5 Temmuz 2023 Çarşamba

Ontogenez Sorununun Konumu

 

 PARRHESIA NUMBER 7 • 2009 • 4–16

 

Gilbert Simondon

Translated by Gregory Flanders1

 

Bir birey olarak varlığın gerçekliğine iki şekilde yaklaşılabilir: ya varlığa birliği içinde tutarlı, kendinde verili, kendi üzerine kurulmuş, yaratılmamış, olmadığı şeye karşı dirençli olarak kabul edildiği tözcü bir yolla; veya bireyin biçim ve maddenin bir araya gelmesiyle yaratıldığı kabul edilen hilomorfik bir yolla. Tözcülüğün benmerkezci monizmi, hilomorfik şemanın iki kutupluluğuna karşıdır. Bununla birlikte, bireyin gerçekliğine yönelik bu iki yaklaşımın ortak bir yanı vardır: her ikisi de, bireyleşmeden önce gelen, bu bireyleşmeyi açıklamak, üretmek ve yürütmek için kullanılabilecek bir bireyleşme ilkesinin varlığını varsayar. Oluşturulan ve verili bireyden başlayarak, onun varoluş koşullarına geri çekilmeye çalışılır. Bireyleşme problemini -bireylerin varlığının gözleminden yola çıkarak- bu şekilde ortaya koyma biçimi, incelenmesi gereken bir varsayımı gizler, çünkü önerilen çözümler için önemli bir yön içerir ve bireyleşme ilkesi arayışına kayar. İlginç gerçeklik, açıklanması gereken gerçek, oluşturulmuş bir birey olarak bireydir. Bireyleşme ilkesi, bireyleşmiş bir gerçekliğin görünümünün bağıntılı olabilecek diğer yönleriyle zorunlu bir ilişki olmaksızın, bireyin özelliklerini açıklamaya muktedir bir ilke olarak aranacaktır. Böyle bir araştırma perspektifi, oluşturulmuş bireye ontolojik bir ayrıcalık verir. Bu nedenle, gerçek bir ontogenez üretmeme, yani bireyi, içinde bireyleşmenin meydana geldiği gerçeklik sistemine yerleştirmeme riskini taşır.

Bireyleşme ilkesi arayışında öne sürülen şey, bireyleşmenin bir ilkesi olduğudur. Tam da bu ilke kavramı içinde, bir kez oluştuğunda sahip olacağı özelliklerle birlikte oluşan bireyselliği önceden şekillendiren belli bir özellik vardır. Bireyleşme ilkesi kavramı, bir bakıma, diğer yöndeki bir oluşumdan, tersine çevrilmiş bir ontogenezden doğar: bireyin oluşumunu tanımlayıcı özellikleriyle açıklayabilmek için, bireyin neden birey olduğunu açıklayacak şeyi içeren ve onun varoluşunu açıklayacak olan bir ilk terimin, ilkenin varlığını varsaymak gerekir. Bununla birlikte, ontogenezin ilk koşulu olarak bir ilk terime sahip olabileceği gösterilmeye devam edecektir: bir terim zaten bir bireydir veya her halükarda bireyleştirilebilir bir şeydir ve bu bir ecceity (bu'luk, özgünlük) kaynağı olabilir ve kendisini birden fazla ecceite'ye dönüştürebilir.  Bir ilişkinin temeli olarak hizmet edebilecek her şey, ister atom, ister dış ve bölünmez bir parçacık, prima materia veya biçim olsun, bireyle aynı varlık kipine sahiptir. Bir atom, diğer atomlarla clinamen aracılığıyla ilişkiye girebilir. Böylece o, sonsuz boşluk ve sonu olmayan oluş yoluyla yaşayabilir ya da yaşayamaz bir birey oluşturur. Madde bir biçim alabilir ve bu biçim-madde ilişkisi içinde ontogenez yatar. Atomun, maddenin ya da biçimin doğasında bir bu’luk (ecceity) yoksa, bu gerçeklikler içinde bir bireyleşme ilkesi bulmanın imkânı olmayacaktır. Bireyleşme ilkesini, bireyleşmeden önce gelen bir gerçeklikte aramak, bireyleşmeyi yalnızca ontogenez olarak düşünmek anlamına gelir.2 Bireyleşme ilkesi bu nedenle bir bu’luk (ecceity) kaynağıdır. Aslında, hem atomcu tözcülük hem de hilomorfik doktrin, ontogenezin kendisini doğrudan tanımlamaktan kaçınır; atomculuk, yalnızca istikrarsız ve geçici bir birliğe sahip olan canlı beden gibi oluşan şeylerin oluşumunu tanımlar, rastlantısal bir karşılaşmadan doğar ve onu bileşik birliğine bağlayan birleştirici kuvvet, daha büyük bir kuvvet tarafından alt edildiğinde yeniden öğelerine ayrılır. Bileşik bireyin bireyleşme ilkesi olarak kabul edilebilecek bağlayıcı kuvvetler, ezelden beri var olan ve gerçek bireyler olan temel parçacıkların yapısına yerleştirilir. Atomculukta, bireyleşme ilkesi, tam da atomların sonsuzluğunun varoluşudur: düşüncenin onun doğasını kavramaya çalıştığı anda o her zaman zaten oradadır. Bireyleşme bir olgudur: her atom için, bireyleşme kendi verili varoluşudur ve her bileşim için, bireyleşme, tesadüfi bir karşılaşma sayesinde olduğu gibi -bir bileşim- olduğu gerçeğidir.

Hilomorfik şemaya göre, aksine, kişi maddeyi ve sunolon3 olacak biçimi düşündüğü anda bireyleşmiş varlık zaten verili değildir. Biz ontogeneze tanık olmayız çünkü kendimizi her zaman biçim almanın, yani ontogenezin önüne yerleştiririz. Bu nedenle bireyleşme ilkesi, bir işlem olarak bireyleşmenin kendisinde değil, bu işlemin var olmak için ihtiyaç duyduğu şeyde, yani bir madde ve bir biçimde kavranır. İlkenin ya maddede ya da biçimde kapsandığı varsayılır, çünkü bireyleşme işleminin ilkenin kendisini sağlayamayacağı, yalnızca onu çalıştırmaya [mettre en oeuvre] yeteceği düşünülür. Bireyleşme ilkesi arayışı, birey modelinin fiziksel (tözcü atomculuk için) veya teknolojik ve yaşamsal (hilomorfik şema için) olmasına bağlı olarak, ya bireyleşmeden önce ya da sonra gerçekleşir. Ancak her iki durumda da bireyleşmenin işleyişini maskeleyen karanlık bir bölge vardır. Bu işlem, açıklamanın bulunması gereken bir şey olarak değil, açıklanacak bir şey olarak kabul edilir - bireyleşme ilkesi kavramı buradan gelir. İşlem, açıklanması gereken bir şey olarak kabul edilir çünkü düşünce, bu işlemden sonra bireye gelebilmek için bireyleşme evresinden geçerek anlaşılması gereken tamamlanmış bireye yönelme eğilimindedir.  Bu nedenle, zamansal bir ardışıklığın var olduğu varsayımı vardır: önce bireyleşme ilkesi vardır, sonra bu ilke bir bireyleşme işlemi üstlenir ve en sonunda oluşan birey ortaya çıkar. Oysa, bireyleşmenin sadece bireyi üretmediği varsayılırsa, nihai gerçekliğe ulaşmak için bireyleşme aşamasından hızla geçilmeye çalışılmaz, yani birey - kişi, gerçekliğinin tüm ilerleyişinde ontogenezi kavramaya ve birey yoluyla bireyleşme yerine bireyi bireyleşme yoluyla tanımaya çalışır.

Bireyin var olduğu ve özelliklerinin gelişimi, rejimi ve son olarak modaliteleri yansıttığı bireyleşme işleyişini ilksel olarak ele alarak, bireyleşme ilkesi arayışının tersine çevrilmesi gerektiğini göstermek istiyoruz. O zaman birey göreli bir gerçeklik, birey-öncesi bir gerçekliği varsayan ve bireyleşmeden sonra bile kendi başına var olmayan belirli bir varlık aşaması olarak kavranacaktır, çünkü bireyleşme birey-öncesi gerçekliğin potansiyellerini bir çırpıda tüketmez. Üstelik bireyleşmenin ortaya çıkardığı sadece birey değil, birey-çevre ikilisidir.4 Dolayısıyla birey, hem varlığın tamamı olmadığı için hem de içinde ne birey olarak ne de bireyleşme ilkesi olarak var olmadığı bir varlık durumunun sonucu olduğu için iki anlamda görelidir.

Dolayısıyla bireyleşme, tam varlığın bir işlemi olduğu sürece, sadece ontogenez olarak kabul edilir. Bu nedenle bireyleşme, potansiyeller içeren ve kendisiyle ilişkili olarak belirli bir uyumsuzluk -uç terimler arasındaki etkileşimin imkansızlığının yanı sıra gerilim güçlerinden oluşan bir uyumsuzluk- kuşatan bir sistemde meydana gelen kısmi ve göreli bir çözüm olarak düşünülmelidir.

"Ontogenez" terimi, ona bireyin oluşumunun sınırlı ve türetilmiş anlamını vermek yerine (örneğin türün oluşumu gibi daha büyük bir oluşumun tersine),varlığın oluş karakterini, varlığın, var olduğu ölçüde, varlık haline geldiği şeyi, belirtmek için kullanılır. Varlık ve oluş arasındaki karşıtlık, ancak varlık modelinin kendisinin bir töz olduğunu varsayan belirli bir doktrin içinde geçerli olabilir. Bununla birlikte, oluşun, varlığın kendi evresinin (phase) dışına çıkma, yani kendi evresinden çıkarak kendini evreli hale getirerek (by dephasing) çözme kapasitesine tekabül eden bir varlık boyutu olduğunu varsaymak da mümkündür. Birey öncesi varlık, evresi olmayan varlıktır; bireyleşmenin meydana geldiği varlık, varlığın evrelere  bölünmesi yoluyla bir kararlılığın (çözümün) ortaya çıktığı varlıktır. Varlığın evrelere bölünmesi, oluş halidir. Oluş, varlığın içinde var olduğu bir çerçeve değil, varlığın bir boyutudur, potansiyeller açısından zengin bir başlangıç uyumsuzluğunun çözümlenme biçimidir.5 Bireyleşme, varlığın evreleri olan varlık evrelerinin ortaya çıkışına tekabül eder. Oluşun eşiğine getirilmiş ve yalıtılmış bir sonuç değildir; kendini gerçekleştirme sürecindeki bu işlemin kendisidir. Varlığın -oluşun ve türdeşliğin olmadığı- başlangıçtaki aşırı doygunluğu temelinde anlaşılabileceği gibi, başlangıçtaki gerilimleri çözen ve bu gerilimleri yapı biçiminde koruyan oluşa göre bireyi ve çevreyi ortaya çıkararak kendini yapılandırır ve oluşturur. Belli bir anlamda, yol gösterici tek ilkenin oluş aracılığıyla varlığın korunması olduğu söylenebilir; bu koruma, ardışık dengeler yoluyla kuantum sıçramalarıyla ilerleyen yapı ve işlem arasındaki değiş tokuşlar yoluyla var olur. Bireyleşmeyi düşünmek için varlığın ne töz, ne madde, ne de biçim olarak değil, fakat yüklü ve aşırı doygun, birlik seviyesinin üzerinde, yalnızca kendisinden oluşmayan ve dışlanmış orta yasası kullanılarak yeterince düşünülemeyecek bir sistem olarak düşünülmesi gerekir. Somut varlık ya da tam varlık -yani birey öncesi varlık- bir birlikten daha fazlası olan varlıktır. Bireyleşmiş varlığın özelliği olan birlik ve dışlanmış orta yasasının kullanılmasına izin veren özdeşlik, birey-öncesi varlığa uygulanamaz, bu da, yeter sebep gibi diğer ilkeleri ekleyerek onları bir evren haline getirmek için neden monadlarla post factum olarak yeniden inşa edilemeyeceğini açıklar.6 Birlik ve özdeşlik, varlığın bireyleşme işleminden sonraki evrelerinden yalnızca biri için geçerlidir; bu kavramlar, bireyleşme ilkesini keşfetmemize yardımcı olamaz; tam anlamıyla anlaşılan ontogenez ise, yani varlığın kendini bireyleştirerek bölen ve evrelendiren bir varlık olarak oluşumuna uygulanmazlar.

Bireyleşme yeterince düşünülüp tarif edilememiştir çünkü daha önce sadece tek bir denge biçimi biliniyordu - kararlı denge. Yarı kararlı denge bilinmiyordu; varlığın örtük olarak istikrarlı bir denge durumunda olması gerekiyordu. Bununla birlikte, kararlı denge, oluşumu dışlar çünkü potansiyel enerjinin olası en düşük düzeyine karşılık gelir;7 bu, bir sistemde olası tüm dönüşümler gerçekleştiğinde ve artık kuvvet kalmadığında ulaşılan dengedir. Tüm potansiyeller gerçekleşmiş ve en düşük enerji seviyesine ulaşan sistem artık kendini dönüştüremez. Antik çağda yalnızca istikrarsızlık ve istikrar, hareket ve dinginlik biliniyordu; yarı kararlılık (metastability) konusunda net ve nesnel bir fikirleri yoktu. Yarı kararlılığı tanımlamak için düzen ve bir sistemdeki potansiyel enerji kavramları ve entropi artışı kavramı kullanılmalıdır. Böylece Antik Çağın bireyleşme ilkesini bulmak için kullanamadığı, çünkü onu nasıl kullanacaklarını anlamalarına yardımcı olacak net bir fizik paradigması yoktu8 -kararlı dengeden ve durağanlıktan çok farklı olan- bu yarı kararlı varlık durumunu tanımlamak mümkündür. Bu nedenle, fiziksel bireyleşmeyi, kristallerin oluşumunu yöneten aşırı soğutma veya aşırı doygunluk gibi bir sistem durumundan başlayarak yarı kararlı bir sistemin çözülmesinin bir durumu olarak sunmaya çalışacağız. Kristalleşme bize, diğer alanlarda paradigmalar olarak kullanılabilecek iyi çalışılmış kavramlar sağlar; ama fiziksel bireyleşme gerçekliğini tüketmez.

Ayrıca gerçekliğin kendi içinde ilkel olarak aşırı doymuş çözeltiye benzediği ve hatta birlikten ve özdeşlikten daha fazlası olduğu, kendisini bir dalga veya bir parçacık, madde veya enerji olarak ifade edebilen birey-öncesi rejimde daha da eksiksiz olduğu varsayılabilir, çünkü her işlem ve bir işlem içindeki her ilişki, aynı zamanda aşırı değerleri ve ilkel olarak dolayımsız olan büyüklük dizilerini ilişkilendirirken, birey öncesi varlığı bölen veya evrelendiren bir bireyleşmedir. Tamamlayıcılık9, gerçekliğin ilkel ve orijinal yarı kararlılığının epistemolojik yansıması olacaktır. Özdeşlik teorileri olarak ne mekanizma ne de enerjicilik bu gerçeği tam olarak açıklayamaz. Alan kuramı, parçacık kuramı ve alanlar ile parçacıklar arasındaki etkileşim kuramının tümü hâlâ kısmen düalisttir, ancak bunlar bir birey-öncesi kuramına götürür. Kuantum kuramı, farklı bir tarzda, birliği aşan bu birey-öncesi rejimini kavrar: sanki parçacıklar arasındaki ilişkide bir enerji bireyleşmesi varmış gibi, bir anlamda fiziksel bireyler olarak kabul edilebilecek temel niceliklerle bir enerji alışverişi gerçekleşir. Bu belki de bugüne kadar uyumsuz kalan iki yeni teorinin -kuantum mekaniği ve dalga mekaniği- sonunda nasıl birleşebileceğini açıklayabilir. Birey öncesi olarak müdahale ettiği farklı dışavurumlar yoluyla, birey öncesini ifade etmenin iki yolu olarak görülebilirler. Sürekli ve süreksizin altında, gerçek birey-öncesi olan kuantum ve yarı-kararlı tamamlayıcı (birlikten daha fazlası) vardır. Fizikteki temel kavramları düzeltme ve birleştirme gerekliliği belki de kavramların birey öncesi gerçekliğe değil, yalnızca bireysel gerçekliğe uygun olmasından kaynaklanmaktadır.

Kristallerin oluşumuna ilişkin çalışmanın paradigmatik değeri, bir bireyleşme süreci olarak belirginleşir: moleküler olan ve molar olmayan mikrofiziksel alana ait sistem durumlarına dayanan bir fenomenin makroskopik çalışmasına izin verir. Bu, oluşan kristalin sınırındaki etkinliği kavrayacaktır. Böyle bir bireyleşme, önceden var olan biçim ve maddenin daha önce oluşturulmuş, ayrı terimler olarak buluşması değil, potansiyellerle dolu yarı kararlı bir sistemden kaynaklanan bir çözülümdür(resolution): sistemde önceden var olan biçim, madde ve enerji. Ne biçim ne de madde yeterli değildir. Bireyleşmenin gerçek ilkesi arabuluculuktur-dolayımdır, genellikle büyüklük dizilerinin orijinal bir ikiliğini ve bunlar arasında başlangıçta etkileşimli iletişimin olmadığını, ardından büyüklük dizileri ve istikrar arasındaki iletişimin geldiğini varsayar.

Potansiyel bir enerjinin (daha yüksek bir büyüklük dizisi koşulu) kendini gerçekleştirmesiyle aynı zamanda, bir madde organize olur ve kendisini ortalama bir büyüklük düzeninde (daha düşük bir büyüklük dizisi koşulu) yapılandırılmış bireylere böler ve kendini aracı bir amplifikasyon süreci ile geliştirir.

Kristalleşmeye yol açan ve onu destekleyen yarı kararlı sistemin enerji rejimidir, ancak kristallerin biçimi, kimyasal ve kurucu türlerin belirli moleküler veya atomik özelliklerini ifade eder. Canlılar alanında10 aynı yarı kararlılık fikri bireyleşmeyi karakterize etmek için kullanılabilir; ancak bu durumda, fiziksel alanda olduğu gibi bireyleşme artık sadece anlık, kaba ve kesin bir şekilde gerçekleşmez, bu, artık bireyin, kendisi tarafından yoksullaştırılmış (enerjisi alınmış) bir çevre boyutuna sahip olmamasıyla, arkasında çevre ve birey ikiliği bırakan bir kuantum sıçraması gibidir. Bu tür bireyleşme canlı için de mutlak bir köken olarak mevcuttur; fakat buna sürekli bir bireyleşme eşlik eder, bu, oluşun temel tarzına göre yaşamın kendisidir: canlı, kendi içinde sürekli bir bireyleşme etkinliği barındırır. Bu, kristal ya da molekül örneğinde olduğu gibi sadece bireyleşmenin sonucu değil, aynı zamanda bireyleşme tiyatrosudur: fiziksel bireyde olduğu gibi, canlının tüm etkinliği sınırında yoğunlaşmamıştır. Canlının kendi içinde, sürekli iletişim gerektiren ve yaşamın bir koşulu olan yarı kararlılığı koruyan daha eksiksiz bir iç rezonans reji mi vardır. Bu, canlının tek özelliği değildir ve canlı, daha basit dengelerden oluşan karmaşık bir denge formülüne göre, belirli sayıda dengeyi koruyan veya farklı zorunluluklar arasında uyumluluk arayan bir otomata indirgenemez; canlı aynı zamanda başlangıçtaki bir bireyleşmenin sonucu olan ve bu bireyleşmeyi genişleten varlıktır - teknik nesne tarafından üstlenilmeyen bir faaliyet, aksi halde sibernetik canlıyı işlevi açısından karşılaştırırdı. Canlıda, birey yoluyla bir bireyleşme vardır ve sadece sanki üretilmiş gibi bir kez ve tamamen tamamlanmış bir bireyleşmenin sonucu olacak bir işleyiş değil; canlı, sorunları yalnızca uyum sağlayarak, yani çevreyle ilişkisini değiştirerek (bir makinenin yapabileceği gibi)11 değil, aynı zamanda kendini değiştirerek, yeni iç yapılar icat ederek ve kendisini tamamen yaşamsal sorunların aksiyomatiğine sokarak çözer.12 Yaşayan birey, bir bireyleşme sistemidir, bir sistem bireyleşmesi  ve kendini bireyleştirme sistemidir; içsel rezonans ve kendisiyle olan ilişkinin bilgiye dönüştürülmesi bu canlı sistemindedir. Fiziksel alanda içsel rezonans, bireyleşme sürecinde olan bireyin sınırını karakterize eder; yaşam alanında, bu rezonans, birey olduğu ölçüde bireyin bütünlüğü içinde kriter haline gelir; sadece bireyin çevresiyle birlikte oluşturduğu sistemde değil, bireyin sisteminde var olur. Organizmanın iç yapısı, yalnızca içsellik alanı ile dışsallık alanı arasındaki sınırda oluşan aktivitenin ve meydana gelen modülasyonun (bir kristalde olduğu gibi) sonucu değildir. Sürekli olarak merkezsizleştirilmiş, sürekli olarak kendi çevresinde olan, etki alanının sınırında etkin olan fiziksel bireyin gerçek bir içselliği yoktur; yaşayan birey ise tam tersine gerçek bir içselliğe sahiptir çünkü bireyleşme kendisini bireyin içinde gerçekleştirir; İç, canlı bireyde de kurucudur, halbuki fiziksel bireyde yalnızca sınır kurucudur ve topolojik olarak içsel olan, genetik olarak öndedir. Yaşayan birey, tüm unsurlarıyla kendi kendisiyle çağdaştır; bu, henüz gelişme aşamasındayken bile geçmişten kökten geçmiş bir şeyler taşıyan fiziksel birey için geçerli değildir. Yaşam kendi içinde bir bilgilendirici iletişim bağlantı noktasıdır; kendi içinde iki büyüklük dizisi arasında bir dolayım içeren bir sistem içinde bir sistemdir.13

Son olarak şu hipotezi ileri sürmek mümkündür; bu, fizikteki kuantanınkine ve ayrıca potansiyel enerji düzeylerinin göreliliğine benzer, bu bireyleşme, birey öncesi gerçekliğin tamamını tüketmez ve yarı kararlılık rejimi sadece birey tarafından sürdürülmez, aynı zamanda onun tarafından taşınır da, öyle ki, oluşturulmuş birey, onu karakterize eden tüm potansiyeller tarafından canlandırılan, birey öncesi gerçekliğin belirli ve ilişkili bir yükünü taşır. Bireyleşme, fiziksel bir sistemdeki yapısal bir değişiklik gibi görelidir; belirli bir düzeyde potansiyel kalır ve daha fazla bireyleşme hala mümkündür. Bireye bağlı kalan bu birey-öncesi doğa, yeni bireyleşmelerin ortaya çıkabileceği gelecekteki yarı kararlı durumlar için bir kaynaktır. Bu hipoteze göre, her gerçek ilişkiyi varlık statüsünde ve yeni bir bireyleşme içinde gelişen olarak kabul etmek mümkün olacaktır. İlişki zaten birey olabilecek iki terim arasında ortaya çıkmaz; bir bireyleşme sisteminin içsel rezonansının bir yönüdür, bir sistem durumunun parçasıdır. Birlikten hem eksik hem de çok olan bu yaşam, bir iç sorunsalını da içinde barındırır ve kendi varlığından daha büyük bir sorunsalın içine bir öğe olarak girebilir. Birey için katılım, bireyin içerdiği birey öncesi gerçeklik yükü aracılığıyla, yani bireyin içerdiği potansiyeller aracılığıyla daha büyük bir bireyleşmenin unsuru olma olgusudur.

Böylece bireyin içsel ve dışsal ilişkisini yeni maddelere başvurmadan katılım olarak düşünmek mümkün hale gelir. Ruhsal ve kollektif olan, yaşamsal bireyleşmeden sonra meydana gelen bireyleşmelerden oluşur.14 Ruhsal olan, kendi sorunsalını çözmek için, eylemiyle sorunun bir unsuru olarak, bir özne olarak müdahale etmesi gereken varlıktaki yaşamsal bireyleşmenin devamıdır. Özne, bireyleşmiş canlı bir varlık olarak, varlığın birliği olarak ve eylemlerini dünya aracılığıyla kendisine dünyanın bir unsuru ve boyutu olarak temsil eden bir varlık olarak tasavvur edilebilir. Yaşamsal sorunlar kendi üzerine kapanmaz; onların açık aksiyomatiği, yalnızca birey-öncesi gerçeklikle giderek daha fazla ilgilenen ve onu çevreyle olan ilişkisine dahil eden tanımlanmamış bir dizi ardışık bireyleşmeyle doyurulabilir. Duygulanım ve algı, her ikisi de yeni boyutların kullanılmasını gerektiren duygu ve bilimle bütünleşir. Ancak ruhsal varlık kendi problematiğini kendi içinde çözemez; birey-öncesi gerçeklik yükü -bireyleşmiş yaşamanın sınırlarını aşan ve canlıyı dünya ve özneden oluşan bir sistem içine dahil eden ruhsal bir varlık olarak kendini bireyleştirmesi aynı zamanda-- kolektifin bireyleşme koşulu biçiminde katılımı mümkün kılar. Kolektif biçimindeki bireyleşme, bireyi bir grup bireyine dönüştürür, kendi içinde taşıdığı birey-öncesi gerçeklikle gruba bağlanır ve diğer bireylerin birey-öncesi gerçeklikleriyle birleştiğinde kolektif bir birlik içinde kendini bireyleştirir. Her iki bireyleşme, ruhsal ve kollektif, birbirinin karşılığıdır; içsel (ruhsal) bireyleşme ile dışsal (kolektif) bireyleşmenin sistematik birliğini açıklamak için kullanılabilecek bir birey-ötesi kategorisinin tanımlanmasına izin verirler. Bireyötesinin psiko-sosyal dünyası ne tamamen toplumsal ne de bireyler arasıdır; bireylere bağlı ve kendi yarı kararlılığı ile yeni bir sorunsal oluşturmaya muktedir, birey-öncesi bir gerçeklik temelinden hareketle gerçek bir bireyleşme işlemi varsayar. Çok sayıda büyüklük dizisine bağlı olarak bir kuantum koşulunu ifade eder. Canlı, birlikten hem üstün hem de aşağı olan problematik bir varlık olarak sunulur. Canlı varlığın problematik olduğunu söylemek, oluşu canlının bir boyutu olarak ele almaktır: canlı, bir dolayım işleten kendi oluşuna göredir. Canlı, bireyleşmenin hem aracısı hem de tiyatrosudur; oluşu, kalıcı bir bireyleşmedir, daha doğrusu, bir yarı kararlılıktan diğerine ilerleyen bir dizi bireyleşmeler salgınıdır. Dolayısıyla birey, kolektifin ne özü ne de basit bir parçasıdır: kolektif, bireysel sorunsalın çözümü olarak müdahale eder; bu, kolektif gerçekliğin temelinin, bireyleşmiş gerçekliğe bağlı kalan birey-öncesi gerçeklik biçiminde, kısmen bireyde kapsandığı anlamına gelir; bireysel gerçekliğin tözselleşmesine ilişkin yanlış varsayım nedeniyle genellikle bir ilişki olarak kabul ettiğimiz şey, aslında bireyin içinden geçerek bireyleştiği bir bireyleşme boyutudur. Dünyayla ve kollektifle olan ilişki, adım adım bireyleşen birey öncesi gerçeklikten başlayarak bireyin katıldığı bir bireyleşme boyutudur.

Dolayısıyla psikoloji ve kolektif teorisi birbirine bağlıdır: Kolektife katılımın ve bir sorunsalın çözümü olarak tasavvur edilen ruhsal işlemin ne olduğunu gösteren şey ontogenezdir. Yaşam olan bireyleşme, çelişkili bir durumda, bu durumun tüm unsurlarını -bireyi içeren bir sistemde- kapsayan ve birleştiren yeni bir aksiyomatiğin keşfi olarak tasarlanır. Yarı-kararlı bir durumun çelişkili karakterinin çözümü olarak bir bireyleşme kuramı içindeki ruhsal etkinliği anlamak için, yaşamda yarı-kararlı sistemlerin kurulduğu gerçek yolları bulmalıyız. Bu anlamda, hem bireyin çevresiyle uyumlu ilişkisi kavramı,15 hem de bilen öznenin bilinen nesneyle ilişkisine ilişkin eleştirel kavram değiştirilmelidir; bilgi, bir duyumdan yola çıkarak soyutlama yoluyla değil, başlangıçtaki bir tropistik veya taksonomik birlikten, bir duyum ve tropizm çiftinden, kutuplaşmış bir dünyada yaşayan varlığın bir yöneliminden başlayarak sorunsal bir şekilde inşa edilir. Burada yine hilomorfik şemadan kendimizi ayırmalıyız; Duyulurun a priori biçimleri için a posteriori verili olacak bir maddeyi temsil edecek hiçbir duyum yoktur. A priori biçimler, ilkel tropistik veya taksonomik birliklerin karşı karşıya gelmesinden kaynaklanan gerilimlerin -bir aksiyomatiğin keşfi yoluyla- bir ilk çözümüdür; duyarlılığın a priori biçimleri, soyutlama yoluyla elde edilecek ne apriori ne de a posterioridir, fakat bir bireyleşme işleminde ortaya çıkan bir aksiyomatik yapıdır. Tropistik veya taksonomik birlik içinde dünya ve yaşayanlar zaten mevcuttur, ancak dünya onda yalnızca bir yön olarak, yani bireyleşmiş varlığı, orta noktasını işgal ettiği belirsiz bir ikiliye yerleştiren ve bu bireyleşmiş varlıktan yayılan bir gradyanın kutupsallığı olarak, şekillenir. Algı, ardından bilim, bu sorunsalı çözmeye devam ediyor, sadece uzamsal-zamansal çerçevelerin icadıyla değil, aynı zamanda ilkel gradyanların kaynağı haline gelen ve onları bir dünyaya göre düzenleyen nesne kavramının oluşturulmasıyla. Bilgi teorisindeki hilomorfik şemanın bir etkisi olan a priori ve a posteriori arasındaki ayrım, merkezi karanlık bölgesiyle, bilginin merkezi olan gerçek bireyleşme işleyişini maskeler.16 Niteliksel ya da yoğun dizi kavramı, varlık evreleri teorisine göre düşünülmelidir: ilişkisel17 değildir ve aşırı terimlerin önceden var olmasıyla sürdürülmez, ancak canlıyı yerelleştiren ve onu tropistik veya taksonomik birliğe bir yön [sens] veren gradyan içine sokan ilkel bir ortalama durumdan başlayarak gelişir. Bir dizi, tropistik veya taksonomik birliğin kendisine göre yöneldiği yönün [sens] soyut bir görüntüsüdür. Kendine yabancı bir dünya karşısında cisimleşen bir bireyle değil, mekânsallığa ve oluşa göre merkezinden kavranarak bireyleşmeden yola çıkılmalıdır.18

Bu aynı yöntem, varlığın kendisiyle ilişkili rezonansını oluşturan ve tıpkı tropistik veya taksonomik birlik ve algının onu çevresine bağlaması gibi bireyleşmiş varlığı, onunla bağlantılı olan birey öncesi gerçekliğe bağlayan duygulanım ve duygusallığı keşfetmek için kullanılabilir. Ruhsal, varlığın kendisinden daha büyük ve daha küçük olanın kalıcı olarak iletişime geçmesine karşılık gelen sorunsal durumları çözmesine izin veren ardışık bireyleşmelerden oluşur.

Ancak ruhsal kendini yalnızca bireyleşmiş varlık düzeyinde çözemez; yalnız kalan, kendini sorgulayan birey kaygı sınırlarını aşamaz, eylemsiz bir işlem, duygulanımı çözemeyen kalıcı bir duygu, bireyleşmiş varlığın kendi varlık boyutlarını, onların ötesine geçemeden keşfettiği bir test, daha büyük bir bireyleşmeye, kolektife katılımın temelidir. Ruhsal bir sorunsalı çözen bir aksiyomatik olarak alınan kolektif kavramına, birey-ötesi kavramı karşılık gelir.

Yukarıda açıklanan kavramların bu tür reformları19, belirli bir bilginin asla benzersiz ve homojen bir gerçekliğe göre değil, birbirinden farklı iki ayrık(disparate) düzene göre olduğu varsayımıyla desteklenir;20 Bilgi, ister mecazi birlik düzeyinde olsun, ister birey-ötesi düzeyde olsun, hiçbir zaman verili bir biçimde mevcut değildir; iki ayrık gerçeklik arasındaki gerilimdir, bir bireyleşme operasyonu iki ayrık gerçekliğin bir sistem haline gelebileceği boyutu keşfettiğinde ortaya çıkacak anlamlandırmadır. Bu nedenle bilgi, bireyleşme için bir astardır; yarı-kararlı bir sistemden istikrarlı bir sisteme geçiş için bir bireyleşme talebidir; asla verili bir şey değildir. Bilginin birliği ve kimliği yoktur çünkü bilgi bir terim değildir; onu yeterince alabilmek bir varlık sisteminin gerilimini varsayar. Bilgi ancak bir sorunsalın doğasında olabilir; çözümlenmemiş sistemin uyumsuzluğunun çözümde düzenleyici bir boyut haline gelmesidir; bilgi, bir sistemin evre değişimini varsayar, çünkü keşfedilen organizasyona göre kendini bireyleştiren ilk birey-öncesi durumu varsayar. Bilgi, bireyleşmenin formülüdür, bu bireyleşmeden önce var olamayacak bir formül. Bir bilginin her zaman şimdide, güncel olduğu söylenebilir, çünkü bu, bir sistemin kendisini bireyleştirdiği yöndür [sens].21

Bu çalışma şu varlık anlayışına dayanmaktadır: varlık, hiçbir dönüşümün mümkün olmadığı istikrarlı bir durum olan bir özdeşlik birliğine sahip değildir; varlık, transdüktif bir birliğe sahiptir, yani kendi kendisiyle ilişkisinde kendini devre dışı(dephase) bırakabilir; merkezinden başlayarak bir parçadan diğerine taşabilir. İlkelerin ilişkisi ya da düalitesi sandığımız şey aslında birlikten ve özdeşlikten öte olan varlığın yayılmasıdır; oluş, varlığın bir boyutudur, ilkel olarak verili ve tözsel bir varlığın tabi olacağı bir ardışıklığa göre varlığın başına gelen şey değildir. Bireyleşme, anlamını tüketecek bir varlık modeli olarak değil, varlığın oluşumu olarak anlaşılmalıdır. Bireyleşmiş varlık, varlığın tamamı ya da ilk varlık değildir; bireyleşmeyi bireyleşmiş varlıktan yola çıkarak anlamak yerine, bireyleşen varlığı bireyleşmeden, bireyleşmeyi de birey öncesi varlıktan başlayarak birkaç büyüklük dizisine göre anlamak gerekir.

Dolayısıyla bu çalışmanın amacı, bireyi üç düzeye göre konumlandırmak için bireyleşmenin biçimlerini, tarzlarını ve derecelerini incelemektir: fiziksel, yaşamsal ve ruhsal ve psiko-sosyal. Bireyleşmeyi açıklamak için tözleri varsaymak yerine, madde, yaşam, ruh ve toplum gibi alanların temeli olarak farklı bireyleşme rejimlerini alıyoruz. Ayırma, hiyerarşileştirme ve bu alanlar arasındaki ilişkiler, farklı kipleşmelere göre bireyleşmenin boyutları olarak görünür; yani töz, biçim ve madde kavramlarının yerini başlangıç bilgisi, iç rezonans, yarı kararlılık, enerji potansiyeli, büyüklük dizileri gibi daha temel kavramlar alır.

Ancak bu terminolojik ve kavramsal değişimi mümkün kılmak için yeni bir yönteme ve yeni bir kavrama ihtiyaç vardır. Yöntem, bir gerçekliğin özünü, önceden var olan iki uç terim arasındaki kavramsal bir ilişkiyi kullanarak oluşturmaya çalışmamak ve tüm gerçek ilişkileri varlık mertebesine sahipmiş gibi kabul etmekten ibarettir. İlişki, bir varlık kipliğidir; varoluşunu sağladığı terimlerle eşzamanlıdır. Bir ilişki, ayrı ve öncel bir varoluşa sahip olacakları için kavramlar kullanılarak yeterince bilinebilecek iki terim arasındaki basit bir ilişki değil, varlıktaki ilişki, bir varlık ilişkisi, bir varlık tarzı olarak anlaşılmalıdır. Terimler tözler olarak anlaşıldığı için, ilişki terimler arasındaki bir bağıntıdır ve varlık terimlere ayrılır, çünkü varlık ilkel olarak -yani herhangi bir bireyleşme araştırmasından önce- töz olarak anlaşılmıştır. Bununla birlikte, töz artık varlığın modeli olarak alınmazsa, ilişkiyi varlığın kendisiyle özdeş olmaması olarak anlamak mümkündür - yalnızca onunla özdeş olmayan bir gerçekliğin varlığa dahil edilmesi olarak - yani varlık, varlık olarak, tüm bireyleşmeden önce, birlikten ve özdeşlikten daha fazlası olarak anlaşılabilir.22 Böyle bir yöntem ontolojik bir kabul (postulat) varsayar: herhangi bir bireyleşmeden önce olma düzeyinde, dışlanan orta yasası ve özdeşlik ilkesi geçerli değildir; bu ilkeler yalnızca zaten bireyleşmiş olan varlığa uygulanabilir; çevre ve birey olarak ikiye ayrılmış yoksul bir varlığı tanımlarlar. Bu nedenle, varlığın tamamına - yani daha sonra birey ve çevre tarafından oluşturulan topluluğa - değil, yalnızca birey öncesi varlıktan bireysel hale gelene uygulanır. Bu anlamda klasik mantık, bireyleşmeyi düşünmek için kullanılamaz, çünkü o, bireyleşme işleyişinin, kısmi olarak ele alınan, sadece bireyleşme işleminin sonuçlarına uygulanan kavramlar ve kavramlar arasındaki ilişkiler kullanılarak düşünülmesini gerektirir.

Özdeşlik yasasını ve dışlanan orta yasasını çok kısıtlayıcı bulan bu yöntemin kullanımından, çok sayıda yönü ve uygulama alanı olan yeni bir kavram ortaya çıkıyor: transdüksiyon kavramı. Transdüksiyonla, bir etkinliğin belirli bir alan içinde bir öğeden diğerine yayıldığı ve bu yayılımı yer yer gerçekleşen bir alan yapılanmasına dayandırdığı fiziksel, biyolojik, zihinsel, toplumsal bir işlemi kastediyoruz; oluşturulan yapının her alanı, bir sonraki alan için ilke ve model olarak ve değişikliğin yapılandırma işlemiyle aynı zamanda tedricen genişlediği ölçüde, oluşumu için bir astar olarak hizmet eder. Çok küçük bir tohumdan aşırı doymuş ana sıvısında her yöne doğru büyüyen ve genişleyen bir kristal, transdüktif işlemin en basit görüntüsünü sağlar: zaten oluşturulmuş olan her bir moleküler katman, şu anda oluşturulmakta olan katman için organize edici bir temel olarak hizmet eder.  Sonuç, büyüyen ağsı (retiküler) bir yapıdır. Transdüktif işlem, devam eden bir bireyleşmedir; fiziksel alanda, en basit şekilde aşamalı bir yineleme biçiminde gerçekleşebilir; ancak yaşamsal yarı kararlı alanlar veya ruhsal bir sorunsal alanı gibi daha karmaşık alanlarda, sürekli değişken adımlarla ilerleyebilir ve bir heterojenlik alanı içinde genişleyebilir. Transdüksiyon, varlığın hem yapısal hem de işlevsel olarak merkezinde başlayan ve bu merkezden çeşitli yönlere yayılan bir faaliyet olduğunda, sanki varlığın birden çok boyutu bu merkezin etrafında beliriyormuş gibi gerçekleştiğinde gerçekleşir. Transdüksiyon, varlığın hem yapısal hem de işlevsel olarak merkezinde başlayan ve bu merkezden çeşitli yönlere yayılan bir faaliyet olduğunda, sanki varlığın birden çok boyutu bu merkezin etrafında beliriyormuş gibi gerçekleşir. Transdüksiyon, birey-öncesi gerilime sahip bir varlıkta, yani birlikten ve özdeşlikten daha fazlası olan ve kendisini henüz çoklu boyutlara ayırmamış bir varlıkta boyutların ve yapıların bağıntılı görünüşüdür. Transdüktif işlemin ulaştığı uç terimler, bu işlemden önce mevcut değildir; onun dinamizmi, kendini evrelendiren heterojen varlık sisteminin ilkel geriliminden kaynaklanır ve kendisini yapılandırmasına göre boyutlar geliştirir; dinamizm, ancak aktarımın en uç sınırlarına ulaşılacak ve yerleştirilecek olan terimler arasındaki bir gerilimden gelmez.23Transdüksiyon yaşamsal bir operasyon olabilir; özellikle organik bireyleşmenin yönünü [sens] ifade eder; mantıksal düşünceyle sınırlı olmasa da, ruhsal bir işlem ve etkili bir mantıksal prosedür olabilir. Bilgi alanında, ne tümevarım ne de tümdengelim değil, transdüktif olan, yani bir sorunsalın tanımlanabileceği boyutların keşfine tekabül eden gerçek buluş sürecini tanımlar. Analojik işlemde geçerli olan budur. Bu kavram, bireyleşmenin farklı alanlarını anlamak için kullanılabilir: varlık üzerine kurulu bir ilişkiler ağının doğuşunu ifade ederek, bir bireyleşmenin meydana geldiği tüm durumlar için geçerlidir. Bir gerçeklik alanını anlamak için analojik bir transdüksiyon kullanma olasılığı, bu alanın aslında transdüktif bir yapılanmanın yeri olduğunu gösterir. Transdüksiyon, birey-öncesi varlığın kendisini bireyleştirdiği zaman doğan ilişkilerin bu varoluşuna tekabül eder; bireyleşmeyi ifade eder ve onun düşünülmesine izin verir; bu nedenle hem metafiziksel hem de mantıksal bir kavramdır. Bu, ontogenez için geçerlidir ve bizzat ontogenezdir. Nesnel olarak, bireyleşmenin sistematik koşullarını, içsel rezonansı,24 ruhsal sorunsalları anlamamızı sağlar. Mantıksal olarak, fiziksel bireyleşmeden organik bireyleşmeye, organik bireyleşmeden ruhsal bireyleşmeye ve ruhsal bireyleşmeden öznel ve nesnel birey-ötesine geçmemizi sağlayan yeni bir analojik paradigmatizm türünün temeli olarak kullanılabilir, bunların hepsi bu çalışmanın yörüngesini tanımlar.

Transdüksiyonun ispat değerine sahip bir mantıksal prosedür modeli olarak sunulamayacağı şüphesiz doğrulanabilir. Aslında, transdüksiyonun terimin şimdiki anlamıyla mantıksal bir prosedür olduğunu söylemek istemiyoruz; zihinsel bir süreçtir ve bir süreçten çok, keşfeden zihnin işleyişidir. Bu işleyiş, varlığı kendi oluşumunda takip etmekten, düşüncenin oluşumunu nesnenin oluşumuyla aynı zamanda gerçekleştirmesinden oluşur. Bu arayışta, zihnin bu işleyişi diyalektiğin yapamadığı bir rolü oynamaya çağrılır, çünkü bireyleşmenin işleyişinin incelenmesi, olumsuzun ikinci bir aşama olarak ortaya çıkışına değil, tersine gerilim ve uyumsuzluğun ikircikli biçimindeki ilk koşulda olumsuzun içkinliğine tekabül ediyor gibi görünmektedir. Birey öncesi varlık halindeki en olumlu şey - potansiyellerin varlığı - aynı zamanda bu durumun uyumsuzluğunun ve istikrarsızlığının da nedenidir. Olumsuz, ontogenetik uyumsuzluk olarak başta gelir, ancak potansiyel zenginliğinin diğer yüzüdür; bu nedenle önemli bir olumsuzluk değildir. Bu asla bir aşama ya da evre değildir ve bireyleşme bir sentez, birliğe dönüş değil, potansiyelleştirilmiş bağdaşmazlığın birey-öncesi merkezinden başlayarak varlığın evreli hale gelmesidir. Bu ontogenetik perspektifte zamanın kendisi, bireyleşmenin boyutsallığının ifadesi olarak kabul edilir.

Transdüksiyon bu nedenle sadece zihnin bir işleyişi değildir, aynı zamanda sezgidir, çünkü transdüksiyon bir sorunsalın alanında bir yapının ortaya çıkmasını sağlayan, yani ortaya konan sorunların çözümünü sağlayan şeydir. Bununla birlikte, tümdengelimden farklı olarak transdüksiyon, bir alan sorununu çözmek için başka bir yerde bir ilke aramaz: tıpkı aşırı doymuş bir çözeltinin dışarıdan eklenen bazı yabancı formları kullanmadan kendi potansiyellerini kullanarak ve içerdiği kimyasal türlere göre kristalleşmesi gibi, çözücü yapıyı alanın gerilimlerinden çıkarır. Transdüksiyon da tümevarımla karşılaştırılamaz, çünkü tümevarım incelenen alan içinde yer alan gerçeklik terimlerinin özelliklerini korusa bile, bu terimlerin kendilerinin analiz yapılarını çıkararak, yalnızca pozitif olanı - tüm terimler için ortak olanı - onlar için tekil olanı eleyerek tutar. Transdüksiyon ise tam tersine, sistemin her bir terimini iletişim içine soktuğu boyutların keşfidir. Öyle ki, alanın terimlerinin her birinin tam gerçekliği, yeni keşfedilen yapılarda kayıpsız, indirgenmeden kendi kendine düzene girebilsin. Çözücü transdüksiyon, olumsuzun olumluya çevrilmesini üstlenir: terimlerin birbiriyle özdeş olmadığı, farklı oldukları (bu kelimenin derinlik algısı kuramında aldığı anlamda) çözümleme sistemiyle bütünleşir ve anlamlandırmanın koşulu haline gelir. Bu şartlarda yer alan bilgilerde herhangi bir eksiklik yoktur; transdüksiyon, bu işlemin sonucunun, tüm ilk terimleri içeren somut bir ağ olması gerçeğiyle karakterize edilir; ortaya çıkan sistem bu somut ağdan yapılmıştır ve tamamını içermektedir. Transdüktif düzen, somut olan her şeyi tutar ve bilginin korunmasıyla karakterize edilirken, tümevarım bilgi kaybını gerektirir. Transdüksiyon, diyalektik süreç gibi, karşıt yönleri korur ve bütünleştirir; diyalektikten farklı olarak, transdüksiyon, oluşumun meydana geldiği çerçeve olarak önceki bir zamanın varlığını önceden varsaymaz, zamanın kendisi bir çözümdür, keşfedilen sistematiğin bir boyutudur: zaman, tıpkı bireyleşmenin gerçekleştiği diğer boyutlar gibi birey-öncesinden çıkar.25

Bireyleşmenin temeli olan transdüktif işlemi farklı düzeylerde düşünebilmek için biçim nosyonu yetersiz kalmaktadır. Hilomorfik biçim mefhumu, tözünkiyle aynı düşünce sisteminin bir parçasını ya da terimlerin varlığından sonra gelen bağıntıyı oluşturur: bu kavramlar, bireyleşmenin sonuçları kullanılarak detaylandırılmıştır; ancak yoksul, potansiyelsiz ve dolayısıyla bireyleşmekten aciz bir gerçekliği kavrayabilirler.

Biçim kavramının yerini, kendini bireyleştirebilen yarı kararlı bir denge halindeki bir sistemin varlığını varsayan bilgi (enformasyon) kavramı almalıdır; Bilgi, biçimden farklı olarak, hiçbir zaman benzersiz bir terim değil, bir uyumsuzluktan doğan anlamdır. Hilomorfik şema tarafından sağlanan eski biçim kavramı, herhangi bir sistem ve yarı kararlılık kavramından çok bağımsızdır. Gestalt teorisinin sağladığı şey, aksine, sistem kavramını içerir ve sistemin dengesini bulduğunda yöneldiği durum olarak tanımlanır: bu, bir gerilimin çözülmesidir. Ne yazık ki, fazlasıyla özet bir fiziksel paradigmatizm, Gestalt teorisinin yalnızca kararlı denge durumunu, gerilimleri çözmeye muktedir bir sistem denge durumu olarak kabul etmesine neden oldu: Gestalt teorisi yarı kararlılıktan habersizdi. Gestalt teorisini ele almayı ve bir kuantum koşulunun tanıtılması yoluyla, Gestalt teorisinin ortaya koyduğu problemlerin kararlı denge kavramı kullanılarak doğrudan çözülemeyeceğini, ancak yarı kararlı denge kavramı kullanılarak çözülebileceğini göstermek istiyoruz. İyi Biçim (The Good Form) artık basit biçim, hamile geometrik biçim değil, anlamsal biçimdir, yani potansiyelleri içeren bir gerçeklik sistemi içinde transdüktif bir düzen kuran biçimdir. Bu iyi biçim, sistemin enerji seviyesini koruyan, potansiyellerini uyumlu hale getirerek koruyan şeydir: iyi biçim, uyumluluk ve yaşayabilirlik yapısıdır, icat edilen ve ona göre bozulma olmadan uyumluluğun olduğu boyutsallıktır.26 Bu nedenle Biçim kavramı, bilgi kavramıyla değiştirilmeyi hak ediyor. Bunu yaparken, başlangıçta iletim teknolojilerinden soyutlanan bir teori olan teknolojik bilgi teorisinin yapmaya eğilimli olduğu gibi, bilgi kavramı hiçbir zaman sinyallere veya bir mesajdaki bilgi desteklerine veya taşıyıcılarına indirgenmemelidir. Bu nedenle, saf biçim kavramı, fazlasıyla özet bir teknik paradigmatizmden iki kez kurtarılmalıdır: Birincisi, klasik kültürle ilgili olarak, biçim kavramı, hilomorfik şemada kullanılan indirgemeci tarzdan kurtarılmalıdır; ve ikinci kez, bilgiyi anlamlandırma olarak kaydetmek için, bir kanal aracılığıyla iletim deneyimi ile modern kültürdeki teknolojik bilgi teorisinden kurtarılmalıdır. Aslında aynı amaç birbirini izleyen hilomorfizm, İyi Biçim ve enformasyon teorilerinde bulunur: anlamların varlığa içkin olduğunu keşfetmek; bu içselliği bireyleşme işleminde bulmaya çalışacağız.

 Bu şekilde, bir bireyleşme çalışması, temel felsefi kavramların reformuna yol açabilir, çünkü bireyleşmeyi varlık hakkında ilk bilinmesi gereken şey olarak düşünmek mümkündür. Varolanlar hakkında yargıda bulunmanın meşru olup olmadığını düşünmeden önce, varlıktan iki şekilde söz edilebileceği açıktır: ilki, temel anlamda varlık, var olduğu sürece vardır; ama ikinci bir anlamda, mantık kuramında her zaman birincisinin üzerine bindirilen varlık, bireyleşmiş olduğu sürece varlıktır. Mantığın varlık hakkında ancak bireyleşmeden sonra ifadeler sağladığı doğru olsaydı, herhangi bir mantık biçiminden önce gelen bir varlık teorisi kurmak gerekli olurdu; bu teori mantığın temeli olarak hizmet edebilir, çünkü varlığı bireyleşmenin tek bir olası yolu olduğunu önceden kanıtlayan hiçbir şey yoktur. Birden çok bireyleşme türü var olacaksa, her biri belirli bir bireyleşme türüne karşılık gelen birden çok mantığın da var olması gerekir. Ontogenezlerin sınıflandırılması, geçerli bir çoğulluk temeli kullanarak mantığı çoğullaştırmamıza izin verecektir. Birey-öncesi varlığın bilgisinin aksiyomlaştırılmasına gelince, bu önceden var olan bir mantığın içine alınamaz, çünkü içeriğinden kopuk hiçbir norm, hiçbir sistem tanımlanamaz: ancak düşüncenin bireyleşmesi, kendini gerçekleştirerek, düşüncenin kendisinden farklı varlıkların bireyleşmesine eşlik edebilir. Bu nedenle, bireyleşme hakkında sahip olabileceğimiz bilgi ne dolaysız ne dolayımlı değil fakat bilinen işleme paralel çalışan bir işlem olarak bilgidir. Terimin ortak kavranışında bireyleşmeyi bilemeyiz, sadece bireyleşebiliriz, kendimizi bireyleştirebiliriz ve kendi içimizde bireyleşebiliriz. Bu anlayış, --gerçek anlamda bilgi olarak kabul edilen şeyin sınırlarında-- iki işlem arasındaki bir analoji, belirli bir iletişim biçimidir. Öznenin dışındaki gerçekliğin bireyleşmesi, özne tarafından, bilginin özne içindeki analojik bireyleşmesi kullanılarak kavranır; fakat özne olmayan varlıkların bireyleşmesi yalnızca bilgi aracılığıyla değil, bilginin bireyleşmesi yoluyla kavranır.

 

 

NOTLAR

1. [Bu metin, Gilbert Simondon'un L'individuation psychique et Collective kitabının yakında çıkacak olan İngilizce çevirisinden alınan bir yayındır. Metin, Simondon'ın kitaba girişinin ilk bölümünü oluşturuyor ve İngilizce çeviriye Jean-Hugues Barthélémy'nin (burada da yeniden üretilmiş) bir dizi dipnotu eşlik edecek. Kitabın tam İngilizce çevirisi (Arne De Boever, Gregory Flanders, Alicia Harrison, Rositza Alexandrova ve Julia Ng ile birlikte) Minnesota Üniversitesi P tarafından yayınlanacaktır. Parrhesia'ya bu metni yayınlama izni verdiği için Flammarion.-Çev.]

2. [Bu formülasyon, Simondon'un daha sonra belirttiği gibi, "ontogenez" kavramı, yalnızca, bireyin veya "bireyleşmiş olduğu ölçüde varlığın" doğuşunu belirtmek için anlaşılırsa anlamlıdır. Simondon daha sonra ontogeneze ikinci bir anlam katacaktır: genel olarak varlığın oluşunu veya "var olduğu kadarıyla varlığı", yani daha sonra Simondon'a göre zaten bireyleşmiş olan herhengi bir 'bireyleşme ilkesi'nin yerini alacak olan bireyöncesi varlığı belirtecektir. Bu nedenle denilebilir ki, eğer burada bireyleşmenin kelimenin ilk anlamıyla ontogeneze indirgenmesini eleştiriyorsa, bu tam olarak, bireyin doğuşunun, terimin ikinci, daha geniş anlamıyla ontogenez içindeki bir oluşum olduğunu öne sürmek içindir. Simondon, genel olarak varlığın bu oluşunun hem bireyi hem de çevresini ürettiğini yakında gösterecektir. --J.H. Barthelémy].

3. Aristotle, Metaphysics 10372 32.

4. Ortamın basit, türdeş ve yeknesak olması şart değildir, ama olabilir; başlangıçta bireyin arabuluculuk yaptığı iki aşırı büyüklük dizisi arasındaki bir gerilimle aşılabilir.

5. Ve uç terimler arasında orta büyüklükte bir büyüklük dizisinin oluşturulması; ontogenetik oluşun kendisi, bir anlamda dolayım olarak düşünülebilir.

6. [Simondon burada, özünde tözcü düşünür olan Leibniz'den bahsediyor.--J.H. Barthélémy].

7. [Potansiyel enerji kavramı, Simondon tarafından L'individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis]'in tam anlamıyla epistemolojik bölümlerinden birinde araştırılmıştı. Fiziksel bireyleşmeye ayrılan sonraki iki sayfa aslında L'individu et sa génèse physico-biologique'in devamı niteliğindeki Psişik ve Kolektif Bireyleşme'nin ilk bölümünü duyuruyor, her iki eser de orijinal olarak tek cilt halinde basılmış ve her ikisi de bu nedenle aynı girişe sahiptir. Orijinal metin, Simondon'un 1957'de savunduğu ve L'individuation à la lumière des notions de forme et d'information [Biçim ve Bilgi Kavramları Işığında Bireyleşme] başlıklı ana tezini temsil eder. L'individu et sa génèse physico-biologique metni 1964'te Fransa'da yayınlandı ve Gilles Deleuze'ün erken dönem düşüncesini büyük ölçüde etkiledi, oysa Bernard Stiegler'e ilham veren Psişik ve Kolektif Bireyleşme, Simondon'un öldüğü 1989 yılına kadar yayınlanmadı. --J.H. Barthélémy].

8. Yarıkararlılık (metastability) kavramı için Antik Çağ'da sezgisel ve normatif eşdeğerler vardı; bununla birlikte, yarı kararlılık genellikle hem iki büyüklük dizisinin varlığını hem de bu diziler arasında etkileşimli iletişimin yokluğunu varsaydığından, bilimlerin gelişimine çok şey borçludur.

9. ["Tamamlayıcılık" kavramı, büyük fizikçi Niels Bohr tarafından, kuantum gerçekliğinin kendisini bazen bir dalga, bazen bir parçacık olarak gösterdiği gerçeğini belirtmek için icat edildi; Bohr için bu iki yön "tamamlayıcıdır". L'individu et sa génèse physico-biologique'in [Birey ve Fiziksel Biyolojik Oluşumu] Birinci Kısmının 3. Bölümünde, Simondon bu tamamlayıcılığı yeniden yorumlar: Bohr'u bunu bir "çift" yerine bir "ikilik" - yani aynı anda her ikisinin de olmasının imkansızlığı - olarak düşündüğü için eleştirdi. Simondon'a göre, kuantum gerçekliği kendisini bir parçacık biçiminde gösterdiğinde, dalga özelliği de mevcuttur, ama ünlü "etki kuantumu" sayesinde fenomenin bir parçası olan ölçüm aparatındadır - J.H. Barthélémy].

10. [yaşamsal bireyleşme ile ilgili sonraki iki sayfa, hem L'individu et sa génèse physico-biologique [Birey ve Fiziksel-Biyolojik Doğuşu] hem de Psişik ve Kolektif Bireyselleşme için ortak girişle ilgili olarak tasarlanmıştır,--J.H. Barthélémy].

11. Ashby'nin homeostazı ve homeostat'ı.

12. Canlının bilgilendirici bir etkisi olduğu bu başlangıç yoluyladır, canlı  kendi boyutundan daha üstün bir gerçeklik düzeni ile kendi boyutundan daha aşağı bir gerçeklik düzeni arasında bizzat etkileşimli iletişimin bir bağlantı noktası haline gelir.

 

13. Bu içsel dolayım, yaşayan bireyin gerçekleştirdiği, canlının kozmik bir büyüklük düzenini (örneğin, güneş ışığı enerjisi) ve bir infra-moleküler büyüklük düzenini iletişime getirmesine izin veren dışsal dolayıma göre bir aracı olarak müdahale edebilir.

14. [Ruhsal ve kolektif bireyleşmeyi ele alan sonraki üç sayfa, giriş bölümünde hem L'individu et sa génèse physico-biologique [Birey ve Fiziksel-Biyolojik Doğuşu] hem de Psişik ve Kolektif bireyleşme'de ortak olanı ilan eder --J.H. Barthélémy].

15. Özellikle bireyleşme öncesi ve sırasında çevreyle kurulan ilişkiyi, biricik ve homojen bir çevreyle ilişki olarak tasavvur etmek imkansızdır. Çevrenin kendisi bir sistem, bireyleşmeden önce karşılıklı iletişim olmaksızın iki veya daha fazla gerçeklik seviyesinin sentetik bir gruplamasıdır.

16. [Bu cümle, Kant'a yöneltilen ve Ruhsal ve Kolektif Bireyleşme'nin birçok bölümünde geliştirilecek olan kesin bir eleştiriyi özetlemektedir. Deleuze aynı girişi L'individu et sa génèse physico-biologique'de [Birey ve Fiziksel-Biyolojik Doğuşu] okudu ve Kant'la olan eleştirel ilişkisi bundan etkilendi.--J.H. Barthélémy].

17. [Bu pasaj yanıltıcıdır: Simondon "ilişkisel" kelimesini - yalnızca onu reddetmek için - aslında önceden var olan iki terim arasında bir bağlantı olan şey için kullanır. Bununla birlikte, gerçek bir ilişki, bir bireyleşme olduğu için, bağladığı terimleri oluşturan şeydir. Bu nedenle, L'individu et sa génèse physico-biologique'de [Birey ve Fiziksel-Biyolojik Oluşumu] Simondon, bu giriş bölümünde yakında netleşeceği gibi, "ilişki"yi olumlamak için "bağ"ı reddeder.--J.H. Barthélémy].

18. Bununla a priori ve a posteriorinin bilgide bulunmadığını kastediyoruz; onlar bilginin ne formu ne de maddesidir, çünkü bilgi değildirler, birey-öncesinin -ve sonuç olarak, noetik-öncesi- ikilinin aşırı terimleridir. A priori biçimler yanılsaması, birey-öncesi sistemde, boyutu ontogenez sürecinde bireyinkinden üstün olan bütünlük koşullarının önceden var olmasından kaynaklanır. Tersine, a posteriori yanılsaması, uzay-zamansal değişiklikler açısından büyüklük sırası bireyinkinden daha düşük olan bir gerçekliğin varlığından kaynaklanır. Bir kavram ne a priori ne de a posterioridir, praesentidir (şimdidedir), çünkü o, bireyden daha büyük olan ile bireyden daha küçük olan arasındaki bilgilendirici ve etkileşimli bir iletişimdir.

19. [Fiziksel, yaşamsal ve psiko-sosyal -yalnızca sonuncusu bu çalışmanın konusu olan- üç "bireyselleşme rejimi"ni ilan ettikten sonra Simondon, genetik ontolojisinin tamamı için, yani hem L'individu et sa génèse physico-biologique [Birey ve Fiziksel-Biyolojik Doğuşu]'nda tartışılan fiziksel ve yaşamsal bireyleşmeler hem de psiko-sosyal veya "Psişik ve Kolektif Bireyleşmeden bireyötesi” bireyleşmeye dek genel ve metodolojik açıklamalarına döner. Bu genel ve metodolojik açıklamalar çok önemlidir, çünkü okuyucunun Simondon'un tüm ontolojisinin bir "bilgi felsefesi" olduğunu anlamasına izin verirler, ancak bilgi, Simondon'un sık sık diyaloga girdiği Sibernetiği kuran Bilgi Teorisi tarafından kullanılan terimlerle anlaşılmıyor. Burada, klasik hilomorfik şemanın yerini alırken, oluşum ve biçim alma olarak kabul edilen evrensel bir bilgi anlayışı hedefini korumak için yeni şemayı sağlayacak olan "transdüksiyon" kavramıdır.--J.H. Barthélémy].

20. [ayrıklık (disparation) kavramı için, 2. kısım, 2. bölüm, 3. kısımdaki nota bakın.--J.H. Barthélémy].

21. Bu doğrulama, nicel bilgi teorilerinin ve karmaşıklık ölçümlerinin geçerliliğine itiraz etmemize yol açmaz, fakat gönderici ve alıcı ikiliğinden ve dolayısıyla iletilen herhangi bir mesajdan önce temel bir durumu -birey öncesi varlığın durumunu- varsayar. Mesaj olarak iletilen klasik bilgi durumundaki bu temel durumdan geriye kalan bilginin kaynağı değil, ancak onsuz bilginin hiçbir etkisinin olmadığı ve dolayısıyla hiçbir bilginin olmadığı ilk koşul: ister teknik varlık ister canlı bir birey olsun, alıcının yarı kararlılığı. Bu bilgiyi “birincil bilgi” olarak adlandırabiliriz. [Simondon'ın bu notu temel bir öneme sahiptir, çünkü Simondoncu bilgi anlayışıyla ilgili olarak Fransa'da uzun süredir devam eden yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmaya yardımcı olur. -- Sadece Du mode d'existence des objets techniques [Teknik Nesnelerin Varoluş Modu Üzerine]'nin değil, fakat aynı zamanda 1958 ve 1964'te ortaya çıktıklarında L'individu et sa génèse physico-biologique [Birey ve Fiziksel-Biyolojik Doğuşu]'nun da başına bela olan bir yanlış anlama-- Simondon, bilgi "bireyleşmenin formülü" olarak anlaşıldığı sürece, bilgi kavramıyla başlayan "kavramsal reform" adını vereceği şeyi öngördü: bilgi ilk oluşumdur ve bilgi teorisinin "bilgi" dediği şey, devamı olduğu bu başlangıç oluşumundan türetilen bir mesajın iletimidir. Bu nedenle canlı, ancak sürdürdüğü yarı kararlılık yoluyla bir bilgi alabilir ve bu, "mutlak oluşum" veya "ilk bilgi" sırasında herhangi bir verici/alıcı ikiliğinden önce gelir. Dolayısıyla Simondon, onun gözünde fazla indirgemeci olan teknolojik enformasyon paradigmasını fiziksel ama birey-öncesi bir paradigmayla, yani hem gerçekten genetik hem de indirgeme karşıtı bir paradigmayla değiştiriyor. Barthélémy].

22. Özellikle büyüklük düzenlerinin çoğulluğu, bu düzenler arasındaki etkileşimli iletişimin ilksel yokluğu, böyle bir varlık anlayışının parçasıdır.

23. Tersine, iki gerçeklik seviyesinin asli heterojenliğini ifade eder, biri bireyden daha büyük - yarı kararlı bütünlük sistemi - ve diğeri bireyden daha küçük, örneğin madde. Bu iki ilksel büyüklük düzeni arasında, birey, fiziksel bireyleşmede zaten var olan, en ilkel kip olan transdüksiyonun (transdüksiyon) genişletildiği bir iletişim süreciyle kendini geliştirir.

24. İç rezonans, farklı düzeylerdeki gerçeklikler arasındaki en ilkel iletişim tarzıdır; çifte amplifikasyon ve yoğunlaştırma süreçlerini içerir.

25. Bu işlem, yaşamsal bireyleşmeye paraleldir: bir bitki, kozmik bir düzen ile infra-moleküler bir düzen arasında bir dolayım kurar, fotosentezden elde edilen ışık enerjisi ile toprakta ve atmosferde bulunan kimyasal türlerin ayrıştırılması ve dağıtılmasıdır. Bu, elementler arası bir bağdır ve ilkel olarak iletişimsiz olan iki gerçeklik katmanından oluşan bu birey-öncesi sistemin içsel rezonansı olarak gelişir. Elementler arası bağlantı, elementler arası bir görevi yerine getirir.

 

 

 PARRHESIA NUMBER 7 • 2009 • 416

 

THE POSITION OF THE PROBLEM OF ONTOGENESIS

Gilbert Simondon

Translated by Gregory Flanders1

 

 

 

 The reality of being as an individual may be approached in two ways: either via a substantialist path whereby being is considered as consistent in its unity, given to itself, founded upon itself, not created, resistant to that which it is not; or via a hylomorphic path, whereby the individual is considered to be created by the coming together of form and matter. The self-centered monism of substantialism is opposed to the bipolarity of the hylomorphic schema. However, there is something that these two approaches to the reality of the individual have in common: both presuppose the existence of a principle of individuation that is anterior to the individuation itself, one that may be used to explain, produce, and conduct this individuation. Starting from the constituted and given individual, an attempt is made to step back to the conditions of its existence. This manner of posing the problem of individuation--starting from the observation of the existence of individuals--conceals a presupposition that must be examined, because it entails an important aspect for the proposed solutions and slips into the search for the principle of individuation. It is the individual, as a constituted individual, that is the interesting reality, the reality that must be explained. The principle of individuation will be sought as a principle capable of explaining the characteristics of the individual, without a necessary relation to other aspects of being that could be correlatives of the appearance of an individuated reality. Such a research perspective gives an ontological privilege to the constituted individual. It therefore runs the risk of not producing a true ontogenesis--that is, of not placing the individual into the system of reality in which the individuation occurs.

What is postulated in the search for the principle of individuation is that the individuation has a principle. Within this very notion of principle, there is a certain characteristic that prefigures the constituted individuality with the properties it will possess once it is constituted. The notion of a principle of individuation arises, in a way, from a genesis in the other direction, a reversed ontogenesis: in order to account for the genesis of the individual with its definitive characteristics, one must suppose the existence of a first term, the principle, which contains that which will explain why the individual is an individual, and which will account for its ecceity. However, it would remain to be shown that the ontogenesis could have a first term as its first condition: a term is already an individual, or, in any case, something individualizable and that can be a source of ecceity and can turn itself into multiple ecceities. Anything that can serve as the basis for a relation is already of the same mode of being as the individual, whether it be an atom, an external and indivisible particle, prima materia or form. An atom can enter into relation with other atoms via the clinamen. It constitutes thereby an individual, viable or not, through the infinite void and the becoming without end. Matter can receive a form, and within this form-matter relation lies the ontogenesis. If there were not a certain inherence of the ecceity to the atom, the matter or the form, there would be no possibility of finding a principle of individuation within these realities. Looking for the principle of individuation in a reality that precedes individuation itself means considering the individuation as merely ontogenesis.2 The principle of individuation is thus a source of ecceity. In fact, both atomist substantialism and the hylomorphic doctrine avoid directly describing ontogenesis itself; atomism describes the genesis of that which is composed, such as the living body, which has but a precarious and ephemeral unity, arising from a chance encounter and dissolving again into its elements once the cohesive force that binds it in its compound unity is overpowered by a greater force. The cohesive forces themselves, which can be considered as the principle of individuation of the compound individual, are placed into the structure of the elementary particles that exist for all of eternity and that are the true individuals. In atomism, the principle of individuation is the very existence of the infinity of atoms: it is always already there at the moment thought attempts to grasp its nature. The individuation is a fact: for each atom, individuation is its own given existence, and for each compound, individuation is the fact that it is what it is--a compound--by virtue of a chance encounter.

According to the hylomorphic schema, on the contrary, the individuated being is not already given at the moment one considers the matter and the form that will become the sunolon.3 We do not witness the ontogenesis because we always place ourselves before the taking-form that is the ontogenesis. The principle of individuation is not, therefore, grasped in individuation itself, as an operation, but in that which this operation needs in order to exist--that is, a matter and a form. One supposes that the principle is contained either in the matter or in the form, because the operation of individuation is not considered capable of providing the principle itself, but only of putting it to work [mettre en oeuvre]. The search for the principle of individuation occurs either before individuation or after individuation, depending on whether the model of the individual is physical (for substantialist atomism) or technological and vital (for the hylomorphic schema). However, there is an obscure zone in both cases that masks the operation of individuation. This operation is considered as something to be explained and not as that in which the explanation must be found--hence the notion of the principle of individuation. The operation is considered as something to be explained because thought tends towards the complete individual being that must be understood, going through the stage of individuation in order to come to the individual after this operation. There is, therefore, the presupposition of the existence of a temporal succession: first there is the principle of individuation, then this principle undertakes an operation of individuation, and finally the constituted individual appears. If, on the contrary, one supposes that individuation does not only produce the individual, one would not attempt to pass quickly through the stage of individuation in order arrive at the final reality that is the individual--one would attempt to grasp the ontogenesis in the entire progression of its reality, and to know the individual through the individuation, rather than the individuation through the individual.

We would like to show that the search for the principle of individuation must be reversed, by considering as primordial the operation of individuation from which the individual comes to exist and of which its characteristics reflect the development, the regime and finally the modalities. The individual would then be grasped as a relative reality, a certain phase of being that supposes a preindividual reality, and that, even after individuation, does not exist on its own, because individuation does not exhaust with one stroke the potentials of preindividual reality. Moreover, that which the individuation makes appear is not only the individual, but also the pair individual-environment.4 The individual is thus relative in two senses, both because it is not all of the being, and because it is the result of a state of the being in which it existed neither as individual, nor as principle of individuation.

Individuation is thus considered as the only ontogenesis, insofar as it is an operation of the complete being. Individuation must therefore be considered as a partial and relative resolution that occurs in a system that contains potentials and encloses a certain incompatibility in relation to itself--an incompatibility made of forces of tension as well as of the impossibility of an interaction between the extreme terms of the dimensions.

The term “ontogenesis” receives its full sense if, instead of giving it the restricted and derived meaning of the genesis of the individual (in opposition to a greater genesis: that of the species for example), one uses it to designate the character of becoming of being, that by which being becomes, insofar as it is, as being. The opposition between being and becoming can only be valid within a certain doctrine that supposes that the very model of being is a substance. However, it is also possible to suppose that becoming is a dimension of being corresponding to a capacity of being to fall out of phase with itself, that is, to resolve itself by dephasing itself. Pre-individual being is being in which there is no phase; the being in which individuation occurs is that in which a resolution appears through the division of being into phases. This division of being into phases is becoming. Becoming is not a framework in which being exists, it is a dimension of being, a mode of resolution of an initial incompatibility that is rich in potentials.5 Individuation corresponds to the appearance of phases in being that are the phases of being. It is not a consequence placed at the edge of becoming and isolated; it is this operation itself in the process of accomplishing itself. It can only be understood on the basis of the initial supersaturation of being--without becoming and homogeneous--that then structures itself and becomes, bringing forth individual and environment, according to becoming, which is a resolution of the initial tensions and a conservation of these tensions in the form of structure. In a certain sense, it could be said that the only guiding principle is that of the conservation of being through becoming; this conservation exists through the exchanges between structure and operation, proceeding by quantum leaps through successive equilibriums. In order to think individuation, being must be considered neither as a substance, nor matter, nor form, but as a system that is charged and supersaturated, above the level of unity, not consisting only of itself, and that cannot be adequately thought using the law of the excluded middle. Concrete being, or complete being--that is, preindividual being--is being that is more than a unity. Unity, which is characteristic of the individuated being, and identity, which permits the use of the law of the excluded middle, do not apply to preindividual being, which explains why the world cannot be re-constructed post factum with monads, even by adding other principles such as that of sufficient reason, so as to order them into a universe.6 Unity and identity only apply to one of the phases of being, posterior to the operation of individuation; these notions cannot help us discover the principle of individuation; they do not apply to ontogenesis understood in its fullest sense, that is to say, the becoming of being as a being that divides and dephases itself by individuating itself. Individuation has not been able to be adequately thought and described because previously only one form of equilibrium was known--stable equilibrium. Metastable equilibrium was not known; being was implicitly supposed to be in a state of stable equilibrium. However, stable equilibrium excludes becoming, because it corresponds to the lowest possible level of potential energy;7 it is the equilibrium that is reached in a system when all of the possible transformations have been realized and no more force exists. All the potentials have been actualized, and the system having reached its lowest energy level can no longer transform itself. Antiquity knew only instability and stability, movement and rest; they had no clear and objective idea of metastability. In order to define metastability, the notions of order, potential energy in a system, and the notion of an increase in entropy must be used. In this way, it is possible to define this metastable state of being--which is very different from stable equilibrium and from rest--that Antiquity could not use to find the principle of individuation, because no clear paradigm of physics existed to help them understand how to use it.8 We will try therefore to first present physical individuation as a case of the resolution of a metastable system, starting from a system state like that of supercooling or supersaturation, which governs at the genesis of crystals. Crystallization provides us with well-studied notions that can be used as paradigms in other domains; but it does not exhaust the reality of physical individuation.

One can also suppose that reality, in itself, is primitively like the supersaturated solution and even more completely so in the preindividual regime, where it is more than unity and more than identity, capable of expressing itself as a wave or as a particle, as matter or energy, because every operation, and every relation within an operation, are an individuation that divides, or dephases, the preindividual being, while at the same time correlating extreme values and the orders of magnitude that were primitively without mediation. The complementarity9 would be the epistemological repercussion of the primitive and original metastability of reality. Neither mechanism nor energetism, which are theories of identity, can completely account for this reality. Field theory, particle theory, and the theory of the interaction between fields and particles, are all still partially dualist, but they lead to a theory of the preindividual. In a different manner, quantum theory grasps this regime of the preindividual that goes beyond unity: an exchange of energy occurs through elementary quantities, as if there were an individuation of energy in the relation between the particles, which can be considered in a sense to be physical individuals. This could perhaps explain how the two new theories that have remained incompatible to this day--quantum mechanics and wave mechanics--could finally converge. They could be viewed as two manners of expressing the preindividual, through the different manifestations where it intervenes as preindividual. Below the continuous and the discontinuous, there is the quantum and the metastable complement (the more than unity), which is the true preindividual. The necessity of correcting and coupling the basic concepts in physics is perhaps due to the fact that the concepts are adequate only to individuated reality, and not to preindividual reality.

The paradigmatic value of the study of the genesis of crystals becomes apparent as a process of individuation: it would permit the macroscopic study of a phenomenon that is based on system states belonging to the micro-physical domain, which is molecular and not molar. It would grasp the activity that is at the limit of the crystal being formed. Such an individuation is not the meeting of pre-existing form and matter that exist as previously constituted, separate terms, but a resolution springing from a metastable system that is filled with potentials: form, matter and energy pre-exist in the system. Neither form nor matter suffices. The true principle of individuation is mediation, generally supposing an original duality of orders of magnitude and the initial absence of interactive communication between them, followed by communication between orders of magnitude and stabilization.

At the same time that a potential energy (the condition of a higher order of magnitude) actualizes itself, a matter organizes and divides itself (the condition of a lower order of magnitude) into individuals structured into an average order of magnitude, developing itself by a mediate process of amplification.

It is the energetic regime of the metastable system that leads to and supports crystallization, but the form of the crystals expresses certain molecular or atomic characteristics of the chemical and constitutive species.

In the domain of the living,10 the same idea of metastability may be used to characterize individuation; but in this case, individuation no longer occurs, as in the physical domain, only in an instantaneous, brusque and definitive manner that is like a quantum leap, leaving behind it a duality of environment and individual, with the environment being impoverished by the individual that it is not and with the individual no longer having the dimension of the environment. This type of individuation also exists for the living being as an absolute origin; but it is accompanied by a perpetuated individuation, which is life itself, according to the fundamental mode of becoming: the living conserves within itself a permanent activity of individuation. It is not only the result of individuation, like in the case of the crystal or the molecule, but it is the theater of individuation: not all of the activity of the living is concentrated at its limit, such as with the physical individual. Within the living itself, there is a more complete regime of internal resonance, one that requires permanent communication and that maintains a metastability that is a condition of life. This is not the sole characteristic of the living, and the living cannot be reduced to an automaton that maintains a certain number of equilibriums or that searches for compatibilities between different exigencies, according to a complex equilibrium formula composed of simpler equilibriums; the living is also the being that is the result of an initial individuation and that amplifies this individuation-- an activity not undertaken by the technical object, to which cybernetics would otherwise compare the living, in terms of its function. There is, in the living, an individuation by the individual and not only a functioning that would be the result of an individuation completed once and for all, as if it had been manufactured; the living resolves problems, not only by adapting itself, that is to say by modifying its relation to the environment (which a machine can do), 11 but by modifying itself, by inventing new internal structures and by completely introducing itself into the axiomatic of vital problems.12 The living individual is a system of individuation, an individuating system and a system individuating itself; internal resonance and the translation of the relation to itself into information are in this system of the living. In the physical domain, internal resonance characterizes the limit of the individual that is in the process of individuating itself; in the living domain, this resonance becomes the criterion for the individual in its entirety insofar as it is an individual; it exists in the system of the individual and not only in that which the individual forms with its environment. The internal structure of the organism is not only the result (as with a crystal) of the activity that occurs and of the modulation that occurs at the limit between the interiority domain and the exteriority domain. The physical individual, perpetually de-centered, perpetually peripheral to itself, active at the limit of its domain, does not have a veritable interiority; the living individual, on the contrary, does have a veritable interiority because individuation carries itself out within the individual; the interior is also constitutive in the living individual, whereas in the physical individual, only the limit is constitutive, and that which is topologically interior is genetically anterior. The living individual is contemporary to itself in all of its elements, which is not the case for the physical individual, which carries something of the past that is radically past, even when it is still growing. Within itself, the living is a nexus of informative communication; it is a system within a system, containing within itself a mediation between two orders of magnitude.13

Finally, it is possible to put forward the hypothesis, which is analogous to that of the quanta in physics and also to that of the relativity of potential energy levels, that individuation does not exhaust all of the preindividual reality, and that a regime of metastability is not only maintained by the individual, but carried by it, so that the constituted individual transports with itself a certain associated charge of preindividual reality, animated by all of the potentials that characterize it. An individuation is relative, just like a structural change in a physical system; a certain level of potential remains, and further individuations are still possible. This preindividual nature that remains linked to the individual is a source for future metastable states from which new individuations can emerge. According to this hypothesis, it would be possible to consider every true relation as having the status of being, and as developing itself within a new individuation. The relation does not spring up from between two terms that would already be individuals; it is an aspect of the internal resonance of a system of individuation, it is part of a system state. This living, which is both more and less than unity, carries an inner problematic and can enter as an element into a problematic that is larger than its own being. Participation, for the individual, is the fact of being an element in a greater individuation, via the intermediary of the charge of preindividual reality that the individual contains, that is, via the potentials that the individual contains.

In this way, it becomes possible to think of the relation that is interior and exterior to the individual as participation, without referring to new substances. The psychic and the collective are constituted by individuations that occur after the vital individuation.14 The psychic is the continuation of the vital individuation in a being that, in order to resolve its own problematic, must itself intervene as an element of the problem by its action, as a subject. The subject can be conceived of as the unity of being as an individuated living being, and as a being that represents its actions through the world to itself as an element and as a dimension of the world. The vital problems are not closed upon themselves; their open axiomatic can only be saturated by an undefined series of successive individuations that engage ever more of the preindividual reality and that incorporate it into the relation to the environment. Affectivity and perception integrate themselves in emotion and in science, both of which suppose the making use of new dimensions. However, the psychic being cannot resolve its own problematic within itself; its charge of preindividual reality--at the same time that it individuates itself as a psychic being that goes beyond the limits of the individuated living and incorporates the living into a system made up of world and subject--enables participation in the form of a condition of individuation of the collective. Individuation in the form of the collective turns the individual into a group individual, linked to the group by the preindividual reality that it carries inside itself and that, when united with the preindividual realities of other individuals, individuates itself into a collective unity. Both individuations, the psychic and the collective, are reciprocal to one another; they allow for the definition of a category of the transindividual, which can be used to explain the systematic unity of the interior (psychic) individuation and the exterior (collective) individuation. The psycho-social world of the transindividual is neither purely social nor the interindividual; it supposes a veritable operation of individuation from the basis of a preindividual reality, linked to the individuals and capable of constituting a new problematic with its own metastability. It expresses a quantum condition, correlative to a plurality of orders of magnitude. The living is presented as a problematic being that is at the same time superior and inferior to unity. To say that the living being is problematic is to consider becoming as a dimension of the living: the living is according to its becoming, which operates a mediation. The living is both agent and theater of individuation; its becoming is a permanent individuation, or rather, a series of outbreaks of individuation advancing from one metastability to another. The individual is thus neither substance nor a simple part of the collective: the collective intervenes as a resolution of the individual problematic, which means that the basis of the collective reality is already partially contained in the individual, in the form of the preindividual reality that remains linked to the individuated reality; that which we generally consider to be a relation, because of the mistaken hypothesis of the substantialization of individual reality, is in fact a dimension of the individuation through which the individual becomes. The relation--to the world and to the collective--is a dimension of individuation in which the individual participates starting from the preindividual reality that individuates itself step by step.

Psychology and the theory of the collective are therefore linked: it is ontogenesis that shows what participation in the collective and what the psychic operation that is conceived of as the resolution of a problematic are. The individuation that is life is conceived of as the discovery, in a conflictual situation, of a new axiomatic that incorporates and unifies--into a system containing the individual--all of the elements of that situation. In order to understand psychic activity within a theory of individuation as the resolution of the conflictual character of a metastable state, we must find veritable ways in which metastable systems are instituted in life. In this sense, both the notion of the adaptive relation of the individual to its environment,15 and the critical notion of the relation of the knowing subject to the known object must be modified; knowledge is not constructed through abstraction starting from a sensation, but in a problematic manner starting from an initial tropistic or taxonomic unity, a pairing of sensation and tropism, an orientation of the living being in a polarized world. Here again we must detach ourselves from the hylomorphic schema; there is no sensation that would represent a matter that would be an a posteriori given for the a priori forms of sensibility. The a priori forms are an initial resolution--via the discovery of an axiomatic--of the tensions that result from the confrontation of the primitive tropistic or taxonomic unities; the a priori forms of the sensibility are neither the a priori nor the a posteriori that would be obtained by abstraction, but the structures of an axiomatic that appears in an operation of individuation. In the tropistic or taxonomic unity the world and the living are already present, but the world only figures in it as a direction, that is, as the polarity of a gradient that situates the individuated being in an indefinite dyad of which it occupies the median point, and that spreads out from this individuated being. Perception, then science, continue to resolve this problematic, not simply by the invention of spatio-temporal frameworks, but by the constitution of the notion of object, which becomes the source of the primitive gradients and which orders them according to a world. The distinction between a priori and a posteriori, an effect of the hylomorphic schema in the theory of knowledge, masks with its central obscure zone the veritable operation of individuation that is the center of knowledge.16 The very notion of a qualitative or intensive series should be thought according to the theory of the phases of being: it is not relational17 and is not maintained by a pre-existence of extreme terms, but it develops starting from a primitive average state that localizes the living and inserts it into the gradient that gives a direction [sens] to the tropistic or taxonomic unity. A series is an abstract vision of the direction [sens] according to which the tropistic or taxonomic unity orientates itself. One must begin with individuation, with being grasped at its center according to spatiality and becoming, not with an individual that is substantialized in front of a world that is foreign to it.18

This same method may be used to explore affectivity and emotivity, which constitute the resonance of being in relation to itself, and which link the individuated being to the preindividual reality that is linked to it, just like the tropistic or taxonomic unity and perception link it to its environment. The psychic is made of successive individuations that allow the being to resolve the problematic states that correspond to the permanent putting into communication of that which is larger and that which is smaller than it.

But the psychic cannot resolve itself at only the level of the individuated being alone; it is the foundation for the participation in a greater individuation, that of the collective; the individual being alone, putting itself into question, cannot go beyond the limits of anxiety, which is an operation that has no action, a permanent emotion that is not able to resolve the affectivity, a test by which the individuated being explores its dimensions of being without being able to go beyond them. To the notion of the collective, taken as an axiomatic that resolves a psychic problematic, corresponds the notion of the transindividual.

Such reforms19 of the notions described above are supported by the hypothesis according to which a given information is never relative to a unique and homogeneous reality, but to two different orders that are in a state of disparation;20 information, whether it be at the level of the tropistic unity or at the level of the transindividual, is never available in a form that could be given; it is the tension between two disparate realities, it is the signification that will emerge when an operation of individuation will discover the dimension according to which two disparate realities may become a system. Information is therefore a primer for individuation; it is a demand for individuation, for the passage from a metastable system to a stable system; it is never a given thing. There is no unity and no identity of information, because information is not a term; it supposes the tension of a system of being in order to receive it adequately. Information can only be inherent to a problematic; it is that by which the incompatibility of the non-resolved system becomes an organizing dimension in the resolution; information supposes a phase change of a system, because it supposes an initial preindividual state that individuates itself according to the discovered organization. Information is the formula of individuation, a formula that cannot exist prior to this individuation. An information can be said to always be in the present, current, because it is the direction [sens] according to which a system individuates itself.21

This study is based on the following conception of being: being does not possess a unity of identity, which is that of the stable state in which no transformation is possible; being possesses a transductive unity, which is to say that it can dephase itself in relation to itself; it can overflow out of itself from one part to another, beginning from its center. That which we take to be relation or duality of principles is in fact the spreading out of being, which is more than unity and more than identity; becoming is a dimension of being, it is not that which happens to being according to a succession to which a primitively given and substantial being would be subjected. Individuation must be understood as the becoming of being, and not as a model of being that would exhaust its signification. The individuated being is not all of being, nor the first being; instead of understanding individuation starting from the individuated being, the individuated being must be understood starting from individuation, and individuation from preindividual being, according to several orders of magnitude.

The intention of this study is therefore to study the forms, modes and degrees of individuation, in order to situate the individual in being according to three levels: the physical, the vital and the psychic and psycho-social. Instead of supposing substances in order to account for individuation, we take the different regimes of individuation as the foundation of domains such as matter, life, spirit and society. Separation, hierarchization, and the relations between these domains appear as aspects of the individuation according to its different modalities; that is to say that notions of substance, form and matter are replaced by the more fundamental notions of initial information, internal resonance, metastability, energy potential, orders of magnitude.

However, in order to render this terminological and conceptual change possible, a new method and a new notion are needed. The method consists of not attempting to compose the essence of a reality using a conceptual relation between two pre-existing extreme terms, and of considering all veritable relations as having the rank of being. The relation is a modality of being; it is simultaneous to the terms for which it ensures the existence. A relation must be understood as relation in being, as a relation of being, a manner of being and not a simple relation between two terms that could be adequately known using concepts because they would have a separate and prior existence. It is because the terms are understood as substances that the relation is a relation of terms, and being is separated into terms because being is primitively--that is to say before any investigation of individuation--understood as substance. If, however, substance is no longer taken to be the model of being, it is possible to understand relation as the non-identity of being to itself--as the inclusion in being of a reality that is not only identical to it--so that being, as being, before all individuation, may be understood as more than unity and more than identity.22 Such a method supposes an ontological postulate: at the level of being prior to any individuation, the law of the excluded middle and the principle of identity do not apply; these principles are only applicable to the being that has already been individuated; they define an impoverished being, separated into environment and individual. They do not apply therefore to all of being--that is to say to the ensemble formed later by the individual and the environment--but only to that which, from the preindividual being, has become individual. In this sense, classical logic cannot be used to think the individuation, because it requires that the operation of individuation be thought using concepts and relationships between concepts that only apply to the results of the operation of individuation, considered in a partial manner.

From the use of this method, which considers the law of identity and the law of the excluded middle as too restrictive, a new notion emerges that possesses a multitude of aspects and domains of application: that of transduction. By transduction we mean an operation--physical, biological, mental, social--by which an activity propagates itself from one element to the next, within a given domain, and founds this propagation on a structuration of the domain that is realized from place to place: each area of the constituted structure serves as the principle and the model for the next area, as a primer for its constitution, to the extent that the modification expands progressively at the same time as the structuring operation. A crystal that, from a very small seed, grows and expands in all directions in its supersaturated mother liquid provides the most simple image of the transductive operation: each already constituted molecular layer serves as an organizing basis for the layer currently being formed. The result is an amplifying reticular structure. The transductive operation is an individuation in progress; it can, in the physical domain, occur in the simplest manner in the form of a progressive iteration; but in more complex domains such as the domains of vital metastability or of a psychic problematic, it can advance in constantly variable steps and it can expand in a domain of heterogeneity. Transduction occurs when there is an activity that begins at the center of being--both structurally and functionally--and that expands in various directions from this center, as if multiple dimensions of being appeared around this center. Transduction is the correlative appearance of dimensions and structures in a being of preindividual tension, that is to say in a being that is more than unity and more than identity, and that has not yet dephased itself into multiple dimensions. The extreme terms reached by the transductive operation do not exist prior to this operation; its dynamism comes from the primitive tension of the system of the heterogeneous being that dephases itself and develops dimensions according to which it structures itself; the dynamism does not come from a tension between the terms that will only be reached and placed at the extreme limits of the transduction.23 Transduction can be a vital operation; it expresses, in particular, the direction [sens] of the organic individuation; it can be a psychic operation and an effective logical procedure, even though it is not limited to logical thought. In the domain of knowledge, it defines the veritable process of invention, which is neither inductive nor deductive, but transductive, which means that it corresponds to a discovery of the dimensions according to which a problematic can be defined. It is that which is valid in the analogical operation. This notion can be used to understand the different domains of individuation: it applies to all cases where an individuation occurs, expressing the genesis of a network of relations founded on being. The possibility of using an analogical transduction to understand a domain of reality indicates that this domain is indeed the location of a transductive structuration. Transduction corresponds to this existence of relations that are born when the preindividual being individuates itself; it expresses individuation and allows it to be thought; it is therefore a notion that is both metaphysical and logical. It applies to ontogenesis, and is ontogenesis itself. Objectively, it allows us to understand the systematic conditions of individuation, the internal resonance,24 the psychic problematic. Logically, it can be used as the foundation of a new type of analogical paradigmatism, allowing us to pass from physical individuation to organic individuation, from organic individuation to psychic individuation and from psychic individuation to the subjective and objective transindividual, all of which define the trajectory of this study.

One could, without a doubt, affirm that transduction cannot be presented as a model of logical procedure having the value of a proof. Indeed, we do not wish to say that transduction is a logical procedure in the current sense of the term; it is a mental process, and even more than a process, it is a functioning of the mind that discovers. This functioning consists of following being in its genesis, in carrying out the genesis of thought at the same time as the genesis of the object. In this quest, this functioning of the mind is called to perform a role that the dialectic could not, because the study of the operation of individuation does not appear to correspond to the appearance of the negative as a second stage, but to an immanence of the negative in the first condition in the ambivalent form of tension and incompatibility. What is the most positive in the state of preindividual being--the existence of potentials--is also the cause of the incompatibility and the non-stability of this state. The negative comes first as the ontogenetic incompatibility, but it is the other side of the richness in potentials; it is therefore not a substantial negative. It is never a stage or a phase, and individuation is not a synthesis, a return to unity, but a dephasing of being starting from its preindividual center of potentialized incompatibility. Time itself, in this ontogenetic perspective, is considered to be the expression of the dimensionality of being individuating itself.

Transduction is not, therefore, simply a functioning of the mind, it is also intuition, because transduction is that by which a structure appears in the domain of a problematic, that is, as that which provides the resolution of the posed problems. However, transduction, as opposed to deduction, does not search elsewhere for a principle to resolve the problem of a domain: it extracts the resolving structure from the tensions of the domain themselves, just as a supersaturated solution crystallizes using its own potentials and according to the chemical species it contains, not using some foreign form added from the outside. Nor is transduction comparable to induction, because although induction retains the characteristics of the terms of reality that are contained within the studied domain, extracting the structures of the analysis of these terms themselves, induction only retains that which is positive--that which is common to all of the terms--eliminating that which is singular to them. Transduction is, on the contrary, a discovery of dimensions of which the system puts into communication the each of its terms, and in such a way that the complete reality of each of the terms of the domain can come to order itself without loss, without reduction, in the newly discovered structures. The resolving transduction undertakes the inversion of the negative into the positive: that by which the terms are not identical to each other, that by which they are disparate (in the sense this word takes in the theory of depth perception) is integrated into the system of resolution and becomes the condition of signification. There is no impoverishment of the information contained in these terms; transduction is characterized by the fact that the result of this operation is a concrete network that contains all the initial terms; the resulting system is made of this concrete network and contains all of it. The transductive order retains all that is concrete and is characterized by the conservation of information, whereas induction requires a loss of information. Transduction, like the dialectic process, retains and integrates opposing aspects; unlike the dialectic, transduction does not presuppose the existence of a prior time as the framework in which the genesis occurs, time itself being a solution, a dimension of the discovered systematic: time comes out of the preindividual just like the other dimensions according to which individuation occurs.25

 In order to think the transductive operation, which is the foundation of individuation in its different levels, the notion of form is insufficient. The notion of hylomorphic form makes up part of the same system of thought as that of substance, or that of relation as being posterior to the existence of the terms: these notions have been elaborated using the results of individuation; they can only grasp an impoverished reality, without potentials, and as a consequence, incapable of individuating itself.

The notion of form must be replaced by that of information, which presupposes the existence of a system in a state of metastable equilibrium that can individuate itself; information, unlike form, is never a unique term, but the signification that springs from a disparation. The ancient notion of form, such as provided by the hylomorphic schema, is too independent of any notion of system and metastability. That which Gestalt theory provided contains, on the contrary, the notion of system and is defined as the state towards which the system tends when it finds its equilibrium: it is the resolution of a tension. Unfortunately, an all too summary physical paradigmatism caused Gestalt theory to only consider the state of stable equilibrium as a system state of equilibrium capable of resolving tensions: Gestalt theory was unaware of metastability. We would like to take up Gestalt theory and, through the introduction of a quantum condition, show that the problems posed by Gestalt theory cannot be directly resolved using the notion of stable equilibrium, but only by making use of the notion of metastable equilibrium. The Good Form is no longer the simple form, the pregnant geometric form, but the signifying form, that is, that which establishes a transductive order within a system of reality that contains potentials. This good form is that which maintains the energy level of the system, that which conserves its potentials by rendering them compatible: good form is structure of compatibility and viability, it is the dimensionality that is invented and according to which there is compatibility without degradation. 26The notion of Form therefore deserves to be replaced with that of information. In doing so, the notion of information must never be reduced to signals or to the supports or carriers of information in a message, as the technological theory of information tends to do, a theory that was initially abstracted from transmission technologies. The pure notion of form must therefore be saved two times from an all too summary technical paradigmatism: first, in relation to classical culture, the notion of form must be saved from the reductive manner the notion was used in the hylomorphic schema; and a second time, in order to save information as signification from the technological theory of information in modern culture, with its experience of transmission through a channel. For indeed the same aim is found in the successive theories of hylomorphism, Good Form, and information theory: the discovery of the inherence of significations to being; we will attempt to find this inherence in the operation of individuation.

 In this way, a study of individuation can lead to the reform of fundamental philosophic notions, because it is possible to consider individuation as that which must be known first about being. Before even considering whether it is legitimate to make judgments about beings, it is apparent that being can be spoken of in two manners: in a first, fundamental sense, being is insofar as it is; but in a second sense, always superimposed upon the first in logic theory, being is being insofar as it is individuated. If it were true that logic provided statements about being only after individuation, it would be necessary to institute a theory of being that is anterior to any form of logic; this theory could serve as the foundation to logic, because nothing proves in advance that there is only one possible way of individuating being. If multiple types of individuation were to exist, multiple logics would also have to exist, each corresponding to a specific type of individuation. The classification of the ontogeneses would allow us to pluralize logic using a valid foundation of plurality. As for the axiomatization of the knowledge of preindividual being, it cannot be contained within a pre-existing logic, because no norm, no system that is detached from its contents can be defined: only the individuation of thought can, by realizing itself, accompany the individuation of beings that are different from thought itself. Therefore it is neither immediate nor mediate knowledge that we can have of individuation, but a knowledge that is an operation that runs parallel to the known operation. We cannot, in the common understanding of the term, know individuation, we can only individuate, individuate ourselves, and individuate within ourselves. This understanding is--at the margins of what is properly considered as knowledge--an analogy between two operations, a certain mode of communication. The individuation of the reality that is exterior to the subject is grasped by the subject using the analogical individuation of knowledge within the subject; but it is through the individuation of knowledge, and not through knowledge alone, that the individuation of non-subject beings is grasped. Beings may be known by the subject’s knowledge, but the individuation of beings can only be grasped by the individuation of the subject’s knowledge

GREGORY FLANDERS is a Ph.D. student in the German Literature and Critical Thought program. He completed his M.A. at the University of Paris VIII St.-Denis. He has a B.A. in linguistics from the Sorbonne (Paris IV) and in German literature from the University of Iowa. He also studied two years at the Albert-Ludwig Universität in Freiburg, Germany.

 

NOTES

1. [This text is an advance publication from the forthcoming English translation of Gilbert Simondon’s L’individuation psychique et collective. The text constitutes the first part of Simondon’s introduction to the book, and will be accompanied in the English translation by a number of footnotes by Jean-Hugues Barthélémy (also reproduced here). The complete English translation of the book (by Arne De Boever, Gregory Flanders, Alicia Harrison, with Rositza Alexandrova and Julia Ng) will be published by the U of Minnesota P. The translator would like to thank the U of Minnesota P as well as Flammarion for giving Parrhesia permission to publish this text.—Trans.]

2. [This formulation only makes sense if the notion of “ontogenesis” is understood to designate the genesis of the individual or of the “being insofar as it is individuated,” as Simondon states further on. Simondon will later provide a second meaning to ontogenesis: it will designate the becoming of being in general or the “being insofar as it is,” which is to say the pre-individual being that will later come to replace, for Simondon, any “principle of individuation” that has already been individualized. This is why it can be said that if he is criticizing here the reduction of individuation to ontogenesis in the first meaning of the term, it is precisely in order to suggest that this genesis of the individual is only truly a genesis within ontogenesis in the second, broader meaning of the term. Simondon will soon show that this becoming of the being in general produces both the individual and its environment. It also must be pointed out that the notion of ontogenesis possesses a third meaning, one which designates the ontological theory itself understood from now on as a genetic ontology. The underlying reason behind this third meaning is that the thought of individuation must itself be an individuation; here we find the specificity of Simondon’s thought in regards to the going beyond of the opposition between the subject and its object. Ontogenesis as a theory therefore is no longer an onto-logy in the strict sense of the term, that is to say as a logos that is exterior to what it knows or an ob-jectifying logos. --J.H. Barthélémy].

3. Aristotle, Metaphysics 10372 32.

4. It is not necessary that the environment be simple, homogeneous and uniform, but it may be; it can be originally crossed by a tension between two extreme orders of magnitude that the individual mediates when it comes to be.

5. And constitution, between extreme terms, of a mediate order of magnitude; ontogenetic becoming may itself be considered, in a certain sense, as mediation.

6. [Simondon is alluding here to Leibniz, who is the quintessential substantialist thinker.--J.H. Barthélémy].

7. [The notion of potential energy had been explored by Simondon in one of the properly epistemological chapters of L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis]. The two following pages, which are dedicated to physical individuation, are actually announcing the first part of L’individu et sa génèse physico-biologique, of which Psychic and Collective Individuation is the continuation, with both works being originally printed in one volume and with both having, for this reason, the same introduction. The original text represents Simondon’s main thesis, defended in 1957 and entitled L’individuation à la lumière des notions de forme et d’information [Individuation in the Light of the Notions of Form and Information]. The text L’individu et sa génèse physico-biologique appeared in France in 1964, and greatly influenced the early thought of Gilles Deleuze, whereas Psychic and Collective Individuation, which inspired Bernard Stiegler, was not published until 1989, the year of Simondon’s death. --J.H. Barthélémy].

8. Intuitive and normative equivalents existed in Antiquity for the notion of metastability; however, because metastability generally supposes both the presence of two orders of magnitude and the absence of interactive communication between these orders, it owes much to the development of the sciences.

9. [The notion of “complementarity” was invented by the great physicist Niels Bohr to designate the fact that quantum reality sometimes manifests itself as a wave, sometimes as a particle; for Bohr, these two aspects are “complementary.” In Chapter 3 of the First Part of L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis], Simondon reinterprets this complementarity: he criticized Bohr for thinking of it as a “duality”--that is, an impossibility of being both at the same time--instead of as a “couple.” For Simondon, when the quantum reality manifests itself in the form of a particle, the wave characteristic is also present, but it is in the measurement apparatus, which is part of the phenomenon by virtue of the famous “quantum of action”--J.H. Barthélémy].

10. [The two following pages, dealing with vital individuation, are intended to announce, within the introduction common to both L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis] and to Psychic and Collective Individuation, the Second Part of L’individu et sa génèse physico-biologique.--J.H. Barthélémy].

11. Ashby’s homeostasis and homeostat.

12. It is by this introduction that the living has an informational effect, becoming itself a nexus of interactive communication between an order of reality that is superior to its dimension and an order of reality inferior to its dimension, which it organizes.

13. This interior mediation can intervene as an intermediary relative to the external mediation that the living individual realizes, which allows the living to bring into communication a cosmic order of magnitude (for example, solar light energy) and an infra-molecular order of magnitude.

14. [The next three pages, which deal with psychic and collective individuation, announce, within the introduction that is common to both L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis] and to Psychic and Collective Individuation, this final volume.--J.H. Barthélémy].

15. In particular, the relation to the environment is impossible to imagine, before and during individuation, as a relation to a unique and homogeneous environment. The environment is itself a system, a synthetic grouping of two or more levels of reality, without intercommunication before individuation.

16. [This sentence summarizes a decisive critique that is addressed to Kant, and that will be developed in multiple sections of Psychic and Collective Individuation. Deleuze read this same introduction in L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis], and his critical relationship to Kant was influenced by it.--J.H. Barthélémy].

17. [This passage is deceptive: Simondon uses the word “relational”--only to reject it--for that which is in fact a link between two pre-existing terms. However, a true relation is that which constitutes the terms that it connects, because it is an individuation. Thus, in L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis], Simondon rejects the “link” in order to affirm the “relation,” as will soon become clear in this introduction.--J.H. Barthélémy].

18. By this we mean that the a priori and the a posteriori are not found in knowledge; they are neither form nor matter of knowledge, because they are not knowledge, but extreme terms of a preindividual--and, consequently, a pre-noetic--dyad. The illusion of a priori forms stems from the pre-existence, in the preindividual system, of conditions of totality, of which the dimension is superior to that of the individual in the process of ontogenesis. Inversely, the illusion of a posteriori stems from the existence of a reality of which the order of magnitude, in terms of spacio-temporal modifications, is inferior to that of the individual. A concept is neither a priori nor a posteriori but a praesenti, because it is an informative and interactive communication between that which is larger than the individual and that which is smaller than the individual.

19. [After having announced the three “regimes of individuation”--physical, vital and psycho-social--only the last of which being the object of the present study--Simondon turns to general and methodological considerations that are valid for the entirety of his genetic ontology, that is, for both the physical and vital individuations discussed in L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis] and for the psycho-social or “transindividual” individuation from Psychic and Collective Individuation. These general and methodological considerations are of capital importance, because they allow the reader to understand that the entire Simondonian ontology is a “philosophy of information,” without, however, information being understood in the terms used by the Information Theory that founded Cybernetics, with which Simondon often enters into dialog. Here it is the notion of “transduction” that will supply the new schema, in order to replace the classical hylomorphic schema while conserving the goal of a universal understanding of information considered as genesis and as the taking-form.--J.H. Barthélémy].

20. [On the notion of disparation, see the note in part 2, chapter 2, section 3.--J.H. Barthélémy].

21. This affirmation does not lead us to contest the validity of the quantitative theories of information and the measurements of complexity, but it supposes a fundamental state--that of the preindividual being--prior to any duality of the sender and of the receiver, and therefore to any transmitted message. It is not the source of information that remains of this fundamental state in the classic case of information transmitted as a message, but the primordial condition without which there is no effect of information, and therefore no information: the metastability of the receiver, whether it be technical being or a living individual. We can call this information “primary information.” [This note by Simondon is of a fundamental importance, because it helps dispel the misunderstanding that persisted for a long time in France in regards to the Simondonian conception of information--a misunderstanding that plagued not only Du mode d’existence des objets techniques [On the Mode of Existence of Technical Objects], but also L’individu et sa génèse physico-biologique [The Individual and Its Physical-Biological Genesis] when they appeared in 1958 and 1964. Simondon foresaw what he would call a “notional reform,” which begins with the notion of information, insofar as information would be understood as “the formula of individuation”: information is first genesis, and what information theory calls “information” is a transmission of a message that is derived from this initial genesis of which it is the continuation. That is why the living being can only receive an information through the metastability that it maintains, and that during the “absolute genesis” or the “first information” was prior to any sender/receiver duality. Simondon, therefore, replaces the technological paradigm of information, which is too reductive in his eyes, with a physical, but pre-individual, paradigm, that is to say, both truly genetic and anti-reductionist.--J.H. Barthélémy].

22. In particular, the plurality of the orders of magnitude, the primordial absence of interactive communication between these orders, is part of such an understanding of being.

23. It expresses, to the contrary, the primordial heterogeneity of two levels of reality, one larger than the individual--the metastable system of totality--and the other smaller than the individual, such as matter. Between these two primordial orders of magnitude, the individual develops itself by a process of amplifying communication of which transduction is the most primitive mode, already existing in the physical individuation.

24. Internal resonance is the most primitive mode of communication between realities of different orders; it contains a double process of amplification and condensation.

25. This operation is parallel to that of vital individuation: a vegetable institutes a mediation between a cosmic order and an infra-molecular order, sorting and distributing the chemical species contained in the ground and in the atmosphere by means of the luminous energy received from photosynthesis. It is an inter-elementary nexus, and it develops as the internal resonance of this preindividual system made of two layers of reality that are primitively without communication. The inter-elementary nexus fulfills an intra-elementary task.

26. Form appears as the active communication, as the internal resonance that brings about the individuation: it appears with the individual.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder