15 mayıs
1993’de Rijnsburg’da verilmiş bir ders
Bu
dersin başlığını haklı kılmadan ve kullandığım terminolojinin kaynağını belirtmeden
önce, sorun çıkaracağını hissettiğim noktaları açıklamaya hizmet edecek bazı hazırlık
düşünceleri için lütfen izin verin.
Geçmiş
(hepsi değilse de) birçok düşünür, (Aristoteles’in İnsan doğası gereği ‘konuşan
hayvan’ ve ‘politik hayvan’dır şeklinde ikili bir çözüm önerdiği) insanın özü
sorununa açık biçimde işaret ettiler. İncil’de, ‘insan nedir’?’ (quid est homo, quod memor es ejus?) anlamında bazı atıflar kurgusal ya da aşkın
bir sorun olarak yeniden ifade edilmişti. Bazıları bir ‘felsefi antropoloji’
(elbette daha sonra ortaya çıkan bir terimdir bu) geliştirmek için bu ikisini
birleştirdi. Bu öyküde Spinoza dikkat çekici bir konuma sahiptir, hem ‘öz’
sorununun onun ana eserinde oynadığı merkezi rol yüzünden hem de tepkiyle verdiği
tuhaf yanıt yüzünden. Etika’nın III.
Bölümü bildiğimiz gibi, E3P9S’deki ünlü cümlesine yol açan, (birçok açıdan
Bölüm I’deki Tanrının özünün kuruluşuna paralel olan) fiilen insanın özü
sorununun kuruluşuyla başlar: Hic conatus (...) cum ad Mentem et Corpus
simul refertur, vocatur Appetitus ; qui proinde nihil aliud est quam ipsa
hominis essentia, ex cujus natura ea, quae ipsius conservationi inserviunt,
necessario sequuntur ... / Bu çaba (…)
aynı zamanda hem anlık hem de beden ile ilişkili olduğu zaman itki olarak
adlandırılır ki, buna göre insanın özünden başka bir şey değildir ve insanın
sakınımına yardım eden şeyler zorunlu olarak onun doğasından doğar…[AY, s.106](*)
Bu bölüm, başlangıçta ertelenmiş olanı kesinlikle bünyesine alan bu formülün
bir varyasyonuyla sona erer:Cupiditas est ipsa hominis essentia, quatenus ex data
quacunque ejus affectione determinata concipitur ad aliquid agendum (E3Aff.D1) / İstek [Cupiditas] verili değişkilerinden biri tarafından eyleme belirlenmiş olarak
kavrandığı sürece, insanın özünün kendisidir [AY, s.139]. Arada (bölümün
başı ve sonu arasında -çn) antropolojik teorinin tam bir gelişmesi olmuştur. Bu
gelişme, bize bu formülleri sadece İştah ve Arzu’nun (Appetite and Desire) nominal tanımları olarak değil fakat aynı
zamanda İnsanın özünün gerçek tanımları olarak anlamamıza belirgin biçimde izin
verir.1
Bölüm
III’de kat edildiği görülen tam daire aynı zamanda kayda değerdir, çünkü o İnsan
özü anlayışını, bireyin özünün upuygun bilgisi içinde, (E3P57D’de formül şu
şekilde tekrarlanır: At
Cupiditas est ipsa uniuscujusque natura seu essentia (...) ergo uniuscujusque
individui Cupiditas a Cupiditate alterius tantum discrepat, quantum natura seu
essentia unius ab essentia alterius differ/ Ama istek her bir şeyin doğası ya
da özüdür (…) öyleyse bir bireyin isteği bir başkasının isteğinden tıpkı
birinin doğasının ya da özünün bir başkasının doğasından ya da özünden ayrı
olması ölçüsünde ayrıdır [AY. s.137]) yalnızca türeyimsel,
soyut bir dönüşüme uğratmamızı sağlar (çünkü sadece herhangi bir şeyin fiili özünü ya da conatus’unu
ilgilendiren önermelerin bir uygulaması olarak görülseler bile E3P9 ve onun
skoliası bu şekilde okunmak zorundadır). Metafizik
öz kavramı böylece (esasen ikinciden üçüncü tür bilgiye geçişi resmeden) derin
bir değişim geçirmiştir: bir cins ya da bir sınıfa başvuru yerine, o şimdi (Arzunun
itici güç olduğu, duygulanımlar teorisinin bir sonucu olarak) bireylerin
tekilliğine başvurur. Bu, birleşme değil fakat farklılaşma ya da kararlılık
ilkesidir. İnsanın özünün Cupiditas’la örtüşmesi, İnsan olmaktan söz
ederken teolojik dünya görüşüne gönderilen şey her bireyin tekilliği olduğu
için, dinsel bir bakış noktasından daha provokatif hale gelir. Fakat böyle bir Cupiditas
dünya görüşü, fani bir günahla doğrudan ilişkiye dayanır, ve bu yüzden insan
özünün yabancılaşmış bir boyutuna gönderir.2
Bu
noktada Spinoza’nın tanımlarındaki ‘bilinç’ ve ‘belirlenim’ terimlerinin
oynadığı role bakmak bana önemli görünüyor. Hatta nadiren kullanmasına rağmen, vicdan
(conscienta) sözcüğü de herhalükârda
önemlidir. O Etika’da bütün bir III. Bölüm
boyunca sadece üç defa görünür: E3P9S (inter Appetitum et Cupiditatem nulla est
differentia, nisi quod cupiditas ad homines plerumque referatur, quatenus sui
appetitus sunt conscii et propterea sic definiri potest, nempe Cupiditas est
appetitus cum ejusdem conscientia/ İstek ve itki arasındaki biricik ayrım
isteğin genellikle insanlarla onlar itkilerinin bilincinde oldukları sürece
ilişkili olmasıdır, ve buna göre şöyle tanımlanabilir; istek bilinçli itkidir
-itkinin bilinci ile itkidir- [AY.s.107]), E3P30D’de (Laetitia cum
conscientia sui tanquam causa afficietur/ kendisinin bilincinin eşliğindeki
haz ile etkilenecek [AY, s.119]) fakat aynı zamanda E3P18S2’de (Conscientiae morsus/ duyunç acısının [AY, s.112]). Spinoza için Conscienta’nın (vicdanın)
‘psikolojik’ ve ‘ahlaki’ anlamı farklıdır ve bu ayrımı biz kesinleyemeyeceğimiz
gibi dışlayamayız da (bu ayrım, aynı dönemde, İngilizce’de zaten varolan
‘vicdan’a (conscience) ilave olarak ‘bilinç’ (consciousness) sözcüğünün ortaya çıkmasına yol açtı).3
Açıkça,
E3P9S son derece önemli bir olaydır. Bu Spinoza’nın başka pasajlarda conscius (bilinçli) ya da sui conscius esse’yi (onun bilincinde
olma’yı) kullanma biçimiyle yakından ilgilidir (burada çoğu zaman
insanların ‘iştahlarının bilinci’ ya da ‘iradeleri’ olduğu fikri şu ya da bu
şekilde hareket eden ve bu yüzden de özgür irade yanılsamasını ebedi kılan
‘nedenlerinin cahili’ oldukları fikirlere eşlik eder). Fakat bu “bilinç”in tanımı değildir. Gerçekte bu tanım, Spinoza
tarafından asla verilmedi. E3P9S ve ilgili formüller, “Vicdan” (conscientia)
ya da “bilinç”in (consciousness) örtük bir tanımı olarak ele alınırsa, bizim sorunu
tersine çevirdiğimizi ileri süreceğim. Spinoza’nın Arzu’nun (cupiditas) etkileri, nedenleri ve
biçimlerinin ayrıntılı betimleriyle bize sağladığı şeyin, onun teorisinde
‘bilinç’in başka hiçbir şey fakat tipik olarak insani olan İştah ve Arzu (appetite and cupiditas) arasındaki
(kipsel) fark olduğunu düşünebiliriz. Yani, (zihin ve bedenle birlikte
ifadesini bulan) bir bütün olarak insan bireyinin kendisini korumak için
sarfettiği ‘çaba’ (effort) ya da ‘gayret’(conatus)
ve, neşe ve kederi, nefret ve sevgiyi, umut ve korkuyu birleştiren temel
duygulanım arasındaki fark, herhangi bir nesneyle ilişkimize kutupsallığı ya da
onların duygusal değerlerini verir.
Bunu akılda tutarak, ex data affectione
determinari ad aliquid agendum (bazı duygulanımlar yoluyla bir şey yapmaya
ya da eyleme belirlenmiş olmak) sözcüklerini ne yapalım? Etkinlik ve edilginlik
arasında tüm geçiş işlemlerini, nedensel işlemler oldukları ölçüde, içeren çok
genel bir formül olarak alırım. Belirtilen ‘etki’ bir eylem olduğuna göre, burada
her ne kadar bireyler (özellikle insan bireyler) hem etkin hem edilgin olsalar
bile, açık bir öneri vardır, bireyin
varoluşunun doğal eğilimi etkinliğe yöneliktir. Bu aynı zamanda duyguların
zaten bu temel yönelime göndermeli olduğu anlamına gelir. Tam olarak bu dinamik
fark ya da hareket gücü (momentum), ‘bilinç’te yansıtılmış, ya da bir
bireyin arzuları biçimini almıştır.
Bu
onu anlamak için büyük bir güçlük yaratır, bu bana Spinoza’nın antropolojisine tekrar
tekrar yöneltilmiş olan, kısaca (1) onun öznelliğin
hesabını vermekten aciz olduğu (başka deyişle çok sert bir davranışçı ya da
indirgemeci olduğu), ve (2) bireysel özerkliğin
(onun kavramlaştırması içinde, nihai olarak ‘Tanrı’ olan, örn., bir bütün,
gayri şahsi ve farklılaşmamış varlık olarak sadece ‘has’[proper] bireyin)
hesabını vermekten aciz olduğu şeklinde bir tür eleştiri gibi görünüyor. Bu
eleştiri türü, Spinoza öğretisinin bilinir olmasından sonra, yakınlarda
başladı. Yine de, bana göre, bu eleştiriler sadece cehalet ve kötü niyetten kaynaklanmaz.
Bu eleştiriler nihai olarak okurların, ontolojik düalizmden -bireyciliğe karşı bütüncülük
(ya da organikçilik), fakat aynı zamanda ya “sivil toplum”a, ya
“öznelerarasılık”a “dışsallık”a ya da “içsellik”e, öncelik veren, bizzat insan
‘topluluğu’nu anlamanın karşıt biçimlerinden- doğan etik ve metafiziğin temel çatışkılarından fiilen kaçan (ya da
reddeden) bir öğretiyi anlamaktaki (halen devam eden) içsel güçlüğe işaret
eder.4
***
Spinoza’nın,
iyi yapılandırılmış olanlar gibi, bu tür alternatiflere indirgenemez olması
elbette benim keşfim değil. Benim de ilk talebim, onun orijinalitesini ifade
edecek yeni bir terminolojidir. A. Matheron’un örneğin (‘sosyalliğin gerçek
temeli’ olarak resmettiği tutku hırsını
tartışırken) "bencillik" ve "altürizm"in kesiştiği orijinal
bir yerde, onun kendini alternatif olanın altına konumladığını (s. 164),
yazdığı ufuk açıcı kitabını, Individu et communauté dans l’oeuvre de Spinoza
(Paris, 1969), sadece hatırlayalım. Sonraki kitabında, Matheron karmaşık ego-alturizm ifadesini önermek ister
(s.266). Yine de bana bu çözüm, sadece bir düaliteyi sürdürmesi yüzünden değil
fakat aynı zamanda, anlamını, Spinoza tekillikleri
(res singulares) ya da bireyleri, örneğin tözün sonlu kiplerini
tanımladığında, karşıtlığın, -daha ziyade hazırlık düzeyinde- zaten çözüldüğü ahlaki
ve politik düzeyde kazanması yüzünden, hala tatmin edici olmaktan uzak
görünüyor. Önceki denemelerde Spinoza’nın ontolojisini, bir ilişkisel ontoloji olarak örn., akılcı ve düşsel yaşamın, politik yaşamı da içeren
farklı biçimlerinden çıkarsanacak genel bir İletişim teorisi olarak tanımlamayı
önerdim.5 Fakat iletişim kavramı, ayırt edilmesi gereken çelişkili
kullanımlara sahip. İhtiyacımız olan şey üç temel düşünceyi birleştirmektir:
1)
Spinoza’nın felsefesinde birey sadece merkezi bir kavram değil fakat tam da fiili varoluşun biçimidir. Terimin en
katı anlamında sadece bireyler gerçekten vardırlar. Bunun sonucu olarak, ‘töz’
ve ‘birey’ karşılıklı/iki taraflı kavramlardır. Yine de, ‘birincil töz’ün
bireyle tanımlanmış olduğu Aristotelesçi anlamda değil fakat ‘töz’ün (ya da
Tanrının ya da Doğanın), “bireyler”in hepsi farklı ve hepsi nedensel olarak
bağımlı oldukları için, tözün zorunlu varoluşu olan, çoklu bireylerin sonsuz
üretim süreci olduğu anlamındadır. Kısaca ‘Töz’ bireylerden başka bir şey değildir: özellikle,
Platoncu paradigma ya da Kant’ın kendinde şey’i gibi çokluğun ‘temelinde
yatan’ ya da çokluğa ‘aşkın olan’ değildir, fakat o, bu sonsuz “kipler”
çokluğunun nedensel birliğini işaretlediğimiz şeyin tam da adıdır.6
2) Bir birey bir birliktir ve asla fiziksel ya
da ruhsal bir atom olarak düşünülemeyen bazı parçaların daimi bileşimi anlamına
gelir (bu yüzden corpora simplicissima
–basit zerreler- ne bireylerdir, ne de ayrı bir varoluşa sahiptirler). Fakat
bu sadece bireylerin nasıl fiilen varolduklarını anlamamızın ilk adımıdır.
Bireyler ne verili bir mddedir (geleneksel anlamda bir ‘özne’), ne de biçimsiz
bir maddeyi düzenleyen mükemmel bir biçim ya da telostur. Aslında (bütün bireyler kümesi olarak tanımlanabilen) natura
naturata (yaratılan doğa), her bireyin, onun etkisi olduğu, ya da daha genel ve
daha esnek bireyleşme ve bireyselleşme7 süreci içinde
bir uğrağı olduğu natura naturans (yaratan doğa) için ikincidir. Bireyselleşme
olarak bireyleşme fiilen meydana gelen, bireyleri ortaya çıkaran şeydir.
3)
Bireyler verili olmadıkları, oluşturuldukları (ya da üretildikleri) sürece; ve
nihai anlamda ‘mükemmel’ olmadıkları sürece, etkin ya da üreticidirler. Fakat
etkinliklerinin yanı sıra oluşumları da öteki
bireylerle önceki, özsel bağlantıları içerir: sadece bireyin ve çevresinin,
ya da ‘içsel’ ve ‘dışsal’ın karşılıklı uyumluluğunu değil, fakat daha çok
karşılıklı bağımlı ya da birbirine bağlı bireyselleşme ve bireyleşme
süreçlerinin karşılıklılığını içerir. Her birey, öteki bireyler kendi
tarzlarında eşsiz ve ayrılmış hale geldikleri (öyle kaldıkları) için, başka
deyişle kendileri ayrılmış olmayan tekilliklerin ayrılmasına öncülük eden
işlemler yüzünden eşsiz ve ayrılmış hale gelir (ve belirli bir zaman boyunca
öyle kalır). Fakat bu güçlü bir anlamda anlaşılması gereken E1P29’da ifade
edildiği gibi ‘zorunluluğun’ ya da olumsallığın olumsuzlamasının başka bir
adıdır: eğer, in
rerum natura nullum datur contingens ; sed omnia ex necessitate divinae
naturae determinata sunt ad certo modo existendum et operandum / şeylerin doğasında olumsal hiçbirşey yoktur,
ama tüm şeyler tanrısal doğanın zorunluluğundan belli bir yolda varolmaya ve
eyleme belirlenir [AY, s.43] ise, o zaman
hiçbir şey yalıtılmış olamaz, ayrıca hiçbir şey ‘dışarı’dan, a posteriori (sonradan) bağlanmış
olamaz. Aynen böyle çünkü sonuç özerklik düzeylerini süresiz olarak artırmaya
ya da layıkıyla eylemeye (cf.E3D2) eğilimli bireylerdir, gerçekten de
yalıtılmış bireyleşme süreçleri düşüncesi uygun bir şekilde düşünülemezdir.8
Bu,
tanım gereği bir kendini-olumlama olan bireyin özünün conatus’unun (ya da bireyin özsel conatus’unun) neden aynı zamanda dolaysız biçimde başka şeyler
yoluyla kendi potansiyel yıkımına direnmesi gerektiğini anlama söz konusu
olduğunda kesin bir kanıt olur, bu yüzden aslında ‘düşman’ olan başka şeylere
karşı, ‘benzer’ ya da ‘uygun’ başka bazı şeylerle içsel olarak birleşmeyi ya da
koalisyonu gerektirir. Ve elbette bu, hem (‘bireyciliğe’ karşı) bireyin gücü ya
da özerkliğinin, sivil toplum ya da devletin oluşumuyla azaldığı değil fakat arttığını,
ve hem de (“bütüncülüğe” karşı) devletin gücü ya da egemenliğinin, yurttaşın
büyüyen özerkliğiyle (özellikle düşünce ve ifade özgürlüğüyle) azaldığı değil
fakat genişlediğini kanıtlayan bir argüman olarak, (bireyin conatus’unun doğal hak adını aldığı) politik alanda daha kesin bir kanıt olur.
Elbette
-en azından terimin önceden tesis edilmiş herhangi bir anlamında- bir ‘diyalektikçi’
olarak Spinoza resmi, sadece bir karmaşa üretir. Yine de bu argümanlarda
işleyen hayret verici coincidentia
oppositorum (tesadüfi karşıtlık) mantığı (daha iyi bir deyişle: soyut karşıtların
eşanlı reddi mantığı) özgül bir terminoloji gerektirir. Bulabildiğim en iyi
terim bireyötesilikdir (transindividuality). Bu terim çeşitli
tartışmalar ve okumalar yoluyla bir süre önce bana önerilmişti fakat, özgül
olarak bu terimin bütünlüklü bir tanımı ve teorik uygulamasıyla Frnasız filozof
Gilbert Simondon’un, L’individuation psychique et collective adlı
kitabında yer aldığını keşfetmek beni şaşırttı. -Her ne kadar Simondon’un
kendisi (tarihteki bir çok kuramcı gibi) Spinoza’ya herhangi bir şey borçlu
olduğunu inkar etse ve hatta daha çok uzlaşımsal bir tarzda, ‘panteist’ olarak
ya da bireysel gerçekliğin olumsuzlaması olarak gördüğü öğretisini reddetse de-
Simondon’un argümanlarının aslında gerçekten Spinozacı olduğunu, Etika’nın temel önermeleriyle harfi
harfine örtüştüğünü büyük ölçüde fark ettiğim zaman şaşkınlığım daha da arttı.9
Simondon’un
kitabı, ya Platon’un (bireyin dışındaki değişmezlere öncelik veren) arketipik
biçimlerden ya da Aristoteles’in (bireyin iç mükemmelliğine öncelik veren)
maddebiçimci (hylemorphic) şemalardan
ve günümüze dek yaşayan örneğin Gestalt
psikolojisinden türetilen çeşitli bireysellik kavramlarının eleştirisi yoluyla
İnsan Bilimleri için ontolojik bir çerçeve tanımlama noktasında oldukça hırslı
bir çaba. Simondon’a göre, içsel ve dışsal, a
priori ve a posteriori bilgi, ‘psikolojizm’
ve ‘sosyolojizm’ gibi klasik ikililerle çalışan metafizik bireysellik
öğretileri, bireyleşme (ontojeni-bireyoluş) anlayışını, daima, sabit (ideal) bir
biçim olarak birey tanımına tabi kılmışlardır. (Çevresel değişime adaptasyonun
yeni yapıların ortaya çıkmasını gerekli kıldığı öğrenme süreçleri biyolojisi ve
şeffaf yapıları büyütme çalışması gibi disiplinleri içeren) modern biyoloji ve
fizik, (potansiyel enerjiyi minimuma indirgeyen) sabit biçimlerin, doğal
işlemlerde (genel olarak birey ve çevre kutupları biçiminde korunmuş olması
gereken potansiyel enerjinin artışını gerektiren) yarı kararlı dengeden daha az
önemli olduğunu göstermek yoluyla, ontojeninin yeni bir genel kavramını
tasarlamak için kesin araçlar sağlar. Simondon’un kitabı ne indirgemeci ne de dirimselci doğal felsefenin son derece
etkileyici bir örneğidir.10
Ben
şimdi yine de, şu ya da bu yeni keşfedilmiş bir rehberde bulunabilen formülasyonların
Spinoza’nın öğretisine uyarlanamaz olduğunu göstermek isterim. Benin niyetim
daha çok Spinozanın kendisinin tutarlı bir ‘bireyötesi’ teorisyeni olduğunu,
kabul edilebileceği kadarıyla tartışmaktır, böylece, bu kavram, onun
başlangıçtaki olumsuz tanımını (ne bireyci
ne de bütüncü, aslında ne mekanik
ne de finalist olan bir öğreti) olumlu ya da kurucu bir kavrama dönüştürmek
için bize yardım edecektir.11 Bu, herşeyden önce Etika’nın belirli temel önermelerinin,
gerçekte bireysellik düşüncesini bireyötesi olarak, ya da ‘bireyötesi bireysellik
süreci’ olarak nasıl ifade ettiğini göstermemizi gerektirir. Gerçekte benim
iddiam bu tür önermelerin ya da önerme gruplarının doğrudan Etika’da bulunabileceği değil fakat en
azından I’den IV’e Etika’nın ‘Kitapları”nın her birinde merkezi olduklarıdır.12
Sonuç olarak, Bu önerme dizileri, örtülü bir tanımın ardışık yönlerini
vurgulayarak, Spinoza’nın büyük eserindeki ontolojiden (antropoloji yoluyla) etik
ve politikaya uzanan teorik yoldaki kılavuz noktaları olarak kabul
edilebilirler.
Bu
varsayımın izinde, bireyötesilik ortaya çıkacaktır: ilkin özgül bir kavram ya
da bir nedensellik şeması olarak (temelde Etika’nın I. ve II. bölümlerinde);
ikincisi, ardışık bireysellik düzeninin inşası için, ya da daha ‘basit’ bireylerin
daha ‘karmaşık’ olanlarla bütünleşme düzeni için bir anahtar olarak, (temelde bölüm
III. ve IV.’e yayılan sonuçlarıyla birlikte Bölüm II’de); üçüncü olarak (bölüm III ve IV’de) ‘imgelem’ ve ‘akıl’a (ya
da, daha doğrusu insan arzusunun temel kararsızlığından kaynaklanan imgelemin
ya da düşsel yaşamın psikolojik yasaları ve göreli olarak istikrarlı
topluluklar olasılığını yaratan karşılıklı yararın akılcı egemenliğine) eklemlenen
örtük bir kavram olarak.
1) Bir nedensellik
şeması olarak Bireyötesilik
Burada
can alıcı ifade, kanıtlama ve skoliasıyla birlikte E1P28’dedir: Quodcumque
singulare, sive quaevis res, quae finita est, et determinatam habet
existentiam, non potest existere, nec ad operandum determinari, nisi ad
existendum et operandum determinetur ab alia causa, quae etiam finita est et
determinatam habet existentiam : et rursus haec causa non potest etiam
existere, neque ad operandum determinari, nisi ab alia, quae etiam finita est
et determinatam habet existentiam, determinetur ad existendum et operandum, et
sic in infinitum /
Her tekil şey, ya da sonlu olan ve belirli
bir varoluşu olan her şey, kendisi de sonlu olan ve belirli bir varoluşu olan
bir başka neden tarafından varolmaya ve eyleme belirlenmedikçe varolamaz ve eyleme
belirlenemez; ve yine, bu neden kendisi de sonlu olan ve varolmaya ve eyleme
belirlenen bir başka neden tarafından olmadıkça varolamaz ve eyleme
belirlenemez: ve bu sonsuza dek böyle gider[AY, s.42 ]. Fakat elbette bu, zaten
aslında Tanrı ve Doğa olarak teşhis edilen (E1P26’dan E1P29’a dek) benzer
önermelerle çok yakından ilgilidir. Spinoza’nın ‘evrensel determinizm’ olarak düşündüğü
şeyi ifade eden bu grup içindeki E1P28 özgül olarak Kantçı bir terminolojiyi
kullanan, onun genel nedensellik şeması
diyeceğim şeyi formüle eder. Bu gerçekte mantıksal bir şemadır, fakat aynı
zamanda düşsel uzamda sunulmuştur, çünkü her nedensellik kavramı gibi o da
doğrudan topolojik bir neden etki ilişkisini betimler.
Ve
iki tipik özelliğe sahiptir. Bir,
nedenselliğin zorunlu bir ardışıklıkla tanımlandığı Kantçı şemanın baştan sona
karşıtı olarak, çizgisel-olmayan bir şemadır. Spinoza’nın şemasındaki
‘karşılıklılık’ (Wechselwirkung) ya da ‘karmaşıklık’ türetilmiş değil,
ilkeseldir, ki, her nedensel eylemin başlangıç kalıbında zaten içerilidir. İki, atomik terimler (nesneler, olaylar,
fenomenler) arasında değil fakat aslında bireyler anlamına gelen tekillikler (res sigulares) arasında bir
“bağlantı düzeni” (ordo et connexion) tesis eden bir şemadır. Bu şema tam da Spinoza’nın tekrar tekrar kullandığı tipik bir ifade: ad
existendum et [aliquid] operandum determinari / varolmaya ve eyleme belirlenme “değişkesi”ni
(daha doğrusu Tanrı’nın doğasının sonlu bir değişkesini/kipleşmesini) tanımlama
biçimi yüzünden çizgisel-olmayan bir şemadır. Aslında, evrensel nedensellik ya
da Doğanın sonsuz üretkenliği bakış açısından varoluş ve eyleme, eğer
saf ve basit eşanlamlı değillerse, karşılıklı kavramlardır (E1P28’in
tanıtında, Spinoza bir “neden” ve bir “kip” -burada sonlu bir kip anlamında-
teşhis eder: Deinde
haec rursus causa, sive hic modus debuit etiam determinari ab alia ... ; / Yine, bu
neden ya da bu kip …bir başka neden tarafından belirlenmiş olmalıdır [AY, s.43]; ve E1P36, I. bölümün son
önermesi, her doğal şeyin bir nedeni olduğunu ve nedeni olmayan varoluşun etki
üretemeyeceğini açıklar ve böylece 3. ve 4. aksiyomlarla başlatılan döngüyü
tamamlar)13 Varolmak başka şeyler üzerinde eylemek ve etkide
bulunmak demektir. Fakat bu üretici işlem bizzat başka bir şey ya da neden tarafından zorunlulukla belirlenmiştir.
Bunun bir sonucu olarak “neden”, bir şeyi kipleştiren ya da kipleme şekliyle başka bir şeyi işleten
(ya da onun etkilerini üreten) bir işlemdir. Böyle bir işlem elbette, sonsuza dek bizzat kipleşmiş ya da
kipleştirilmiştir. Fakat bu sonsuz bağlantı, (A, C’nin “nedeni olan” B’nin
“nedenidir” vb..) nedenler ve etkiler soykütükleri ya da bağımsız çizgisel
diziler biçimini alamaz: o tipik olarak sonsuz bir tekil kipler ya da varoluşlar ağı biçimini alır,14 kipleşen/kipleştiren
etkinliklerin dinamik bir birliği (B’nin herhangi bir A üzerindeki eylemi, bir
Ds tarafından bizzat kipleştirilmiş [değiştirilmiş /modulated] olan bir Cs
vb..tarafından bizzat kipleştirilmiştir).15
Fakat,
o halde bu tekillikler bireyler olmalı, çünkü sadece bireylerin özgü bir
biçimde eylediklerinden ve etkin olduklarından bahsedilebilir ve her şeyden
öte, sadece bireylerin değişiklik yapmak için bir şeyi değiştirmelerinden ya da
başka deyişle, etkilemek (örn., eylemek) için etkilenmiş (duygulanmış)
olmalarından söz edilebilir. Burada Spinoza’nın afficere, affectus ve affection
terimlerini kullandığı her yerde mutlak olarak tutarlı olduğunu belirtmeliyiz: bu
anlam, evrensel kavramlardan (E1P28D ve E1d5, E1P25C ‘deki gibi) 16
daha özgül insan bireyleri teorisine geçerken değişmez. İnsan tutkularıyla,
onları doğada bir “istisna” kılmadan, tamamen ortak kavramlar temelinde
ilgilenme iddiasının nedeni budur. Fakat bu noktada biz genelde bu nedensellik
tanımı ve İnsanın özü olarak Arzu tanımı arasında bir benzerlik göremeyiz: Cupiditas est ipsa
hominis essentia, quatenus ex data quacunque ejus affectione determinata
concipitur ad aliquid agendum (E3AD1) / İstek (cupiditas) verili değişkilerinden biri tarafından eyleme
belirlenmiş olarak kavrandığı sürece, insanın özünün kendisidir [AY, s.139].
Bu, açıkça, nedenselliğin özünün bir ve aynı özne (ya da Spinoza’nın söylemeyi
tercih ettiği gibi, birey) içinde etkinliğin ve edilginliğin (sanki
matematiksel terimlerle, etkinlik ve edilginliğin ‘diferansiyel’ olduğunu
önerebiliriz) birlik olduğu, bireyin tekil conatus’unu
tanımlayan ve başka bireylerin sonsuz çokluğuyla ilgili olan birlik olduğu
anlamına gelir.17
Burada
tekrar Kant’la bir karşılaştırma oldukça anlamlı olacak. Tıpkı Kant gibi,
Spinoza da fiziksel ya da nedensel düzen
ve etik ya da pratik düzene dair bir ve aynı genel açıklama şemasına sahiptir. Bu
Kant’da bir ardışıklık şemasıdır, Spinoza’da (Simondon’un terminolojisini
kullanırsak) kipleştirme (modulation) şemasıdır. Fakat Kant’ın tersine Spinoza’nın
şeması, her iki düzeni karşıtlık içinde,
biri diğerinin ters çevrimi (evirtiği) olarak tasarlamaz (Kant’da nedensel
düzen, vuku bulan (ex post) bir
çizgisel belirlenimdir; nihai düzen, amaç ya da niyetin temsili aracılığıyla
işleyen tahmin edilen (ex ante) bir
çizgisel belirlenimdir). Bir kipleştirme “pratiği” aynı şekilde onları herhangi
bir bireysel nedensellik olarak teşhis etmeyi tasarlamıştır (ve bu yüzden,
nihai olarak, “ozgürlük”, doğal düzenin ters
çevrimi değil, fakat onun aktif yanının zorunlu ifadesi olur).
2) Bir bütünleşme kavramı olarak Bireyötesilik
Sadece
betimlenmiş olan şey ancak kısmen doğru olabilir. Buna “birinci dereceden” karmaşa
kavramı denebilir: nedenselliğin ‘hazırlık’ şeması içinde karmaşayı yeniden
ortaya koyan ya da farklı bireyler arasında çoklu ilişikiler (bağlantı zinciri)
düşüncesi ve her bireyin fiili varoluşu düşüncesi arasına (matematiklçilerin
düalitesi diyebilirsiniz) mantıksal eşdeğerini koyutlayan bir düzen. Bu birinci
dereceden karmaşıklık, en tipik ifadesini, şeyleri (ya da nedenleri) ve
fikirleri yöneten “özdeş bağlantı düzeni” olarak E2P7’de bulur. Fakat doğrudan doğruya
ikinci dereceden karmaşayı izleyen
önermelerde, ortak bir kavram olarak Doğa anlayışı en derin düzeyde düşünülerek
ortaya konmuştur. Bu, öteki bireyleri birleştiren (‘en düşük’ bütünleşme
düzeyi) ve kendini ‘en yüksek’ düzeylere ya da bütünleşme biçimlerine birleştirmiş,
bir bütünleşmenin belirlenim düzeyi
olarak birey kavramıdır. Bu noktada şu açık olmalıdır Spinoza tarafından
kullanılan her birey kavramı bir süreç
olarak bireyleşme düşüncesine bağımlıdır. Bu aynı zamanda
bireyötesiliğin indirgenemez oluşudur.
Bir
birey düşüncesi kurucu parçalardan yapılmıştır (bu yüzden bir “bütün”dür), ve
daha kavrayışlı bir bütünün bir parçasına dönerken elbette hiçbir şey orijinal
değildir. Klasik bireycilik ve bütüncülük, ‘mekanik’ ve ‘organik’ birlik
çatışkılarına yol açan bu sunum kesinlikle, terimin birincil olarak görülmesine
dayanır. Spinoza Oldenburg’a yazdığı XXXII. mektubunda bunu
bizzat özetlemiştir, onun bu özette açık kıldığı şey, karşılıklı eylemler ve
etkileşimlerle birleşen Doğadaki muazzam düzenin nesnel olduğudur. “Bütün” ve
“parça” ayrımı görelidir: bir düzeyde parça olan başka bir düzeyde bütün
olabilir, ve tersi. Fakat o kesinlikle görünüş ya da raslantı değildir. Onun
gerçekliği, sabit birimlerin kendi parçaları ya da unsurları arasında ‘tutarlı
bir hareket ve sükun oranı (rasyo)’ yoluyla karakterize edilmiş olmasına, Spinoza’nın
her tekil bütünleşme düzeyine uyguladığı ve ‘yaratılışçı’ arkaplanından ayrıştırdığı
Descartes’ın Doğa Yasası’ndan gelen bir düşünceye dayanır.18 Descartes’ta
bu, genişleyen tözün bütünü için dayanılan hareket ve sükunun daimi toplamı sorunudur; bu yüzden
fiziksel bireyler gerçekte özerk entiteler olarak var değildir. Spinoza’da
hareket ve sükunun daimi orantısı özerk
bedenlerin fiilen var olduğu anlamına gelen farklı düzeylerde varolabilir ve
göreli olarak sabittir, en azından bir süre için, yani bu oran korunduğu
sürece.
Bu
teori Etika’da E2P13’den sonra yardımcı
önerme 4’den7’ye dek bütünüyle açıklanmıştır. Sonuç olarak, burada uzantı
sıfatı altında ele alınmış bir bütün olarak Doğa (tota natura), sadece “mutlak” Bütün ya da Bireydir (bir
sınır kavram olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum, aslında corpora simplicissima öteki uçtaki bir
sınır kavramdır). Fakat çok önemli bir olgu şudur, her birey için, onun kimliği
(ya da onun bakiyesi ‘kendi’) bir düzeyde bir daimi/tutarlı oranla açıklanmalıdır,
aynen varyasyonlarının başka düzeyde bir daimi oran (ya da sabite) tarafından açıklanması
gerektiği gibi.
Yine
de, bu sunum tamamen tatmin edici değildir. Her ne kadar hareket ve sükun oranı
gibi dinamik bir kavramı içeriyorsa da, o verili bir biçimler hiyerarşisi olarak
ya da karmaşıklık (unsurlarının çokluk) düzeyine göre bireyleri -birini
diğerine- tabi kılmanın genel düzeni olarak Doğanın statik (ve aynı zamanda
finalist) temsiline bağımlı kalır. Burada bana kusur, Spinozacı deyişle, açıklamanın,
-içinde ‘birey’in (Doğa’nın, ‘natura naturata/yaratılan doğa’ya ait ‘tek birey’
olarak sunulduğu) herhangi bir bütünleşme düzeyine aynı şekilde uygulanan
biçimsel bir kavram olduğu- natura
naturata’nın bakış noktasına indirgenmiş olması meselesinden kaynaklanıyor
gibi görünüyor. Fakat E2P13’den sonraki ‘fiziksel inceleme’, konutlamalar 3’den
6’ya dek özetlenen başka bir nedensel düşünceyi içerir. Bu düşünce, başka
(“dışsal”) bedenler yoluyla etkilenmiş bir bireysel beden biçimiyle ilgilenir. Bu
konu daha ileride, temelde yatan öğretinin (uzantı özniteliğindeki hareket
yasalarının kısıtlılığı anlamında) sadece “fiziksel” bir öğreti değil, fakat aynı
zamanda aslında “bireyler” ya da “şeyler”le de ilgilenen ontolojik bir öğreti
olduğunun açık hale geldiği, E2P19 ve E2P24’ kanıtlamalarında açıklanmıştır.19
Bu ‘sükun ve hareketin daimi oranı’nın nasıl her şeyin kendi varoluşunu korumak
için sarfettiği conatus olarak
yeniden ifade edilmiş hale geldiğini anlamak için akılda tutmamız gereken,
böylece her bireysel kipi bir parça olarak ya da Doğa’nın gizilgücünün (bu kez
Doğa, Natura naturans/yaratıcı Doğa
olarak anlaşılmış varlıktır) bir kısmı
olarak tanımlayan bir öğretidir.
Şu
açıklamayı önermek isterim. Her bireyin (durağanlığını, dolayısıyla kimliğini)
koruması/sakınması kendi oluşturucu parçalarının, örn., modern terimlerle içeri
ve dışarı akış düzenlemesi ya da öteki bireylerle maddi değiş tokuş
diyebileceğimiz şeyin “sürekli yenilenmesi”yle bağdaşır olmalıdır -bunun
zihinsel karşılığı, herhangi bir bedenin (kendi) bilincinin başka şeylerin
fikirleriyle kendi durumlarını karıştırdığı, aslında dışsal nesneler algısının
kendi bedeninin temsiliyle karışık ya da karmaşık olduğu gerçeğidir (E2P19
bunun öznel bir ‘yanılsama’ değil fakat bir bedenin fiili varoluşunu yansıtan insan
Ruh’unun tam doğası olduğunu açıklar). Gerçekte, nedensel terimlerle, korunma/sakınma
hiçbirşeydir fakat bu düzenlenmiş bir ‘sürekli yenilenme’ sürecidir. Bir
bireyin varoluşunu koruduğunu söylemek yeniden üretilmiş ya da yenilenmiş
olduğunu söylemekle aynı şeydir. Çevreyle hiçbir “değiş tokuş”a sahip olmayan,
tecrit edilmiş (yalıtılmış) bir birey, yenilenmiş olamaz, dolayısıyla
varolamaz. Başından itibaren Spinoza’nın ima ettiği şey her bireyin kendi
biçimini ve kendi varoluşunu korumak için başka bireylere ihtiyacının olduğudur
(bkz.E2 konutlamalar 4 ve tamamı yukarıda kullanılan E4P39T).
Elbette
değiştokuşun “düzenlenmiş” olduğunu söylemek, onun güçler (potentiae) ilişkisinden ya da değiştokuşun kurucu ya da yıkıcı
etkileri arasındaki kararlı dengeden çıktığı anlamına gelir. Fakat söylenecek
daha çok şey var. Değiştokuşun farklı bireyler arasında meydana geldiği
düşüncesiyle tatmin olamayız: fiilen değiş
tokuş edilen şeyi belirtmeliyiz. Spinoza’nın düşüncesi basit fakat
cesurdur: değiş tokuş edilen şey incelenmekte olan bireylerin parçalarıdır,
yani, ‘yenilenme’, verili bir bireyin (ona ‘ben’ diyelim) sürekli olarak kendisinin bazı parça(ların)dan
vazgeçtiği, buna karşılık aynı zamanda başka
bazı parça(ları)yla (buna da ‘onlar’ diyelim) sürekli birleştiği anlamına
gelir, elbette bu ikamelerin belli bir “orantı”nın (ya da özün) değişmezliğini
terk etmesi şartıyla.20 Açıkça, ‘Ben’, beni başkalarının özsel
oranını koruma bakımından bağımsız, korunmuş bir birey olarak tanımlayan
dinamik bir oran koşuluyla kendi özümü korurum: ‘benim’ korunmam ‘onların’
yıkımı anlamına gelebilir. Fakat aynı şekilde tersi de doğrudur: bütün süreç her
doğal bireyin dahil olduğu bakış açısından düşünülürse, ‘onların’ korunması
aynı zamanda ‘benim’ yıkımım anlamına gelebilir.
Eğer
Spinoza’nın açıklamasını bu şekilde anlamakta haklıysam, bu kesinlikle birçok
güçlüğü barındırır. En başta, böyle bir sürecin
derecelerinin nasıl kabul edileceğini anlama güçlüğü vardır. Spinoza, insan varoluşunu, geniş bir ‘ölüm’ kavramını süreksizlik
olarak ortaya koyuş tarzında zirvesine ulaşan (bkz. E4P3s9 ve Notu), hep ya da
hiç alternetifi olarak, korunmaya karşı yıkım
şeklinde sunarak tanımladığında, açık bir eğilime sahiptir. Öte yandan asıl conatus öğretisinin amacı da olan
bireyin özerkliğindeki artma va azalmaya yol açmasıyla birlikte, tam da ‘eyleme güçünde’ azalma ve artma
kavramı, dolaysız yıkım ve belirsiz koruma arasında varyason marjları ya da
dereceleri olduğunu ima eder gibidir. Bu aynı zamanda, verili bir bireyin
korunma/sakınma koşulları altında ya da koşulların hakimiyetinde oluşuna göre
başkalarınınkiyle (‘benim’ korunmam ve ‘onların’ korunması) bağdaşır ya da
bağdaşmaz olduğunu açıklamak zordur. Fakat bu sorun aslında Etika’nın daha sonraki bölümlerinin
programındadır (ayrıcalıklı insan bireyleri vakası içinde).
Bunun
olası bir genel çözümü Spinoza’nın modelini izleyen implikasyonlarına bel
bağlamış gibidir. Bunlardan biri E2P24’ün kanıtında ortaya çıkar: “benim”, “başkaları”yla
parçaları değiş tokuş etmem için, kendi bireyselliğimin sanal dağılması (virtual decomposition) diyeceğim şeye maruz kalmam gerekir, ki bu, aslında
öteki bireylerin sanal dağılmasını da gerektirir. Yani, bireysel varoluşun
‘parçalar’ı dışsal şeylerle sadece eğer başka bireylerin parçalarıyla geçici
bir birlik biçimlemek için “ait” oldukları birlikten çıkarılmışlar ya da
basitçe yalıtılmışlarsa karşılıklı etkileşebilirler (Spinozacı terimlerle
onlar, içsel “orantı”ya ya da bireyin özüne katkıları için değil fakat başka
‘orantılar’ ya da rasyolara girebilen
ayrı bireyler olarak dikkate alınmışlardır). Başka bir deyişle, Spinoza’nın
söylediği şey bölünemez bireyler (ya da kişiler) arasında küresel bir face à
face gibi bir şeyin var olamayacağıdır. Bireyler birbirleriyle ilgilidirler
(ya da karışmıştırlar) çünkü onlar (başka maddi kipleri olduğu kadar sözcükleri
de içeren işaretler olarak tesmsil edilebilen) ‘parçaları’ değiş tokuş ederler,
çünkü onlar sürekli olarak “çözümlenmiş” ve “bileşmiş”lerdir, kendi kurucu
parçaları içinde dağılmışlar (de-composed) ve göreli olarak özerk birlikler
olarak yeniden birleşmişlerdir (re-composed).21
Şimdi
elbette, virtüel/fiili ya da geçici dağılma ve
aktüel/fiili geri çevrilemez olan (politik bireyler ya da Devletler vakasında
Spinoza’nın ‘kitleye geri dönüş’ dediği bireyin yıkımı) arasındaki farkı
belirleyenin ne olduğu sorulabilir.22 Sanırım yanıt, açıkça insan
bireyi ile ilgilenen fakat dikkatli bir biçimde ‘ortak nosyonlar’ üzerine
kurulu açıklama tarzını koruyan Bölüm IV’de serilmenmiş ‘toplum’ öğretisinde
aranmalıdır. Her şey bu bölümün tek Aksiyomundan
çıkarsanmaktadır: Nulla
res singularis in rerum Natura datur, qua potentior et fortior non detur alia.
Sed quacunque data datur alia potentior, a qua illa data potest destrui. / Doğada daha güçlüsü ve kuvvetlisi olmayan
tekil hiçbir şey yoktur. Ama varolan her şeyden daha güçlü ve onu yok
edebilecek bir başkası da vardır”[AY, s.155) Daha karmaşık bir birey dış
dünyayla daha fazla ilişkiye sahip olacaktır; örn., daha yoğun bir biçimde
başka (benzer ya da benzer olmayan) bireylerle kendi parçalarını değiştokuş
edecektir, kendi varoluşunu korumak için bu değiştokuşa daha fazla ihtiyaç
duyacaktır; fakat aynı zamanda, bu yüzden,
kendini koruması başka şeylerin güçlü üstünlüğü tarafından daha çok
tehdit edilecektir. Ben Spinoza’nın nihai olarak her tekil şeyden (örn., ‘ben’den) zorunlulukla daha güçlü (daha
güçlü ve potansiyel olarak daha yıkıcı) olan şeyin, (her şeyden çok, eğer bu
çoklu şeyler “Ben”in dışarıda bırakıldığı birlikler biçiminde birleşmişse) başka tekil şeylerin çokluğu olduğunu
anlatmak istediğini anlıyorum. Buna karşılık, her veriliden daha güçlü olabilen
dışsal şeylerin sonlu çokluğu, ‘Ben’im kendimin oluşturucu parçası olduğu, bir “güçler
kavuşması” ya da birleşmiş bir birliktir (nihai olarak, Doğa gibi, bkz. E5P38,
39 ve Notu).
Önerme
E4P2-7, kısmi nedenlerin oynadığı role ve sonuç olarak insan bireylerin korunmasında
edilginliğin rolünü ya da duygulanımların etkisini tartışmaya adanmıştır. Edilginlik,
dışsal nedenlerin üstünlüğü ya da insan bireyinin sanal (fiili) dağılması
kaçınılmazdır. Fakat her duygulanım karşıt bir duygulanım tarafından
‘bastırılmış’ (coerceri) olabilir.
Argümanın sonu (bireyin kendini korumasına dair convenientiae-uygunluk etkisinin genel bir betimini veren)
E4P29-31’de ve (İnsanların karşılıklı birliğini Toplum olarak tanımladıktan
sonra, aynı öğretiyi insan durumuna
uygulayan) E4P38-40’da bulunabilir. Bu önermeleri, kendi özerkliklerini
bastırmadan, ‘kolektif’ ya da üstün bir bireyi oluşturan kendi “ortak doğaları”ı
temelinde bireyler arasındaki ilişki düşüncesinin ifadesi olarak anlıyorum. Buna
karşılık (elbette, düşünme ya da bilme kapasitelerini içeren) potentia agendi’lerini (etkinlik
potansiyellerini) ve bunun gereği (duygulanımlar sözlüğünde her bir birey için
neşenin artışı kederin bastırılması anlamına gelen) varoluş kapasitelerini artırırlar.
‘Doğal olarak üstün” dışsal kuvvetlerin gücünün verili oluşu (E4Ax), karşılıklı
olarak uygun/işe yarar bireyler birliğinin her birinin kendi tekillik ve
özerkliğini korumaları için içsel bir koşul olduğu anlamına gelir.23
Sonuç
olarak tam bir birey kavramının sabitlenmiş değil fakat dinamik bir denge
-sürekli yeniden yaratılmıyorsa yıkılması gereken yarı kararlı bir denge- kavramı olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik
sanal dağılmayı ya da yıkımı ima eden bu tür bir denge, zaten her zaman bir
yeniden inşa ve yeniden birleşme süreci olması şartıyla meydana gelir. Bu yeniden
inşa her ne kadar bireyin tekil özünü ifade
etse de bizzat ‘kolektif’ bir süreç tarafından belirlenmiştir, örn., “hareket
ve sükunun daimi oranı” ya da farklı bir terminoloji içinde, bireylerin daha büyük bir birey ya da daha
üst düzeyde bir birey olmalarına izin veren convenientia
(uygunluk [‘karşılaşma’ –çn]).
Bu
nedenle doğal nedensellik anlayışına ‘ikinci düzey karmaşıklık’ dedim, çünkü
ilgilendiğimiz bireyötesilik kalıbı sadece yatay bir karşılıklı etkileşim ya da
aynı düzeyde karşılıklılık olarak değil fakat aynı zamanda içsel düzeye geri
çekilen ve eşanlı olarak üst düzeye ilerleyen her tip birey için karşılıklı
etkileşim süreci olarak anlaşılmıştır.24 Açıkça, Spinoza, bunun
evrensel (ya da ‘ortak kavramlar’ tarafından açıklanabilen) bir kalıp olduğunu
düşünür. Fakat sadece işaret edilen bireylerin, açıklanışı tamamlanabilen insan
bireyler olduklarında, çünkü bu durumda biz tekilliği tanımlaması gereken
unsurları kendi deneyimimizden çıkarsayabiliriz: kısaca duygulanımlar, tipik
olarak kısmi nedenlerden -başka deyişle başka şeylerle ve özellikle de öteki
insanlarla çelişkili ya da uyumlu birliğimizden- bağımsızlığımızı artırma ve
azaltma arasında salınım yoluyla edilginlik ve etkinlik düzeyimizi etkilerler.25
Etika’nın
bir okuru bu argümana çeşitli itirazlar yöneltebilir. Örneğin şunları
söyleyebilir. Biliyoruz ki Spinoza’da ‘upuygun neden’le ‘upuygun olmayan neden’
ya da daha doğru olarak ‘upuygun bir biçimde neden olmayan’la (o temelde
edilgin olduğumuz dışsal nedenlerin belirleyiciliğini anlatmak ister), bir
şeyin ‘upuygun bir şekilde neden olması’ (bununla o temelde etkin olduğumuz, ya
da ürettiğimiz etkilerin ‘bizim kendi doğamızla’ açıklanabilirliğini anlatmak
ister) karşıttır. Spinoza’nın bizim diğer insanlara bağımlı olduğumuz durumlar
ve kendi başımıza harekette bağımsız olduğumuz durumları karşıt kılması her
zamanki anlayışıdır. Fakat taslağını çıkardığım bu argüman tamamen farklı (daha
az bireyselci) bir anlayışa işaret eder: etkin olma ya da upuygun bir neden
olma, aynı zamanda başkalarıyla yine de bağımlı değil (hatta “karşılıklı”
bağımlı değil) fakat uygun ya da görevdaş (convenientia or synergy) bir
ilişki tesis etmektir.
Bu
anlayış her ne kadar açık değilse de, onun savunulabileceğini düşünüyorum.
Birinci olarak, Spinoza İnsan’dan ya da insan doğasından bahsettiği zaman (örn.,
E4P4 : Fieri
non potest, ut homo non sit Naturae pars, et ut nullas possit pati mutationes,
nisi quae per solam suam naturam possint intelligi, quarumque adaequata sit
causa-
İnsanın doğanın parçası olmaması, ve yalnızca onun doğası yoluyla
anlaşılabilenler ve yeterli neden olarak onu alanlar dışında hiçbir değişime
uğrayamaması olanaksızdır [AY, s.156]) zorunlu olarak tekil
bireye başvurmadığını fakat ‘türeyimsel’(generic) bir terim kullandığını
görebiliriz. Yine de bu, sadece dilsel olarak yapay olduğu için değil fakat
aynı zamanda Spinoza’nın bireysel ya da kişisel duygulanımlar ve kolektif
süreçler arasında açık bir ayrımı her zaman koruduğu Bölüm IV’deki kanıtlamaları
yüzünden, kırılgan bir savunmadır. Bireyselliği bireyötesilik olarak düşünmek
kesinlikle bu ayrımı bulandırma ya da bastırma anlamına gelmez. Bu yüzden
sadece güçlü fakat aynı zamanda daha zor bir varsayım orada kalır. Spinoza’nın eylemleri
kendisiyle ya da yalnız kendi doğasıyla açıklanabilen birinin, başkalarından
ayrı olarak ya da yalnız hareket ettiğini, fiili olarak asla söylemediğini
gözlemleyebiliriz. Böyle bir sonuç çıkarmak burada kesinlikle sorguladığım ‘bireyci’
varsayımları açıkça kabul etmektir. Hatta, “Spinoza’nın Bölüm IV’ün girişinde
işaret ettiği, insan doğası modeli”nin (exemplar humanae naturae),
gerçekte, (‘özgür’ ve ‘bilge’ insanı içeren) yalıtılmış İnsanın herhangi
bir bireysel mükemmelliğini dışladığını ileri sürmek yoluyla daha ileri bir
adım atabiliriz. Buna karşılık, bu bireysel özerkliğin büyümesini (en büyük
özgürlük ve en büyük tekillik, ya da eşsizliği), öteki bireylerle yakın
ilişkiyle (ya da dostlukla) eşitleyen bir mükemmelliktir. Bu bana temelde Spinoza’nın
bölüm III ve IV’de akıl ve imgelemin bireysel ve kolektif boyutlarını eklemleme
tarzı gibi görünmektedir.
Bölüm
III’ün girişinde, (İnsan doğasının, Doğanın ortak yasalarına aşkın, doğaüstü ve
eşsiz bir şey olduğu anlamında) ünlü ‘hümanist’ öğretilerin eleştirisini
okuruz: Imo
hominem in Natura veluti imperium in
imperio concipere videntur. / Aslında, doğadaki insanı bir krallık
içerisindeki krallık olarak tasarlıyor görünürler”[AY, s.989] Sonraki
ifadeler, Spinoza’nın akılcı yöntemin, sadece İnsan bilimine ve öteki doğal
varlıklara uygulanması gerektiğini ya da insan doğasının sıradan nedensel
yasaları izlediğini ileri sürmediğini; fakat onun aynı zamanda insan
davranışının insan olsunlar ya da olmasınlar, öteki doğal varlıklarla
karşılıklı etkileşim açısından açıklanması gerektiğini ileri sürdüğünü mükemmel
bir biçimde açık kılar. İnsan (ya da insan doğası) bakımından mantıksal olan bu
sonuç Doğa dışında değildir -dolayısıyla hemen sonrasındaki tanımlar ve kanıtlamalarda
izlenen özellikle “yöneticisi” ya da “sahibi” olarak değildir. Bu açıklamayı
dikkate değer kılan, belirttiğimiz gibi, Spinoza’nın Bölüm III (ve IV)’deki
sunumunda, bireysel (özellikle insani) kimliği tasfiye etmesi ya da daraltması kesinlikle
değildir. Daha çok bu kimliğin yeniden inşasıdır, böyle bir kimliğin kurucu
boyutlarının büyük bir bileşimidir (bu inşaya fenomenoloji demek ya da bir
fenomenolojik yeniden inşa ile karşılaştırmak bize cazip gelebilir).
Spinoza
öncelikle, nesnesinin (ideatum)
varoluşunu olumlayan, Beden ve Zihin olarak, bir kendilik düşüncesi
olarak resmettiği bilinç’i ortaya
koyar. O bu nedenle daima dolaysız olarak Arzu’yla birleşmiştir. Fakat bu
sadece soyut bir başlangıç noktasıdır. Kendinde-bilincin tam bir betimi sadece Arzu’nun
tamamlanmış (doğal) tarihinden, örn., (ya kipleşmeler, sonuçlar ya da kendi
başkalaşımlarının nedenleri olarak) onunla birleşen eylemler ve tutkuların
tarihinden doğacaktır. Bu, Kendinin somut bir şey haline gelmesi -ya da
bireyleşmenin bireyselleşme haline gelmesi- aracılığıyla tekil birlikilerin (‘kendilik’
algılarıyla karışmış mevcut ya da geçmiş “nesneler”in imgeleri ya da fikirler
artı duygulanımlar) tarihi olacaktır. Eğer bir bireyötesi özellik esas olarak
bu sürece aitse, o bu yüzden Arzunun mantığı içinden, olasılıkla tam da fikirler
ve duygulanımların birliği içinden, müdahil olmalıdır. Yine de baştan beri
Spinoza aynı zamanda, tutkular ve eylemler, ‘upuygun’ ve ‘upuygun olmayan’ fikirler
ya da imgelem ve akıl arasındaki temel ayrım dikkate alınacak olursa, kendi öznesini böler. Bireyin Zihni bu
iki düşünce kümesi arasında (en azından mantıksal olarak) yarılmış gibidir,
yani onun bilincinin birliği her zaman bölünmüş ya da düzensiz/inişli çıkışlı
bir birliktir. Bu yüzden biz iki farklı soruyla başlamalıyız: biri
bireyötesiyle ilgili ‘imgelem’in oluşumu, diğeri bireyötesiyle ilgili ‘akıl’ın oluşumu.
Önce onları tek bir süreç içinde birleştirmeye çalışmalı, sanki bilinç
yaşamının iki farklı türüymüş gibi incelemeliyiz.
İlkin,
imgelem nasıl ortaya çıkar? Sonraki öğretilerden alınan argümanları Spinoza
üzerine yansıtmak için değil ancak yine de psiko-sosyal ya da psiko-analitik
olanlarla benzerlikler noktasında dikkatli olmlıyız.26 Yine de
şunlar önerilebilir (1) Spinoza’nın imgelem teorisi bir (bireysel ya da
türeyimsel) insan (bellek, algı, istenç vb. olarak) yetisi teorisi değil, fakat öncelikle (kendi-farkındalığı, kendini-tanıma,
kendilik-iddiası’nı içeren) bireysel ‘kendilikler’in kurulduğu bir yapı teorisidir; ve (2) bu yapının
kökensel olarak ilişkisel ya da bireyötesi oluşu: sadece, “Ben”in, “kendim” ile
sahip olabileceği “öteki” (daha doğrusu: bir Öteki imgesi) yoluyla
dolayımlanmış her karşılıklı ilişkide bizi bir bilinç resmiyle karşı karşıya
bırakmaz, fakat aynı zamanda imgelem yaşamının, Ötekini Kendimden, Kendimi
Ötekinden tanıdığım, art arda “kimlikler”in döngüsel bir süreci olduğunu
gösterir. Bir çok bakımdan, bir yapı olarak bu imgelem kavramının, Spinoza’nın
kimlik (Sevgi, fakat aynı zamanda Nefret) süreçleri tarafından coşturulan
tutkuların içsel müphemliğini vurgulaması
hariç, İncilin (biliyoruz ki Spinoza ‘gerçek’ Dinin özüyle uğraştı) “komşunuzu
kendiniz gibi seveceksiniz” ilkesinin bir genellemesi ve bir sekülarizasyonu
olduğu söylenebilir.27
Önerme
E33P15-17, düşsel yaşamın “kendinin (self’in) tarihi” dediğim şey içinde nasıl
geliştiğini açıklamak için hayati önemdedir: bu önermeler tutkulu Arzu’nun
salınımsal hareketlerine yeni bir boyut ekleyen dünyevi neşe ve keder (umut ve
korku) kipleşmelerini/değişkelerini sadece ortaya koymakla aşılacak olan, zıt
duyguların (temelde sevgi ve nefret) aynı nesnelerle ilgili olarak aynı
özneleri eşanlı bir şekilde etkilediği bir iç çelişkinin nasıl üretildiğini
gösterirler (Haec
Mentis constitutio, quae scilicet ex duobus contrariis affectibus oritur, Animi
vocatur Fluctuatio, quae proinde affectum respicit, ut dubitatio imaginationem
... /
iki ayrı duygudan doğan bu ansal duruma ansal dalgalanma [animi fluctatio]
denir ve duygular ile tıpkı kuşkunun imgelem ile ilişkili olması gibi
ilişkilidir… [AY, s.111] ). Bu önermeler aynı zamanda bir çok
şekilde etkilenebilen ve bir çok parçaların oluşturduğu bireyleri kısmi
nedenler idesine bağlama kavrayışına açık bir kullanım kazandırdıkları için de
dikkate değerdirler. Bir bireyin neşe ve kederini Öteki bireylerin imgeleriyle
birleştirmesine izin veren ‘Benzerlik unsuru’ (aliquid simile) (ya da kısmi benzerlik) anahtar bir kavramdır,
böylece onlara yönelik sevgi ve nefret duygularının uyanışı, kendisinin onları
gücendirme ya da memnun etme Arzusunu uyandırır. İmgelem/düşgücü burada ‘mimetik’
bir süreç olarak resmedilmiştir.
E3P27’de
başka önemli bir kavram olan ‘canlandırma etkisi’ tanıtılmış ve etkisi bir
sonraki bölümde açıklanmıştır: Ex eo, quod rem nobis similem, et quam
nullo affectu prosecuti sumus, aliquo affectu affici imaginamur, eo ipso simili
afficimur.
/ Bize benzeyen ve kendisi için hiçbir
duygu taşımadığımız bir şeyin herhangi bir duygu ile etkilendiğini imgelediğimizde
aynı duygu ile etkileniriz [AY, s.116]. Ötekiyle ilişki şu halde ikili bir
kimlik süreci olarak ortaya çıkar: kendimizi öteki bireylerle tanımlarız çünkü
kısmi bir benzerlik algılarız (örn., olumlu ya da olumsuz arzu nesneleri haline
gelen zihin ya da bedenin parçalarının
benzerliği) ve kendi duygulanımlarımızı onların üstüne (ya da onlardaki
kendimize) yansıtırız.28 Bu yüzden bireyler arasında duygulanmaların
sürekli iletişimi ve dolaşımı, aynı anda her bireyin duygulanımlarını
pekiştiren bir süreçtir. Bu açıkça kolektif olduğu kadar kişisel “kimlikleri”
de yaratan, bir kolektif ve bir kişisel, iki yanlı bir süreçtir. Nihayet,
başkalarına öykünmeye çalışırız ve onların inşa ettiğimiz imgesine göre hareket
ederiz (bkz. özellikle düşsel bir sosyalleşmeyi açıklamanın temellendirildiği,
başka deyişle, sosyalleşmeyi en azından kısmen daima imgelemin sonucu olduğu
ölçüde açıklayan E3P29’un Skoliasındaki humanitas
(insancıllık) ve ambitio (hırs) tanımları).29 Fakat bu
aynı zamanda yukarıda tanımlanan dağılma/yeniden-birleşme süreçlerinin zihinsel
ya da fiziksel dili içinde doğrudan bir yer değiştirme/aktarımdır. Bu bizi
kuşkucu yapabilirdi, oysa gerçekte, Spinoza, bireyin korunmasını hem bir alt-birey ve hem de bir üst-birey düzeyi
zorunlulukla içeren bir süreç olarak tanımladığı zaman, aklında kişisel ve
kolektif kimliği ilgilendiren bu argümanlar daima vardı.
İmgelem
her zaman bireyötesidir çünkü o hem düşünceleri hem duyguları kapsayan kısmen
mimetik işlemleri içerir. Fakat Akıl hakkında ne söylenebilir? O, Bölüm II
(E2P40 ve skoliası)’nda, düşüncenin, her hangi bir nesneye evrensel olarak
uygulanan ve (hem parçalarda hem de bütünde aynı ölçüde bulunabilen
özelliklerin ideleri oldukları ölçüde) bütün insan zihninde ortak olan, ikili
anlamda ortak kavramlar tarafından
yönetildiği “ikinci tür bilgi” olarak, ortaya konmuştur. Açıkça, bu tür ‘ortak
kavramlar’ teorik oldukları kadar etik de olabilir (ya da her teorik aksiyom
etik bir değere sahip olabilir, aslında eylemin her evrensel geçerli kuralı
gerçek bir idea içermek durumundadır).30 Fakat akıl sorununun tekrar
ele alındığı E4P18S’e kadar böyle değildir. Burada bir ‘akıl’ ya da ‘akılcı eylem’
tanımının en belirgin programına sahip olduğumuz görülür. O (kutsal bir esin ya
da aşkın bir öz gibi daha düşük) bir yeti olarak değil, fakat her birey için,
kendi varoluşunu koruma Conatus’unu,
kendi uygun iyisinin (quod sui utile est)
bilgisine ve öteki insanlarla bir alışverişin
(commercium) zorunlu tesisine bağlayan,
karşılıklı implikasyonlar sistemi ya da yapısı olarak temsil edilmiştir. Bu
unsurların her biri zorunludur.
Spinozacı
‘akıl’ ikili olarak faydacıdır, fakat özgül bir anlamda. Her birey için erdemin
gerçek ilkesi olduğu ölçüde faydacı olmak, kendi varoluşunu korumak için
ihtiyaç duyduğu kendisi için kullanışlı olan şeyi aramaktır. Fakat bu temelde
iki taraflı (Spinoza’nın Teolojik-Politik
İnceleme’de üstü kapalı bir şekilde söylediği çok ilkel koşullardaki hariç)
bir bağımlılık açısından kavranmamalıdır. Bu yüzden Spinoza malların mübadelesi
ya da işbölümü gibi sorunlarla özellikle ilgilenmez.31 Geleksel deyişle, o “zorunlu yaşam” ve “iyi yaşam” ya da mükemellik
(Aristoteles’deki zén ve eu zén) sorunları arasında ayrım yapmaz.
Daha çok bilgi bu çabanın sonucu ve
koşuludur: E4P26 ve 27’de aklın onun içsel gücü olan bilgiden ayrılmazlığını
tekrar vurgular. Bu yüzden akıl yararlı, fakat araçsal değildir. O aynı zamanda
makul (reasonable) olmaksızın akılcı (rational) olamaz.
Akıl
sadece karşılıklı yararlı değil,
fakat aynı zamanda birbirinin güçlerini
karşılıklı kullanmayı buyurması -araçlar ve amaçlar arasındaki herhangi bir
‘kantçı’ çelişkiyi dikkate almaması- anlamında faydacıdır. Hiçbir şey bir insan
için diğer insandan daha yararlı değildir (homini
nihil homine utilus), hatta kendisi bile. Bu bize, tam da aynı metinde aklın
ilkelerinin açıklanmış olmasının nedenini anlatır, Spinoza aynı zamanda bir
topluluk inşasıyla ‘sanki’ tek bir Beden ve tek bir Zihin miş gibi kendini
korumanın bir gereklilik olduğunu gösterir. Bu bana kavramın güçlü bir anlamda
anlaşılması gerektiğini gösteriyor: herhangi bir biz için diğer insanları üst
düzeyde yararlı kılan şey sahip oldukları
ya da yaptıkları veya ürettikleri şey değil fakat oldukları şeydir (fakat elbette onlar temelde etkin bireyler ya da
‘nedenler’dir: böylece onlar yaparlar, üretirler ve sahip olurlar). Çünkü aynı
nedenle onlar için benim kendi yararlılığım (ve onlar tarafından kullanılmaya
hazırlıklı oluşum) doğrudan benim onların benim için yararlılığı algım yoluyla
ima edilmez (bu dostluk kavramıdır).
Karşılıklılık
düşüncesi E4P35’de (corollary ve skolialarıyla birlikte) tam anlamıyla
geliştirilmiştir: Akıl sadece ortak bir iyi arayışını ya da toplumsal yaşamda
ortak yararı (ya da genel anlamda “ticareti”
-commerce-) betimlemez, fakat o varoluşun korunmasından başka bir şey
olmayan bu sonucu üretir. Hatta biz, Bölüm V’de serimlenen bir içkin Zihinler
topluluğu beklentisiyle, toplumda bireylerin bu tür karşılıklı kullanımının
ortak kavramlar üretimi için (yeterli değilse de) zorunlu koşul olduğunu
önerebiliriz, örn., farklı akıllarda aynı biçimde kavranan upuygun fikirler.
Çünkü bu tür fikirler -bir dereceye kadar- ‘parçaları’ oldukları ‘bir ve aynı
zihin’ olan zihinleri gerektirir. Upuygun fikirler her birimize nedenleri
yoluyla duygulanımlarını bilmemize izin veren fikirlerdir ve bu yüzden
etkindirler. Onlar aynı zamanda bir çok farklı insanın aynı şekilde düşündüğü,
böylece farklı bireylerin kısmi bir
kimlik yarattığı fikirlerdir. Sonuç olarak birliğin bu türünü düşsel bir birlikle (ya da benzerlikle)
karşılaştırmak yoluyla biz, aklın, imgelemin gücünü sınırlayan ve aynı zamanda
onun (hem yapıcı hem yıkıcı) ikircikli etkilerini -kısaca “benzeş” ya da “alter ego” (ya da Komşu)
olarak Öteki imgesini ve daha sonra onu
memnun etme gereğini (E4P66S)- açıklayan özgül bir soyutlamadan kurtulduğunu
ileri sürebiliriz. Akıl’daki Öteki, kendi tekilliğine ya da farklılığına rağmen
yararlı olarak kavranmıştır, çünkü bu
tekillik genel insan doğası yasalarıyla ima edilmiştir (vazedilmiştir).32
Bunun sonucu olarak her bireyin niteliklerini (kendi kanaatleri, kendi yaşam
biçimi, ya da hatta kendi görünüşünü) dayanaklarına indirgeme diye bir sorun
yoktur. Bu uygunluk ve benzerlik arasındaki bütün farklılığı yaratan şey
‘dostluk’, ‘hırs’ ya da hatta ‘insanlık’tır (E4P37S1, E4P70). Fakat bu sonuçla
birlikte, biz aslında ‘İkinci’ olarak
değil fakat zaten tekilliklerin aslında
zorunlu olarak bildikleri ‘üçüncü tür bilgi’ olarak Aklı düşünürüz.
Bilginin
her türü, o zaman, bir topluluk kurumu ve bireyin korunması arasında zorunlu
bir bağlantı tesis etmek için özgül bir yol olarak düşünülebilir. Bana bu,
Spinoza’nın imgelem ve akılla ilgili argümanlarının bu şekilde okunuşunun
‘edilginlik’ ve ‘etkinlik’ kavramlarını açık kılmak için bize yardım edebilir
gibi görünüyor. İmgesel iletişim bireylerin, (özdeş ya da bağdaşmaz, ikiz
kardeşler ya da doğal düşmanlar oldukları) zıt yanılsamalar arasında
salınmayan, fakat benzerlik idesiyle kafaları karışmış ya da upuygun olmayan
idelerin hükmü altına girmiş olmalarını gerektirir. Akılcı iletişim bireylerin
birbirlerini daha çok müşterekleri olan farklı bireyler olarak bilmelerini
gerektirir. “Aklın rehberliği altında”, İnsanlar insan hısımlarının bir
başkasına indirgenemez olduklarını, her birinin Spinoza’nın, başka varlıklardan
daha fazla karşılıklı olarak uygun/elverişli olan sepesifik bir bir zeka (ingenium) dediği şeye sahip olduklarını
bilir. Her iki durumda da bireyötesilik bireyin varoluşunun bir koşulu olarak
vardır fakat antagonistik biçimlerde. Yine de, Spinoza’nın Bölüm IV (E4P59 ve
Skoliasınsa) ısrarla belirttiği gibi, aynı etkilerin çoğu hem etkin hem edilgin olarak elde edilebilir (Sivil toplumların
akılcı olmalarının nedeni, bazı
bireylerin edilgin ve diğerlerinin etkin olmaları ya da daha büyük bir
olasılıkla, her bireyin bir dereceye kadar edilgin ve bir dereceye kadar etkin
olmasının hem zorunlu hem de olası olmasıdır).
Bu
bireyötesiliğin tamamlanmış bir kalıp olmaktan çok aslında bir süreç olarak
düşünülmesi gerektiğini tekrar önermek demektir. Spinoza’yı gerçekte
ilgilendiren ve Etika’nın ikinci
yarısının nesnesi haline gelen şey, ayrı ‘hayatları’ betimlemek değildir. Fiilen
tek bir conatus vardır ve tek bir doğada
bireyin korunması sorunu vardır. Spinoza’ya göre upuygun olmayan fikirler asla
yok edilemezler (insan bireyinin çok daha güçlü bir çevre yoluyla artık duygulanmayacağı/etkilenmeyeceği;
bir saçmalık anlamına gelir). Bu yüzden imgelem her zaman onun aklının bir
parçası olarak kalır. Fakat upuygun fikirler, az gelişmiş olabilirler fakat
aynı anda her birey için İnsan Zihninin bir parçasıdırlar. Eğer upuygun
fikirler yoksa ve İnsanların “doğaları gereği’ neden oldukları eylemler yoksa,
kendi duygulanımları basitçe kendi yıkımlarına ya da ölümlerine yol açar. Somut
bir bireyötesilik kavramı, bu yüzden bireyler ya da bireylerin Zihinleri ve
Bedenlerinin parçaları arasındaki karşılıklı ilişkilerin imgelemden Akla, örn.,
daha azdan daha büyük eyleme gücüne, geçiş içinde düşünüldüklerini ima eder. Bu
Spinozanın kesin olarak, sivil toplumun kurucusunun bir özgür düşünce ve bilgi
etkinliği koşulu olduğunu açıkladığında önerdiği şeydir. Fakat elbette yeni bir
terminoloji -aslında ben öneriyorum- bu
koşulun dışsal olmadığını kanıtlayacaksa -başka deyişle, yeni tür bir bilginin,
aynı zamanda, doğası gereği, yeni tür bir topluluk olduğunu kanıtlayacaksa-
Spinoza’nın erdem yolunda bir ara adım olarak düşündüğü politika (özellikle
demokratik politika) görüşüne geniş ölçüde kabul gören bir şey ekleyecektir.
Ben bunu inandırıcı bulurum, ancak tamamen Etika’nın
metinlerinden giderek kanıtlanacağından emin değilim. Başka bir olasılık,
özellikle Etika’nın tamamlanmamış V.
bölümünü ele alırsak, eğer aporetik değilse, metin, böyle bir düşüncenin
güçlüklerinin sorgulanması olarak okunabilir. V. Bölüm, özellikle amor intellectualis Dei’de hem imgelerin büyük gücünü
hem de sevginin ve neşenin ve bireysel zihinleri kat eden ve gayri şahsi hale
gelen çok sayıda ‘ebedi’ idenin etkisini kapsamaya çalıştığı için, yeni
bir coincidentia oppositorum (tesadüfi zıtlık) ortaya koyar. Bu bakış açısından, o oldukça ilginçtir, örneğin E5P20’de
doğrudan entelektüel tanrı sevgisiyle ve olası en çok sayıda İnsanın düşgücüyle
duygulanımlarımızın upuygun bilgisi birleşir.
Sorun
bu yüzden en azından kısmen açık kalır. Daha ileri bir tartışmanın önemi,
Spinoza’yı, İnsan Nedir? sorusunu
soran öteki klasik filozoflarla karşılaştırma yoluyla ortaya konabilir. Özellikle
de, bu bağlamda, onun bakış açısına çok yakın olan fakat sonunda çok güçlü bir
biçimde ona karşı olan Leibniz ile.33
Spinoza
ve Leibniz, Descartes’ın düalizmiyle ve Hobbes’un materyalist atomculuğu ile aynı
ölçüde hoşnutsuzdurlar. Onlar her bireyin az ya da çok ‘güçlü’ ya da ‘kendine
yeterli’ hale gelmesine yol açan koşulları bizzat Doğa’dan çıkarsamaya
çalışırlar. Bu aynı zamanda bugün onları mükemmel olarak anlamada zorlanmamızın
nedenidir. 19. ve 20. yüzyıl tartışmaları bizi, güçlü bir bireysellik kavramının
ilkin ‘bireyci’ öğretilerin çerçevesi içinde ortaya çıkması gerektiğini
düşlemeye hazırladı. Fakat tarihsel olarak tam zıttı doğruydu: bu tür bir
kavram, standartlarımızın ‘bütüncü’ ya da derinlemesine ‘bireycilik-karşıtı’ göründüğü teorik temeller üzerinde geliştirilmişti.
Onların kavramı aynı anda insan bireyselliğini sınırlandırmaz: genel olarak bireyselliği örter/kapatır.34
Kritik sorun, İnsan varlığının tekilliği, “bireysel farklılıklar”ı evrensel
ontolojik bir sorun olarak, insanın bizzat parçası olduğu Doğa alanında sonsuz
olarak birçok düzeyle, sonsuz olarak birçok kipte ifade edilebilen ve bizzat
tecelli eden bir şey olarak tasarlamakla, paradoksal bir anlama biçimi olarak
sunuldu. Yine de böyle bir program birden fazla tarzda sürdürülebildi: bu
yüzden en ilginç olanı, kesin olarak iki farklı doğalcılık (naturalizm)
olgusudur, yeterince paradoksal olarak kendilerini ‘bireycilik’ten daha
‘bireyci’ olarak ortaya koydular.
Spinoza
ve Leibniz kuşkusuz temel olarak bizim içkin bakış açısı dediğimiz şeyi
paylaşırlar35: her birey, sadece, tüm kapasitelerini, uzayda ve
zamanda (Spinoza basitçe, quantum in se est, diye yazar) gerçekleştirmek
için bazen ‘güç’ (conatus), bazen ‘enerji’ (kudret), bazen ‘iştah/yatkınlık’(appetitus),
ya da bazen ‘arzu’ (cupiditas) olarak tasarlanabilen kendi içsel faaliyetinin etkisi
altında tekilleşebilir. Birey, Leibniz, onu ‘Monad’lar ya da ‘metafizik
noktalar’la nitelerken, Spinoza’nın kendi özleriyle nitelediği, dinamik bir güçtür.
Gördüğümüz gibi bu aynı zamanda radikal bir nominalizm biçimine (her birey
eşsizdir: Deleuze’un belirttiği gibi “ne kadar tür varsa o kadar birey vardır”)
ve onun karmaşık karakterini bastıran ve buna göre perspektifine parça ve bütün
karşıtlığını koyan bir bireysellik tanımına yol açar.
Biz
yine de bireysellik mantığındaki bu derin kavrayışın, çoğunlukla, bireyin
özgürlüğünü hesaba katma sorunu haline geldiğinde beklenmeyen paradokslar için
üstlenilmiş bir sorumluluk olduğunu biliriz. Açıkça güçlük şudur, bireylerarası
ilişkiler dolaysız olarak yeni üst bireysellikler inşa ediyorsa, parçaların
özerkliğinin, özellikle de bu ‘parçalar’ İnsan kişileri iseler, bütünüyle
kişinin kendini koruma amacının gereklerine ve çıkarlarına emilmiş olduğu
görülür.
‘Doğalcı’
ya da ‘içkin’ ortak bakış açısılarına rağmen, bu kesin olarak Leibniz’in
Spinozacılıkta itiraz edeceği şeydir. Spinoza’dan tamamen farklı olarak
Leibniz, İnsanın orijinal özgürlüğü gibi bir teolojik kavramı reddetmez: tersine
o bu özgürlüğün, orijinal günaha rağmen Kutsalın takdir ve inayeti ile tamamen bağdaşır
olmasını kanıtlamayı amaçlayan Hıristiyan ‘liberal’ geleneği izler.36
Spinoza’nın içkinlik olarak ilişki kavramı en iyi ‘bireyötesi’ terimiyle açıklanmıştır:
buna karşılık, ‘öznelerarasılık’, temelde tutkular ve eylemler değil fakat her
birinin açık ya da karmaşık biçimde kendi dünya algısına dahil olan bütün
ötekiler imgesine sahip olmayla sonuçlanan bütün
monadların temsili içerikleri arasında bir tekabüliyet sorunu olduğundan,
en iyi Leibniz’le uyuşan bir kavramdır. Şu söylenebilir, Leibniz için, bütün
bireysel algılar ancak aynı evrensel ufuk içinde ya da hatta ‘dünya’nın fiilen,
bütün bireylerin karşılıklı algılarının toplamından başka bir şey olmadığı farklı
perspektiflere kayıtlıdır. Bildiğimiz üzere, ‘önceden tesis edilmiş ahenk’
kavramı onun Öncedenbelirlenim ve İnayetin kabulüyle öznelerarasılık ve
öznelliği birleştirmesine yol açar. Bu görüş özgürlüğü ortadan kaldırmıyorsa,
yine de, ‘mükemmel bir dünya’ -en azından,
bizim kendimiz gibi, ‘mükemmel olduğu kadar mümkün’ bir dünya- yüzündendir, kendiliğinden mükemmel olan, kendi
içinde özgürlüğü içermelidir. Daha açık belirlersek, özgürlüğün sıfırdan
mutlağa ilerleyişi içinde dünya, özgürlüğün akla gelen tüm düzeylerini
içermelidir: başka deyişle, eğer sonsuz sayıdaki ‘varlık zinciri’ içinde
nispeten ‘daha az özgür’ ve özgür’ varlıklar verili olmasaydı “özgür” insanlar
gibi bir şey hiç varolamazdı. Fakat bu bütün
insanlar aynı ölçüde özgürdür (ya da hoş bir ‘eşitözgürlük’) anlamına
gelmez, her ne kadar insan bireyler arasındaki biçim benzerliği normal olarak
kendi aralarında bir özgürlük benzerliğini imlesede, Ayırtedilemezlik İlkesi, aynı ölçüde özgür iki insanın varolamayacağını
katı bir biçimde tanımlar ve En iyi İlkesi de, bu göreli eşitsizliğin
‘olası en iyi dünya’nın kuruluşu için zorunlu olduğunu ileri sürer. Leibniz’in
içkinlik kavramı bu yüzden temel olarak hiyerarşik ya da ‘dikey’dir.
Fakat
Parça ve Bütün karşılıklılığını okumanın başka bir yolu yok mu? Örneğin,
onu ‘birey’in başlangıç özgürlüğü ve
‘kolektif’ özgürlüğün (ya da kendi koşulları kolektif olduğu ölçüde özgürlüğün)
karşılıklı implikasyonunun bir ifadesi olarak okumak. Spinoza bunu özellikle
açık bir tarzda ortaya koyar gibidir. Onun iddiasına göre ‘deterministik’
(aslında nedensel) önermeler bireylerin evrensel bağlantısını ifade eder. Bunu
özgürlükle tamamen bağdaşmaz olarak, bu yüzden derin bir biçimde “anti hümanist”
tezler olarak mı düşünmeliyiz? Spinoza bizzat yanıtlar, o gerçek bir özgürlüğün
koşullarıyla değil, sadece özgürlüğün düşsel temsiliyle bağdaşmazdır. Spinoza
Arzu’yu (cupiditas) ‘insanın gerçek
özü” olarak ilan ettiğinde (ve onu erdemle
eşlediğinde), bireysel bencillik üzerine kötümser antropolojik bakışları
destekleme niyetinde değildir, onlara tamamen ahlaki altürist görüşlerle de
karşı çıkmaz. Onun yapmaya niyetlendiği şey, insan ruhunun (fluctuatio animi-ruhsal dalgalanma) tipik
duygulanımsal “salınımları”nın orijinal olarak her zaman hem gerçek hem düşsel
olan, birey-ötesi bir ilişki/temas içinde oluştuğunu göstermekti. Böylece
Spinoza’nın doğalcılığının amacı bizzat özgürlüğün ‘zorunlu hale geliş’ biçimini
tanımlamaktır37:bu sürecin gerçek ‘yasa’sı, bireysel özgürlüğün
fiilen kolektif gücü arttırmasıdır, kolektif özgürlüğün bireysel gücü artırması
gibi.
Bu
bizi iki sistemin uyuşmazlığına geri götürür. Bireysel farklılığı bir içkinlik farkı
olarak anlamanın başlangıç biçimlerinde bu uyuşmazlık önemsizdi fakat
indirgenemezdi, fakat sonunda hem metafizik hem de politik açıdan büyük bir
boşluğa yol açtı. Spinoza’nın felsefesinde bu, ifade özgürlüğünün oluşturucu
olacağı, daha genel olarak, bireyler arasındaki özgür iletişimin ve bireysel
kanaatlerin farklılığının bizzat Devlet için zorunlu bir varoluş koşulu olarak
görüleceği bir demokrasi inşasında kesinlikle tesadüf değil amaçtır.38 Bireylerin
ve topluluğun güçlerinin artışı arasında önceden-tesisedilmiş bir ahengin olamayacağı,
tabiidir. Onların anlaşmaları talihin kırılgan bir başarısı olmalı (örn.,
nadiren birlikte hareket ettiren ve kolayca etkisizleştiren nedenler…) Yine de onlar
hiçbir şekilde karşıtlar olarak ele alınamaz. Bu yüzden Matheron ve diğerleri, her
ne kadar Spinoza toplumu bir ‘Pazar’ olarak resmetmek için klasik metafizikçilerin
herhangi birinden daha yakın gelse de, -onun “Liberalizm”e çıkacak bir yolda
yürümediğini açıklamayı uygun bulurlar: belirli kuralları tesis etmeleri
koşuluyla, bireyin güçleri (potentiae)
fiili olarak (virtually) tamamlayıcıdır. Fakat bu tamamlama her zaman kendi
fiililikleri üzerinden yükselir: o inşa edilmelidir.
Leibniz’in
rakip bireysellik kavramı için bir ara söz, spinozacı öğretinin bazı can alıcı
sorunlarını en iyi şekilde anlamamıza yol açar. Monadologie’de olduğu kadar (Neo-Platonist bir esinin sindiği) Essais de Théodicée’de de amaç, açık bir
biçimde, sadece Ruhun Ölümsüzlüğü ve Nihai yargı günü dogmalarıyla uyuşmak için
değil, fakat aynı zamanda onları akılcı olarak anlamamıza izin verecek, kişisel
kimliğin Hıristiyan kavramlaştırması için bir felsefi dayanak sağlamaktır. Her
tekil birey İsa’nın Ruhsal birliği (ya da corpus mysticum) içinde Sonla
bütünleşmiş hale gelirken, Tanrıyla eşsiz bir ilişkiye sahip olmalıdır. Bu
mistik düşünceyi, Spinoza, bu mucizevi
dünyanın sınırlarını aşmakla ulaşılabilen bu sanal özerkliğin bir kurtuluş
olarak resmedilmesindeki Hıristiyan ve Yahudi inancını eleştirirken, aynı anda
belirgin güçlükleri olan fakat açıkça bireyin tekilliği ve onun kişisel özerkliğe ulaşma kapasitesini
kanıtlamayı amaçlayan mutluluk ve sonsuzluk (beatitudo ve aeternitas)
öğretisiyle karşı çıkmıştır.
Etik’in
V. bölümünde açıklanan öğreti dikkate değerdir (ve güçlüdür) çünkü (1) o
‘ebedi’ idesini kısmen olabilen bir
şey olarak önerir (E5P39 : Qui Corpus ad
plurima aptum habet, is Mentem habet, cujus maxima pars est aeterna / Birçok şeye yatkın bir bedeni olan birinin en büyük
parçası bengi olan bir anlığı vardır [AY, s.226] ); (2) Üçüncü tür bilgi (ve ona karşılık gelen entelektüel tanrı
sevgisi -Amor intellectualis Dei-), özgül bir bilinç ya da daha çok birinin
kişisel Bedeni ve onun duygulanımları sıfatıyla
güçlerinin nedensel bilgisine işaret eder; (3)
Bu bilginin “biçimi”, bireyde olanı, kesinlikle Tanrıda olduğu gibi, anlayan
fikirlerin ‘entelektüel düzeni’olarak tanımlanır. Bu yüzden o, her insan kavrayışı
içinde aynı şekilde kavranmıştır (ya
da farklı anlamalar ayrıştırılamazdır). Bu gerçekten de, metafizik bir bakış
açısından şaşırtıcı bir tesadüfi zıtlık’tır
(coincidentia oppositorum).
Yukarıda
ele alınan argümanlar temelinde şu yorumu önereceğim. Kuşkusuz, burada
bireyötesiliğe referans açık değildir. Daha çok Spinoza’nın bireyselliğin bireyötesi
bir gerçeklik olarak inşa edildiğini belirlediği, bireyselliğin daha büyük ya da daha üst
düzeyinin içerebileceği şeyi açıkladığı, karşılıklı bir hareketle sunduk.
Kısmi
ebediliğin varolduğunu söylemeyi, corpus mysticum’un (İsa’yla Ruhsal birlik) -sahip olduğumuz bedenimize upuygun
olmayan bir “Dünya” ya da “Bütün”ü aktarma düşü-’nün reddi olarak anlamak
gerekir. Bu aynı anda De intellectus emendatione’da ifade edilen
düşüncenin bir benzeridir. Biz her zaman bazı gerçek fikirlere sahibiz, aslında
her zaman mutluluğu (beatitudinem) deneyimleyebiliriz (E5P23S: sentimus
experimurque, nos aeternos esse /ebedi olduğumuzu hisseder ve yaşarız [AY, s.219]).
Bu yüzden ‘ebedi’nin, Gelecek Kurtuluş ya da Vaadedilen Ülke’yle hiçbir ilgisi
yoktur. Ebedilik, etkin olan ya da kendimizi korumamızın upuygun nedeni olan
fiili varoluşumuzun parçasının bir niteliğidir.
Bu
anlamda ‘ebedi’ olduğumuz ölçüde, eyleme ve varolma gücümüz ve düşünme ve anlama
gücümüz bir ve aynı şeydir. Bu etkinliğin, kendi bedenimizi çokluk olarak, onun
kendi çoklu doğal (örn., bizim birey-öncesi bakış açımızdan) nedenlerin bir
etkisi olarak, kavrayabilen varlığımızla ve aynı zamanda bireysellik
kavramını ‘sınırlandıran’ ya da
‘kısıtlayan’ aşkın düşünceleri bilinçle biçimlendirmemizle birlikte gitmesi
şaşırtıcı olmamalı: çünkü onlar örn., sonsuz (doğal) düşünce gücünün her
parçasında, kesinlikle aynı içeriğe sahip olduklarından dolayı, “özel olarak” sahiplenilemez.
Bölüm V’de önerilen öğretinin bu iki boyutu, açıkça tözün sıfatlarının her
birine (extensio and cogitation) işaret eder, bu Spinoza’nın
argümanının tutarlılığının tamamen onları özdeş/aynı
varlık olarak düşünme olasılığı üstüne dayandığını gösterir. Onlar elbette
‘ortak duyu’ya aykırı gelecektir. Bu, ortak duyunun bağımsızlık ve topluluğu,
karşıtlar olarak değil, tersine büyüyen ve gerçekleşen olarak düşleme
yetersizliği yüzünden olabilir. Biz aynı zamanda Spinoza’nın bu paradoksal
birlik aracılığıyla ifade etmeye çalıştığı şeyin bireyleşme ve bireyselleşme
arasında ortakduyusal-olmayan (ve metafizkisel-olmayan) bir ilişkinin düşüncesi
olduğunu önerebiliriz, ki burada ikincisi (bireyselleşme) öncekinin
(bireyleşmenin) önkoşulu haline gelir ve tersine çevrilemez. Buna göre, (hem
edilgin hem de etkin boyutları içinde, hem düşsel, hem akılcı ifadeleri içinde)
bireyötesilik, bu (her zaman neşeli olan) üstün bireysellik biçiminin kesinlikle
önkoşulu olarak kalır, fakat o aynı zamanda yeni bir üstün (örn., daha güçlü)
nitelikle donatılmış olur.
Çeviri:
hç.
(*) E. Balibar, Spinoza’dan yaptığı aktarmaları, orijinal dilinde (Latince) bırakıyor ve çevirmiyor. Türkçe’de, Spinoza’yı Sn. Aziz Yardımlı Latince karşılaştırmalı olarak çevirmiş (bu -her ne kadar ‘Türkçe karşılıklar’ konusunda sayın Yardımlı’yla anlaşmamız mümkün olmasa da- bizim şansımız ve sayın A. Yardımlı’ya minnet borçluyuz). Burada Balibar’ın aktramalarını aynen koruyup, Türkçe karşılıklarını A.Yardımlı çevirisinden, sadece sayfa numaralarını belirterek köşeli parantez içinde, -örn., ‘[AY. s…]’- verdim. (Spinoza, Törebilim, Çev. Aziz Yardımlı, İdea yay. 1996, İst).
Notlar
1.
Aynı akıl yürütme gerçekte bazı kavramları insanın özü olarak -ipsa hominis
essentia- tanımlayan Etika’nın öteki
önermelerine de uygulanabilir: bilhassa E4Df8 ve E4P20D (Per virtutem et
potentiam idem intelligo ; hic est (...) virtus, quatenus ad hominem
refertur, est ipsa hominis essentia seu natura, quatenus ...) (Erdem ve güç ile aynı şeyi anlıyorum; eş
deyişle (…) insan ile ilişkili olduğu sürece erdem insanın asıl özü ya da
doğasıdır… [A.Y. s.155]). Ontolojik olarak onlar özdeş gibi dikkate alınmalıdır.
Bu “gerçek tanım”ın tek bir sözel formülle kapatılamayacağı anlamına gelir.
Böyle bir eşdeğer önermeler dizisi açıktır. Fakat, Spinoza hiç şekilci olmadığı
için, onları ilgisiz bir biçimde verili bir bağlamda kullanmaz. Onların
ardışıklıklarının ortaya konması Etika’nın
yapısı boyunca önemli bir yer tutar.
2.”İnsan
nedir” gibi devasa bir soruya örtük bir referans, Spinoza’nın insanın hatırı ya
da yararı için tanrı tarafından yaratılmış olan dünya resmini reddettiği, Etika’nın 1. bölümünün Ek’inde her zaman
mevcuttur. ‘İnsanın doğadaki yeri’ne
dair bu batıl görüşün, kendilerini belirleyen nedenlerin cahilliğinin eşlik
ettiği İnsan’ın kendi iştahının bilinciyle tanımlanmış olması, hiç de tesadüfi
değildir. Aynı eleştirel pozisyon Spinoza’nın Bölüm 4’ün Giriş’inde etik bir
insan doğası “model”i (örneklemi) tartışmasından da kaynaklanır.
3.
Bu noktada daha fazla ayrınıtı için bkz. Balibar, “Etika’da ‘Bilinç/Vicdan’
üzerine bir not” Studia Spinozana 8 (1994),°, N Spinoza’s Psychology and
Social Psychology. “Bilinç”
sözcüğünü ilk Cambridge Platoncularından İngiliz yazar Ralph
Cudworth’un Hobbes ve ‘maddeciler’e
karşı yönelttiği The True Intellectual System of the Universe, adlı ve
1678’de yayımlanan incelemsinde
kullandığı görülür. Fakat elbette Locke
tarafından onun Essay on Human Understanding (1690)’de önerdiği anlam, özellikle Pierre Coste (1700)
tarafından Fransızcaya çevrildikten sonra, modern felsefede bir standart haline
geldi. Bkz. Catherine Glyn Davies: the idea of self-awareness in French
philosophical writing from Descartes to Diderot, The Voltaire Foundation,
Oxford 1990.
4.
Gerçekte böyle bir karşıtlık en iyi modern toplumbilimde Tönnies tarafından icat
edilen topluluk ve toplum (Gemeinschaft vs Gesellschaft) karşıtlığı olarak bilinir. Fakat uzun
dönemde başka bir formülasyon gelişti. Husserl (Cartesianische
Meditationen, 1929), doğrudan
Leibniz’e ve onun ‘monadoloji’sine referansla ‘öznelerarasılık’ sözcüğünü
ortaya koydu. Bu açıkça içselliğe (ego ve alter ego arasındaki birincil
tanıma ilişkisi yoluyla dolayımlanmış “gerçekte varolan”, “ortak” nesneler
dünyasıyla ilişkimize) öncelik vermeyi ifade eder. Başlangıç noktası Locke ve
Kant’la izlenebilen, yasayla oluşturulmuş yükümlülükler ve dışsal
kurumlar üzerinde yükselen gerçek sivil topluma ve her bir kişinin vicdanına
yerleşmiş bir ideal olarak duran ahlaki topluluğa karşıt, tamamen farklı ahlaki
ve hukuksal bir gelenek.
5.
cf. E. Balibar : Spinoza et la politique, Presses Universitaires de
France, Paris 1985 ; engl. Translation as Spinoza and Politics,
London : Verso : 1998 ; also : "Spinoza, l’anti-Orwell
- La crainte des masses", Les Temps Modernes 470, sept. 1985 ;
engl. transl. now reprinted in°, n Masses,
Classes, Ideas, Routledge, New York, 1993).
6.
Son derece coşkulu kitabı L’anomalia selvaggia’da (L’anomalie
sauvage, Puissance et pouvoir chez Spinoza, Paris : P.U.F. 1982 –
Türkçesi: Yaban Kuraldışılık, çev.
Eylem Canaslan, otonom yayıncılık, ist, 2005), Antonio Negri özellikle, II.
bölümün başlangıcından sonra (substantia formam hominis non constituit, E2P10
–töz insanın biçimini oluşturmaz –A.Y.s62) dikkatini sonsuz çokuklara ve kiplere aktaran Spinoza tarafından,
artık töz teriminin kullanılmadığı olgusunu değelendirir. Kipler (değişkeler) tözden kurtulmuş gibi görünüyor. Spinoza’nın
(politikası olduğu gibi) ontolojisi de, böylece birlikten çok, çokluk olarak doğa üzerine merkezileşmiş
bir hal alır. Ancak bana öyle geliyor ki, töz kavramının doğru bir biçimde yeni
Spinozacı anlamıyla anlaşılmasını
sağlayan iki bakış açısı tamamen karşılıklıdır, ve birey tartışmasında kararlı
hale gelen kesinlikle bu karşılıklılıktır.
7.
Birey’le ben bireylerin gerçekte başka bireyleri oluşturan çevreden ayrılmış hale geldiklerini
kastediyorum; Bireyleşmeyle ise, her bireyin biricik/eşsiz oluşunu, ya da
bireylerin öyle asla ‘ayırt edilemez’ bir şey olarak var olamayacağını kastediyorum
(fiziksel bir gereklilik olduğu için Spinoza tarafından ve mantıksal biri olduğu
için Leibniz tarafından paylaşılan bir fikir).
8.
Bu, bugünlerde anlamakta zorluk çektiğimiz Liebniz ve Spinoza’da ortak olan ve
bize yol gösteren başka bir fikirdir: her iki durumda da bireyin inşası,
zorunlu olarak onun başka bireylerle ilişkili oluşunu hesaba katmak, ve bunun
sonucu olarak özerklik düzeyinin değerlendirmesini yapmak zorundadır. Spinoza
ve Leibniz her biri kendi tarzında,
aslına bakılırsa bireylerin karşılıklı bağımsızlığı ve karşılıklı etkileşimi
kavramına sahip olmadan güçlü bir tekillik kavramına sahip olmanın imkânsız
olduğunu keşfettiler. Leibnizci ya da Spinozacı teoriler başından itibaren
tekilliklerin bir ‘ağ’ ya da bir ‘sistem’ kuran karşılıklı bağımlı olduklarını
ima eder. Biz, bu öğretilerin gerçek “düşünce nesnesi”nin, gerçekte klasik uç
noktalar (bütün ve öge ya da parça) kadar değil, fakat çokluk ve birliğin karşılıklı bakış açıları ve bu tür
“bütün” ve “parça” gibi kavramların göreli karakteri olduğu sonucuna
varabiliriz. Bkz.Yvon Belaval, "Sur le simple et le composé", in his Etudes
leibniziennes, Paris : Gallimard, 1976. Kendi vardığım sonuçla ilgili
olarak bu karşılaştırmaya döneceğim.
9.
Gilbert Simondon, L’individuation psychique et collective à la lumière des
notions de Forme, Information, Potentiel et Métastabilité, Paris: Editions
Aubier 1989. Kitap 50’lerin sonlarında yazıldı, fakat -galiba zamanında onun
düşüncelerinin oldukça garip karşılanması yüzünden- sadece ön hazırlıklarıyla
ilgili birinci bölüm 1964’de yayımlandı. Çok daha ilginç olan ikinci bölüm ancak
yazarın ölümünden sonra çıkarıldı. Bkz. Simondon: Une pensée de
l’individuation et de la technique, edited by G. Châtelet, Bibliothèque du
Collège international de philosophie, Paris : Albin Michel 1994.
10.
Gerçekte daha önce yazılan Prigogine’nin “Yutucu yapılar” ("dissipative
structures") teorisinin gelişimi tamamen farklı bir kavramsal görünüme
açılır.
11.
Spinoza’yı, "What is ’Man’ in 17th Century Philosophy ? Subject,
Individual, Citizen", in The Individual in political Theory and
Practice, edited by Janet Coleman, European Science Foundation/Oxford
University Press 1996, çalışmamda bir bireyötesilik teorisyeni olarak
tanımlamaya çalışmıştım. Modern felsefede başka -sadece Leibniz ve Hegel’de
değil fakat aynı zamanda Freud ve Marx’ta- bireyötesilik kavramları vardır. Kojéve
sözcüğü zaman zaman Hegel’e referansla
kullandı, ve hepsinden öte Lacan onu Freudcü bilinçdışının ne bir birey ‘yetisi’ ne de ‘kolektif’ bir ilkörnekler sistemi olduğu
düşüncesini ifade etmek için ödünç aldı. Fakat her ikisi de sözcüğü farklı bir
tarzda anladı:ortak bir öğreti söz konusu olamadı.
12.
Kitap (ya da bölüm) V’i, son bir açıklama için, bilinen zorluklarıyla birlikte
ayrı tuttum.
13.
Spinoza’nın neden terimini
kullanımında çarpıcı olan, onun her zaman onu göreli değil mutlak anlamda ele almasıdır: şeyler X’in (için) nedeni
değil, kendi içlerinde nedendirler. Onlar neden olamazlar. Tersine, bir neden kavramı biçimsel bir ilişki olarak
(y, ya da x R y) her zaman olumsal (şöyle à R: verili şeylerin kendilerini nedensellik
ilişkisi içinde buldukları x durumu, ya da değil) bir fikri içerir. Fakat sonuç
olarak gerçekte şeyler zorunlu olarak
ilişki içindedirler: onlar dolaysız olarak bazı etki(lere) neden olur
ve bazı neden(leri) etkiler(ler).
Apaçık tek istisna bizzat kendinde neden
(causa sui) olan Tözdür. O açık bir istisnadır çünkü, töz olduğu ölçüde nedenler
bütünü olarak kavranmıştır, ve aynı zamanda etkiler bütünü olarak görünür. Klasik
nedensellik anlayışı bakımından, Spinoza, -bir durumda her şeyin bir neden olduğu, başka bir durumda hiçbir şeyin
bir neden olduğu- bir çok benzerliklere sahip olmasıyla Wittgenstein’ın Tractatus
logico-philosophicus’daki konuma
kesinlikle tam karşı bir konumu işgal eder.
14.
Spinoza’nın E5P6D’de gönderme yaptığı E1P28 ve 29’u şöyle özetlemesi özellikle
dikkat çekicidir: Mens res omnes
necessarias esse intelligit, et infinito causarum nexu determinari ad
existendum et operandum/Anlık tüm şeyleri zorunlu olarak ve sonsuz bir
nedenler bağlantısı tarafından varoluş ve eyleme belirlenmiş olarak anlar [AY, s.210].
15.
Bir kez daha, bu, özellikle şansın klasik tanımının “ilişkisiz bir neden
zincirinin kesilmesi” olarak resmedilme biçimindeki olumsallığın reddiyle
tamamen tutarlıdır (Cournot). Hiçbir neden zinciri ilişkisiz (ilişkilendirilmemiş)
olamaz. Bu aynı zamanda Spinoza’nın tözsel boşluk
kavramını mutlak olarak reddetmesinin de nedenidir: E1P15S’de açıklandığı gibi,
bir boşluğa herhangi bir giriş, bu anlamda gerekli bağlantıyla bağdaşmazdır. Birçok
yorumcu antik ya da modern fizik modellerini bu kavramlaştırma için uygun
bulmuştur (örneğin Gueroult, Huygens tarafından yaratılan salınımlar
teorisinde, Bennett alanlar teorisinde, ikisinde de parçacıklardan sezgi
dalgalarına geçiş ortaktır). Bana
Simondon’un teknolojik analojisi en iyisi gibi görünüyor (Her ne kadar Spinoza’nın
bir yorumu olarak tasarlanmamış olsa da): Le terme de modulation (...)
désigne l’opération s’accomplissant dans un relai amplificateur à nombre infini
d’états, comme, par exemple, un tube à cathode chaude (...) ou un transistor.
C’est l’opération par laquelle un signal de faible énergie, comme celui qu’on
envoie sur la grille de commande d’une triode, actualise avec un certain nombre
de degrés possibles l’énergie potentielle représentée par le circuit anodique
et l’effecteur qui est la charge extérieure de ce circuit (cit. p. 36-37).
16.
Res particulares nihil sunt, nisi Dei attributorum affectiones, sive modi,
quibus Dei attributa certo et determinato modo exprimuntur. /Bireysel şeyler
Tanrının yüklemlerinin o yüklemleri pekin ve belirli bir yolda anlatan
değişkilerinden ya da kiplerinden başka bir şey değildir [A.Y. s.41].
18.
Spinoza’nın eadem ad invicem motus et quietis ratio (tutalı bir hareket ve
sükun oranı) formülüne yakınlığı,
Kartezyen hareketin korunumu yasasını (Dieu a créé la matière avec le
mouvement et le repos, et conserve maintenant en l’univers, par son concours
ordinaire, autant de mouvement et de repos qu’il en a mis en le créant), ve Descartes’ın İlkeler’ini kendisinin
ele alışını tanıtması şeklinde, kapsamlı bir biçimde tartışılmıştır. Aristoteles’in
Fizik’indeki II. kitabın ‘doğal’ ve ‘yapay’ varlıklar arasındaki farkla ilgili
açılış cümlelerine örtük bir referans bekli pek göze çarpmamış olabilir: “hepsini
(örn., doğal varlıkları) karakterize eden ortak özellik hareket ve sükun
ilkesine kendi içlerinde sahip oldukları şeklinde görünür…”(192b). Hareket ve
sükun tanımları değişmiş ve ‘ilke’ (arke) bir rasyo haline
gelmiştir, fakat ima açıktır. Bu bütünüyle daha önemlidir, çünkü Aristoteles, Spinoza’nın
bireysel özün Conatus’unu kendini-koruma olarak tanımlamasıyla
karşılaştırılması gereken bu ‘ilke’yi doğal ya da içkin “değişime yönelme
eğilimi” (hormè metabolès emphutos) olarak açıklamayı sürdürür. Bir kez daha, Spinoza’nın kendi ontolojisi
gibi, fiziği de, ne Aristotelesci ne de Kartezyen olarak görünür. Bu ayrı bir
tartışmayı gerektirir.
19.
Bununla, Guerould gibi Jonathan
Bennett’in de (“A Study of Spinoza’s Ethics”, Cambridge 1984, chap. 4
and 5) kabul ettikleri gibi, Spinoza’nın biri ‘Fizik’, biri ‘metafizik’ olmak
üzere iki farklı öğreti ya da teoriye sahip olduğunu kastetmiyorum. Tam
tersine, Spinoza’nın ‘Fizik’i, öz nitelikler (attributes) tanımına göre, upuygun olarak ontolojisini ifade eder.
20.
Burada ciddi bir itiraz doğabilir: ben Spinoza’nın bireyin kendi biçimini
muhafaza etmesi açıklamasına müdahale eden üç işlemden sadece birini
tanımlıyorum, diğer ikisi (1) dışsal nedenlerin etkisi altında (başka biriyle
telafi edilen) kısmi bir hareketin değişimi, ve (2) değişmez bir hareket ve sükunu terk eden
oluşturucu parçaların boyutlarının değişimidir. Spinoza’nın olasılıkla farklı
bir fizyolojik fenomeni düşündüğünü bir yana bırakırsak, üç işlemin de sadece
farklı dillerde ya da farklı imgeler aracılığıyla ifade edilen bir ve aynı şey
olduğu (başlı başına tartışılması gereken) varsayımını ileri sürüyorum. İlki
(Epikür’ün fiziğinden gelen ‘içeri ve dışarı akışlar’ fikri olarak) atomistik
ya da parçaçıkla ilgilidir. Fakat sanırım Spinoza’nın temel düşüncesi parçaçcık
ve salınım bakış açılarının karşıtlığının ötesindedir (ya da bitişiğinde):
“bileşen parçalar” maddi zerreler olarak düşlenmiştir, fakat aynı zamanda, aynı
anda maddi de olan, kısmi hareketler olarak; hareketler aslında yer
“değiştirmeler” ya da “paylaşmalar” olabilir. Elbette bütün açıklama aslında
metaforik olarak ele alınmıştır.
21.
Sözlü sunumumda “virtüel”i eklemeksizin bir “dağılma”dan (“decomposition”) söz
ettim. Bu Prof. Michiel Kayzer’in şu soruyu sormasına yol açtı: “peki bireyler dağılmış
olmayı istemezlerse?” Çok davetkâr bir soru 1) çünkü o fiziksel/bedensel
probleminin derhal etiği ithal ettiğini açığa çıkarır (ki bütünüyle
katılıyorum), 2) çünkü o Spinoza’da
“sanal/fiili”(virtual) ve “gerçek/fiili” (actual) varoluşla ilgili temel
bir güçlüğü ortaya koyar. Bu bana
sanallığın (virtuality) geçerli bir Spinozacı kavram olarak kabul edilmesi
gerektiği, fakat ne olasılık ne de kurguyla eşanlamlı olmadığı şeklinde
görünüyor. Bu kabul edilen bakış açısı sorunudur, fakat (Spinoza’nın onun
idesinin Tanrıda olduğunu söylerken ifade ettiği) bu bakış açısı gerçek ya da
nesneldir. “İnsan bedeninin parçaları” hem kendi özüne ait olmaları bakış
açısından ve hem de bireysel olarak ya da ayrı olarak dış nesnelerle ilgili
oldukları kadar farklı bir bakış açısından düşünülmelidir. Gerçekliğe tekabül
eden şeyin -bir kez daha etkinlik ve edilginliğe karşılık gelen- bu iki varoluş
kipi arasında kararsız bir denge olduğunu öneriyorum. Sorun bu yüzden böyle bir
dengenin pratik olarak nasıl evrilmiş hale geldiğidir. Dolayısıyla etik ithal
eder: değişmez bir bileşimle, yok edilemez birimler haline gelmek doğal
bireylerin gücü dahilinde değildir, fakat parçaların uyuşmasının güvenceye
alındığı hatta güçlendirildiği koşulları aramak onların gücü (örn., özü)
dahilindedir. Bireylerin istediği şey: dağılmak/ayrışmak olamaz; fiilen elde ettikleri şey en iyi durumda: sanal
bir dağılmanın gerçek olmasını bir süre için önlemektir.
22.
Tractatus politicus, VII, 25 ; VIII, 3. bu formülasyonu (ad
multitudinem redire) "Spinoza, l’anti-Orwell" adlı (yukarıda sözü edilen) makalemde
tartıştım. Spinoza’nın Devlet’i inşa
edişinin, tehlikeli bir çokluğun, esas olarak kendisi için tehlikeli olan,
kalıcı bir dağılıp/ayrışma (decomposition) ve yeniden kompoze olma (recomposition) sürecini içerdiğini göstermeye çalıştım.
23.
Bölüm IV’ün tek aksiyomu ansızın E5P37S’de nitelikli bir hal alır (Partis
Quartae Axioma res singulares respicit, quatenus cum relatione ad certum tempus
et locum considerantur ; de quo neminem dubitare credo/Dördüncü Bölümün
Beliti belli bir zaman ve yer ile ilişkili olarak görüldükleri ölçüde tekil
şeylerle ilgilidir, ki bundan hiç kimsenin kuşku duymayacağına inanıyorum [AY, s.225]). Önerdiğim argüman sadece
Bireyötesi bakış açısının hâlâ V. Bölüm’deki, Üçüncü Bilgi Türü ve akledilebilir
tanrı sevgisi (amor intellectualis Dei) teorisinin temelinde
yattığını düşünmemin nedeni açıklar. Bunun, (aynen Matheron, Negri ve
diğerlerinin yaptığı gibi) ‘politik’ metinleri Etika ile birlikte izah
etmek üzere ele almadıkça ve Spinoza’nın sonsuzluk (aeternitas) gibi
terimleri tek anlamlı bir tarzda kullanmasını kabul etmedikçe, tam bir kanıt
olmadığını kabul ediyorum. Bkz., özellikle, bir kanaatler çeşitliliğinin ve
kurumlaşmış bir temsili sistemin var olduğu kolektif politik bedenlerin sanal olarak “sonsuz” olduğu fikri (Tractatus
politicus, VIII, 3 : concilia contra aeterna).
24.
Bu, Simondon’la bir karşılaştırmanın oldukça uyarıcı olarak kanıtladığı şeydir.
Onun anahtar fikri, herhangi bir bireyleşmenin, bireyin “çevreden
ayrılmalar/uzaklaşmalar” ya da ardışık “yapılanmalar” aracılığıyla meydana
geldiği birey-öncesi gizilgüce
(potatial) dair, yarı kararlı bir dengeye bağımlı kaldığı fikridir. Bu yüzden
bir bireyin varoluşu her zaman “problematik” ya da gerilimlidir. Bireylerin,
kolektifler inşasında daha büyük bir bireyselleşme düzeyini arayarak halletmeye
(ya da anlamaya) çalıştığı bu gerilimdir. Fakat canlı, yaşayan bir kolektif
asla basit bir kümelenme, toplanma ya da tersine varoluş-öncesi bireylerin bir
kaynaşması değildir: bireyin problemi çözmesinin dinamik bir yolu ya da
(Simondon’un aynı zamanda “tinsellik” dediği) bir kültür olması gerekir. O
yüzden kendilerini, aklın bireylere ne “içsel” ne de “dışsal” olarak görüneceği
yeni, üstün, bir yarı kararlı varlıklar olarak bütünleşmek için (duygusal
desenler içinde, başka şeyler arasında, oluşan) birey-öncesi düzeye geri dönmek
gerekir. Il passe dans l’individu du pré-individuel, qui est à la fois
milieu et individu : c’est à partir de cela, de ce non-résolu, de cette
charge de réalité encore non-individuée, que l’homme cherche son semblable pour
faire un groupe dans lequel il trouvera la présence par une seconde
individuation ... (cit., p. 192).
25.
Bu bölümdeki tartışma neredeyse tamamen “fisiksel/bedensel” terimlerle, daha
doğrusu bireylerin öncelikle bedenler
oldukları düşüncesiyle yürütülmüştür. Bu aynı zamanda Spinoza tarafından
izlenen bir düzendir. Elbette aynı fikrin, örn., bireyler zihinlerde oldukları
ölçüde, düşünüp taşınma (cogitation)
sıfatıyla nasıl olup da ifade edilebileceği merak edilebilir. Benim (tekrar,
daha öte bir sorgulamaya gitmeden kabul edilir olmayan) önerim, bu zihinsel
karşılığın (muadilin) bir fikir
teorisinin fikirleriyle
kanıtlandığıdır: Etika’da sadece beden fikirleri olarak ruh ve kümlenmiş bireyin genel tanımıyla
doğrudan birleşen II. Bölümde ortaya çıkan bir ifade. Bölüm III, IV ve V’de fikir fikirleri, Spinoza’nın zihine
bakış noktasını beden duygulanımları fikirlerinin bir tümleşiği olarak kabul
ettiği ve onların bağlantıları (ya da dönüşümleri) için çeşitli kipleşmeleri
tanımladığı zaman örtük hale gelir. Unutmayalım ki, “zihinsel/ruhsal”(mental)
terimindeki uygunluk (convenientiae), sadece “nesnel” (evrensel) içeriklerini değil fakat aynı zamanda
düşünce kipleri olarak “biçimsel” oluşlarını düşünürsek genel kavramlarla
(notiones communes)eşanlamlıdır.
26.
Bu yeniden inşada, onun Freudcu
çalışmasından tümüyle yararlanan fakat her iki yazar arasındaki ayrılıkları çok
dikkatli bir biçimde vurgulayan Michéle Bertrand’ın Spinoza et l’imaginaire,
Paris : P.U.F. 1983’ den çok yararlı fikirler çıkarsadım.
27.
Bu müphemlik özellikle E3P32 ve Skoliasında net bir tarzda açıklanmıştır: ex
eadem naturae humanae proprietate,ex qua sequitur, homines esse misericordes,
sequi etiam, eosdem esse invidos et ambitiosos/deneyime başvuracak olursak,
onun da özellikle yaşamımızın ilk yıllarını göz önüne aldığımızda bize bunları
öğrettiğini bulacağız [AY, s.120]).Bu
yüzden, imgelemde yaşadığımız ölçüde, bir anlamda hep çocuk kaldığımız
sonucuna varılabilir. Ahlakçı geleneğin tersine, Spinoza, bizzat nefret etme
olasılığı gibi bir olgunun farkında olmuştur (Augustinci geleneğin Tanrı
adına -örn., Pascal’ın- taleplerinin tam olarak [farkında-çn] olduğu gibi). Bu,
sadece eğer gerçek ve düşsel Öteki, herhangi bir “kendilik bilinci”nde her
zaman zaten içeriliyse anlaşılabilir.
28.
Spinoza’nın özellikle, kökleri kısmi
bir zihin ya da bir beden imgesi
içinde, öteki insanlarda olan bu birlik sürecini kısıtlamanın güçlüğüyle (fakat
aynı zamanda etik bir zorunlulukla) ilgilenmiş olduğu görülür: bir yandan, hayvanlarla tanımlanma (zoophilia and
zoophobia), öte yandan ya bir hayırsever ya da kötü niyetli (“kıskanç”) bir
figür olarak insanbiçimci Tanrı fikri,
iki ortak ‘aşırılık/fazlalık’ ya da ‘karışıklık’ı olan bir varlık. Bu, bölüm
V’de onun, birinin kendi (ya da özgü) bedeni ve onun fiili gizilgücünün nedensel anlayışı dediği gerçekten çok önemli bir yönü
olabilir.
29.
Bkz. E3P43, 46’ya dek, özellikle ‘sınıf’ ve ‘ulus’ kimlikleri açıklanmıştır:
E4P32, 34’e kadar ve E4P37D2’de sivil toplumun oluşumu, her birey imgesinin
kendini korumasıyla bağdaştıramadığı farklılık
korkusuyla açıklanmıştır. Bu önermeleri daha ayrıntılı biçimde Spinoza
et la politique, cit., p. 93 sv.’de tartıştım.
30.
Burada, uygunluğu olan genel kavramlarla ilgili yukarıda
önerdiğim şeyi hatırlayalım.
31.
Levi-Strauss’un ünlü üçlü bölünmesini ödünç alırsak, Spinoza’nın (Etika’da) malların dolaşımıyla gerçekten ilgilenmediği (yine de bkz
E4App 27’den 29’a kadar) fakat daha çok Kadınların (ya da daha iyisi cinsel aşk
nesnelerinin) dolaşımıyla ve Sözcüklerin
ya da daha genel olarak İşaretlerin dolaşımıyla ilgilendiği söylenebilir (Fakat
kuşkusuz, dilsel iletişimin gelişmiş bir analizi sadece Theologico-political
Treatise’de bulunabilir).
32.
Etika’da Spinoza’nın kendi Akıl
teorisinin bu implikasyonunu açıklıkla yorumladığını bildiğim tek yer çok özgül
ve gerçekten türeyimsel bir örneğe dayanır: “insan doğasına en uygun” varlık
olarak kadının verildiği ve Adem’in
öyküsünü yorumlarken hayvanlar ve insanların düşsel benzerlikleriyle çelişkiye
düşüldüğü bu örnek, E4P68S’dedir.
33.
Burada, daha önce bahsettiğim benim "What is ’Man’ in 17th Century
Philosophy : Subject, Individual, Citizen", çalışmamdaki bazı
fikirleri özetledim.
35.
Bu fikir iki kitabında da Deleuze tarafından büyük bir ustalıkla
sergilenmiştir: Spinoza et le problème de l’expression, Paris :
Editions de Minuit, 1968 ; Le Pli : Leibniz et le baroque,
ibid., 1988
36.
Bu gösteriyi Leibniz (birçok açıdan Spinoza’nın örtük bir eleştirisi de olan) son
yayınlanmış kendi büyük eserine -the Essais de Théodicée (1710)-
adamıştır
38. Bu tezler büyük bir açıklıkla Tractatus
Theologico-Politicus’da ifade
edildi, fakat Tractatus Politicus’da basılı değildir. Bkz. benim Spinoza
et la politique, cit.