S0REN KIERKEGAARD
İlgilendiğimiz sorun Hıristiyanlık gerçeği
değil fakat bireyin Hıristiyanlıkla ilişkisidir. Tartışmamız Hıristiyanlığın
hassas kategorilerini düzenlemek için alimlerin sistematik çabalarıyla ilgili
değil, fakat, tam anlamıyla ona sonsuz bir ilgi gösteren bireyin bu öğretiyle
kişisel ilişkileri hakkındadır. Basitçe “ben, Johannes Climacus, bu kentte
doğdum, şimdi otuz yaşındayım, halktan bir çoğu gibi iyi bir adamım, bir
hizmetçi ya da bir profesör nasıl bekliyorsa, en yüksek iyinin beni de beklediğini”
varsayalım. Ben Hristiyanlığın iyinin yolu olduğunu işittim ve dolayısıyla
sordum; Hıristiyanlıkla uygun bir ilişkiyi nasıl kurabilirim?
Buna entelektüellerin “ne korkunç bir faraziye!
kişinin cüzi kendiliğine böyle ölçüsüz bir ağırlık yüklemek, teosentrik ve
felsefi olarak aydınlanmış, küresel tarihle ilgilenen bu çağda ne yaman, ne egoist
bir kibir” yanıtını verdiklerini duyuyorum.
Ben böyle serzenişler karşısında titresem ve
bu tür tepkilere kendimi alıştırmamış olsam, kuyruğunu bacaklarının arasına
kıstıran bir köpek gibi sıvışırdım. Fakat ben her ne yaptıysam, yaptığım şey konusunda
suçlu değilim, çünkü ben had bilmez biri değilim, fakat, daha çok, beni bu
şekilde soru sormaya zorlayan bizzat Hıristriyanlıktır. Çünkü Hıristiyanlık
benim küçük kendiliğime ve ayrıca önemsiz görülen başka her kendiliğe muazzam
bir önem ve anlam atfeder, her kendiliğe, kendilik ve birey arasında uygun bir
ilişki tesis etme koşuluna dair ebedi mutluluk teklif eder.
Her ne kadar henüz inanca yabancı olsam da,
Hıristiyanlığın görkemine karşı affedilmez günahın bireyin bağışlanması için
onunla ilişki kurması olduğunu görebilirim. Her ne kadar kişi bu şekilde bir ilişki
kurmakla kendini mütevazi görebilirse de, Hıristiyanlık böyle bir nedensel
davranışı ihtiyatsız olarak değerlendirir. Dolayısıyla bu öğretiyle müstakil
bir ilişki aracılığıyla bana yardım etmeye çalışan bütün din merkezci
yardımcıları ve yardımcıların yardımcılarını saygıyla reddetmek durumundayım.
Nasıl bir Hıristiyan haline gelebilirim sorunuyla birlikte, ruhsal varoluşum
hakkında sonsuz endişemle baş başa kalacağım. Kendi ebedi mutluluğuna kurtuluşta
ulaşmak adına sonsuz bir endişe duyan biri için bu mümkünken, böyle bir duruma
ulaşma ilişkisiyle tüm duyarlılığını yitirmiş biri için bu tamamen imkânsızdır.
Nesnel soru şudur: Hıristiyanlık gerçek
midir? Öznel soru şudur: bir bireyin Hıristiyanlıkla ilişkisi nedir? Oldukça
basit, ben, Johannes Climacus, Hıristiyanlık tarafından vaat edilen mutluluğa
nasıl katılabilirim? Sorun yalnızca benim kaygımdır; kısmen çünkü, uygun bir
biçimde belirlenirse, tam olarak aynı şekilde herkesi ilgilendirecektir; ve
kısmen çünkü bütün öteki bakış açıları bağışlanma inancına saçma olarak bakar.
Kendi sorunumu açık kılmak için, önce nesnel
problemi tanımlayacağım ve nasıl işlenmesi gerektiğini göstereceğim. Bu şekilde
tarihsel boyut da layıkıyla verilecektir. Daha sonra öznel problemi tanımlayacağım.
Hırıstiyanlık
Gerçeğinin Nesnel Sorunu
Nesnel bir Hıristiyanlık bakış açısından,
gerçeğin saf bir biçimde nesnel bir tarzda ele alınması gerektiği tarihsel bir
olgudur, çünkü tevazu sahibi alim, kendini dışarıda bırakmamayı çok objektif
bulmuştur -işin aslı şu ki, kendini bir mümin olarak hesaba katmıştır. ‘Gerçek’
bu nesnel anlamda ya 1) tarihsel bir gerçek ya da 2) felsefi bir gerçek anlamına
gelebilir. Tarihsel bir gerçek olarak, hakikat iddialarına başka tarihsel
iddiaları belirleme yolumuzla aynı şekilde çeşitli kaynakların eleştirel
sorgulamasıyla kesinlik kazandırılmalıdır. Felsefi olarak ele alınan, tarihsel
olarak doğrulanmış bir öğreti ebedi hakikatle ilgili olmalıdır.
Sorgulayıcı, felsefi ve eğitimli
araştırmacı hakikat sorununu ortaya koyar, fakat öznel gerçeği değil, yani, içselleştirilmiş
gerçeği değil. Sorgulayıcı araştırmacı meraklıdır, fakat o bu hakikatle kendi
ebedi mutluluğunun ilişkisi şeklinde, son derece tutkuyla ve kişisel olarak ilgilenmemektedir.
Nesnel bir kişi olmaktan uzaklaşmak bir küstahlık ve had bilmezliktir!
Böyle bir araştırmacı iki durumdan birinde
olmalıdır. O ya Hıristiyanlık gerçeğine ikna olmuş bir imana/inanca sahiptir –ve
böyle bir ilişki içinde o inanç bizzat sürekli olarak Hıristiyanlıkla
ilgilenmeyi içerdiği ve her rakip ilgiyi bir ayartma olarak saydığı sürece
sürgit nesnel soruşturmayla ilgilenemez; ya da inançla değil fakat konuyu nesnel
olarak ele alır ve aslında sorunla sonsuza
dek ilgilenmek durumunda değildir.
Dikkatinizi bahsettiğim bu konuya çekmek
için sorunun, yani hıristiyanlık gerçeği sorununun asla gereği gibi bu nesnel
tarzda ifade edilmeyeceği, yani Hristiyanlık nihai karara uzandığı sürece
bütünüyle ortaya konamayacağı bu çalışmanın ikinci bölümünde geliştirilecektir.
Araştırmacının sarsılmaz bir coşkuyla, hatta yaşamını bilime adanmışlık içinde harcaması
pahasına çalışmasına izin verelim. Kurgucu felsefeciye ne zaman ayıralım ne de uğraşalım.
Hoş onlar zaten kişisel olarak ve tutkuyla ilgilenmezler. Tersine, onlar bunu değil
fakat yansız ve nesnel bir duruş geliştirmeyi isterler. Sadece nesnel hakikatle
ilgilenirler, dolayısıyla, kişisel temellük/içselleştirme sorunu görece önemsizdir,
bulgular görev gereği izleyecekleri bir şeydir. Son kertede bireyselleşme
konusunun minör bir önemi vardır. Burası kesinlikle bilgenin engin vakarına
olduğu kadar papağanca bir bilgiçlik komedisine uzanır.
Tarihsel
Bakış Açısı
Hıristiyanlık kendi tarihsel dokümanlarıyla
ele alındığında, hıristiyan öğretinin gerçekten hesaba kattığı şeyin güvenilirliği
yaşamsal hale gelir. Eğer araştırmacı bu gerçekle kendi bağlantısını sürgit ilişkilendirirse,
o anında umutsuzluğa düşecektir, çünkü tarihsel konulardaki en büyük kesinliğin
hala sadece bir yaklaşım meselesi olduğu apaçıktır, ve ebedi mutlulukla ona
ulaşma engelleri karşılaştırılamaz olduğu sürece, o araştırmacının kendi ebedi
mutluluğunu üstüne bina etmesi için çok zayıftır.
Dolayısıyla alim, Hristiyanlık gerçeğine
sadece tarihsel bir ilgi duyar, çalışmasına büyük bir coşkuyla başlar ve yetmiş
yıl boyunca araştırmaya önemli katkılarda bulunur. Daha sonra ölümünden sadece
on dört gün önce, araştırmasının bütün yönleri üzerine yepyeni bir ışık tutan
yeni bir dokümana rastlar. Böyle nesnel bir kişilik, ebedi mutlulukla durmadan
ilgilenen ve elbette mutluluğu ilgili soruya kesin bir yanıt vermekle hak eden
öznenin huzursuz ilgisinin antitezidir.
Tarihsel Hıristiyanlık gerçeği ya da neyin Hıristiyanlık
gerçeği olmadığı ve olduğu sorunu ortaya çıktığında, biz doğrudan merkezi bir
doküman olarak kutsal kitaba başvururuz. Tarihsel sorgulama öncelikle İncil
üzerine odaklanır.
Kutsal
Metinler
Alimin eserinde olası en yüksek
güvenilirliği sağlaması çok önemlidir. Bu bağlamda benim için önemli olan, hiç
sahip olmadığım şeyi öğrenmişim ya da göstermişim gibi yapmak değildir, çünkü
burada benim amacım çok önemlidir. Ve, en etkili bilimsel kararlılık ve
teminatla bile, bütün eleştirmenlerin bütün zekası tek bir kafada buluşsa bile,
hala kimsenin tek yaklaşımdan daha fazlasını almak istemediği hatırlanmış ve
anlaşılmış olur. Biz, kişinin ebedi mutluluğu için sonsuz kişisel kaygı ve belgelerin
güvenilirliği arasında bir karşılaştırılamazlık olduğundan daha fazlasını asla
göstermeyeceğiz.
Kutsal kitap neyin ne olduğunu belirleyen
niahi hakem olarak kabul edildiğinde: Hıristiyan değildir, o eleştirel bir
tarihsel sorgulama aracılığıyla geçerliliğinin güvenilirliğini sağlamak için
buyruk haline gelir. Bu yüzden burada çeşitli sorunlarla -her bir İncil’in
kanonikliği, otantiklikleri, yazarlarının dürüstlüğü- ilgilenmek ve nihayet,
vahiy’i, dogmatik bir garanti olarak varsaymak durumundayız. İngilizlerin Thames’ın altında bir tünel kazmak için
hasrettikleri muazzam emek, inanılmaz zaman ve çaba, ve nasıl küçük bir kazanın
uzun bir zaman için tüm projeyi tehlikeye atabileceği düşünüldüğünde, anlatmaya
çalıştığımız taahhütte içerili olan düşünceyi iletmek mümkün olabilir. Ne kadar
zaman, ne çalışkanlık, ne görkemli sezgi, kuşaktan kuşağa kayda değer alimlerin
hepsi bu en üstün harika işi başarmayı talep etmişlerdir. Hal böyle olunca tek bir küçük diyelektik kuşku,
ansızın temellere dokunabilir ve uzun bir zaman için bütün bir projeyi tahrip
edebilir, problemi yeryüzünde -öznel olarak- ele almanın gerekli olması gibi
bir yaklaşım yerine nesnel olarak ve bilimsel olarak tesis etmeye çalışan
Hristiyanlığın yer altı yolunu kapatabilir.
Öcelikle eleştirmenlerin, teologların incili
kanıtlamak için en mutlu anlarında hayal ettikleri her şeyi kurduklarını
varsayabiliriz. Başkaları değil, bu kitaplar kanona aittir. Onlar otantiktir,
tamamlanmıştır, yazarları –her bir harfi kutsal bir biçimde esinlemiş
olmalarına rağmen- dürüst ve namusludurlar (bundan daha fazlasını söyleyemeyiz,
çünkü vahiy bir inanç konusudur ve niteliksel olarak diyalektiktir…Ona
niceliksel bir artı yoluyla ulaşılamaz.) Yine de bu kutsal yazılarda en ufak
bir çelişki yoktur. Bu yüzden hipotezlerimizi formüle ederken dikkatli
olmalıyız. Eğer tek bir kelime bile sorunluysa, belirsizlik parantezi tekrar
açılır ve eleştirel bir filolojik çaba yanlış yola sapar. Genel olarak, bizi bulgularımızı
sorgulamaya sevk etmek için gerekli olan şey yüzyılı paranteze alan gözün parıltısında
yozlaşan öğrenilmiş her orta-terimi küçük bir ihtiyatla terk etmektir. Ve
dolayısıyla Kutsal metinlerle ilgili olduğunu umduğumuz her şeyin katı bir
biçimde tesis edilmiş olduğu meydana çıkar. Peki buradan nereye? Önceden bir
inanca sahip olmayan bir kimse imana gelmek için tek bir adım atabilir mi? Elbette
hayır, tek bir adım bile atamaz. Çünkü inanç akademik sorgulama aracılığıyla
üretilemez. O asla doğrudan gelmez, fakat tersine, inancın her yerdeki
bileşenleri içinde varlığa gelen ve inancın gerekli koşulu olan sonsuz kişisel
ve tutkulu ilgisini kaybeden birinin tam
olarak nesnel analiziyle.
İnancı olan biri inancının gücü ve
kuvvetiyle bir şey kazanır mı? En küçük bir şey bile olsa, Hayır. Daha çok, inancın
kapısında bir ejderha gibi uzanan onu yiyip yutma tehdidinin müthiş
öğreticiliği, inançla bilgiyi karıştırmamak ve baştan çıkmamak için korku ve
titreme içinde onu daha büyük ve olağanüstü çaba göstermeye zorlayan bir
handikap haline gelir. Oysa inanç faydalı bir öğretmen gibi belirsizdir, o
şimdi belirliliğin/kesinliğin en tehlikeli düşmanı olduğunu görür. Tutku
uzaklaşır ve inanç gözden kaybolur, çünkü belirlilik/kesinlik ve tutku
bağdaşmazdır. Bir analoji ile bu noktayı aydınlatalım. Tanrının var ve her
yerde hazır ve nazır olduğuna inanan biri inancını (fantezisini değil) korumak
için dünyayı daha kolay ve elverişli bulur. Kusurlu bir dünya mutlak anlamda
mükemmel bir dünyadan çok daha fazla tutkuyu uyanık tutan bir yerdir; çünkü öyle
ideal bir dünyada inanç düşünülemezdir. Bu, inancın sonsuzluk içinde hükümsüz
kalacağının bize öğretilmesinin nedendir.
Şimdi karşıt olarak, muhaliflerin İncil’le ilgili
tesis etmeyi arzuladıkları şeyi kanıtlamakta başarılı olduklarını ve bunu en
vahşi umutlarını aşan bir kesinlikle yaptıklarını varsayalım. O zaman ne olur?
Düşman Hıristiyanlığı hükümsüz kılmış olur mu? Kesinlikle hayır. İnananlara
zarar vermiş olur mu? Kesinlikle hayır. Bir mümin haline gelme sorumluluğundan kurtulmuş
olma hakkı mı doğar? Hiçbir şekilde. Basitçe bu kitaplar bu yazarlar tarafından
yazılmadıkları için otantik değildir, tamamlanmamıştır ve vahyedilmiş gibi de
görünmezler (gerçi bu bir inanç meselesi olduğu sürece bu da gösterilemez ya),
yine de bundan hiçbir şekilde bu yazarların var olmadığı ya da İsa’nın asla var
olmadığı sonucu çıkmaz. İnanç dirençli olduğu ölçüde, inanan onu varsaymakta
serbesttir; sadece (iyiyi işaretleme!) özgürlüğü olarak; çünkü eğer o inancın
içeriğini bir kanıt temelinde kabul ederse, o inançtan vazgeçmenin eşiğinde
olacaktır. Mesele bu noktaya geldiyse mümin epey bir töhmet altındadır, çünkü o
inancın içeriğini kanıtlama çabası yoluyla, inanmayan ellerle oyuna başlamaya
ve bunun yöntemine davet edilmiştir. Burası
meselenin kalbidir ve ben öğrenilmiş teolojiye geri dönüyorum. Çünkü kanıt kim
adına aranmaktadır? İnancın kanıta ihtiyacı yoktur. Evet, o bir düşman olarak
görülmelidir. Fakat inanç mahcubiyet hissetmeye başladığında, aşkının
mahcubiyetini gizlice hisseden ve bu yüzden gerçekten önem verdiği başkalarına onu
onaylatma ihtiyacı duyan genç bir kadın gibi çözümü aşkından vazgeçmekte
bulduğunda, yani, inanç bocaladığı ve tutkusunu kaybetmeye başladığında, inanç
inanç olmaktan çıktığında, işte o zaman kanıt inanmayandan yana saygı telkin
etmek amacıyla zorunlu hale gelir.
Dolayısıyla inanç konusu nesnel olarak ele
alındığında, bir kişinin inanç kararını tutkuyla vermek için kendisiyle ilişki
kurması imkânsız hale gelir, o sonsuz endişe tutkusuyla yalnız bırakılmalıdır.
Bu kendinde-çelişkilidir ve aslında en iyi sadece tek bir yaklaşım olabilir noktasında
sonsuz bir kaygı komiktir. Buna rağmen hala tutkuyu koruyorsak, fanatizme
varırız. Çünkü sonsuz tutku kaygısıyla hereket eden kişi için her ilgili detay sonsuz
değerin bir şeyi haline gelir. Hata/yanlış sonsuz tutkuda değil fakat aslında
nesnesinin bir yaklaşım haline gelmesinde yatar.
Öznellik –ve öznelliğin tutkusu- devreye
girer girmez, ve sonsuz endişe tutkusuyla –karar verme imkansız hale gelir
gelmez- ya bu sorunla ilgilidir ya da başka herhangi bir şeyle; çünkü her
karar, her gerçek karar, öznel bir eylemdir. Bir muhakkik (örn. nesnel bir özne) deneyimi karar vermek için sonsuz bir baskı
yaşamaz, herhangi bir yere bağlanma ihtiyacı duymaz görünür. Bu bir nesnellik
yalanıdır ve bu, hareketin kendi üzerine geri dönmesi ve tekrar geri dönmesi yüzünden sonsuza dek hiçbir
şeye karar verilemeyen ve hiçbir yere varmayan, fakat hareketin kendisinin bir
canavar ve felsefenin sonradan bilgelik haline geldiği, süregiden bir sürece
geçiş modu olarak Hegelci dolayım nosyonuyla ilgili bir sorundur. Nesnel olarak
konuşursak, bu yöntem büyük bir arz yeterliliğiyle sonuçlanır, fakat tek bir
kesin sonuç üretmez. Bu, öznelliğin, esas olarak tutkunun ve maksimal olarak da
kişinin ebedi mutluluğuna dair duyduğu sonsuz endişe kaynağı olan kişisel
tutkunun doğasındaki kararlılıktan dolayı beklenen şeydir. Hıristiyanlık tindir,
tin içselliktir, içsellik öznelliktir, öznellik temelde tutkudur ve kişinin
ebedi mutluluğuna dair azami sonsuz kişisel ve tutkulu ilgisidir.
Öznel
Hale Gelme
Nesnel olarak biz sadece konuyu ele alırız,
öznel olarak biz özneyi ve onun öznelliğini ele alırız ve bakarız, öznellik
kesinlikle bizim konumuzdur. Öznellik sorununun
başka bir konu hakkında değil basitçe öznelliğin kendi hakkında bir sorun
olduğu daima akılda tutulmalıdır. Sorun bir
karar verme hakkında olduğuna, ve bütün kararlar öznelliğe uzandığına göre
izlenen yol nesnelliğin bıraktığı iz üzerinde değildir, çünkü öznelliğin karar
krizi ve acıdan yavaşça uzaklaşıldığı anda sorun bir ölçüde nesnel hale gelir.
Eğer girişim henüz yargıdan önce hala başka bir çalışmayı bekliyorsa konuyla
ilişkili olarak yapılabilir, eğer felsefi sistem hala bir paragraf eksikse,
eğer konuşmacının hala nihai bir argümanı varsa karar ertelenir. Karar
verildiğinde, öznellik hazır ve onu kabul etmeye istekli olduğu anlamında
Hıristiyanlık gerçeğine dair bir sorun ileri sürmeyiz. Çünkü, sorun öznenin onu
kabulü hakkındadır, ve bu, öznel bağlanmanın doğal olarak nesnel bir düşünüp
taşınmayı izleyeceğini varsaymak ve konuyu nesnel bir değerlendirmeye tabi tutmakla
karar vermekten kaçınmaya çalışan hilekar bir atlatma ya da cehennemi bir
yanılsama olarak kabul edilmelidir. Oysa karar öznelliğe dayanır ve nesnel bir
kabul ya pagan bir kavramdır ya da tümüyle anlamdan yoksunluktur.
Hıristiyanlık, parçalara bölünemeyen ve sadece
bir kişiye bir defada verilebilen bir iyiyi, ebedi mutluluğu tek bir bireye
verecektir. Her ne kadar biz öznelliğin, kabulü
içeren bu iyi olasılığını temellük etmeye elverişli olduğunu önceden varsaysak
bile, o bu iyinin anlamının hakikatini
anlamayan, niteliksiz bir öznellik değildir. Öznelliğin gelişimi ya da dönüşümü,
onun ebedi mutlulukla -bu Sonsuzluğun en yüksek iyisiyle- ilgili kendi içinde
sonsuz yoğunlaşması, bu-ebedi mutluluk, öznelliğin gelişme olasılığıdır. Aslında Hıristiyanlık bütün nesnelliğe karşı
bir protestodur ve sonsuz bir biçimde kendiyle sadece öznellik yoluyula
ilgilenir. Eğer herhangi bir Hıristiyan hakikati varsa, o öncelikle öznellik
içinde ortaya çıkar. O hiçbir şekilde nesnel olarak ortaya çıkmaz. Eğer onun
hakikati sadece tek bir kişideyse, o zaman Hıristiyanlık yalnızca onda varolur, ve en büyük sevincin yeri, Hıristiyan düşüncesiyle
ölçülemez olan nesnel güçler olarak, felsefi sistemler ve bütün dünya
tarihinden çok cennettir. Felsefe hakikat
yolunun nesnel olduğunu öğretir fakat Hıristiyanlık bu yolun öznel olduğunu
yani, özne haline bir hakikat içinde gelindiğini öğretir. Bize bulanık bir alış
veriş gibi görünmesin diye, Hıristiyanlığın amacının yoğunlaşan tutkuda kendini
en yükseğe taşıdığını açıkça söyleyelim; fakat tutku öznelliktir ve hiçbir
biçimde nesnel olarak var olamaz.
Öznel
Gerçek, İçsellik; Gerçek Öznelliktir
Nesnel düşünüm için hakikat bir nesne
haline, nesnel bir şey haline gelir ve düşünce özneden uzağa işaret eder. Öznel
düşünüm için hakikat öznelliğin, içselliğin temellük tarzı haline gelir, ve
düşünce öznenin ve onun öznelliğinin derinine ve daha derinine nüfuz etmek
durumundadır. Aslında tarafsız düşünümde, nesnellik oluşmaya başladığında, öznellik
gözden kaybolur, dolayısıyla, burada öznenin öznelliği son aşama haline gelir ve
nesnellik görünmez olur. Bu, öznenin mevcut bir birey olduğunun ve varoluşun
bir oluş süreci olduğunun ve bu yüzden hakikat düşüncesinin bir düşünce
özdeşliği olduğunun ve soyutlamanın bir kuruntu olduğunun bir an için unutulmuş
olması değildir; bu hakikat böyle bir özdeşlik olmadığı için de değildir fakat
inananın,-o fani/dünyevi bir varlık olarak varoldukça hakikat böyle bir
özdeşlik olamayacağı için- mevcut bir birey oması yüzündendir. Eğer mevcut bir özne
gerçekte kendine aşkınsa, hakikat onun için tamamlanmış bir şey olacaktır fakat
bu nokta kendisinin dışındadır. 1=1 varolmayan matematiksel bir meseledir, ve
kişi bu bakış açısına sahip olduğu sürece, başka birinin yoluna katılmayacaktır.
Varlıksal öznenin, varlığı aşan, sonlu ve sonsuzun birliğini deneyimlemesi
sadece bir anlıktır, ve o an tutku anıdır. Modern felsefi karalama tutkuyu
aşağılarken, tutku zamanda varolan birey için en yüksek varoluş noktası olarak
kalır. Varlıksal özne tutkuda muhayyilenin
ebediliği içinde sonsuza uzanır, ve aynı zamanda o bizzat kendidir.
Bütün özsel bilgi varoluşla ilgilidir, ya
da sadece bilginin ilgili olduğu varoluş için özseldir. varlıksal olmayan, içsel
düşünümü içermeyen bütün bilgi, gerçekte raslantısal bilgidir, onun düzeyi ve
kapsamı özsel olarak bir önem yokluğu meselesidir. Esas olarak bireyin
varoluşuyla bizzat ilgili olan bu özsel
bilgi, düşünce ve varlık arasında yukarıda-bahsedilen soyut özdeşlikle
eşitlenmiş değildir. Fakat bu, bilginin bilenin kendisiyle ilgili olması
gerektiği anlamına gelir ve bu yüzden bütün
özsel bilgi esas olarak bizzat varoluşla, mevcut olanla ilgilidir. Dolayısıyla
bütün etik ve bütün etik-dinsel bilgi bilenin varoluşla bu özsel ilişkisine sahip
olmalıdır.
Düşünümün nesnel tarzı ve öznel tarzı
arasındaki farkı açıklamak için, şimdi, öznel düşünümün kendini nasıl içselliğe
bir geri dönüş tarzı kıldığını göstermeliyim. Varolan bir kişide içselliğin en
yüksek noktası tutkudur, çünkü tutku bir paradoks olarak hakikate tekabül eder,
hakikatin bir paradoks haline gelmesi olgusu onun varolan bireyle ilişkisi
içinde temellenir. Biri diğerine karşılık
gelir. Varolan özneler olduğumuzu unutmakla biz tutkuyu kaybeder ve hakikati
paradoks olmaktan çıkarırız, fakat bilen özne kendi insanlığını kaybetmeye
başlar ve fantastik/hayali hale gelir ve hakikat aynı şekilde bu bilgi türü
için hayali bir nesne haline gelir.
Hakikat sorunu nesnel bir tarzda ortaya
konduğu zaman, düşünüm, bilenin ilişkili olduğu bir nesne gibi hakikate tarafsız
olarak yönelir. Düşünüm ilişki üzerine değil fakat onun hakikatle ilişkili olup
olmadığı üzerinedir. Onun ilişkili olduğu şey
bir hakikatse, özne hakikatledir. Hakikat sorunu öznel bir tarzda ortaya
konduğu zaman, düşünüm bireyin ilişkisine öznel olarak yönelmiştir. Eğer ilişkinin
NASIL’ı hakikati veriyorsa, birey, ilişkili olduğu şeyin NE’liği gerçek olmasa
bile hakikattedir.
Bunu Tanrı bilgisini sorgulamakla
resmedebiliriz. Nesnel-tarafsız olarak düşünüm nesneye ilişkin olsa da olmasa
da Tanrı gerçektir; öznel olarak düşünüm, bireysel olsa da olmasa da bireyin ilişkisinin
gerçekten bir şekilde Tanrı-bağlantılı olmasıyla ilgilidir. Hangi taraf hakikate
uzanır? Ah, ikisinden yana da biz aracı ya da farzetme noktasında olmayalım, çünkü
ikisi de aracılıdır.
Nesnel yolu seçen mevcut birey o resmin
içine Tanrıyı getirdiğini varsayan bir yaklaşım sürecine girmeye uğraşır. Fakat
bu tümüyle ebedilik içinde yapılamaz, çünkü Tanrı Öznedir ve bu yüzden sadece içselliği
içinde öznel birey için vardır. Öznel yolu seçen mevcut birey tamamen diyalektik
bir güçlüğü, Tanrıyı nesnel olarak bulmak için bir zaman, belki de uzun bir
zaman geçirmesini gerektiren bir güçlüğü derhal kavrar. O bu diyalektik güçlüğü
bütün acılarıyla kavrar çünkü Tanrının olmadığı her an kaybedilmiş bir andır –
dolayısıyla önemli olan Tanrıyla ilişkili olma tarzıdır. Bu şekilde Tanrı
kesinlikle varsayımsal bir önerme haline gelir fakat bu tarz önermenin
genelikle büründüğü yararsız anlamda değil. Tanrıyı çaresizlik (inanç)
kategorisiyle kucaklamasına yardım ettiği ve diyalektik çelişki, tutkuyu
umudunu yitirme noktasına getirdiğinde ve Tanrıyı umudunu yitirme (inanç)
kategorisiyle sahiplenmesine yardım ettiğinde- bu sadece mevcut bireyin tanrıyla
ilişkiye girme tarzı haline gelir. Şimdi, varsayım raslantısal ve ihtiyari
olmaktan uzaktadır. O hayat kurtarıcı bir zorunluluk haline gelir, dolayısıyla
o artık basitçe bir varsayım değil fakat daha çok, birey için Tanrının varlığının
zorunlu olduğu önermesidir.
Şimdi sorun en hakikat olan yanın hangisi
olduğunu izah etmektir: ya Tanrı gerçeğini nesnel olarak arayan ve
Tanrı-düşüncesinin hakikatine yaklaşma peşinde koşan bir yan, ya da tanrıyla
ilişkisini sonsuz bir kaygıyla sürdüren bir yan. Bilimle yozlaşmamış hiç kimse
bu noktada herhangi bir kuşkuya sahip olamaz.
Hıristiyan kültüründe yaşayan biri,
tanrının evine gerçek bir Tanrı kavramıyla, Tanrı bilgisiyle girer ve dua
ederse –yanlış bir ruha dua eder;
putperest bir diyarda yaşayan biri –her ne kadar gözlerini put
imgesinden ayırmasa da, sonsuzluğun bütün tutkusuyla dua eder; hangisi en
hakiki olandır? Biri, bir puta tapsa bile, gerçekten Tanrıya dua eder. Diğeri
hakiki olmayan bir gerçeğe dua eder. Tanrıya ve dolayısıyla gerçekte bir puta dua
eder.
Bir kişi ölümsüzlük sorununu nesnel olarak
araştırdığında ve başka bir kişi onu bir belirsizlik olarak sonsuz bir tutkuyla
kucakladığında, en hakiki olan hangisidir ve gerçekten kim en büyük kesinliğe
sahiptir? Ölümsüzlüğün kesinliği için bitip tükenmez bir yaklaşım içine girmiş
olan biri kesinlikle bireyin öznelliğine toslar. Diğeri ise kendi kararsızlığına
karşı savaşır ve ölümsüz olur.
Sokrates’i düşünelim. Bugün herkes şu ya da
bu ispatla oynayıp duruyor. Kimi daha az, kimi daha çok. Fakat Sokrates! O
sorunu nesnel olarak varsayımsal bir tarzda; “eğer ölümsüzlük varsa” şeklinde
koydu. Modern filozofların üç ölümsüzlük kanıtıyla(**) karşılaştırıldığında
Sokrates’i kuşkucu olarak mı düşünmeliyiz? Hiç te değil. Bu az da olsa onun bütün
hayatını riske sokmuştur, o ölümün yüzüne karşı meydan okumuş, ve sonsuz bir tutkuyla
kendi yaşamını yönlendirmiştir, dolayısıyla ‘eğer’i, -EĞER ölümsüzlük varsa-yı onaylamıştır.
Ölümden sonra yaşımın bundan daha iyi bir kanıtı var mı? Fakat üç kanıta sahip
olanların idea ile uyum içindeki yaşamları hiçbir şekilde örnek olamaz. Eğer
ölümsüzlük varsa, o onların şu bezgin yaşam tarzlarından tiksinmelidir. Üç kanıtın
daha iyi bir yalanlaması verilebilir mi? Bu belirsizlik kırıntıları, Sokrates’e
yardım etti çünkü süreci hızlandırdılar, tutkuları kışkırttılar. Ötekilerin
sahip olduğu üç kanıt hiç yardımcı olmadığı için onlar ruh için ölüdürler ve üç
kanıta ihtiyaç duymaları aslında onların ruhen öldüklerini kanıtlar. Sokratik
bilgisizlik ebedi hakikatin varlıksal bireyle ilgili olduğu düşüncesinin ve o
varoldukça bunun bir paradoks biçiminde olacağının ifadesiydi; hakikatin
zamanın ruhuyla flört eden ve assosiyet proflarla sarmaş dolaş olan felsefi
sistemlerin “nesnel hakikat”i kapsamında olmaktan çok Sokratik bilgisizlik’te
varolduğu olasılığı aslında mümkündür.
Nesnel vurgu söylenen şeye yüklenir; öznel vurgu
onun nasıl söylendiğine. Bu ayrım estetik için bile geçerlidir ve kendini -bazı
insanların ağzında yanlış haline gelebilen- nesnel olarak doğru olabilen şey nosyonunda
gösterir. Bu ayrım eski günler ve günümüz arasındaki farkın eski günlerde sadece
birkaç hakikati bilirken günümüzde ona yönelik içselliğin, kendi tasarrufundaki
alanla ters orantı içinde olması hariç hepsini biliyor olduğumuzu söylemek
yoluyla resmedilmiştir. Estetik olarak, kakikati belirli ağızlarda hata haline
getiren çelişki en iyi komik biçimde anlaşılmaktadır. Etik-dinsel alanda vurgu
yine nasıl üzerinedir. Fakat bu nezakete, kiplemeye, konuşma biçimine vb’lerine
başvuru yoluyla anlaşılamaz, ancak bireyin önermeyle ilişkisine, kendisinin onunla
kurduğu bağlantı biçimine göre anlaşılır. Nesnel olarak o basitçe önermenin içeriği hakkında bir
sorundur, fakat öznel olarak bu bir içsellik (inwardness) sorunudur. Kendi
maksimumunda bu içsel bir sonsuzluk tutkusudur ve sonsuzluk tukusu da bizzat hakikattir.
Fakat sonsuzluk tutkusu olduğu için mutlak olarak öznelliktir, öznellik
gerçektir. Nesnel olarak sonsuz kedinlik ya da bağlanma yoktur, ve dolayısıyla
o gerçek ve gerçek olmayan arasındaki farkı ve çelişmezlik yasasını olduğu
kadar iyi ve kötü arasındaki farkı da hükümsüz kılmak adına nesnel olarak
doğrudur. Sadece öznellikte kesinlik ve bağlanma
(bağıt) vardır, bu yüzden nesnellikte bunu aramak yanlışta olmak demektir. Başka
türden bir kararlılığı getiren, içerik değil, sonsuzluk tutkusudur, çünkü onun
içeriği kesinlikle kendisidir. Bu öznellik tarzında, nasıl [yapma tarzı] ve
öznellik gerçektir.
Fakat yapma tarzı, öznel olarak
vurgulanmıştır çünkü özne varolan bireydir ve aynı zamanda dünyevi bir
diyalektiğe göre öznedir. Tutku’nun nihai uğrağında, yolun nesnel bilgi yolundan
çıktığı ve sonsuzluk hükmünün yapmaya hazır olduğu görülür. Fakat bu uğrakta varlıksal
birey kendini zamanda bulur, ve öznel yapma tarzı, bir mücadeleye, kesin bir
sonsuzluk tutkusu içinde tekrar tekrar tecrübe edilen ve bu tecrübeyle
güdülenen bir mücadeleye dönüşür. Fakat
bu hala bir mücadeledir.
Öznellik gerçek olduğunda, öznelliğin
tanımı nesnelliğe karşıtlık adına, yoldaki çatallanmayı hatırlatan bir ifade
içermelidir ve bu ifade aynı zamanda içselliğin gerilimini iletmelidir. Böyle bir hakikat
tanımı şudur: nesnel belirsizlik, en tutkulu içselliğin hakikat, var olan bir
kişi için geçerli en yüksek hakikat olduğunu temellük sürecine hızla tutunur. Yol
nesnel bilginin hükümsüz kılındığı (nesnel olarak keşfedilemez olan fakat
sadece öznel olarak varılan) yerde çatallanır (yoldan çıkar). Nesnel olarak
konuşma sadece belirsizliğe sahiptir, fakat kesinlikle orada içselliğin sonsuz
tutkusu şiddetlenmiştir ve gerçek, kesinlikle nesnel belirsizliği içsellik
tutkusuyla seçme macerasıdır. Tanrıyı keşfetmek için doğayı düşündüğümde
gerçekten de onun her şeye gücünün yettiğini ve hikmetini görüyorum, fakat bunun
beni fazlasıyla rahatsız ettiğini de görüyorum. Bütün bunların sonucu nesnel
belirsizliktir, fakat kesinlikle burası içselliğin yeridir çünkü içsellik
nesnel belirsizliği tamamen sonsuzluk tutkusuyla kavrar. Matematik ifadeler
durumunda nesnellik zaten verilidir fakat bu, gerçeği varoluşsal olarak
umursamayan matematiğin doğası yüzündendir.
Şimdi yukarıdaki hakikat tanımı inancın
(imanın) eşdeğer bir betimidir. Risksiz inanç yoktur. İnanç kesinlikle
içselliğin sonsuzluk tutkusu ve nesnel belirsizlik arasındaki zıtlıktır. Eğer tanrıyı
nesnel olarak kavrayabilirsem, inanmam, fakat Tanrıyı nesnel olarak bilemediğim
için, inanmalıyım, ve eğer kendimi inançla koruyacaksam, hızla nesnel
belirsizliğe tutunmak için sürekli azimli olmalıyım, suyun yetmiş bin kulaçtan
fazla olduğu, okyanusun derin dalgalarından uzakta duruyor ve hala inanıyorum.
‘Öznellik, içsellik gerçektir’ cümlesinde ölümsüz hizmetin varoluşun özsel
anlamını tam olarak benimsediği ve bilenin mevcut bir özne olduğu Sokratik
erdemin özünü görürüz, ve bu nedenle Sokrates’in bilgisizliği paganizm içinde
gerçekle en yüksek ilişkiden haz alır. Spekülatif felsefenin mutsuz bir biçimde
tekrar ve tekrar unuttuğu şey bilenin varlıksal bir özne olduğu gerçeğidir. Sokrat’ın dehasından uzun zaman sonra, bizim nesnel çağımızda bu olguyu tanımak
yeterince zordur.
Öznellik, içsellik, gerçek olduğunda,
gerçek bir paradoks olarak, nesnel biçimde belirlenmiş hale gelir, ve onun
paradoksal olması öznelliğin gerçek olduğu olgusuyla açık kılınmıştır ve nesnel
nefretinin ifadesi içselliğin ölçüsü ve yoğunluğudur. Paradoks, kesinlikle
gerçek olan, içsellik tutkusunun ifadesi olan nesnel belirsizliktir. Bu Sokratik
ilkedir. Ebedi, yani, kendi varoluş
kaygısı yüzünden bizzat temelde bireyle ilgili olan özsel gerçek, bir
paradokstur (diğer tüm bilgiler, Sokratik olarak konuşursak, kaygısız olma
düzeyi ve kapsamıyla, tesadüfidir). Yine de ebedi gerçek temelde kendi içinde paradoksal
değildir, ancak bizzat mevcut bireyle bağlantısı yoluyla oluşur. Sokratik
bilgisizlik bu nesnel belirsizliğin ifadesidir, varolan öznenin içselliği
gerçektir. Daha sonra geliştireceğim şeye
atfen, Sokratik bilgisizlik saçma kategorisiyle analojiktir, sadece saçmada
hala bir miktar nesnel belirlilik vardır ve bu yüzden onun içselliğinde sonsuz
büyük bir gerilim yaşanır. Varoluşa dahil olan Sokratik içsellik, bu içselliğin
bilgisizlik yoluyla değil sonsuz bir biçimde derin olan saçma yoluyla
püskürtülmesi hariç, inanç için bir analojidir. Sokratik
olarak ebedi, temel gerçek, kendi içinde paradoksal olmaktan uzak, fakat sadece
varolan bireyle ilişkisi nedeniyle Ben’dir.
Öznellik, içsellik gerçektir. Bunun için
hala daha içsel/daha manevi bir ifade varmıdır? Evet, vardır. Eğer öznellik gerçek
olarak görülürse, karşıt bir ilke koyabiliriz: öznellik gerçek olmayandır, yani
sahtedir, hatadır. Sokratik olarak konuşursak, öznellik, öznelliğin gerçek olduğunu
ve kendini nesnel olarak anlamayı arzuladığını anlamakta başarısız olmuşsa
gerçek değildir, sahtedir. Fakat şimdi gerçek hale gelişi içinde öznelliğin sahte
oluşuna göre üstesinden gelinmesi gereken bir zorluk var. Bu yüzden biz
içselliğe geri dönüp, arkasına bakmalıyız. Sokratik olarak, gerçeğe geri dönme
yolu, içimizdeki derin gerçeğin anılarına sahip olduğumuzu varsayarsak,
anımsama aracılığıyla meydana gelir.
Bu bireysel sahteliğe ‘günah’ diyelim.
Bireye ebediliğinden bakılırsa günah içinde olamaz, ne de onun ebedi olarak
günahı içinde taşıdığı varsayılabilir. Bu yüzden o varoluşa gelmekle günahkar
hale gelmiş olmalıdır (çünkü başlangıç noktası öznelliğin sahte olmasıdır). O
doğmadan önce günahkar olduğu anlamında bir günahkar olarak doğmuş değildir
ancak o günah içine ve günahkar olarak doğmuştur. Bu duruma orijinal günah
diyeceğiz. Fakat eğer varoluş onun üzerinde böyle bir güç edinmişse, o
(varsayalım ki, anımsama yoluyla gerçeği keşfedebileceğimize dair platonik
düşünce gerçektir) kendi belleğini kullanma yoluyla kendi ebediliğine geri dönüş
yolunu bulmaktan acizdir. Ebedi hakikatin bizzat mevcut bireyle bağlantılı
olduğu zaten paradoksal idi, şimdi onun bizzat böyle bir bireyle bağlantılı
olması mutlak olarak paradoksaldır. Fakat bellek aracılığıyla varoluşu aşmak
onun için çok daha zordur, daha fazla içsellik, şiddetli tutkuda artmak
durumundadır, anımsama kapısının arkası günah aracılığıyla kendisine sonsuza
dek kapalı olan varlığa çabucak tutunduğu zaman, işte o zaman onun içselliği
olası en derin biçimde mecalsizdir.
Öznellik gerçektir. Ebedi hakikat ve mevcut
birey arasındaki bu ilişki aracılığıyla paradoks varoluşa gelir. Şimdi daha
öteye gidelim ve ebedi hakikatin temelde bir paradoks olduğunu varsayalım. Bu paradoks
nasıl varoluşa gelir? Zamansal varoluşla ebedi, özsel hakikati/gerçeği yan yana
koymakla. Gerçeğin kendi içine onları birlikte koyduğumuz zaman, gerçek
paradoksal hale gelir. Ebedi hakikat zamana gelmiştir. Bu paradokstur. Eğer
öznenin anımsama aracılığıyla ulaştığı içsel bakışla kendi sonsuzluğuna geri
dönme yolu günahla kapatılmışsa, onun bu konuda kendini üzmesi gerekmez, çünkü
şimdi ebedi özsel gerçek artık onun arkasında değil, fakat sahip olduğu varoluş
ya da varlıksal oluşu aracılığıyla onun önündedir, bu yüzden eğer birey hakikati
varoluşsal olarak yakalayamaz/kavrayamaz ise, o asla onu kavrayamayacak/ele
geçiremeyecektir. Varoluşu bundan daha fazla vurgulamak mümkün değildir. Ebedi
gerçek mevcut bireyle ilgili olduğunda, gerçek bir paradoks haline gelir. Paradoks
nesnel belirsizlik ve içselliğe yönelik bilgisizlik yüzünden bireyi geri
çevirir/iter. Fakat bu paradoks kendi içinde paradoksal olmadığı sürece ruhu yeterince
uzağa itemez. Çünkü risk olmadan inanç yoktur, ve en büyük risk en büyük
inançtır, ve daha nesnel güvence, daha az içselliktir (çünkü içsellik
kesinlikle öznelliktir). Gerçekten
de, daha düşük bir nesnel güvenlikte, içsellik olasılığı en derin hale gelir. Paradoks
kendi içinde paradoksal olduğunda, o bireyi saçmanın gücüyle iteler, geri
çevirir ve süreç içinde ürettiği inanç, tutkuya tekabül eder. Fakat öznellik, içsellik gerçektir, çünkü aksi takdirde
biz Sokratik katkıyı unutmuşuzdur; fakat, anımsama aracılığıyla sonsuzluğa geri
dönüşü imkansız kılan varoluştan geri çekildiğinde; ve günah kaygısı ve
acısının mengenesine yakalanan birey hakikatle paradoks olarak karşılaştığında,
fakat aynı zamanda inançta muazzam bir riskin içerili olduğunun farkına vardığı
–ve yine de bir inanç sıçraması yaptığında– bu öznelliğin zirvesidir ve gerçek
içselliğin bundan daha çarpıcı bir ifadesi yoktur.
Sokrates tanrının varlığına inandığı zaman,
o hızla tutkulu içselliğindeki, aykırılığındaki ve ortaya çıkan risk inancındaki
nesnel bir belirsizliğe tutundu. Durum şimdi farklı. Nesnel belirsizlik yerine burada
saçmanın kesin-nesne oluşuyla ilgili nesnel bir belirlilik vardır, ve bu,
tekrar, nesnenin tutkulu içselliğe hızla tutunduğu inançtır. Saçmanın ciddiyeti
ile karşılaştırılırsa Sokratik bilgisizlik bir şakadır, ve paradoks inanandaki
inancın gayretiyle karşılaştırılırsa,
Sokratik varoluşsal içsellik bir Grek boş zaman yaşamıdır.
Saçma nedir? Saçma ebedi gerçeğin zamana
girmesidir, Tanrının varoluşa dahil olması, doğmuş olması, büyümesi, ve
benzeri, kesinlikle başka herhangi bir insan gibi, başka insanlardan tamamen
farksız hale gelmiş olmasıdır. Saçma kesinlikle kendi nesnel geri çevirmesi,
itmesi yoluyla inancın içselliğinin ölçüsüdür. İnançlı olmayı arzulayan bir insan
olduğunu varsayalım. Komedi başlasın. O nesnel
bir sogulamanın ve sorgulamanın kanıtsal verilerine dayalı bir yaklaşım sürecinin
yardımıyla inanç kazanmayı arzulamaktadır.
Ne olur? Kanıt arayışının yardımıyla saçma başka bir şeye dönüşmüş olur;
olasılık haline gelir, daha da olası hale gelir ve belki de yüksek olasılıklı
ihtimal haline gelir. Şimdi inancının içeriğinin geçerli kanıtının olduğunu
düşünen bu kişi artık inanmaya hazırdır, ve o kendisiyle gururlanır, onun
inancı ayakkabıcının, terzinin, basit halkınki gibi değildir, çok uzun bir
sorgulamanın ardından gelmiştir. Şimdi o kendisini inanmaya hazırlamaktadır.
Neredeyse olası olan, makul olarak
olası, yüksek ve ezici bir biçimde olası olan bir önerme, zaten bilinen ve
bilindiği ölçüde yüksek ve ezici olarak bilinen - fakat inanç aracılığıyla,
inanılmış bir şey değildir; çünkü saçma, kesinlikle inancın nesnesidir ve sadece
bilgiyle değil inançla ilişki içinde olası bir olumlu tutumdur.
Hıristiyanlık kendisinin zamana girmiş bir sonsuzluk
olduğunu zaten ilan etmiştir, o kendisini bir paradoks olarak deklare etmiş ve
Yahudiler için skandal, Grekler için çılgınlık -ve anlamak için saçma olan
şeyle ilişki içinde inancın içselliğini talep etmiştir. Görünen o ki şunu daha
güçlü bir biçimde söylemek imkânsızdır; öznellik gerçektir ve nesnellik saçma
sayesinde ve onunla geri çevrilmiş, itilmiştir.
Öznellik tutkuda doruğa ulaşır.
Hıristiyanlık bir paradokstur; paradoks ve tutku mükemmel bir eşleşme olarak
birbirlerine aittirler ve paradoks, durumu varoluşun sınırlarında olan biri için
mükemmel biçimde uygundur. Gerçekten de tüm dünyada tutku ve paradokstan başka
birbirlerine bu denli uygun başka iki sevgili henüz bulunmadı ve ilkin
hangisinin ötekinin tutkusuyla tahrik olduğunu tartıştıklarında aralarındaki
mücadele sevgililerin ağız dalaşıdır. Ve bu yüzden o buradadır. Varolan birey
paradoks aracılığıyla varoluşun sınırına gelmiştir. Sevgililer
için, ilişkilerini içsel olarak daha tutkulu kılan şey hariç, bu ilişkilerinden
herhangi bir rahatsızlık duymadan birlikte birbirlerini uzun zaman onaylamalarından
daha harika ne olabilir? Ve bu, tutku ve paradoks arasında kurgusal olmayan bu anlayışa
verilen bir ayrıcalıktır, çünkü onlar birlikte ahenk içinde zamanda ikamet
edebilecekler ve sonsuzlukta ilk değişen olacaklardır.
Fakat spekülatif filozof büsbütün farklı
şeyler görür. O inanır fakat sadece belirli bir düzeyde. O elleriyle toprağı
sürer fakat hemen bir şey bulmak umuduyla eşelemeye bakar. Hıristiyan bir
perspektiften bu tarzda onun en yüksek iyiye nasıl erişeceğini görmek oldukça
zordur.
Çev. hç
Kaynak:
(*) [Metnin alındığı kaynakta başlarken yapılan aşağıdaki açıklamada
belirtildiği üzere, bu metin Lous Polman tarafından orijinal metinden yapılan
bir seçkidir–çn]
“İlk okumamız Danimarkalı Filozof,
varoluşçuluğun babası Sören Kierkegaard’ın (1813-1855), 1844, tarihli From
Concluding Unscientific Postscript to the Philosophical Fragments’inden. Kierkegaard
inancın akıldan sadece daha yüksek değil bir anlamda ona karşı olan fideizmin
radikal bir versiyonunu temsil eder. İnanç akıl değil insanın ulaşabileceği en
yüksek erdemdir; inanç en derin insani tamamlanma için gereklidir. Kierkegaard
birinin dinsel inancının akıl ya da nesnel bir kanıt üzerine temellendirmeye
çalışmakla temel olarak yanlış bir şey yaptığını ileri sürer. Akıl burada hem
kullanışsız (işe yaramaz) hem de (inancı içinde büyüyen özsel görevden
uzaklaştırdığı için) kötü bir şeydir. Daha sonra o, inancın otantik bir ev
bulduğu öznellik teorisini geliştirir. Hatta biz Hıristiyanlık ya da teizmi
dolaysız kanıtlasak bile, bunu istemeyiz, çünkü böyle bir nesnel belirlenim,
onu cansız matematiksel kesinliklere indirgeyen kutsal yolculuğunun dışına
çıkmak olacaktır.
Çeviri, From
Concluding Unscientific Postscript to the Philosophical Fragments (1844)’den
Lous Polman tarafından yapılmıştır. Bu
seçki ve çevirisi bu bölümün ilk edisyonu için yapılmıştır.”
_____________________
(**): Ansiklopedik bilgiye göre, “üç kanıt”
büyük doğa kitabı (dünya), kutsal kitap (Kuran, İncil vb) ve peygamber’den
oluşuyor –çn
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder