi mutlulukla durmadan ilgilenen ve elbette mutluluğu ilgili soruya kesin bir yanıt vermekle hak eden öznenin huzursuz ilgisinin antitezidir.

Tarihsel Hıristiyanlık gerçeği ya da neyin Hıristiyanlık gerçeği olmadığı ve olduğu sorunu ortaya çıktığında, biz doğrudan merkezi bir doküman olarak kutsal kitaba başvururuz. Tarihsel sorgulama öncelikle İncil üzerine odaklanır.


Kutsal Metinler

Alimin eserinde olası en yüksek güvenilirliği sağlaması çok önemlidir. Bu bağlamda benim için önemli olan, hiç sahip olmadığım şeyi öğrenmişim ya da göstermişim gibi yapmak değildir, çünkü burada benim amacım çok önemlidir. Ve, en etkili bilimsel kararlılık ve teminatla bile, bütün eleştirmenlerin bütün zekası tek bir kafada buluşsa bile, hala kimsenin tek yaklaşımdan daha fazlasını almak istemediği hatırlanmış ve anlaşılmış olur. Biz, kişinin ebedi mutluluğu için sonsuz kişisel kaygı ve belgelerin güvenilirliği arasında bir karşılaştırılamazlık olduğundan daha fazlasını asla göstermeyeceğiz.

Kutsal kitap neyin ne olduğunu belirleyen niahi hakem olarak kabul edildiğinde: Hıristiyan değildir, o eleştirel bir tarihsel sorgulama aracılığıyla geçerliliğinin güvenilirliğini sağlamak için buyruk haline gelir. Bu yüzden burada çeşitli sorunlarla -her bir İncil’in kanonikliği, otantiklikleri, yazarlarının dürüstlüğü- ilgilenmek ve nihayet, vahiy’i, dogmatik bir garanti olarak varsaymak durumundayız. İngilizlerin Thames’ın altında bir tünel kazmak için hasrettikleri muazzam emek, inanılmaz zaman ve çaba, ve nasıl küçük bir kazanın uzun bir zaman için tüm projeyi tehlikeye atabileceği düşünüldüğünde, anlatmaya çalıştığımız taahhütte içerili olan düşünceyi iletmek mümkün olabilir. Ne kadar zaman, ne çalışkanlık, ne görkemli sezgi, kuşaktan kuşağa kayda değer alimlerin hepsi bu en üstün harika işi başarmayı talep etmişlerdir. Hal böyle olunca tek bir küçük diyelektik kuşku, ansızın temellere dokunabilir ve uzun bir zaman için bütün bir projeyi tahrip edebilir, problemi yeryüzünde -öznel olarak- ele almanın gerekli olması gibi bir yaklaşım yerine nesnel olarak ve bilimsel olarak tesis etmeye çalışan Hristiyanlığın yer altı yolunu kapatabilir.

Öcelikle eleştirmenlerin, teologların incili kanıtlamak için en mutlu anlarında hayal ettikleri her şeyi kurduklarını varsayabiliriz. Başkaları değil, bu kitaplar kanona aittir. Onlar otantiktir, tamamlanmıştır, yazarları –her bir harfi kutsal bir biçimde esinlemiş olmalarına rağmen- dürüst ve namusludurlar (bundan daha fazlasını söyleyemeyiz, çünkü vahiy bir inanç konusudur ve niteliksel olarak diyalektiktir…Ona niceliksel bir artı yoluyla ulaşılamaz.) Yine de bu kutsal yazılarda en ufak bir çelişki yoktur. Bu yüzden hipotezlerimizi formüle ederken dikkatli olmalıyız. Eğer tek bir kelime bile sorunluysa, belirsizlik parantezi tekrar açılır ve eleştirel bir filolojik çaba yanlış yola sapar. Genel olarak, bizi bulgularımızı sorgulamaya sevk etmek için gerekli olan şey yüzyılı paranteze alan gözün parıltısında yozlaşan öğrenilmiş her orta-terimi küçük bir ihtiyatla terk etmektir. Ve dolayısıyla Kutsal metinlerle ilgili olduğunu umduğumuz her şeyin katı bir biçimde tesis edilmiş olduğu meydana çıkar. Peki buradan nereye? Önceden bir inanca sahip olmayan bir kimse imana gelmek için tek bir adım atabilir mi? Elbette hayır, tek bir adım bile atamaz. Çünkü inanç akademik sorgulama aracılığıyla üretilemez. O asla doğrudan gelmez, fakat tersine, inancın her yerdeki bileşenleri içinde varlığa gelen ve inancın gerekli koşulu olan sonsuz kişisel ve tutkulu ilgisini kaybeden  birinin tam olarak nesnel analiziyle.

İnancı olan biri inancının gücü ve kuvvetiyle bir şey kazanır mı? En küçük bir şey bile olsa, Hayır. Daha çok, inancın kapısında bir ejderha gibi uzanan onu yiyip yutma tehdidinin müthiş öğreticiliği, inançla bilgiyi karıştırmamak ve baştan çıkmamak için korku ve titreme içinde onu daha büyük ve olağanüstü çaba göstermeye zorlayan bir handikap haline gelir. Oysa inanç faydalı bir öğretmen gibi belirsizdir, o şimdi belirliliğin/kesinliğin en tehlikeli düşmanı olduğunu görür. Tutku uzaklaşır ve inanç gözden kaybolur, çünkü belirlilik/kesinlik ve tutku bağdaşmazdır. Bir analoji ile bu noktayı aydınlatalım. Tanrının var ve her yerde hazır ve nazır olduğuna inanan biri inancını (fantezisini değil) korumak için dünyayı daha kolay ve elverişli bulur. Kusurlu bir dünya mutlak anlamda mükemmel bir dünyadan çok daha fazla tutkuyu uyanık tutan bir yerdir; çünkü öyle ideal bir dünyada inanç düşünülemezdir. Bu, inancın sonsuzluk içinde hükümsüz kalacağının bize öğretilmesinin nedendir.

Şimdi karşıt olarak, muhaliflerin İncil’le ilgili tesis etmeyi arzuladıkları şeyi kanıtlamakta başarılı olduklarını ve bunu en vahşi umutlarını aşan bir kesinlikle yaptıklarını varsayalım. O zaman ne olur? Düşman Hıristiyanlığı hükümsüz kılmış olur mu? Kesinlikle hayır. İnananlara zarar vermiş olur mu? Kesinlikle hayır. Bir mümin haline gelme sorumluluğundan kurtulmuş olma hakkı mı doğar? Hiçbir şekilde. Basitçe bu kitaplar bu yazarlar tarafından yazılmadıkları için otantik değildir, tamamlanmamıştır ve vahyedilmiş gibi de görünmezler (gerçi bu bir inanç meselesi olduğu sürece bu da gösterilemez ya), yine de bundan hiçbir şekilde bu yazarların var olmadığı ya da İsa’nın asla var olmadığı sonucu çıkmaz. İnanç dirençli olduğu ölçüde, inanan onu varsaymakta serbesttir; sadece (iyiyi işaretleme!) özgürlüğü olarak; çünkü eğer o inancın içeriğini bir kanıt temelinde kabul ederse, o inançtan vazgeçmenin eşiğinde olacaktır. Mesele bu noktaya geldiyse mümin epey bir töhmet altındadır, çünkü o inancın içeriğini kanıtlama çabası yoluyla, inanmayan ellerle oyuna başlamaya ve bunun yöntemine davet edilmiştir. Burası meselenin kalbidir ve ben öğrenilmiş teolojiye geri dönüyorum. Çünkü kanıt kim adına aranmaktadır? İnancın kanıta ihtiyacı yoktur. Evet, o bir düşman olarak görülmelidir. Fakat inanç mahcubiyet hissetmeye başladığında, aşkının mahcubiyetini gizlice hisseden ve bu yüzden gerçekten önem verdiği başkalarına onu onaylatma ihtiyacı duyan genç bir kadın gibi çözümü aşkından vazgeçmekte bulduğunda, yani, inanç bocaladığı ve tutkusunu kaybetmeye başladığında, inanç inanç olmaktan çıktığında, işte o zaman kanıt inanmayandan yana saygı telkin etmek amacıyla zorunlu hale gelir.

Dolayısıyla inanç konusu nesnel olarak ele alındığında, bir kişinin inanç kararını tutkuyla vermek için kendisiyle ilişki kurması imkânsız hale gelir, o sonsuz endişe tutkusuyla yalnız bırakılmalıdır. Bu kendinde-çelişkilidir ve aslında en iyi sadece tek bir yaklaşım olabilir noktasında sonsuz bir kaygı komiktir. Buna rağmen hala tutkuyu koruyorsak, fanatizme varırız. Çünkü sonsuz tutku kaygısıyla hereket eden kişi için her ilgili detay sonsuz değerin bir şeyi haline gelir. Hata/yanlış sonsuz tutkuda değil fakat aslında nesnesinin bir yaklaşım haline gelmesinde yatar.

Öznellik –ve öznelliğin tutkusu- devreye girer girmez, ve sonsuz endişe tutkusuyla –karar verme imkansız hale gelir gelmez- ya bu sorunla ilgilidir ya da başka herhangi bir şeyle; çünkü her karar, her gerçek karar, öznel bir eylemdir. Bir muhakkik (örn. nesnel bir özne)  deneyimi karar vermek için sonsuz bir baskı yaşamaz, herhangi bir yere bağlanma ihtiyacı duymaz görünür. Bu bir nesnellik yalanıdır ve bu, hareketin kendi üzerine geri dönmesi ve  tekrar geri dönmesi yüzünden sonsuza dek hiçbir şeye karar verilemeyen ve hiçbir yere varmayan, fakat hareketin kendisinin bir canavar ve felsefenin sonradan bilgelik haline geldiği, süregiden bir sürece geçiş modu olarak Hegelci dolayım nosyonuyla ilgili bir sorundur. Nesnel olarak konuşursak, bu yöntem büyük bir arz yeterliliğiyle sonuçlanır, fakat tek bir kesin sonuç üretmez. Bu, öznelliğin, esas olarak tutkunun ve maksimal olarak da kişinin ebedi mutluluğuna dair duyduğu sonsuz endişe kaynağı olan kişisel tutkunun doğasındaki kararlılıktan dolayı beklenen şeydir. Hıristiyanlık tindir, tin içselliktir, içsellik öznelliktir, öznellik temelde tutkudur ve kişinin ebedi mutluluğuna dair azami sonsuz kişisel ve tutkulu ilgisidir.


Öznel Hale Gelme

Nesnel olarak biz sadece konuyu ele alırız, öznel olarak biz özneyi ve onun öznelliğini ele alırız ve bakarız, öznellik kesinlikle bizim konumuzdur. Öznellik sorununun başka bir konu hakkında değil basitçe öznelliğin kendi hakkında bir sorun olduğu daima akılda tutulmalıdır. Sorun bir karar verme hakkında olduğuna, ve bütün kararlar öznelliğe uzandığına göre izlenen yol nesnelliğin bıraktığı iz üzerinde değildir, çünkü öznelliğin karar krizi ve acıdan yavaşça uzaklaşıldığı anda sorun bir ölçüde nesnel hale gelir. Eğer girişim henüz yargıdan önce hala  başka bir çalışmayı bekliyorsa konuyla ilişkili olarak yapılabilir, eğer felsefi sistem hala bir paragraf eksikse, eğer konuşmacının hala nihai bir argümanı varsa karar ertelenir. Karar verildiğinde, öznellik hazır ve onu kabul etmeye istekli olduğu anlamında Hıristiyanlık gerçeğine dair bir sorun ileri sürmeyiz. Çünkü, sorun öznenin onu kabulü hakkındadır, ve bu, öznel bağlanmanın doğal olarak nesnel bir düşünüp taşınmayı izleyeceğini varsaymak ve konuyu nesnel bir değerlendirmeye tabi tutmakla karar vermekten kaçınmaya çalışan hilekar bir atlatma ya da cehennemi bir yanılsama olarak kabul edilmelidir. Oysa karar öznelliğe dayanır ve nesnel bir kabul ya pagan bir kavramdır ya da tümüyle anlamdan yoksunluktur.

Hıristiyanlık, parçalara bölünemeyen ve sadece bir kişiye bir defada verilebilen bir iyiyi, ebedi mutluluğu tek bir bireye verecektir. Her ne kadar biz öznelliğin, kabulü içeren bu iyi olasılığını temellük etmeye elverişli olduğunu önceden varsaysak bile,  o bu iyinin anlamının hakikatini anlamayan, niteliksiz bir öznellik değildir. Öznelliğin gelişimi ya da dönüşümü, onun ebedi mutlulukla -bu Sonsuzluğun en yüksek iyisiyle- ilgili kendi içinde sonsuz yoğunlaşması, bu-ebedi mutluluk, öznelliğin gelişme olasılığıdır.  Aslında Hıristiyanlık bütün nesnelliğe karşı bir protestodur ve sonsuz bir biçimde kendiyle sadece öznellik yoluyula ilgilenir. Eğer herhangi bir Hıristiyan hakikati varsa, o öncelikle öznellik içinde ortaya çıkar. O hiçbir şekilde nesnel olarak ortaya çıkmaz. Eğer onun hakikati sadece tek bir kişideyse, o zaman Hıristiyanlık yalnızca onda varolur, ve en büyük sevincin yeri, Hıristiyan düşüncesiyle ölçülemez olan nesnel güçler olarak, felsefi sistemler ve bütün dünya tarihinden çok cennettir. Felsefe hakikat yolunun nesnel olduğunu öğretir fakat Hıristiyanlık bu yolun öznel olduğunu yani, özne haline bir hakikat içinde gelindiğini öğretir. Bize bulanık bir alış veriş gibi görünmesin diye, Hıristiyanlığın amacının yoğunlaşan tutkuda kendini en yükseğe taşıdığını açıkça söyleyelim; fakat tutku öznelliktir ve hiçbir biçimde nesnel olarak var olamaz.


Öznel Gerçek, İçsellik; Gerçek Öznelliktir

Nesnel düşünüm için hakikat bir nesne haline, nesnel bir şey haline gelir ve düşünce özneden uzağa işaret eder. Öznel düşünüm için hakikat öznelliğin, içselliğin temellük tarzı haline gelir, ve düşünce öznenin ve onun öznelliğinin derinine ve daha derinine nüfuz etmek durumundadır. Aslında tarafsız düşünümde, nesnellik oluşmaya başladığında, öznellik gözden kaybolur, dolayısıyla, burada öznenin öznelliği son aşama haline gelir ve nesnellik görünmez olur. Bu, öznenin mevcut bir birey olduğunun ve varoluşun bir oluş süreci olduğunun ve bu yüzden hakikat düşüncesinin bir düşünce özdeşliği olduğunun ve soyutlamanın bir kuruntu olduğunun bir an için unutulmuş olması değildir; bu hakikat böyle bir özdeşlik olmadığı için de değildir fakat inananın,-o fani/dünyevi bir varlık olarak varoldukça hakikat böyle bir özdeşlik olamayacağı için- mevcut bir birey oması yüzündendir. Eğer mevcut bir özne gerçekte kendine aşkınsa, hakikat onun için tamamlanmış bir şey olacaktır fakat bu nokta kendisinin dışındadır. 1=1 varolmayan matematiksel bir meseledir, ve kişi bu bakış açısına sahip olduğu sürece, başka birinin yoluna katılmayacaktır. Varlıksal öznenin, varlığı aşan, sonlu ve sonsuzun birliğini deneyimlemesi sadece bir anlıktır, ve o an tutku anıdır. Modern felsefi karalama tutkuyu aşağılarken, tutku zamanda varolan birey için en yüksek varoluş noktası olarak kalır. Varlıksal özne tutkuda muhayyilenin ebediliği içinde sonsuza uzanır, ve aynı zamanda o bizzat kendidir.  

Bütün özsel bilgi varoluşla ilgilidir, ya da sadece bilginin ilgili olduğu varoluş için özseldir. varlıksal olmayan, içsel düşünümü içermeyen bütün bilgi, gerçekte raslantısal bilgidir, onun düzeyi ve kapsamı özsel olarak bir önem yokluğu meselesidir. Esas olarak bireyin varoluşuyla  bizzat ilgili olan bu özsel bilgi, düşünce ve varlık arasında yukarıda-bahsedilen soyut özdeşlikle eşitlenmiş değildir. Fakat bu, bilginin bilenin kendisiyle ilgili olması gerektiği anlamına gelir ve bu yüzden bütün özsel bilgi esas olarak bizzat varoluşla, mevcut olanla ilgilidir. Dolayısıyla bütün etik ve bütün etik-dinsel bilgi bilenin varoluşla bu özsel ilişkisine sahip olmalıdır.

Düşünümün nesnel tarzı ve öznel tarzı arasındaki farkı açıklamak için, şimdi, öznel düşünümün kendini nasıl içselliğe bir geri dönüş tarzı kıldığını göstermeliyim. Varolan bir kişide içselliğin en yüksek noktası tutkudur, çünkü tutku bir paradoks olarak hakikate tekabül eder, hakikatin bir paradoks haline gelmesi olgusu onun varolan bireyle ilişkisi içinde temellenir. Biri diğerine karşılık gelir. Varolan özneler olduğumuzu unutmakla biz tutkuyu kaybeder ve hakikati paradoks olmaktan çıkarırız, fakat bilen özne kendi insanlığını kaybetmeye başlar ve fantastik/hayali hale gelir ve hakikat aynı şekilde bu bilgi türü için hayali bir nesne haline gelir.

Hakikat sorunu nesnel bir tarzda ortaya konduğu zaman, düşünüm, bilenin ilişkili olduğu bir nesne gibi hakikate tarafsız olarak yönelir. Düşünüm ilişki üzerine değil fakat onun hakikatle ilişkili olup olmadığı üzerinedir. Onun ilişkili olduğu şey bir hakikatse, özne hakikatledir. Hakikat sorunu öznel bir tarzda ortaya konduğu zaman, düşünüm bireyin ilişkisine öznel olarak yönelmiştir. Eğer ilişkinin NASIL’ı hakikati veriyorsa, birey, ilişkili olduğu şeyin NE’liği gerçek olmasa bile hakikattedir.   

Bunu Tanrı bilgisini sorgulamakla resmedebiliriz. Nesnel-tarafsız olarak düşünüm nesneye ilişkin olsa da olmasa da Tanrı gerçektir; öznel olarak düşünüm, bireysel olsa da olmasa da bireyin ilişkisinin gerçekten bir şekilde Tanrı-bağlantılı olmasıyla ilgilidir. Hangi taraf hakikate uzanır? Ah, ikisinden yana da biz aracı ya da farzetme noktasında olmayalım, çünkü ikisi de aracılıdır.

Nesnel yolu seçen mevcut birey o resmin içine Tanrıyı getirdiğini varsayan bir yaklaşım sürecine girmeye uğraşır. Fakat bu tümüyle ebedilik içinde yapılamaz, çünkü Tanrı Öznedir ve bu yüzden sadece içselliği içinde öznel birey için vardır. Öznel yolu seçen mevcut birey tamamen diyalektik bir güçlüğü, Tanrıyı nesnel olarak bulmak için bir zaman, belki de uzun bir zaman geçirmesini gerektiren bir güçlüğü derhal kavrar. O bu diyalektik güçlüğü bütün acılarıyla kavrar çünkü Tanrının olmadığı her an kaybedilmiş bir andır – dolayısıyla önemli olan Tanrıyla ilişkili olma tarzıdır. Bu şekilde Tanrı kesinlikle varsayımsal bir önerme haline gelir fakat bu tarz önermenin genelikle büründüğü yararsız anlamda değil. Tanrıyı çaresizlik (inanç) kategorisiyle kucaklamasına yardım ettiği ve diyalektik çelişki, tutkuyu umudunu yitirme noktasına getirdiğinde ve Tanrıyı umudunu yitirme (inanç) kategorisiyle sahiplenmesine yardım ettiğinde- bu sadece mevcut bireyin tanrıyla ilişkiye girme tarzı haline gelir. Şimdi, varsayım raslantısal ve ihtiyari olmaktan uzaktadır. O hayat kurtarıcı bir zorunluluk haline gelir, dolayısıyla o artık basitçe bir varsayım değil fakat daha çok, birey için Tanrının varlığının zorunlu olduğu önermesidir.

Şimdi sorun en hakikat olan yanın hangisi olduğunu izah etmektir: ya Tanrı gerçeğini nesnel olarak arayan ve Tanrı-düşüncesinin hakikatine yaklaşma peşinde koşan bir yan, ya da tanrıyla ilişkisini sonsuz bir kaygıyla sürdüren bir yan. Bilimle yozlaşmamış hiç kimse bu noktada herhangi bir kuşkuya sahip olamaz.

Hıristiyan kültüründe yaşayan biri, tanrının evine gerçek bir Tanrı kavramıyla, Tanrı bilgisiyle girer ve dua ederse –yanlış bir ruha dua eder;  putperest bir diyarda yaşayan biri –her ne kadar gözlerini put imgesinden ayırmasa da, sonsuzluğun bütün tutkusuyla dua eder; hangisi en hakiki olandır? Biri, bir puta tapsa bile, gerçekten Tanrıya dua eder. Diğeri hakiki olmayan bir gerçeğe dua eder. Tanrıya ve dolayısıyla gerçekte bir puta dua eder.

Bir kişi ölümsüzlük sorununu nesnel olarak araştırdığında ve başka bir kişi onu bir belirsizlik olarak sonsuz bir tutkuyla kucakladığında, en hakiki olan hangisidir ve gerçekten kim en büyük kesinliğe sahiptir? Ölümsüzlüğün kesinliği için bitip tükenmez bir yaklaşım içine girmiş olan biri kesinlikle bireyin öznelliğine toslar. Diğeri ise kendi kararsızlığına karşı savaşır ve ölümsüz olur.

Sokrates’i düşünelim. Bugün herkes şu ya da bu ispatla oynayıp duruyor. Kimi daha az, kimi daha çok. Fakat Sokrates! O sorunu nesnel olarak varsayımsal bir tarzda; “eğer ölümsüzlük varsa” şeklinde koydu. Modern filozofların üç ölümsüzlük kanıtıyla(**) karşılaştırıldığında Sokrates’i kuşkucu olarak mı düşünmeliyiz? Hiç te değil. Bu az da olsa onun bütün hayatını riske sokmuştur, o ölümün yüzüne karşı meydan okumuş, ve sonsuz bir tutkuyla kendi yaşamını yönlendirmiştir, dolayısıyla ‘eğer’i, -EĞER ölümsüzlük varsa-yı onaylamıştır. Ölümden sonra yaşımın bundan daha iyi bir kanıtı var mı? Fakat üç kanıta sahip olanların idea ile uyum içindeki yaşamları hiçbir şekilde örnek olamaz. Eğer ölümsüzlük varsa, o onların şu bezgin yaşam tarzlarından tiksinmelidir. Üç kanıtın daha iyi bir yalanlaması verilebilir mi? Bu belirsizlik kırıntıları, Sokrates’e yardım etti çünkü süreci hızlandırdılar, tutkuları kışkırttılar. Ötekilerin sahip olduğu üç kanıt hiç yardımcı olmadığı için onlar ruh için ölüdürler ve üç kanıta ihtiyaç duymaları aslında onların ruhen öldüklerini kanıtlar. Sokratik bilgisizlik ebedi hakikatin varlıksal bireyle ilgili olduğu düşüncesinin ve o varoldukça bunun bir paradoks biçiminde olacağının ifadesiydi; hakikatin zamanın ruhuyla flört eden ve assosiyet proflarla sarmaş dolaş olan felsefi sistemlerin “nesnel hakikat”i kapsamında olmaktan çok Sokratik bilgisizlik’te varolduğu olasılığı aslında mümkündür.

Nesnel vurgu söylenen şeye yüklenir; öznel vurgu onun nasıl söylendiğine. Bu ayrım estetik için bile geçerlidir ve kendini -bazı insanların ağzında yanlış haline gelebilen- nesnel olarak doğru olabilen şey nosyonunda gösterir. Bu ayrım eski günler ve günümüz arasındaki farkın eski günlerde sadece birkaç hakikati bilirken günümüzde ona yönelik içselliğin, kendi tasarrufundaki alanla ters orantı içinde olması hariç hepsini biliyor olduğumuzu söylemek yoluyla resmedilmiştir. Estetik olarak, kakikati belirli ağızlarda hata haline getiren çelişki en iyi komik biçimde anlaşılmaktadır. Etik-dinsel alanda vurgu yine nasıl üzerinedir. Fakat bu nezakete, kiplemeye, konuşma biçimine vb’lerine başvuru yoluyla anlaşılamaz, ancak bireyin önermeyle ilişkisine, kendisinin onunla kurduğu bağlantı biçimine göre anlaşılır. Nesnel olarak  o basitçe önermenin içeriği hakkında bir sorundur, fakat öznel olarak bu bir içsellik (inwardness) sorunudur. Kendi maksimumunda bu içsel bir sonsuzluk tutkusudur ve sonsuzluk tukusu da bizzat hakikattir. Fakat sonsuzluk tutkusu olduğu için mutlak olarak öznelliktir, öznellik gerçektir. Nesnel olarak sonsuz kedinlik ya da bağlanma yoktur, ve dolayısıyla o gerçek ve gerçek olmayan arasındaki farkı ve çelişmezlik yasasını olduğu kadar iyi ve kötü arasındaki farkı da hükümsüz kılmak adına nesnel olarak doğrudur. Sadece öznellikte kesinlik ve bağlanma (bağıt) vardır, bu yüzden nesnellikte bunu aramak yanlışta olmak demektir. Başka türden bir kararlılığı getiren, içerik değil, sonsuzluk tutkusudur, çünkü onun içeriği kesinlikle kendisidir. Bu öznellik tarzında, nasıl [yapma tarzı] ve öznellik gerçektir.

Fakat yapma tarzı, öznel olarak vurgulanmıştır çünkü özne varolan bireydir ve aynı zamanda dünyevi bir diyalektiğe göre öznedir. Tutku’nun nihai uğrağında, yolun nesnel bilgi yolundan çıktığı ve sonsuzluk hükmünün yapmaya hazır olduğu görülür. Fakat bu uğrakta varlıksal birey kendini zamanda bulur, ve öznel yapma tarzı, bir mücadeleye, kesin bir sonsuzluk tutkusu içinde tekrar tekrar tecrübe edilen ve bu tecrübeyle güdülenen bir mücadeleye  dönüşür. Fakat bu hala bir mücadeledir.

Öznellik gerçek olduğunda, öznelliğin tanımı nesnelliğe karşıtlık adına, yoldaki çatallanmayı hatırlatan bir ifade içermelidir ve bu ifade aynı zamanda içselliğin gerilimini iletmelidir.  Böyle bir hakikat tanımı şudur: nesnel belirsizlik, en tutkulu içselliğin hakikat, var olan bir kişi için geçerli en yüksek hakikat olduğunu temellük sürecine hızla tutunur. Yol nesnel bilginin hükümsüz kılındığı (nesnel olarak keşfedilemez olan fakat sadece öznel olarak varılan) yerde çatallanır (yoldan çıkar). Nesnel olarak konuşma sadece belirsizliğe sahiptir, fakat kesinlikle orada içselliğin sonsuz tutkusu şiddetlenmiştir ve gerçek, kesinlikle nesnel belirsizliği içsellik tutkusuyla seçme macerasıdır. Tanrıyı keşfetmek için doğayı düşündüğümde gerçekten de onun her şeye gücünün yettiğini ve hikmetini görüyorum, fakat bunun beni fazlasıyla rahatsız ettiğini de görüyorum. Bütün bunların sonucu nesnel belirsizliktir, fakat kesinlikle burası içselliğin yeridir çünkü içsellik nesnel belirsizliği tamamen sonsuzluk tutkusuyla kavrar. Matematik ifadeler durumunda nesnellik zaten verilidir fakat bu, gerçeği varoluşsal olarak umursamayan matematiğin doğası yüzündendir.

Şimdi yukarıdaki hakikat tanımı inancın (imanın) eşdeğer bir betimidir. Risksiz inanç yoktur. İnanç kesinlikle içselliğin sonsuzluk tutkusu ve nesnel belirsizlik arasındaki zıtlıktır. Eğer tanrıyı nesnel olarak kavrayabilirsem, inanmam, fakat Tanrıyı nesnel olarak bilemediğim için, inanmalıyım, ve eğer kendimi inançla koruyacaksam, hızla nesnel belirsizliğe tutunmak için sürekli azimli olmalıyım, suyun yetmiş bin kulaçtan fazla olduğu, okyanusun derin dalgalarından uzakta duruyor ve hala inanıyorum. ‘Öznellik, içsellik gerçektir’ cümlesinde ölümsüz hizmetin varoluşun özsel anlamını tam olarak benimsediği ve bilenin mevcut bir özne olduğu Sokratik erdemin özünü görürüz, ve bu nedenle Sokrates’in bilgisizliği paganizm içinde gerçekle en yüksek ilişkiden haz alır. Spekülatif felsefenin mutsuz bir biçimde tekrar ve tekrar unuttuğu şey bilenin varlıksal bir özne olduğu gerçeğidir. Sokrat’ın dehasından uzun zaman sonra,  bizim nesnel çağımızda bu olguyu tanımak yeterince zordur.

Öznellik, içsellik, gerçek olduğunda, gerçek bir paradoks olarak, nesnel biçimde belirlenmiş hale gelir, ve onun paradoksal olması öznelliğin gerçek olduğu olgusuyla açık kılınmıştır ve nesnel nefretinin ifadesi içselliğin ölçüsü ve yoğunluğudur. Paradoks, kesinlikle gerçek olan, içsellik tutkusunun ifadesi olan nesnel belirsizliktir. Bu Sokratik ilkedir.  Ebedi, yani, kendi varoluş kaygısı yüzünden bizzat temelde bireyle ilgili olan özsel gerçek, bir paradokstur (diğer tüm bilgiler, Sokratik olarak konuşursak, kaygısız olma düzeyi ve kapsamıyla,  tesadüfidir). Yine de ebedi gerçek temelde kendi içinde paradoksal değildir, ancak bizzat mevcut bireyle bağlantısı yoluyla oluşur. Sokratik bilgisizlik bu nesnel belirsizliğin ifadesidir, varolan öznenin içselliği gerçektir. Daha sonra geliştireceğim şeye atfen, Sokratik bilgisizlik saçma kategorisiyle analojiktir, sadece saçmada hala bir miktar nesnel belirlilik vardır ve bu yüzden onun içselliğinde sonsuz büyük bir gerilim yaşanır. Varoluşa dahil olan Sokratik içsellik, bu içselliğin bilgisizlik yoluyla değil sonsuz bir biçimde derin olan saçma yoluyla püskürtülmesi hariç, inanç için bir analojidir. Sokratik olarak ebedi, temel gerçek, kendi içinde paradoksal olmaktan uzak, fakat sadece varolan bireyle ilişkisi nedeniyle Ben’dir.

Öznellik, içsellik gerçektir. Bunun için hala daha içsel/daha manevi bir ifade varmıdır? Evet, vardır. Eğer öznellik gerçek olarak görülürse, karşıt bir ilke koyabiliriz: öznellik gerçek olmayandır, yani sahtedir, hatadır. Sokratik olarak konuşursak, öznellik, öznelliğin gerçek olduğunu ve kendini nesnel olarak anlamayı arzuladığını anlamakta başarısız olmuşsa gerçek değildir, sahtedir. Fakat şimdi gerçek hale gelişi içinde öznelliğin sahte oluşuna göre üstesinden gelinmesi gereken bir zorluk var. Bu yüzden biz içselliğe geri dönüp, arkasına bakmalıyız. Sokratik olarak, gerçeğe geri dönme yolu, içimizdeki derin gerçeğin anılarına sahip olduğumuzu varsayarsak, anımsama aracılığıyla meydana gelir.

Bu bireysel sahteliğe ‘günah’ diyelim. Bireye ebediliğinden bakılırsa günah içinde olamaz, ne de onun ebedi olarak günahı içinde taşıdığı varsayılabilir. Bu yüzden o varoluşa gelmekle günahkar hale gelmiş olmalıdır (çünkü başlangıç noktası öznelliğin sahte olmasıdır). O doğmadan önce günahkar olduğu anlamında bir günahkar olarak doğmuş değildir ancak o günah içine ve günahkar olarak doğmuştur. Bu duruma orijinal günah diyeceğiz. Fakat eğer varoluş onun üzerinde böyle bir güç edinmişse, o (varsayalım ki, anımsama yoluyla gerçeği keşfedebileceğimize dair platonik düşünce gerçektir) kendi belleğini kullanma yoluyla kendi ebediliğine geri dönüş yolunu bulmaktan acizdir. Ebedi hakikatin bizzat mevcut bireyle bağlantılı olduğu zaten paradoksal idi, şimdi onun bizzat böyle bir bireyle bağlantılı olması mutlak olarak paradoksaldır. Fakat bellek aracılığıyla varoluşu aşmak onun için çok daha zordur, daha fazla içsellik, şiddetli tutkuda artmak durumundadır, anımsama kapısının arkası günah aracılığıyla kendisine sonsuza dek kapalı olan varlığa çabucak tutunduğu zaman, işte o zaman onun içselliği olası en derin biçimde mecalsizdir.

Öznellik gerçektir. Ebedi hakikat ve mevcut birey arasındaki bu ilişki aracılığıyla paradoks varoluşa gelir. Şimdi daha öteye gidelim ve ebedi hakikatin temelde bir paradoks olduğunu varsayalım. Bu paradoks nasıl varoluşa gelir? Zamansal varoluşla ebedi, özsel hakikati/gerçeği yan yana koymakla. Gerçeğin kendi içine onları birlikte koyduğumuz zaman, gerçek paradoksal hale gelir. Ebedi hakikat zamana gelmiştir. Bu paradokstur. Eğer öznenin anımsama aracılığıyla ulaştığı içsel bakışla kendi sonsuzluğuna geri dönme yolu günahla kapatılmışsa, onun bu konuda kendini üzmesi gerekmez, çünkü şimdi ebedi özsel gerçek artık onun arkasında değil, fakat sahip olduğu varoluş ya da varlıksal oluşu aracılığıyla onun önündedir, bu yüzden eğer birey hakikati varoluşsal olarak yakalayamaz/kavrayamaz ise, o asla onu kavrayamayacak/ele geçiremeyecektir. Varoluşu bundan daha fazla vurgulamak mümkün değildir. Ebedi gerçek mevcut bireyle ilgili olduğunda, gerçek bir paradoks haline gelir. Paradoks nesnel belirsizlik ve içselliğe yönelik bilgisizlik yüzünden bireyi geri çevirir/iter. Fakat bu paradoks kendi içinde paradoksal olmadığı sürece ruhu yeterince uzağa itemez. Çünkü risk olmadan inanç yoktur, ve en büyük risk en büyük inançtır, ve daha nesnel güvence, daha az içselliktir (çünkü içsellik kesinlikle öznelliktir). Gerçekten de, daha düşük bir nesnel güvenlikte, içsellik olasılığı en derin hale gelir. Paradoks kendi içinde paradoksal olduğunda, o bireyi saçmanın gücüyle iteler, geri çevirir ve süreç içinde ürettiği inanç, tutkuya tekabül eder. Fakat öznellik, içsellik gerçektir, çünkü aksi takdirde biz Sokratik katkıyı unutmuşuzdur; fakat, anımsama aracılığıyla sonsuzluğa geri dönüşü imkansız kılan varoluştan geri çekildiğinde; ve günah kaygısı ve acısının mengenesine yakalanan birey hakikatle paradoks olarak karşılaştığında, fakat aynı zamanda inançta muazzam bir riskin içerili olduğunun farkına vardığı –ve yine de bir inanç sıçraması yaptığında– bu öznelliğin zirvesidir ve gerçek içselliğin bundan daha çarpıcı bir ifadesi yoktur.  

Sokrates tanrının varlığına inandığı zaman, o hızla tutkulu içselliğindeki, aykırılığındaki ve ortaya çıkan risk inancındaki nesnel bir belirsizliğe tutundu. Durum şimdi farklı. Nesnel belirsizlik yerine burada saçmanın kesin-nesne oluşuyla ilgili nesnel bir belirlilik vardır, ve bu, tekrar, nesnenin tutkulu içselliğe hızla tutunduğu inançtır. Saçmanın ciddiyeti ile karşılaştırılırsa Sokratik bilgisizlik bir şakadır, ve paradoks inanandaki inancın gayretiyle karşılaştırılırsa,  Sokratik varoluşsal içsellik bir Grek boş zaman yaşamıdır.

Saçma nedir? Saçma ebedi gerçeğin zamana girmesidir, Tanrının varoluşa dahil olması, doğmuş olması, büyümesi, ve benzeri, kesinlikle başka herhangi bir insan gibi, başka insanlardan tamamen farksız hale gelmiş olmasıdır. Saçma kesinlikle kendi nesnel geri çevirmesi, itmesi yoluyla inancın içselliğinin ölçüsüdür. İnançlı olmayı arzulayan bir insan olduğunu varsayalım. Komedi başlasın. O nesnel bir sogulamanın ve sorgulamanın kanıtsal verilerine dayalı bir yaklaşım sürecinin yardımıyla inanç kazanmayı arzulamaktadır.  Ne olur? Kanıt arayışının yardımıyla saçma başka bir şeye dönüşmüş olur; olasılık haline gelir, daha da olası hale gelir ve belki de yüksek olasılıklı ihtimal haline gelir. Şimdi inancının içeriğinin geçerli kanıtının olduğunu düşünen bu kişi artık inanmaya hazırdır, ve o kendisiyle gururlanır, onun inancı ayakkabıcının, terzinin, basit halkınki gibi değildir, çok uzun bir sorgulamanın ardından gelmiştir. Şimdi o kendisini inanmaya hazırlamaktadır. Neredeyse olası olan,  makul olarak olası, yüksek ve ezici bir biçimde olası olan bir önerme, zaten bilinen ve bilindiği ölçüde yüksek ve ezici olarak bilinen - fakat inanç aracılığıyla, inanılmış bir şey değildir; çünkü saçma, kesinlikle inancın nesnesidir ve sadece bilgiyle değil inançla ilişki içinde olası bir olumlu tutumdur.

Hıristiyanlık kendisinin zamana girmiş bir sonsuzluk olduğunu zaten ilan etmiştir, o kendisini bir paradoks olarak deklare etmiş ve Yahudiler için skandal, Grekler için çılgınlık -ve anlamak için saçma olan şeyle ilişki içinde inancın içselliğini talep etmiştir. Görünen o ki şunu daha güçlü bir biçimde söylemek imkânsızdır; öznellik gerçektir ve nesnellik saçma sayesinde ve onunla geri çevrilmiş, itilmiştir.

Öznellik tutkuda doruğa ulaşır. Hıristiyanlık bir paradokstur; paradoks ve tutku mükemmel bir eşleşme olarak birbirlerine aittirler ve paradoks, durumu varoluşun sınırlarında olan biri için mükemmel biçimde uygundur. Gerçekten de tüm dünyada tutku ve paradokstan başka birbirlerine bu denli uygun başka iki sevgili henüz bulunmadı ve ilkin hangisinin ötekinin tutkusuyla tahrik olduğunu tartıştıklarında aralarındaki mücadele sevgililerin ağız dalaşıdır. Ve bu yüzden o buradadır. Varolan birey paradoks aracılığıyla varoluşun sınırına gelmiştir. Sevgililer için, ilişkilerini içsel olarak daha tutkulu kılan şey hariç, bu ilişkilerinden herhangi bir rahatsızlık duymadan birlikte birbirlerini uzun zaman onaylamalarından daha harika ne olabilir? Ve bu, tutku ve paradoks arasında kurgusal olmayan bu anlayışa verilen bir ayrıcalıktır, çünkü onlar birlikte ahenk içinde zamanda ikamet edebilecekler ve sonsuzlukta ilk değişen olacaklardır.

Fakat spekülatif filozof büsbütün farklı şeyler görür. O inanır fakat sadece belirli bir düzeyde. O elleriyle toprağı sürer fakat hemen bir şey bulmak umuduyla eşelemeye bakar. Hıristiyan bir perspektiften bu tarzda onun en yüksek iyiye nasıl erişeceğini görmek oldukça zordur.

Çev. hç


Kaynak:



(*) [Metnin alındığı kaynakta başlarken yapılan aşağıdaki açıklamada belirtildiği üzere, bu metin Lous Polman tarafından orijinal metinden yapılan bir seçkidir–çn]


“İlk okumamız Danimarkalı Filozof, varoluşçuluğun babası Sören Kierkegaard’ın (1813-1855), 1844, tarihli From Concluding Unscientific Postscript to the Philosophical Fragments’inden. Kierkegaard inancın akıldan sadece daha yüksek değil bir anlamda ona karşı olan fideizmin radikal bir versiyonunu temsil eder. İnanç akıl değil insanın ulaşabileceği en yüksek erdemdir; inanç en derin insani tamamlanma için gereklidir. Kierkegaard birinin dinsel inancının akıl ya da nesnel bir kanıt üzerine temellendirmeye çalışmakla temel olarak yanlış bir şey yaptığını ileri sürer. Akıl burada hem kullanışsız (işe yaramaz) hem de (inancı içinde büyüyen özsel görevden uzaklaştırdığı için) kötü bir şeydir. Daha sonra o, inancın otantik bir ev bulduğu öznellik teorisini geliştirir. Hatta biz Hıristiyanlık ya da teizmi dolaysız kanıtlasak bile, bunu istemeyiz, çünkü böyle bir nesnel belirlenim, onu cansız matematiksel kesinliklere indirgeyen kutsal yolculuğunun dışına çıkmak olacaktır.

Çeviri, From Concluding Unscientific Postscript to the Philosophical Fragments (1844)’den
Lous Polman tarafından yapılmıştır. Bu seçki ve çevirisi bu bölümün ilk edisyonu için yapılmıştır.”
_____________________

(**): Ansiklopedik bilgiye göre, “üç kanıt” büyük doğa kitabı (dünya), kutsal kitap (Kuran, İncil vb) ve peygamber’den oluşuyor –çn





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder