İbrahim
Efendi Tabletleri
hakkında
“Ne kadar çıplak yakalandık ki zamana böbreklerimize
kadar sokulan bu sancı, liberal fuhuşun kerhanesinde kurşunlar akıtırken
içimize, hem kör hem sağır bir söğüşmenin hem bu kadar içi hem de o kadar dışı
bizken ve bir gerdek bankasında çoğalırken piçlerimiz, visa kartlar, vadeli
vadesiz hesaplar, su faturaları.. ve şehirler ve ülkeler ve kıtalar rehberinde
birer barkod olan halimizin hissesini ta cirosundan sikmek düşüncesi dalmışken
ruha ve her ne olursa olsun şiire, sihire ve rahime ve yaratan ve bağışlayan
dile, dilin can dostu ses’e bunca iman etmişken, cümle mahlukata ve öç’ümüzü
alacak yazıya hamdolsun.”
ibrahim metin
Böyle başlıyor İbrahim Efendi Tabletleri ya da tımarhane
yazıları. Böyle bir yakarış ancak bir çığlığı, bir haykırışı, ve sonradan evcilleşmeyi terk etmiş bir
enerjiyi çağrıştırır. Gerçeküstücülerin manifestoları akla gelebilir ama değil,
daha çok (Ali Akay’ın Youtube’daki Deleuze anlatılarından birinde dinlettiği)
Antonin Artaud’nun gırtlağını yırtarak gönderdiği sesin (ya da Francis Bacon’ın
Papa Innocent X tablosunda tüm uzamı emen sesin) bütün anlamları hiçe taşıyan
ve her tene yapışan çığlığıdır bu. Acı çeken bedenin sözcükleri kırarak
çığlıklara -ses birimlerine- dönüştüğü, anlam denen şeyin gramer ve özneden
taşarak tahtından edildiği, algı ve duyu arasına sıkışan bir dilin sesi.
Varoluş acısıyla haykıran ve zamansal-mekansal olanı yersizyurtsuzlaştıran bu
sesi, Tabletler’deki sesin imgesi
olarak görürsek, -belki o zaman- neyi okumaya başladığımızı hissedebilir ve
bitirdiğimizde bedenimizin her yanında kesikler, çizikler, yaralar içinde
kalacağı riskini öngörebiliriz. Dünyayı emen ‘bu ses’, anlamdan kaçan bu çığlık
Tabletler’deki gramatik, agramatik
her cümleye eşlik eder, her cümleden dünyaya taşar ve okura saplanır.
Anlatım
Biçimi
Okur
kitabı eline alıp şöyle üstünkörü birkaç sayfasına göz gerdiğinde bile bir
aykırılıkla karşılaştığını hissedecektir. Hayır Tabletler ‘normal’ bir anlatı, ‘normal’ bir metin değil. Normal
nedir? D. Hume’a göre tekrarın yarattığı benzetme, benzerlik ve bitişiklikle
çalışan alışkanlık. Yazma anı, yazmamanın imkânsız olduğu andır, evet fakat Tabletler tam da bu alışkanlık (modern
yazı yazma biçimleri alışkanlığı) içinde yazmanın imkânsız olduğu bir
‘yazı’dır. Yani, ilk bakışta dikkati çeken şey bu yazının alışılmış bir anlatı
biçimine sahip olmadığıdır, bu anlatı başlayıp biten, bütünsel, ardışık-gidimli
bir anlatı değil, parça parça, tam 277 fragman. İlk karşılaşılan şey bu. Peki
neden? Neden parçalar/fragmanlar halinde? ya da Fragmanter anlatı nedir? Birincisi,
Derrida’yı hatırlarsak, edebiyat ya da metin olmadan dil yoktur, aynı şekilde
beden ya da bireyleşmeler olmadan da edebiyat ve metin yoktur. İkincisi,
Deleuze ve Guattari’nin ‘Kafka’ metninde söyledikleri gibi ulusal bilinç
edebiyattan geçer. Bir diğer ve üçüncü nokta, Nancy’nin ileri sürdüğü gibi edebiyat
topluluğun sınırında yer alır. Dil, bir topluluğun sınırı, yani onun hem biçimi
hem de tözüdür. Fragmanter anlatımı, ardışık anlatımın (alışılmış modern
biçimin) kesintiye uğratılması olarak alırsak -ki öyle- bu aynı zamanda
Nancy’nin topluluğun işlemezliği bakış açısından toplumun mevcut işleyişinin kesintiye
uğratılmasıdır. Nancy, “işlemeyen
Topluluk’un (2008), “The Myth
Interrupted” (43-70) bölümünde edebiyatın topluluk ve mitle ilişkisi ve
işlevini ele alır. Bir topluluk için mit hem kurucu hem de kurgusal bir işleve
sahiptir. Hemen her topluluğun kurgusal bir mit yoluyla kurulduğunu
söyleyebiliriz. Bu miti daha çok halk, kimlik, etnisite, din, mitolojik bir
öykü ve hatta ‘ideolojik bir öykü’ vb. biçimler içinde tanıyoruz. Mit
toplulukla bağlantılı -merkezi bir köken bağlantısı- olarak temelde yer alan
bir kurgu, kurucu bir kurgudur. Nancy, “mit bir mittir” derken gerçekte mitin
kurucu anlamının bir kurgu, basit bir icat olduğunu ileri sürer (2008:52). Kurucu
kurgu olduğu ölçüde, topluluğun kurgu yoluyla inşası, topluluk üzerinde güçlü
bir etkiye sahiptir. Mit, kendini totaliter bir sıfat olarak ve bir cemaat ya
da 'mutlak bir cemaat' hedefini gözeten bütün topluluğun ilkesi olarak empoze
etmeyi amaçlayan, 'mitik irade' olarak tercüme edilebilir (2008:57). O burada,
topluluğun köken anlatısı olarak eşsiz bir kurgu üzerine temellenen cemaatsel
bir kaynaşmayı temsil eder. Mit ve mitik cemaat bu yüzden karşılıklı olarak
birbirlerini gerektirirler ve karşılıklı olarak birbirlerini kapsarlar. Ve bu bizim
çok yakından tanıdığımız topluluğun üzerini örten bütünleştirici ve
totaliterleştirici örtünün kaynağıdır. İşte fragmanter anlatının en önemli
işlevi bizzat bu mitle topluluğun birbirine mahkûmiyetini parçalamaktır. Ve bu,
bugün, politika denen şeyin ana eksenidir. Nancy, "mitin kesintiye
uğramasının .. aynı zamanda zorunlu olarak topluluğun kesintiye uğraması
olduğunu" ileri sürerken (2008:57) aslında topluluğun (‘fark’ı imha eden)
kendi 'kendine-aynılığı' açısından ya da kendine 'içkinliği' açısından yani mit
açısından sürdürülemez olduğunu düşünür. İşte Nancy için edebiyat ve yazının
rolü topluluğu cemaatçi bir ‘kaynaşma’ ile birbirine bağlayan ‘mit’i kesintiye
uğratmak, parçalamaktır. Edebiyatın Topluluğun sınırında (mit’in sınırında)
olmasının anlamı budur. Ancak asıl sorun, edebiyat özelinde, miti kesintiye
uğratmayı hangi edebiyatın yaptığı ya da yapacağı ya da modern anlatım biçimlerinin
(kodlanmış dilin) bunu yapıp yapmayacağı meselesidir. Çünkü liberal topluluk
tasavvuru birey öznelerin özler ya da içsel içerikler yoluyla etkileşimini
içeren bir varsayıma dayanır. Bu ‘özler’ denen şeyler genel olarak büyük (majör)
edebiyatın en temel ilkelerinde cisimleşir: Aile, Yasa/kural, Birey, Cemaat,
Cinsellik vb.. Ana vasfı bütün toplumsal, varoluşsal, politik sorunları kişisel sorun haline getirmek olan modern
edebiyat bu ilkelerle mite tutunur ve miti yeniden üretir. İçsel içerikler
olarak bahsettiğim şey ise daha çok kültür ve psikanalizin kültürel ve
söylemsel verileri ile (simgesel ve metaforik bir dünyayla) donanmışlık
anlamındadır. Yani kendini bedene apaçık dışarıdan dayatan (çoğunlukla
psikanalitik) ‘içsellik’lerin liberal anlatı ilkelerine eklemlenmesi yoluyla
mit üretimi. Dolayısıyla bugün sanat ve edebiyatın politikayla ilişkisi başlığı
altında toplanacak argüman bir içerik (mit üretimi) dolayımına, yani dünyayı
semiyotikleştirme biçimlerine değil, daha çok anlatım biçiminin-dilin
pragmatik/edimsel analitiğine dayanacaktır. Saussure, Wittgenstein, Lacancı
çizgiye karşı Hjemselves, Guattari ve Deleuze’cü bir hat bu konuda bize gerekli
desteği verecektir.
Şimdi Tabletler
açıktır ki bir topluluk kuruyor. Zaman zaman hapishane çağrışımlarıyla
birlikte Klinik denen bir uzamı paylaşan delilerden (‘deli oluş’lardan)
mürekkep bir topluluk. Okurun daha ilk okumada fark edeceği gibi bu topluluğun
ne dayandığı bir köken (etnik, cinsel, dinsel vb.) miti, yani kurucu bir
kurgusu vardır, ne de anlatının üzerine kurgulandığı aile, birey, cemaat
cinsellik gibi ‘özler’i yani ilkeleri vardır. Ve ne
dilin ne de herhangi bir temanın kişiselleştirilmesine rastlanır. Daha çok
kolektif sözcelem düzenlemeleri, -yoğunluk üretimi- olarak işler (göreceğiz).
Zaten bu deliler komünalitesinde sözcelem öznesi gibi bir ‘kişi’ bulmak
da mümkün değildir. Tam da Nancy’nin yukarıda ileri sürdüğü gibi, topluluk,
diyor, ide filozoflarının bedeni yerleştirdiği kavramsal beden (töz) değil,
yerküredeki milyonlarca mikro bedenin her birinin hissetmesi ve anlamasıyla
oluşur. Klinikteki topluluk da, her birinin anlaması ve
hissetmesinden/duyumsamasından oluşur. Nancy’nin dokunuş fenomenolojisi (Corpus 2008) bağlamında çok daha
ayrıntılı irdelemeyi gerektirse de kısaca diyebiliriz ki; bedenler hem
farklılaşan içsellik hem de dışsal olarak başkasına yönelen, sürgit bedeni ve
bedenleri farklılaştıran dokunuşlarda varolur. Bedenler herhangi bir noktada,
dışarı doğru ve sonsuza dek genişler. Uzanımları (extensio) yoluyla bu genişleme anlam olduğu kadar beden olmaya
başlar. Beden Nancy için anlamın mimarisidir.
“Doktorum sar yaralarını bu halkın… Çok eski zamanlardan
kanıyor!”(200.gün). Dokunuş sözcüklerin tene batışıdır, duyumsama yüzeyden
gelir. Ten/beden tindir. “Ruh bedeni de alıştırıyor. Alışkanlık beden oluyor. …
Cild, iç’i derli toplu tutuyor.. bir tür sahifelerin dağılmasını önlüyor. Her
insan bir defter. Cildi var. Tutunuyor”(112. gün). Bu dokunuş (bu yoğunluk, bu sözcelem düzenlemesi)
gittikçe çeşitlenen aynı ve başka tekillikler üretir. Bu kendilikler artık ne
öznedir, ne de birey. Tabletler’de
bunlar ‘deli oluş’un dokunuşlarıyla genişleyen çeşitlilikleri ve farklılıkları
içindeki bedenler/anlamlardır (Deleuze’de ise hem beden hem de anlam, bir kesik -bir olayı oluşturan düşünce
yaralanması- üzerine kuruludur). Ve topluluk
(klinik halkı), bu yürekleriyle anlayan bedenler çokluğuyla oluşur. Dolayısıyla
kimlik, etnisite, din, mitolojik ya da ideolojik bir öyküye, yani bir kurucu
kurguya eklemlenmiş liberal anlatı ilkelerine göndermeyle tanımlanamaz olan bu
klinik halkı, tam da bu mitleri ve ilkeleri kesintiye uğratan hatta berhava
eden bir topluluktur. Ve bu anlamda sadece bunları değil bunlara dayanan her
tür topluluk tahayyülünü kesintiye uğratan ve hatta berhava eden bir
topluluktur. Kısmen kaotik olan ve sabit bireylerden değil, kişi öncesi
tekilliklerden oluşan moleküler bir çokluk olarak bu topluluk
bütün metin boyunca algılam ve duygulam (percept
ve affect) üretiminin temel
dinamiğidir. “Algılamlar ve duygulamlar, algılayan ve duygulanan insana
indirgenmeyen; “kendi kendileriyle
değer kazanan ve her türlü yaşanmışlığı aşan varlıklar’dır. Onların insanın yokluğunda olduğu söylenebilir,
çünkü insan… sözcükler boyunca ele alındığı şekliyle, kendisi de algılam ve
duygulamların bir bileşimidir” (Deleuze, Guattari” (1992,146-7). [Algılam ve
duygulam, semiotik ve göstergebilim alanında değil fakat pragmatik (dil
edimleri) ve sözcelem analizinde işbaşındadır, çünkü sorun içeride-dipte bir
anlam var ve ona yorumla -birinin köken olduğu varsayımından hareketle kodları
çözülerek erişme- meselesi değil, hatta aslında bir anlam meselesi bile değil,
çokanlamlılığa, sonsuz çağrışımlara, yan anlamlara açık sözcükler, sözcük
vurguları, tınıları, sözcük akrabalıkları vb. işleyen imalara dayalı bir
yoğunluk üretimi, ya da kısaca (içerikten çok) ifadenin biçimi ve tözü
meselesidir bu]. Bu anlamda Tabletler’deki
anlatım dili, yani sözcelem (neredeyse sosyalist gerçekçilikle birlikte
edebiyatta gündem dışına düşmüş, tarihte kalmış olan) dilin politik etki-arzu
üretimi- bağlamında, heyecan verici bir ilkle karşı karşıya olduğumuzun
kanıtlarını sunmaktadır. Topluluğu temsil
eden ve onun arzusunu yorumlayan
bir politikaya karşı, bu topluluğun gerçekte ne yapıyor olduğunu görmeye
çalışan bir politika. Tabletler’de
bir anlam değil fakat tam da anlama
karşı çalışan bir anlam politikası
işbaşındadır. Tabletler’de topluluğun
oluşumu/üretimi bir temsil ve hiyerarşi boyunca tasarlanan rasyonel bir
tertibat değildir. Klinik halkı dikildikçe sökülen, başını İbrahim’in omzuna
yaslayarak paranoyadan şizofreniye geçen Doktor Şey Bey bile bir yönetici
değil, şizofrenik kaçışın devrimci potansiyelini üreten ona katılan bir
tekilliktir. Hiyerarşik tertibatın, yani para, borsa, ölüm güçlerine, değerler,
töreler, vatanlar, dinler ve özel gerçeklere hatta aileye yatırım yapan
tertibatın yıkımını öngören kaçış çizgileri (kaçarken
kaçtığını kaçıran ve yeni silahlar arayan kaçış çizgileri) boyunca insanın
insanla ilişkilerini üreten bir toplanma (assemblage), Tabletler’deki topluluğu tanımlar. Deleuze-Guattari Anti-Ödip’de
toplumu ve dili sınırlarına dek zorlayan bu kaçışın iki kutbunu net bir biçimde
çizerler (2014, 76-94). Büyük toplanışlar, sürüselliğin büyük biçimleri olan
molar toplanışlara itaat eden bir biçim içindeki, konformist, gerici ve faşizan
yatırımları canlandıran paranoyak bir karşı-kaçışta kişi kaçışı topluluktan
geri çekilmeye indirger ve bu hareketi kendisine aitmiş gibi ele almaya
çalışır. Kişisel olarak geri çekilmek ister. Kenarda yaşar. Yalnızlık. Ve bugün
bu artık kişisel bir kaderin ötesinde neredeyse herkes için geçerli. (Örneğin,
paranoyak faşist bir toplumdan kaçışın, en özgün örneklerinden biri olan
Zebercet’in kaçışı, dili salt iletişime indirgeyen dilbilimin, ve bilinçdışının
dil gibi yapılandığını söyleyen psikanalizin bakış açısı içinde kalındığı için,
daha çok bir iletişimsizlik tarzına indirgenmiş ve bir egonun kendi içine
yıkılış sahnesine dönüştürülmüştür). Oysa ‘kaçışın, kişisel olarak geri çekilme
modu Tabletler’de hiç gözlenmeyen bir
şeydir. Deli oluş bu yüzden kolektif
bir kaçış çizgisidir. herkes bir şekilde kaçmaktadır, At olarak, ahtapot
olarak, yemek pişirip dağıtarak, kağıttan yıldızlar kırparak, olmayan cep
teleofonuyla anneyi arayarak, ya da İbrahim gibi, oturup bütün bunları
uydurarak, herkes bir şekilde kaçmaktadır. "Kaçabilirim, ama kaçışım
boyunca bir silah arıyor olacağım!" (Anti ödip 2014. 400). Silah nedir
bilmiyorum, -kim bilebilir ki,-bazen el ele tutuşmak, bazen olmayan yemekleri
yemek, dil oluş, hayvan oluş, çocuk oluş, deli oluş türünden kaçış çizgileri
yaratmak, fakat sonuçta molar, sürüsel büyük topluluğun meşruluğunu ve
dengesini bozan moleküler bir çokluk (assemblage) olarak çıkmak. Ve o ‘normal’
büyük topluluğu sınırlarına dek sürüklemek ve delikleri göstererek kaçışları,
insan olmaktan kaçışları; “saksıda orman olmak
çok garip”; “denizin dibine ormanı taşımak”; ağaca, hayvana At’a ya da hatta
denizatına kaçışları özendirmek, kim bilir?
“Cemal ağbi, sabaha karşı, kayalıklardan aşağıya, ormanın içinden denize
sızıyor. Cemal ağbi, dağ deniz dinlemez... geçer gider. Cemal ağbi, doğuştan
mülteci.. Ne kadar kendine kaçsa bir yandan bize akıyor. Öldü diyorlar; Oldu anlıyorum. Cemal Ağbiyi
öpüp başıma koyuyorum.”(103. gün). Ne denli kendi kabuğuna çekilse de insan
kolektif ve göçebe bir varlıktır. “şizoanalizin ilk tezi şudur: her yatırım
toplumsaldır ve ne tarzda olursa olsun toplumsal-tarihsel bir sahaya
yöneliktir.” Öyleyse ikinci kutup yani devrimci bir yatırıma dönüştürülebilir
olan şizofrenik kaçış (kendisi devrimci değil, devrimciliğe dönüştürülebilir
bir potansiyeldir); “toplumsalı kemiren ve onu yarıp geçen, her zaman ona
dolaysız bir şekilde tutunan, her yerde patlaması gerekeni patlatacak, düşmesi
gerekeni düşürecek, kaçması gerekeni kaçıracak moleküler yükleri yürürlüğe
koyan, her noktada bir süreç olarak şizofreninin etkili devrimci bir güce
dönüşümünü temin eden delikler çokluğu boyunca
toplumsalın kaçmasına neden olur” (D.-G. 2014, s. 490). Hatta bunu bizzat İbrahim
Metin söylüyor 71.Gün’de “Kelimelerle ördüğümüz anlam delinemediğinde bir duvar
oluyor çevremizde nefesten.. Sessizlik, nefesin konuşması, Çatlıyor.” Dille
oynamak ile sözcüklerle oynamak arasında fark var, dille oynamak
(Wittgenstein’ın uzlaşım, yaşam biçimi vb. karşılıklı olarak bilinen gramer
içinde bir dil oyunu -ki bunun işlevi kodlamaktır-) değil; sözcüklerle,
seslerle, sesdeşlerle, vurgular, tınılarla oynamak (oynamak edimbilim içinde pek öyle bir puzzle ile oynar gibi oynamak
olmuyor, daha çok yaratmak ve işe koşmak oluyor), ki bu grameri imha eden bir
çağrışım zenginliği içinde dilin kodlarını söker. İbrahim Metin’in dili
kodlamıyor, kod söküyor ve sözcük yaratımlarıyla ve çağrışımlarla dili kendi
sınırlarına kadar sürüyor ve sürüklüyor: “yol bitti kardeşler! Bitti
biliyorlar, bir bıçağı biliyorlar..”(125.gün). Birinci ‘biliyorlar’ bilmek fiilinin, ikinci ‘biliyorlar’ bilemek fiilinin çekimleri. Yaratmaktan
kastım bu. Fakat aynı anda bu yaratımın ürettiği yoğunluk, sonsuz çağrışımlar,
yan anlamlar olarak açığa çıkan alabildiğine politik bir dildir. Şimdi bu iki
kaçış biçiminden ilki “kendini beğenmişliğimizin ve vurdumduymazlığımızın bize
cömertçe ihsan ettiği paranoyak yatırımların, yani değerler, töreler, vatanlar,
dinler vb. istikrarlı dünyası ortasında dik ve rahat bir şekilde durduklarını
düşünenler için düzenlenen aldatıcı mevkilere ve rollere sahiptir.” (D.-G. 2014.s. 491) İkincisi ise
Deleuze-Guattari’nin (esas olarak Gilbert Simondon’un keşfi olan ve Deluze
tarafından geliştirilen) çerçevesi içinde, birey-öncesi tekillikler
kolektifidir. Ya da şöyle diyelim, sabit bir bireyi yadsıyan; oluş süreci
olarak yani metastabil bir varoluş olarak bireyleşmeyle aktüelleşen birey
öncesi tekillikler (potansiyeller) kolektifi. Bu tekillikler arası ilişkilerin,
molar sürüsellik içindeki ‘Birey’ler arası ilişkilerden farkı nedir ve nasıl
anlaşılır kılınabilir? Deleuze, Guattari bu noktada sürüsel molar topluluktaki
toplumsal ilişkilerin, cinsel enerji olarak libidoyla, kitlelere yapılan
dolaysız yatırım olduğundan hareketle şöyle diyor: “Gerçek şu ki, cinsellik her yerdedir: bir
bürokratın evraklarını okşama, bir yargıcın adaleti sağlama, bir işadamının
parayı dolaşıma sokma, burjuvazinin proletaryayı düzme tarzında vb. Ve
libidonun bir yere geçmek için ne eğretilemelere ne de başkalaşımlara ihtiyacı
vardır. Hitler faşistleri tahrik etmiştir. Bayraklar, milletler, ordular ve
bankalar birçok insanı tahrik eder” (2014, 420). Şu Afrin harekatı dolayısıyla
iktidarın geliştirdiği söylemlere bakmak bile sürüyü tahrik eden cinsel bir
enerjinin nasıl pompalandığını gösterir. Aselsan şovları (ne silahlar
yapmışız), vatan-millet sakarya edebiyatının toplumsal bilinç dışını muhasarası
vb. tamamen libidonun kolektif bilinç dışına yatırımı olarak açık ve net bir
savaş yürütülüyor. Polisin direnen küçük topluluklara saldırırken sesinde,
elinde, gözünde cisimleşen öteki nefreti ve kara vicdan hıncı, ona yapılan
libidinal yatırımın, erkek cinselliğinin vahşeti olarak taşmasından başka
nedir? Öte yandan, “devrimci bir makine, en azından bu iktidar makinelerinin
sahip olduğu kesilmeler ve akımlar kadar güç elde edemezse hiçbir şeydir”(2014,
420). Psikanalizin libidoyu "çift, ""aile,"
"kişiler," "nesneler" türünden dar hücrelere indirgeyerek meşgul
etmesine ve onu toplumsaldan kişisele taşımasına karşı: “Ama biz her zaman
dünyalarla sevişiriz. Ve aşkımız çok geniş dünyalara, kitlelere ve büyük
toplanışlara kapanmak veya açılmak için sevgilimizin libidinal mülkiyetine
hitap eder. ... Marx'ın meşhur formülünü de bu şekilde ele almamız gerekmez mi,
-erkek ve kadın arasındaki ilişki "insanla insan arasındaki dolaysız,
doğal ve kaçınılmaz ilişkidir." Yani iki cinsiyet arasındaki ilişki
(erkekle kadın) büyük toplanışlara yatırım yaptığınca (insanla insan) genel
cinsellik ilişkisinin tek ölçütüdür. Cinsellik tanımına cinsiyetler tahsis
edilebilmesinin nedeni budur. … Ama Marx çok daha gizemli bir şey söyler:
gerçek farkın insanın iki cinsiyeti arasında olmadığı, ama insani cinsiyet ile
"insani-olmayan" cinsiyet arasında olduğunu. … Sevişmek ne sadece
bir, ne de sadece iki olmaktır, ama yüz bin olmaktır. Arzulama
makineleri veya insani-olmayan cinsiyet budur: ne bir, ne de hatta iki,
ama n… cinsiyet. Şizoanaliz, bir öznedeki, toplumun bu özneye
dayattığı ve ona bir cinsiyet tahsis eden antropomorfık temsilin
ötesindeki n… cinsiyetin değişken
analizidir. …” (2014, ss. 422-25). Böylece biz, bize psikanaliz tarafından
dikte edilen, (ana-baba-çocuk) üçgenine hapsedilmiş, fallus merkezli, ikili
cinsellik paradigmasından, klinik halkında bedenleşen bir n … cinsiyet
paradigmasına geçeriz. Ve her kaçış çizgisi aynı zamanda topluluğun ‘insani
olmayan libidinal cinselliğine’ bir yatırımdır. “Antropomorfik molar
temsil, kendisini tesis eden şey içinde, eksiklik ideolojisi içinde doruğa
ulaşır. Moleküler bilinçdışıysa aksine, hadım-edilmenin ne olduğunu bilmez,
çünkü kısmi nesneler hiçbir şeyden yoksun değildir ve böylelikle serbest
çokluklar şekillendirirler; çünkü çoklu kesilmeler üretici akımları, onları
tüketmeye muktedir tek bir kesilmede bastırmak yerine durmaksızın üretir; çünkü
sentezler, yerel ve özgül-olmayan bağlantıları, kapsayıcı ayrımları, göçebe
birleşimleri tesis eder” (2014, s. 425).
İbrahim’in fragmanlar ilerledikçe durmadan çoğalışı ve kalabalıklaşması
ve kalabalıklaştıkça sözcelemin ve bedenlerin kolektifleşmesi, molar bir
topluluğun fallus merkezli, hiyerarşik ve simgesel dünyasından alabildiğine
uzak, insani olmayan cinsiyetin (arzulama makinelerinin) toplumsal üretimi
olarak insanla insan arasındaki ilişkinin en saf ve en hilesiz varoluş
biçimleridir. Bu biçimler, bilinçdışının yani kişi öncesi tekillikler ve
onların kaçış çizgilerini kuşatan ‘aperion’un biçimleridir. Bütün bir Tabletler
kitabı bu anlamda bizzat moleküler bir çokluk olarak cisimleşen, bir bireyleşme
(individuation), bir bireyoluş
(ontogenesis) öyküsüdür. Oğuz Ağbi’nin, Ahmet Hamdi bey’in, Cep telefonlu
Sertaç’ın Tahir, Rasim, Yusuf ve Banu hanım’ın, Musa, Prof Cemil, Komiser Özcan
ağbi, Doktor şey beyin, İbrahim’in öyküleri ve daha niceleri. Kitap bittikten
sonra oturup bunca insanın arasındaki ilişkileri adlandırmak için, yaşadığımız
gerçek ‘Birey’ler dünyasının hiçbir statü, rol ve anlamının orayı ikame
edemeyeceğini ve orayla karşılaştırılamaz olduğunu şaşkınlıkla fark ederiz.
Gerçekte biz simgesel anlamlara hapsedilmiş bir dünyada yaşarken, Tabletler bize farklı bir dünyanın-anlamın bedenleşmesi olarak imgesel bir
toplanmayı (assemblage) sunar. Deleuze’ün dediği gibi, burada sevilen ya da
arzulanan her varlık, sözcelemenin kolektif bir eyleyicisidir. Sözceledikleri
dünyaya itirazlarını her sözcede edimselleştiren ve yaralı düşüncelerini
(acının sonsuzluğunu) bir deli oluş kaçış çizgisine taşıyan bu halk, (arzusunu
bir sözcelem düzenlemesi yoluyla edimselleştiren bu halk, bu moleküler çokluk)
başka bir topluluk, başka bir dünya kurma potansiyelinin tözüdür.
Tabletlerde uzamsallığın bir veçhesi
bedense diğer veçhesi de mekândır. Olaylar klinik denen ve ‘koridor’,
‘cafeteria’,‘bahçe’ ve ‘kapılar’ gibi sanal göstergelerle somutlaşan sınırlı,
küçük bir uzamsal alanda geçer. Majör edebiyat uzun mekansal betimlemeler
üzerinden duygusal (sentimental)
genişleme adına ne denli mekânı sonsuza uzatıyorsa, Tabletler tam tersine duyu (sense)
yoğunlaşmasına yol açan duygulamı (affekt’i)
duygulanımdan çekip çıkararak en çoklaştırmak adına uzamsal bir daralmaya/küçülmeye yönelir. Bu yüzden Tabletler’in ilk yaratısı topografiktir, bir yakınlık mekanı olarak
(hatta yakınlığı abartarak) tımarhane ya da klinik. Bu aynı zamanda bu akıllı
olanların görmemesi gereken, ya da onlara görülmemeyi sağlayan ve onların
diliyle ne konuşan ne de anlaşılan bir mekan, bir yüzeydir. Çokluğun cildi.
Algılanamaz, görülemez olana ulaşmak adına kaçış çizgilerinin,
deli-oluşun, hayvan-oluşun mekânı. Akıllı kokmayan -aileden, akademiden,
medyadan yayılan leş kokularından alabildiğine uzakta- bir temiz hava mekânı.
İbrahim Metin öncelikle bir yüzey (bir ten, cilt, deri ne derseniz) kuruyor.
Bütün kaçışların, oluşların ve akışların hareket alanı, aşağı, yukarı, sağa,
sol, ön arka vb. başlangıç ve bitişi olmayan bir yüzey kuruyor: kayıt kabul,
kapılar, pencereler, bahçe, cafeteria, koridor, duvarlar: kısaca klinik adlı
bir ‘yeryüzü şekli’. “ Geoid,. Geograph.. Gaia.. Gayya.. Gaile.. Oval’de
cinsiyet yok..yer-yön yok.. Giriş yok, çıkış yok.. duruyorsun sadece. Gelenler
gidiyor, gidenler geliyor! Hepsi Ovalin bir köşesinden.. bir biçimde gidip 1
biçimde geliyorlar.. Dönüyorlar. Savaşa
geliyorlar! Savaşa savaşa geliyorlar! savaşa dönüyorlar. Varamayacaklar..
Bilmiyorlar. Gayyada bir gaile! Ne vatanlar sevdiler .. zaten yoktu. Kalırsa bir yeryüzü şekilleri
kalıyor..Yeryüzü şekillerini seviyorum”(9. gün). Bu topografya bir yurt ya da
yurtlanma yeri değil (ne vatanlar sevdiler.. zaten yoktu.) Bir
yersizyurtsuzlaşma hareketinin yüzeyi. Bu yüzeyin oluşumunda iki temel özellik
öne çıkıyor. dil oluşların, deli oluşların, at oluşların, kedi köpek, deniz,
orman oluşların, çocuk oluşların, yani birçok kaçış çizgisinin deveran ettiği
bu yeryüzü aynı zamanda bir ‘Gayya kuyusu’nun ya da dert deposunun dipsiz
derinliğin kabuğudur. Beden/anlam oluşun (yani ‘et’in, yani sözcelem
düzenlemelerinin, yani yoğunlukların) dolayısıyla aynı zamanda bu bedensizlerin
(incorporeal’in) yarı-nedenselliğini
kuran bir mekân (spatio): mekan kadar
küçülürse (bütün yaşam klinik denen küçük bir mekâna sığdırılırsa) olaylar
mikroskop altına alınmışçasına büyür ve yoğunluklar o kadar etkili biçimde
duyumsallaşır ve edimselleşir. ‘Alaaddin’in Çay Ocağı’ gibi: “Alaadin’in burada
çay başka oluyor … Alaaddin, diyorum, sihir yapar gibi yapılmaz ki bu çay! Ben de şaşırıyorum İbrahim, diyor. Büyülü bir
hal. Alaaddin’in sihirli çay ocağı var.
Dokunsan Alaaddin oluyor. Okşuyorsun demleniyor zaman.”(217.gün). Dilin ve
bedenin böyle (yüzey ve yoğunluk olarak) düzenlenişi içinde hemen her sorun
toplumsallaşır ve politikleşir. “Beni adli tabiplere emanet ediniz”(148.gün).
Dolayısıyla tüm Tabletler boyunca biz
mekânlarla değil mekânlardan geçen akışlarla, dokunuşlarla, yoğunluklarla,
edimlerle ve onların politik doğalarıyla karşılaşırız. Tabletler’de topluluğun bireysel sorunların arka planı olmaktan
uzaklaşarak sürekli kolektif biçimde ön plana çıkmasının nedeni budur. Bu
temalara farklı bağlamlarda tekrar döneceğiz, şimdilik belirtmiş olmak için
diyebiliriz ki: yukarıdan beri göstermeye çalıştığımız üzere elimizdeki metin
alışılmış bir edebiyat (majör edebiyat) metni değildir. Bilinen anlamda modern
roman, hikaye vb. anlatılara karşı, o anlatıların dayandığı yasa ve ilkelere
karşı bir edebiyattan, minör bir edebiyattan söz ediyoruz. Bu, bir yandan da şu
demektir: alışılmış olan majör edebiyatı değerlendiren, eleştiren ya da kısaca
kritik eden özne menşeli metinlerin dayanağı olan, psikanaliz, hermeneutik,
sosyoloji, psikoloji, ve hatta daha çok ahlak felsefesi diyebileceğimiz felsefi
argümanlar burada bize hiçbir biçimde yardımcı olmayacak, hatta tersine onlara
karşı bir mantığı önermek gibi bir ödevle karşı karşıya bırakacaktır. Elbette
konumuz elverdiğince.
Eğer
durum buysa, o zaman 277 gün olarak karşımıza çıkan bu fragmanların içerik
olarak birbirini izlemesi diye bir devamlılıktan söz edemeyiz, üstelik içerik
ifadenin bu denli arkasında kalmışsa. Kitaptan rastgele bir sayfayı açıyorum:
83. gün “Hüseyin Rahmi Bey, yaptığı reçelleri gösteriyor Kesire’ye” diye
başlıyor ve “Kesire’nin reçellerle ne işi olacak.. “sadece aç değillermiş..
yakmışlar çocukları İbrahim!” diyor..cezaevi nakil araçlarına yoğurt mayalıyor
.. neresi yansa sürecek” diye bitiyor. 84. gün “Bu sabah koridorda Ela Hanım’la
karşılaştık..” diye başlıyor ve “Herkes kendi ölüsünü kaldırsın.. rahatlar” sözcesiyle
bitiyor. Yani biçimsel olarak birbirini izleyen bu iki fragmanın içerik olarak
hiçbir benzerlikleri ve devamlılıkları yoktur. [Fakat yoğunluklardan ya da
onların kesişme uğraklarından, geçen bir yönelimliliğin (politik algılamın) ima
ya da çağrışım yoluyla ortaya çıktığı fark edilir durumdadır. Cezaevi nakil
aracına yoğurt mayalamak! Nedir bu? “Yakmışlar çocukları ibrahim!”]. Biçimsel
olarak ise, 83. fragman bir dizinin, 84.sü başka bir dizinin fragmanıdır. Zira
burada fragmanter anlatım, içeriğin biçimini, (sözcelemin, tam da kolektif
sözcelem düzenlemesi/yoğunluk üretimi olması nedeniyle) önceleyerek ve
birbiriyle kesişen (ve her kesişme anında duyuyu/yarayı genişleten) diziler
(öyküleme biçimleri) kurarak ifade etmektedir. Tabletler’de bu dizilerin
biçimleri bütün metnin pragmatik/edimsel anlam dünyası için duyumsanan
farklılıkların ortaya çıkışlarını ya da kayboluşlarını örgütler. Başlıca
diziler şunlardır: birilerinin İbrahim’e anlattıklarından oluşan (örn. aşçının anlattıkları
şeklinde) “….ın anlattıkları” dizisi, “Tuvalet Yazıları” dizisi, Prof Cemil’in
memorileri” dizisi, Komiser Özcan Ağbi’nin Hatırladıkları” dizisi, “Hikayeler”
dizisi, “Bağımsız fragmanlar” dizisi ve nihayet “İbrahim’in Balkon Konuşmaları”
dizisi. Bu dizilerin öyküsel kurguları esas olarak içerik bağlamında önem
taşırlar. Burada daha çok içeriği ve içerik biçimini önceleyen ve metnin
pragmatik anlam dünyasını cisimleştiren sözcelemin (ifadenin) biçim ve
maddesini söz konusu edecek ve bir çok izleği çaprazlama kesen, temel bir kaçış
çizgisi olarak ‘Oluş’ izleği üzerinde
(o da kısmen) durabileceğiz.
Dil, beden, deli,
çocuk, hayvan, orman vb. Oluş
Tabletler, her şeyden önce dilin
(Türkçe’nin) alışılmış, sıradan, doğal kullanımına karşı ‘yoğunluk üretimi’ne
özgü eşsiz ve mütevazi bir örnek oluşturur. İbrahim Metin Tabletler’de Türkçe dilin (günlük dilin) sözdizim kurallarını,
sentaksını-gramerini parçalayarak anlamı sonsuz ve özgür çağrışımlara açar. Tabletler, Türkçe dilin doğal
kullanımındaki sentaksı, grameri parçalayarak, imha ederek, başka bir dil, her
yoğunluğun edim olduğu, paranoid kodlama diline karşı özgür ve serbest bir
şizoid dil üretir. Buna dilin yersizyurtsuzlaşması anlamında bir dil oluş diyeceğiz. Dil konusunda temel
bir yanılgı, dilin uzlaşımsal karakterini belirleyici kılan anlayışın dili
sadece bir iletişim, insanlar arasında anlaşma dizgesi olarak görüp, gramerin
politik doğasını -edimselliğini- görmezden gelmek ve dilin emredici (emir
sözcükler), tabi kılıcı -boyun eğdirici- yapısını görünmez kılmaktır. Deleuze,
Guattari Bin Yayla’da (Dilsel
Kabuller bölümü ss. 75-110) göstergebilim ve psikanaliz dünyasındaki dilin bu
emir kipi ve tabi kılıcı yapısını tüm yönleriyle irdelerler. Biz burada sadece
(Tabletler’de göstereni ve
gösterileni olmayan dilin işleyişini açığa çıkarmak adına) göstergebilimin
genel argümanlarına değineceğiz. Ferdinand Saussure’ün en önemli bulgusu, daha
önce dil ve dünya paralelliği temelinde dilin şeyleri adlandıran sözcüklerden
ibaret olduğu ve anlamın dış dünya tarafından dayatıldığı bir dil anlayışı
(adlar dizini) yerine anlamın göstergede içerili olduğu yapısalcı bir dil
anlayışını -göstergebilimi- kurmasıdır. Saussure için dünyanın mantığı ile
dilin mantığı arasında bir ilişki yoktu ve anlam dilin kendi içinde üreyen bir
şeydi. Dil bu anlamda, gösteren (işaret, ses imgesi) ve gösterilenin
(anlam/kavram) dengeli olduğu istikrarlı (stabil) bir yapıdır. Örn, Saussure
şöyle der: “Dil bir kağıda da benzetilebilir: düşünce kağıdın ön yüzü, ses ise
arka yüzüdür, kağıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister istemez arka yüzünü de
kesmiş olursunuz”(Genel Dilbilim Dersleri s.105). Gösteren ve gösterilenin
böylesine sıkı sıkıya bağlı, zorunlulukla ayrılmaz olduğu savı, anlamın tamamen
dil içi işleyişte oluştuğu argümanını temellendirir. İkinci önemli bulgusu
dilin iki aks ya da iki eksen üzerinde çalıştığı ile ilgili: birincisi
konuşucunun sözcük seçimine denk gelen paradigmatik eksen ve ikincisi sıralama
kuralları ile belirlenmiş söz dizimi -sentagmatik eksen. Her iki eksende de
dilin değişimi gözle görülmez ölçüde yavaş ya da hiç yoktur. Anlamı dilin
emredici değişmezlerine, yani ses yapısının kurallarına, sözcük yapısı ve
sözcük üretim kurallarına, sözcüklerin anlam ve sözcelem kurallarına ve nihayet
sözdiziminin kurallarına indirgeyen, sentagmatik ekseni başat hale getiren
kendi içine kapalı bir dil anlayışı. “Dilbilim, sözdizimsel, morfolojik veya
fonolojik olsun, kendini değişmezlerle sınırladığı sürece, ifadeyi gösterene ve
sözcelemi özneye bağlar ve buna göre topluluğu küçümser; koşulları dışlar, dili
kendi üzerine kapatır ve pragmatiği bir tortuya çevirir. Öte yandan, edimbilim,
dış koşullara basitçe başvurmaz: dilin kendisini kapatamayacağı kadar çok içsel
nedenleri olan sözcelemin ya da ifadenin değişkenlerini aydınlatır. …
Edimbilim, bir dil politikasıdır” (Deleuze, Guattari 2005 s.82). Eğer dili
göstergebilimin kapalı uzlaşı sistemi olarak alır ve anlamı dilin
değişmezlerine indirgersek, bu uzlaşının sınırlarının nerede başlayıp nerede
bittiğine dair en ufak bir öngörümüz olamaz. Bir temsil sistemi olarak dilin
bilinmeyen bir dünyayı bilinen dünyaya, görülmeyeni görülene indirgemekten
başka bir işlevi kalmaz. Örn, kadın haklarını İslami bir dille (göstereni
teolojik olarak kodlanmış göstergelerle) anlatmak, tam da bilinmeyeni bilinene
indirgemek anlamını taşır. Ya da örneğin ‘birlikte yaşama’yı, şu ya da bu
kimliğin diliyle tanımlamak, şu ya da bu ırkçılığın hakimiyetinden başka sonuç
vermez, veya “barış” gibi bir işareti savaşa karşıtlıkla kodlamak, ancak
insanların bilmedikleri bir barış, eşitlik ve özgürlük dünyasını bildikleri
çıkar, tahakküm ve karşıtlıklar dünyasına indirgemelerinden başka bir yere
varmaz. vb.. O zaman da ikili zıtlıklara dayalı bir dil, sadece yabancı olan
her şeyi düşman ilan eden bir anlayışa hizmet eder. Emeği sermaye tarafından,
arzuyu yasa tarafından kodlanan anlamlara hapseden bir dilin, dili bir uzlaşı
dizgesi olarak sunmasını saçmalık olarak değerlendirmek gerekir. Deleuze,
Guattari Bin Yayla’da şöyle diyor: “Dilin
temel birimi -ifade- emir sözcüğüdür. … Dil inandırmak için değil, itaat ettirmek
ve itaate zorlamak için işler. … sözcükler aletler değildir ancak biz çocuklara
dil, kalem ve dizüstü bilgisayarlar verirken işçilere kazma ve kürek veririz. Bir gramer kuralı, sözdizimsel bir işaret
olmadan önce bir iktidar işaretidir” (2005, s.76 /abç). Herkesin grameri bildiği ve gramere uygun konuştuğu ya da
konuşmak zorunda olduğu argümanı, faşist, baskıcı ve paranoid kodlarla
yaftalanmış bir dil (dünya) içinde yaşamaya yazgılanmaktan başka bir anlama
gelmez. Çünkü sermaye gösterenleri (gıda, genetik, tıp, bilişim, enerji, vb.
bütün sektörlerde) teknolojik bir meta dille, iktidarlar ise (aile, eğitim,
medya vb. alanlarda) kendi ideolojik metafizikleriyle zaten kodlamış
durumdadırlar. Dilin gramatik birliği denen şey ulusal birliğe gönderme yapan
politik bir argümandır. Eğitim, medya ve özellikle aile gibi nakarat
makinalarında ‘normalleşmiş’ dil adını alan bu ulusal dil neyi dolaşıma sokar
ve neyi yasaklar ya da bastırır? Şeylerin düzenini, göstergeler düzenine,
normallik göstergelerine indirgeyen gösteren diktatörlüğü diyor Guattari, bütün
tikel semiyotiklere (sanatsal, taklitsel, bedensel, biyolojik, müzikal) erişimi
yasaklar. Ve bir değişmezliği, devletin, ve sermaye egemenliğinin
değişmezliğini, bekasını bir gramatik değişmezlik olarak dolaşıma sokar.
Deleuze, Guattari’nin sıklıkla vurguladıkları gibi dil çocuğun dünyasını
iktidarın normlarıyla, kapitalist aksiyomatiklerle donatır ve adına da ‘normal
dil’ der. Tabletler’in dili tam da bu
gösteren emperyalizminin, bütün toplumsal oluşumları iktidar göstergeleriyle
yetinmek zorunda bırakan bu ‘normal’ gündelik dilin radikal bir reddiyesidir.
Peki sadece sentaks mı? Ya sözcük seçimi? Özellikle İslamcı iktidarların
despotizmi altındaki ülkelerde (ve Türkiye’de) sözcük seçiminin (teolojik bir
paradigmatiğin) aileden, eğitimden, yaşam biçimlerine dek belirleyici, emredici
rolü açıktır. ‘Merhaba’nın yerini ‘selamünaleyküm’, ‘günaydın’ın yerini
‘hayırlı sabahlar’ alalı çok oldu.
‘insaniyet’, ‘hayati’, ‘mesele’, ‘rivayet’, ‘siyasi ruhiyat’ ‘vahim’, ‘ihmal’ ‘marifet’, ‘tabiat’,
‘imkân’, ‘istidat’, ‘beynelmilel’, ‘selamet’, ‘nutuk’, ‘zikretmek’ ‘cehd’,
‘sefine’ ‘siyasi cedelleşme’, mukayese’ , ‘men-i mukayese’, ‘müktesebat’,
‘mesela’, ‘fikri sabit’, ‘sosyal muhit’, ‘bilhassa’, ‘beyan’ vb.. vb…
Osmanlıca, eski türkçe sözcük seçimiyle yazılmış politik bir makale ya da
yazıyı okuduğunuzda ilk hissettiğiniz şey ne olur? Üstelik bu demokrasi ve
özgürlüğü ‘savunan’ bir derginin ve onun yazarının sözcük seçimiyse? -ki öyle-.
Ya bir paradokstur ya da söyledikleri bir yana burada bizzat dil ‘İslami ve
milli’ bir politik gericiliği (milli bir bilinçdışını) dayatır. Deleuze,
Guattari’nin çizgisini izlersek, içerik bir yana, dil grameriyle, sözcük
seçimiyle, bir politikanın iktidarını dayatan, okuduğunuzda ona tutsak eden
başlı başına bir savaş silahıdır. Son on beş yıldır Türkiye’de İslamcı liberal
bir ‘kanaat dili’ hakimdi, son birkaç yıldır bu dilin iktidar ortaklığı sona
erdi ve yerini ‘İslamcı ırkçı’ bir dil aldı. Bu iddia doğruysa, dilin sermayenin
ve politik iktidarın tercihlerine göre şekillendiği (iktidar göstergeleriyle
çalıştığı/kodlandığı) da açıktır. Bu dili veri alarak üreten bir akademi
dünyası varsa bugün -ki var-, dilin nominal tanımı gereği bilgi iletmesi
gerekirken, politik itaat üreten anlamlandırmalarla çalışan bir akademiye
dönüşmüş olması göz ardı edilemez. Aynı şekilde dilbilimciler ve Saussure’ü
kısmi revizyona tabi tutan Lacan başta bütün psikanalistlerin dilin ve
kendilerinin simgesel alanda kaldıkları (apolitik bir ‘kurtarılmış bölge’de
kaldıkları), dolayısıyla toplumsal karşıtlıkların, iktidar ilişkilerinin, özgül
iktidar teknolojilerinin kendilerinin ve dilin dışında kaldığı argümanlarının
ne denli büyük bir saçmalık ya da kurnazlık olduğu da ortadadır. Gerçekten de
onca dilbilimci ve psikanalizcinin, dili ve bilinç dışını nasıl da rahat ve
sakınmasız bir vurdumduymazlıkla, ailenin, eğitimin, medyanın nakarat
makinelerinden ve kodlama çılgınlığından kopuk kendi başına bir köken olarak
tartışmaları ve dili sadece tek anlamlı bir iletişime indirgemeleri temelde
böyle basit, yalın bir gerçeğe dayanmıyor mu? Akademisyen ve genelde aydının,
dili semiyotikleştirmek pahasına edim dışına, eylem dışına ve nihayet politik
kavga dışına sürgün etmesi, iğrenç. “ Herkesin niyeti üste çıkmak -efendiler!
bir yerlere kesin bahar yağıyor- Bir beden arıyor midem, bulanacak”(82.gün).
Edebiyatı, iktidar göstergeleriyle çalışan çoğunluğun ‘normal’ dili içinde
sadece içerik kurgularına indirgeyen edebiyatçıların, hem politik hem de
sanatsal açıdan trajikomik halleri ise benzeri bir garabet. Guattari, Kaçış Çizgileri’nde bu tavrı teşhir
ederken şöyle der “… çokanlamlılığın semiyotik çöküş içinde yitimine yol açan
gösteren emperyalizmi, bütün üretim tarzlarını ve bütün toplumsal oluşumları
iktidar göstergeleriyle yetinmek zorunda bırakır. … Gerçekten de gösteren, iktidar
oluşumlarının gerçek işleyiş tarzını gizlemenin temel bir yöntemidir “
(Guattari, 2013, s.30). Bir politik rejimi değiştirmek mi istiyorsunuz, ya da
politik mücadele mi veriyorsunuz, önce dili ve onun konumunu değiştirmeniz
gerekir.
İbrahim
Metin’in Tabletler’i Türkçe’de bu
anlamda eşsiz bir ilk örnektir. İktidarla, yasayla problemi olmayan,
rahatsızlık duymayan hiç kimsenin oturup da çoğunluk dilinin sentaksını
bozmakla ya da yeni bir dil üretmekle uğraşması gerekmez. Çünkü böyle bir
ihtiyacı yoktur ya da gramerin değişmezlerine indirgenmiş, ötekini
düşmanlaştıran normal dilin anlamlandırmaları ona yetiyordur.
Fakat çoğunluk diline karşı bu rahatsız, bu agramatik dil ancak minör
bir dil olabilir. “Kim bilir aklıma daha neler gelmiyor (sessizlik) Ben gibi
bir deliğe sığınak oldunuz! Hakkımız bize helal olsun! (alkış sesleri)” (136.
gün). İbrahim bir delik, çeşme hortumunda açılmış ve suyun kaçışını sağlayan
bir delik. Hortum içinde akan büyük suyun doğal akışından sapan ve delikten
dışarı fışkıran (dolayısıyla, hızı, debisi, enerjisi normal su akışına göre kat
kat fazla olan) minik su, gramerin doğal işleyişinden sapan ve kaçan agramatik
dildir. “Mazi ile ati arasına sıkışan
“hal”, bulduğu küçük bir çatlaktan, ama biraz da yararak onu, zaman’ın
haricinde ve neredeyse lamekan bir halde yeni bir telakki kazanmaktadır”
(25. gün). Zamansız ve mekânsız kaçışın sözceleme edimleri: “Yola düştüm, hem
de kötü düştüm, kötü yola düştüm” (138. gün). Yol kaç anlama geliyor bu
düşmek’le bağlanan valiz sözcükte ( + à düşmek: yol+kötü = kötüyol)? ya da bir başka valiz sözcük “Düşünebiliyor
musun … düşü ne biliyor musun?”. başkası; seNCafe, Körmek, Ti-re-li Tan-zer vb.
Gramer’den bu kaçışta anlamın yerini özellikle çağrışımlar, imalar alır.
Sentaksa indirgenmiş anlamla yolu kesilmemiş, bastırılmamış dolayısıyla özgür
çağrışımlara yol açan sesdeş sözcükler: “ne biçim bir doktorsun dedim siz! Bir
beynin içinde bulamadın beni bir beyin oğlu” (140. gün). Ya da Türkçe
ile başka dilin sözcükleri arasındaki akrabalıklar: “İnsane.. “deli”
demek. İnsane, hiçbir dilde rahat yok
Hasan!”(151. gün). Ya da etimolojik yakınlıklarla üretilen göndermeler: “İhmal
dediğiniz hamile olmaktan başka ne ki”(62. gün). Ya da agramatik ve parataktik
sözceler: “Bir tek dil bilmiyorum…ama yarım bilmiyorum”(216.gün) / “Hepimiz dün
tokuz”(101) / “Ben kaptan Andre Derman, gırtlağıma kadar dizlerimdeyim”(125) /
“Onu böyle taşıyorum ben, kucağıma kendimi alarak”(208) / “şunu anladım ki ıslandıktan
sonra üzerime yazılamıyorum”(231) / “Beklerim yine birbirimize gelmemi”(260) /
“gitmemenin zor olduğu günlerde gelmemeye çalışırım hep” (207) / “Hadi bize
lazım olalım”(95) / “acaba deli değil miyim sanıyorum ”(62) /”Düşüyordum. Dördü
birden yana çekildi. Kendime çarptım. Hemşire beni toplarken çoktan boğazımı
geçmişim .. belki burnumdan gelirim (252) / “boylarım satıra sığmıyor
haldeyim…” / kurdelamı çözüyorlar..
içimden çıkıyorum”(6) / “çukur yükseliyor” (85) vb. vb. Ya da sözcükler
arasındaki harf değişiklikleri gibi diferansiyel ilişkilerle yaratılan
çokanlamlılıklar. Beyin-Bey’in, Yıkamak-Yıkmak,
görmek-körmek, Nuhun-Ruhun gemisi vb. Ya da bir dizede “her günah için, her
günah için,” diğerinde “her gün ah için, her gün ah için”(260. gün) yine heceler
ve harflerle (diferansiyel ilişkilerle) yeni imalara, yeni çağrışımlara açılan
sapmalar. Aynı 260. gün’de tekil ve çoğul sözcüklerin şaşırtıcı kullanımı ile
yaratılan dile, söze, kelama duyulan aşka hürmet duası “beklerim yine
birbirimize gelmemi” (260. gün), günlük dilin söz dizimini çılgına çevirecek
başka bir söz dizimidir bu. Hemen yanı başında 259.gün’de “Böylece birbirimize
gitmiyor, geliyorduk.” ya da “Hadi bize lazım olalım”(95. gün) veya sözcenin
genitalleşmesi “Bir kedimiz olduysa belli ki daha çok kedimiz olacak”(240. gün)
ve böyle bütün kitap kaynaktan (majörün deliklerinden) fışkıran bir şelalenin
akış modunda, akış hızında, olduğu şeyden başka bir şey olmaya, başka bir şey
haline gelmeye yönelen bir dil oluş. Belki de Tabletler’in dilini en iyi ve en özlü biçimde Deleuze, Guattari’nin
şu satırlarıyla özetlemek mümkündür: “Bu yeni yersizyurtsuzlaşmayı kat eden ses
ya da sözcük, anlamlı dilden türediği halde ona ait değildir. … anlamdan
koparılmış, anlamdan kazınmış bu dil, etkin bir anlam etkisizleştirilmesi
sağlayarak, yönelimini artık yalnızca bir sözcük vurgusunda, bir bükünde bulur.
…. Sözcük efendi olarak hüküm
sürer, imgenin doğuşuna doğrudan
kaynaklık eder. …Artık ne gerçek anlam ne de mecazi anlam vardır. Şey ve diğer
şeyler, yalnızca kendilerine ait kaçış çizgisini izleyerek yersizyurtsuzlaşmış
olan ses ya da sözcüklerin katettikleri yoğunluklardır artık.”
(Deleuze,Guattari, 2000, ss.31-33). Bir noktaya daha açıklık getirmek
zorundayız. Eğer anlam, Tabletler’de olduğu gibi, bir gösteren semiyolojisine
bağlı değilse, ve çokanlamlılık, yan anlamlar, imalar yoluyla zenginleşen bir
anlamdan söz ediyorsak, bu nasıl bir anlamdır?
Yani yukarıda andığımız örneklerdeki gibi sözcelerle üreyen anlam, gösterene
bağlı semiyotik ya da bilişsel falan değilse, yani göstermiyorsa,
gösteren-gösterilenle çalışmıyorsa, nasıl bir anlamdan söz edebiliriz? Burada
Guattari’nin Kaçış Çigilerzi’nde
ifade ettiği diyagramatik ya da işlemsel anlam açıklaması bize yardımcı
olacaktır. Bir sözcenin göstermemesi iki tür dönüşümden kaynaklanabilir diyor
Guattari “ya morfematik bir düzeyde gösteren biçimciliklerinin despotizminden
kaçma yolunu bulur ve yeni işaretsel “yükler”le –örneğin, onu farklı yönlere
açan çok anlamlı [örn ‘orman kaçmış gözünüze’, veya ‘içine orman kaçmış ceviz
ağacı’-hç.] ya da eş sesli
[yıkmak-yıkamak, bilmek-bilemek vb. -hç] çoğalma yoluyla- zenginleşir (gösteren
bir üreme kipinin egemenliği altındaki semiyotik bir düzenlemeden sembolik bir
dönüşüme geçiş örneğidir bu), ya da, ifade figürlerinin “glossematik” düzeyinde
(fonemler, grafemler…[sesbirimler, yazıbirimler..]), her analojik temsil
sisteminden ve her gösteren üst kodlamasından içeriğini kaçıran diyagramatik
bir dönüşümün egemenliğindeki”(2013 s.184) anlama dahil olmayı başarır. Kısaca anlamlandırmadan yoksun anlam olarak diyagramatik
anlam, semiyotik olarak oluşmuş tözleri değil, sesler, sesbirimler ya da
prozodik parametreler yani müzikalite ile biçimlenmiş ifadenin tözünün
özelliklerini işin içine katarak, doğrudan doğruya makinesel bir düzenlemeye
katılır. Diyagramatik anlam burada, daha çok, Louis Hjelmslev’in ifade-içerik ve
her birinin biçim-töz skalasındaki ifadenin tözüne işaret etmektedir, ki bu da anlamı
doğrudan yoğunluk üretimi ve kolektif sözcelem düzenlemesiyle üretir.
***
Saussure’ün
gösteren gösterilen ayrılmazlığına yönelik itirazlar ya da revizyonlar gerek
edebiyat teorisi (örn. Roman Jakobsoın) gerek dilbilim (örn. Wittgenstein)
gerekse psikanaliz (örn. Lacan) içinden gelmiştir. Ancak bunların hiçbiri
gösterenin şifrelenmesi ya da göstermemesi ile ya da özne kurgularıyla ya da
toplumsal tabi kılma ve makinesel kölelik biçimindeki öznellikler üretimiyle
ilgili değildir. Yani dilin sermayenin ya da iktidarın emirlerinin kodlandığı,
bir buyruk sistemi oluşuyla ilgili değildir. Jakobson’un metafor (eğretileme)
kuramı büyük ölçüde Saussure’ün seçme sıralama eksenlerine dayanır. Sözcük
seçme ekseni edebiyatta metafor (eğretileme), sıralama ekseni ise metonimi
(düzdeğişmece) olarak işler. Metafor, bir sözcüğün eşdeğer anlamlı başka bir
sözcükle ikamesi, metonimi ise aynı sözcüğün benzer, bitişik olan başka bir
şeye uygulanmasıdır. Bir ihtiyarın kendi ömrü için “rüzgar gibi geçti” ifadesi
metaforik bir ifadedir. Türkiye
özelinde, “saray bu günlerde çok bağırıyor” ifadesi de metonimik. Metafor her
zaman böyle ‘rüzgar’ sözcüğü kadar masum değildir. TV’lerde dönen reklamlara
baktığımızda, örneğin bir şekerleme reklamı, çılgın bir müzik ‘al beni aaal’
diye bağırıyor (sözcük seçimi zaten başlı başına libidinal bir yatırım- cinselliğe
indirgenmiş bir kolektife, sürüsel topluluğun bilinç dışına yapılan bir
gönderme) ve sözde dans eden bir genç kız, dişiliğin kışkırtıcılığını
kullanarak dönüp duruyor. Gösteren kim ya da ne, şekerleme mi, kız mı?
Gösterilen ne, şekerleme mi, erotizm mi? Tersine dönmüş, gösteren (şekerleme
olması gerekirken) bizzat seksist genç kız ve aynı anda gösterilen de o.
Metafor budur, genç kız bir seks metafordur ve anlamı şekerlemeye değil yine
kendine gönderir. Dolayısıyla gösterilen aynı zamanda gösterendir ve tersi.
Cinselliği bir’e ya da izleyiciyi de katarsak iki’ye indirgeyen Freudcu id’in
seksizmini kışkırtan bir bilinçdışı yatırımı olarak reklam. Burada reklamın
nesnesi, ya da pazarlanan şey şekerleme değil, genç kız bedeni olduğu açıktır;
metafor bu işi görür. Kim böyle bir vahşeti yani kodlamayı seçiyor, gayet açık:
sermaye. Sermayenin bütün kodlamaları cinsellik başta haz kaynaklarına
yöneliktir. İyi de Cinselliği cinsiyet üzerinden okuyan ve cinsiyeti insani
cinsiyete indirgeyerek meşrulaştıran teorilerin ya da TV’lerde endam eden
psikanalistlerin hiç mi katkısı yok bu kodlamada? Metafor, dilin en hileli ve
tuzaklı kullanımıdır. Anadolu muhafazakârlığının 1946’lardan sonra ‘anti
komünist’ kemikleşmesinde ‘şapka’ metaforunun rolü, sol söylemin hiçbir
versiyonu ile yıkılamayacak kadar güçlü olmuştur. Tek başına, sadece ‘şapka’
metaforu on yıllar boyunca Anadolu’da solun ve Aleviliğin karşısına bir heyula
olarak dikilmiş, etkisi bugünlere uzanan bir sol düşmanlığının inşasında ciddi
ciddi rol oynamıştır. Kimin kodlamasıydı bu? Politik iktidarın. Bugün de
iktidar solun karşısına metaforlarla çalışan bir dili çıkarıyor vb.. Veya tıp alanında çeşitli hastalıkların metaforlarla
tanılanması: Kanseri tıbbi değil militarist bir dille -kansere karşı- ‘savaş’
metaforuyla tanıtmak, tedavi dışında her anlama gönderen ve olası bir
mağduriyeti daha baştan önlemeye açık. Ya da AIDS’e yüklenen cinsel atıfların
mataforik dünyası. O hastalar bir yandan hastalıkla uğraşırken de bir yandan
metaforların yarattığı toplumsal dışlama ve aşağılama vahşetiyle mücadele etmek
zorundaydılar vb.vb. Guattari haklı, metaforlar anlamı yine kendine gönderen
gösteren vahşetinin en bilinen kullanımıdır. Peki Tabletler metaforik ya da metonimik bir dili kullanıyor mu? Buna
hayır diyeceğiz., çünkü yukarıda da gördüğümüz gibi İbrahim Metin’in dili esas
olarak bir anlam yoğunlaşmasına, sözcük vurgularına, ünlü ve ünsüzlerin
şaşırtıcı kullanımına, sesdeş sözcüklere, zaman zaman parataktiklere, valiz
sözcüklere dayanır. Bütün bunlarla birlikte ve yanı sıra sözcüklerin sentaks
dışı biçimlenişi ya da biçimlenmeyişi edimsel yoğunluklar üretir ki buna yaratı
diyeceğiz. İbrahim Metin’in, dili, çağrışımsal ve yananlamlarla,
çokanlamlılıklarla işleyen, yani semiyotik değil edimsel (linguistcs değil
pragmatics) olarak kullandığını söylemek daha doğru olacaktır. “Umutluyum,
Doktor sökülüyor biz dikildikçe..” (55.gün),
sökmek ve dikmek, bir yandan kumaşın sökülmesi ve dikilmesine, öte
yandan sökülmek/teslim olmak ya da itirafçı olmak ve direnmek/dikilmek
anlamlarını ima eder. Dilin Metaforik değil, çağrışımsal kullanımıdır bu. Ya da
“Ellerime yabancılaştım.. ben onlara el oldum, onlar bana: artık ben onları
yapmıyorum onlar da beni.. birbirimizi çizmiyoruz. Bazen bir şeyi yıkarken
karşılaşıyoruz. Yıkıyoruz..”(48.gün). ‘El’ sözcüğünün hem organ hem de
yabancıyı imleyen hareketi, ‘çizmek’ fiili ile imlenen dayanışma ve ‘Yıkamak ve
‘yıkmak’ fiillerinin diferansiyel ilişkisiyle yaratılan çağrışım ya da güçlü
bir ima. “Bazen bir şeyi yıkarken karşılaşıyoruz. Yıkıyoruz..” “yıkarken..”
sözcüğünün hem yıkamak hem de yıkmak
anlamlarının, tek bir harf (‘a) ayrımıyla ürettiği şey yoğunluktur. Ve bu
yoğunluğun (anlamı değil) işlevi dilin politik etkisini üretir. İbrahim
Metin’in cümleleri bir şey söylemez yani düz anlamları sözcelemez (ya da genel
işleyiş bu değildir) fakat söylediği şeyin ürettiği yoğunluğu duyumsatır.
Deleuze’ün dediği gibi, algıdan algılamı, duygulanımdan duygulamı çekip çıkarma
adına dili eğip büker, kırar karıştırır,
tuhaflaştırır; yani tuhaf bir dildir bu. Bu yüzden politik bir dildir ve
bu yüzden birçok kaçış biçimini/deli oluşu, hayvan oluşu, dil oluşu mesken
tutar. Bu sözcelerde düşünce bize daima bir etki (affect), bir yoğunluk (intensity),
bir özgünlük (haecceity) olarak
gelir. Ve bu, dilin metaforik kullanımının değil, tamamen çağrışımsal işleyişin
zenginliğiyle bedenleşmesinin sonucudur. Tabletler’de
dil, semiyotikleşmez, edimselleşir.
***
“Birisi beni tutsun.. yoksa beraber
düşmeyeceğiz.” (159. gün)
“5 parçaya kadar birbirimize ödeyin!” (72.
gün)
“Yani bugün öyle mahcup oldum ki sirkte
oturacak yer kalmadım.” (23. gün)
“onu böyle taşıyorum ben, kucağına kendimi
alarak.” (208. gün)
vb…
vb…
Burada olan nedir? Bu Türkçe mi? Evet, dil olarak Türkçe. Türkçe’nin
doğru, yani sentaksına uygun bir kullanımı mı? Hayır, söz dizim kuralları ihlal
edilerek başka bir sözce ve ses yaratılmış. İfadenin şahısları karmakarışık,
tekil ve çoğul şahıslar karmakarışık, zamanlar karma karışık. Fiiller ve
failler tamamen sentaks dışı. ‘sirkte oturacak yer kalmadım’ nasıl yani,
gösteren ne, gösterilen ne? ifadenin bir şeyi gösterdiğine dair bir emare
yok, dolayısıyla bir düz anlam
(gösterilen) de ortada yok. ‘Onu taşıyorum fakat kucağımda kendim’, anlamadım,
bu sözcede temsil edilen ne? Yok, temsil de yok. Sözce öznesi ve sözcelem
öznesi çıldırmış olmalı, ya da zaten hiç yoktular. Bu dil ne Saussure’ün
göstergelerine, ne Wittgenstein’ın dil oyunlarına ne de Jakobson’un
metaforlarına kesinlikle benzemeyen ve hatta üçünü de yok eden ayrı, başka bir
dil. Sözce ve sözcelem öznesinin (dolayısıyla Lacan’ın) tüm aplikasyonlarını
yok eden bir dil. Hadi bu anlatıyı ana-baba-çocuk üçgenine sokun, hadi Baba’nın
adıyla hüküm süren simgesel dünyaya sığdırın. Madem imgeselden simgesele
geçince insan olunuyor, ne yani İbrahim (deli, çocuk, hayvan, dil olan
İbrahim), yani ‘insani olmayan insan’, insan değil mi? Görülen şu; bu dilin
değişmezleri, kuralları yani grameri yok. iyi de, bu bir saçmalık.. Delice,
çılgınca.. Böyle düşünüyorum çünkü İbrahim Metin’in dilini semiyotikleştirmeye
çalışıyorum. Asıl saçma olan bu, çünkü onun dili semiyotikleştirmeye tamamen
karşı edimsel/pragmatik bir dil. Ya da
yabancı bir dil. Türkçe konuşan, Türkçeyle konuşan fakat Türkçeye yabancı,
Türkçe içinde Türkçe’ye yabancı bir dil. Evet sözcükleri imgelere bağlayan
yaratıcı bir işleyiş. Dili temsil edici
olmaktan uzaklaştıran, yan anlamlarla
(özellikle de acının yan anlamlarıyla) çağrışımı ençoklaştıran ve gerilim yaratan,
içsel olarak yıkıcı bir dil. Yarattığı gerilimlerde, yan anlamlarda, yoğunlaşan,
yoğunluk üreten, dağınık, karmaşık bir dil. Tekillikler çokluğu olarak işleyen
bir kolektif sözcelem düzenlemesi, fakat olağan günlük dil açısından sapkın,
nevrotik, delice, çılgın. “Dili eşeleyebilecek ve bunu yalın bir devrimci çizgi
boyunca geliştirebilecek minör bir edebiyat, özdilden nasıl çekip çıkartılır?
insan nasıl kendi öz dilinin göçebesi, göçmeni ve çingenesi olur?”(DG. 2000,
s.29) Bu yabancı dil çoğunluğun olağan dili olmadığına göre, yani sırdan dille
yazılmış bir metinle karşı karşıya olmadığımıza göre, istisnai bir dil, bir
azınlık dili, minör bir dil. Minör bir dil bir azınlığın dilidir. Peki kim bu
azınlık? Biz bu azınlığı kimlik
üzerinden sorarsak, bir sürü yanıt alırız, Ermenice, Kürtçe, Rumca vb.. Fakat
öyle değil biz Türkçe içinde, Türkçe’nin azınlığını soruyoruz. Fredric Jameson
azınlık konusunu Bin Yayla’ya
müracaatla şöyle özetliyor: “bir azınlığı tanımlayan şey sayı değildir, sayı
içindeki ilişkilerdir. Bir azınlık sayısız veya sonsuz olabilir: tıpkı çoğunluk
gibi. İki kimliği birbirinden ayıran şey, sayı içindeki ilişki, çoğunluk
durumunda, tamamlanmış veya sonsuz bir topluluktan, ancak her zaman sayılan
veya sayılabilen bir topluluk oluşturmaktır; oysa bir azınlık, unsurlarının
gerçek sayısına bakılmaksızın sayılamaz bir topluluk olarak tanımlanır.
Sayılamazı karakterize eden şey, ne topluluk ne de unsurlardır: o bağlantıdır
(connection) [ki daha önce de söylediğim gibi, Deleuze şimdi birleşmeden
(conjungtion) keskin bir şekilde ayrılmak istiyor], topluluklar arasında, unsurlar
arasında üretilen, ve onları kurtaran bir kaçış çizgisi oluşturan ve hiçbirine
ait olmayan "ve". Azınlığın rolü, sadece bir üye içerse bile
sayılabilir olmayanın gücünü ortaya çıkarmaktır” (Fredric Jameson, 1997). Jameson’ın vurguladığı
üzere, gerçekten de Deleuze’ün bir topluluk (assamblage) oluşumunda ısrarla
üzerinde durduğu şey, gerek topluluğun ya da moleküler çokluğun kendi içindeki
unsurlar arası ilişki, gerekse çokluklar arası yani bir, iki ya da daha fazla
çokluğun (bir, iki, üç, ... daha fazla Vietnam)! aralarındaki ilişkiyi,
birleşmeyle (conjungtion) […dir’le] değil bağlantıyla (connection) [‘ve’ ile]
kavramak gerektiğidir.“İyiyim.. ve uykusuz ve yorgun ve ve’yim…”(223.gün).
Doğrusu istenirse böyle bir azınlığın bu coğrafyadaki somutlaşmış halini, (en müzmin ve en müesses azınlığın ‘sol’
olduğuna inanıyor olsam da) 28 Mayıs-16 Haziran 2013 tarihleri arasındaki gezi
gençliğinden başka bir çokluğa atfedemiyorum. Üyeler arası ilişkiyi bir nitelik
ya da sıfatla homojenleştiren her tür dile karşı, ‘..dir’le işleyen ‘durdurucu
sözcüklere’ karşı, her bir üyenin özgünlüğünü (haecceity) ısrarla öne çıkaran,
heterojen ‘ve’ bağlacıyla düşünmek. ‘…dir’e karşı,
‘…dir’in sabitleme ve aynılaştırma gücüne karşı, ‘ve’ nin farklı
akışları yüzeylerde cisimleştirme gücünü öne çıkaran radikal anlamda yeni,
farklı, başka bir moleküler çokluk ve başka bir anlatı. ‘…dir’in soyut tümeller ve genellemelere dek
gitmek yoluyla hayatın çeşitliliğini tektipleştiren, durdurucu sözcüklerle
durduran ve özdeşlik rejimiyle kodlayan diline karşı, ‘ve’nin her bir varlığın
oluş (olduğu şeyden başka bir şey olmaya yönelik metastabil tezahürü,
hale-gelişi) sürecindeki özgünlüğüne yatırım yapan bir dil. “Hadi bize lazım
olalım”(95. gün), “kendimize tenezzül edelim.”(124. gün). Edimsel, yan
anlamlarla üretilen yoğunluklardan başka bir şey kalmayana kadar
yersizyurtsuzlaşan bir dil oluş, kaçınılmaz biçimde azınlık oluşla, yani moleküler
bir çoklukla eşgüdüm içindedir.
***
Lacan
ne yapıyor? Bilinçdışının metafor ve
metonimi kurallarıyla işlediğini söyleyerek ona dilsel bir arkaplan kuruyor..
Gösterge ile ilgili olarak Saussure’den ayrılıyor ve gösteren gösterilen
arasında denge değil, dengesizlik olduğunu birbirlerine o kadar da bağlı olmadıklarını ileri sürüyor. Metaforik
işleyişe benzer olan paradigmatik eksen gösterilene, metonimik işleyişe denk
düşen sentagmatik eksen ise gösterene akraba. Bilinçdışının bir dil gibi
yapılandığını söylerken aldığı model, sentaksın değişmezlerine dayalı dilin
kapalı modelidir. Dil nasıl gösterenin özneye dönüştüğü kapalı bir gösterge
dizgesiyse, bilinçdışı da aynen dilin bu yapısını tekrarlar. Dilsel gösterge
Lacan’da simgesel alan haline gelir. İmgeselden simgesele (dilin dünyasına)
geçen çocuk artık bu simgesel içinde kendini tanıyan bir özne (insan) haline
gelir. Aynı anda da bölünür, yani bir ifade bir yanıyla ifadeyi sözceleyen
sözcelem öznesi ve bir yanıyla da bizzat sözcenin öznesi olmak üzere özneyi
ikiye böler. Lacan bu bölünmüş özne anlayışı gereği bilinçdışının öznesini
gösterene doğru çekerken düşünen özneyi (cogito’yu) gösterilene doğru çeker.
Deleuze’ün net bir özeti var: “Cogito, her ifadenin (statement) öznenin bir
üretimi olduğu anlamına gelir. Bu ilk anlamıdır, ikinci olarak o her sözcenin onu üreten özneyi böldüğü
anlamına gelir .... O zaman her sözce bir özneye gönderir, ve her sözce onu
üreten özneyi böler, yarar, ayırır. Bunlar doğal olarak bağlantılı
önermelerdir, çünkü eğer bir sözcenin özne tarafından üretildiği doğruysa, o
zaman tam da bu nedenle bu özne, sözce öznesi ve sözcelem öznesine
bölünecektir... özne, bu nedenle, bir sözce öznesi ve bir sözcelem öznesine
bölünmeden bir sözce üretemez. Bu, bütün bir özne metafiziğini psikanalize
taşımak demektir. (Dualism, Monism and
Multiplicities).” (akt. Jenna Lilla, 2013). Deleuze haklıysa o zaman bizi
ikili duruma sokan öncelikle sözceleme edimidir: “sözceleme öznesi ve sözce
öznesi ikiliği"(a.y.). “… bütün
diğer ikililere eşlik eder: ruh-beden, düşünce-uzam, vb"(a.y.). Deleuze bize ikiliğin düşünceyi
engellediğini" söyler. O, "çoklukların alanını terk ettiğimiz her
yerde, bir kez daha düalizmlere düşeriz, örn. düşünce-olmayan alanında, süreç
olarak düşünce alanını terk ederiz."(a.y.)
dediğinde, bu ifadeyi aydınlatmayı sürdürür. Bir kez daha Tabletler bu bölünmüş öznenin yarattığı ikiliklerin sahnesi
değildir. Çünkü hiçbir ifade bir öznenin üretimi değildir ki dolayısıyla sözce
ve sözcelem öznesine bölünmüş olsun; “Shell Devlet Hastanesi, Cargill Menemen
Ovası, Samsung Tank Taburu, BP Çanakkale Boğazı, Bosch Atatürk Stadı, Ford Otomotiv
Nüfus Müdürlüğü, Coc-Cola Çocuk Esirgeme Kurumu, MecedesBenz Engelliler Genel
Müdürlüğü, Beidgestone sağlık Bakanlığı, Sony Toros Dağları… (166.gün). Bu bir
öznenin anlatısıysa, şahıs zamirleri nerde?
‘…dir’ nerde? Durdurucu sözcükler, ölüm hükümleri nerde? yok, ne özne,
ne ‘…dir’, ne de yargı. Salt bir akış, öznesiz, nesnesiz bir düzenleme. Evet,
sadece bir kolektif sözcelem düzenlemesi. “Sekansları titreştirmek, sözcüğü
şimdiye dek duyulmamış iç yoğunluklara açmak;
özetle dilin gösteren dışı yoğun
kullanım’ı. Dahası artık ne sözcelem öznesi ne de sözce öznesi vardır;..
İster istemez çoğul ya da kolektif bir düzenlemenin ortasında karşılıklı bir
oluşu oluşturan bir haller devresidir söz konusu olan”(D.G. 2000, s.33).
Anlamak değil, duyumsamak, sözcelem düzenlemesi için esas olan budur. Çünkü bu
metin (166. fragman) semiyotikleştirilemez. Bütün her şeyden sonra okurda bir
duyum kalır. Okurun Yeniden Yapılanan
‘normal’ günlük dünyasını avucunun içine alan bir duyum, ve politik bir
gerilim.
Simgesel
Lacan’da, yasadır, buyruktur, kuraldır, kısaca kültür; Lacan buna boyuneğişe
insanlaşma diyor. Dil yasayı, buyruğu, kültürü kısaca toplumsalı taşır. Dilsel
gösterge Lacan’da simgesel haline gelir. Gösteren’in sermaye ve iktidar
düzenlemeleriyle kodlanmış olması, Lacan için söz konusu değil, o dilsel
göstergedir, dildir. Özne kendini dil
dolayımıyla bir gösteren olarak (birey, ego, Ben olarak) işaretlenmiş halde
bulur. Bu süreç bilinç dışının oluşum ve işlevinin açıklamasını verir.
İmgeselden (gerçek gerçeklikten) simgesele (simgesel gerçeğe) geçiş, ödip
karmaşasıyla açıklanır. Baba’nın adı bir yasa olarak simgesel düzene boyuneğişi
üretir. Tam da bu esnada insan psikolojisi ana-baba-çocuk adlı bir üçgene
sıkıştırılır ve cinselleştirilir. Babanın adı’yla (simgesel fallusla)
bastırılan bilinç dışı arzu toplumsala boyuneğer. Bu durumda simgesel gerçeklik
gerçek gerçeklikten ayrılır ve onun öte tarafı haline gelir. Bu noktada
simgesel ile gerçeklik arasında bir bağ ya da bağlantı kalmaz, yani bilinç dışı
arzunun doyurulma olanağı kalmaz. Arzu artık asla tamamlanamayacak bir
‘eksiklik yeri’dir. Bu tablo içinde dil,
gösterilenin sürekli kaçtığı ve gösterenin de bir stabilite, bir anlam
yakalamak adına sürekli peşinden koştuğu bir alanda çalışır. Fakat bu mümkün olmaz
çünkü sürekli kendi eksikliğini tamamlamak için kendi olmayanın peşinde koşan
özne, tam da onu yakalayamayışıyla özne olmaktadır. Bu yüzden Lacan’da “özne
eksik varlıktır”. Bu eksik varlığın bilinç dışı arzuları, özetle biyolojik yani
cinsel içgüdüleridir. Ve Babanın Adıyla, yani cinsel yasak’la bastırılan (ve bu
bastırma yoluyla cinsellik olarak kurulan) bilinçdışı arzu, kastrasyon’la
(hadım etme’yle) insanlaştırılır. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, insanın
biyolojik, imgesel ve duyumsal dünyasının (yeti ve kapasitelerinin) teolojide
günahla bastırılarak dinselleştirilmesine koşut bir biçimde psikanalizle
rasyonelleştirilerek toplumsallaştırılmasıdır. Dinlerde tefsirle
öznelleştirilen insanın yerini de psikanalizde yorumla öznelleştirilen, birey
alır. Psikanalizde bu öznelliğe ‘kendi’ (self) denirken, dinlerde buna ‘kul’
denir. Bu kısa özetle Lacan teorisini yoksullaştırdığımı kabul ediyorum, ancak
burada onun teorisinin sadece özsel parametreleriyle ilgileniyoruz.
Tabletler’de
karşılaştığımız kişisiz tekillikler, Lacan’ın eksik varlık olarak,
tamamlanamayan arzuları peşinde koşan bölünmüş özneleri midir? Ya da büyük
edebiyatta ruhsallıkları psikanalitik yorumla süslenen karakter ya da tip olarak
karşımıza çıkan ve birey adını alan öznellikler midir? Kısaca Tabletler’de
özne (ego, ben, kendi vb.) türünden bir
birey imalatı var mıdır? Yukarıda,
Tebletler’de özne yok dedik. Tamam ancak başta İbrahim olmak üzere, onlarca
tekillik var -onlara duyumsal varlıklar diyelim şimdilik-. Özne yoksa yani bu
insanlar büyük edebiyatın karakter ya da tipleri de değilse o zaman bu duyumsal
varlıkların statüsü nedir? İbrahim Metin
bir söyleşiye verdiği yanıtta, ‘ben onları uyduruyorum, onlar da beni’ diyor.
Bu son derece önemli bir tespit, bir parantez açıp üzerinde biraz duralım.
‘anlatmakla bitmem.. beni biraz değerlendirelim’ (38. gün) ya da “kafamı dışıma
sokmaya çalışırken kendimi içime soktum.. “sen soktun sen çıkar İbrahim!” diyorum; fakat bir İbrahim var
bende, benden içerde.. Kapıyı bir türlü kırmıyor. Benim adım İbrahim / Suyu
yakar ateşi dondurur halim” (34. gün). Deleuze, Guattari Felsefe Nedir’de sanatın işinin algılardan algılamlar (percept),
duygulanımlardan duygulamlar (affect) ve görüşten duyumlar (sentiendum) çekip
çıkarmak olduğunu söyler. Fakat bütün bunlara yükselebilmek için de her
seferinde bir tarzın yani yazarın söz diziminin gerekli olduğunu ilave
ederler.(s.152). Son alıntıya bakalım ve İbrahim Metin’in bu söz dizimi olmasa,
“kafamı dışıma sokmaya çalışırken kendimi içime soktum..” (bunun bir çağrışımsal
anlamı var elbette ancak bizim işimiz burada mütercimlik değil) bu tarz olmasa
bizim burada neyi çözümleyeceğimiz gerçekten de meçhuldür. Ve onun bu söz
dizimi, üslubu, tarzıdır ki, başta İbrahim ve tüm öteki Remzi ağbi-Remziye
teyze, Doktor şey bey, Sertaç, …vd. duyumsal varlıkları olduklarından başka bir
hale geliş içine sokar. Başka deyişle büyütür, devleştirir, anıtsallaştırır,
“suyu yakar ateşi dondurur halim”; çünkü uyduruyor ve buna ‘yaratıcı uyduru’
diyor Deleuze (s.153). Tabletler’in
eylemi anımsama değil, uydurmadır üstelik bir ‘yabancı dil’le uydurmak. Eseri
anıtsal kılan da budur. Deleuze’un göndermesiyle haberdar olduğumuz ‘Ahlakın ve Dinin iki Kaynağı’ adlı
eserinde Bergson, (Statik Din başlıklı ikinci bölümde) insanın uydurma yetisini
çözümlüyor. [Çevirmenin ‘masal yaratma yetisi’ diye Türkçeye çok kötü
çevirisini lanetleyerek, Deleuze’ün deyişiyle) uydurma yetisini, Bergson yarı
insan biçiminde tanrılar, devler, mitler yaratan ‘görüsel yeti’ olarak çözümler
ve imgelemden farklarını tartışır. Bergson için ‘her uyduru devler üretmektir”.
Ve bu yeti sanat alanında mitik ve dinsel karakterine tamamen zıt ve muahlif
bir biçim alarak özgür yaratıcılık edimine dönüşür ve sanatsal devler üretir
(sanatı anıtsallaştırır). Ve uydurma bütün sanatlarda imgelemden farklı bir iş
görür. Yaşanmış algılardan çıkarılarak büyütülen, yükseltilen insansız bir
algılam ya da duygulam, bir affekt, belleğin kayıtlarına indirgenemeyen ve
bellekle pek de fazla işi olmayan, nesne ya da figürü olduğu halden başka bir
hale gelişe (oluşa) taşıyan bir yaratıcı uyduru. Deleuze’ün her sanat eseri
anıtsaldır derken kastettiği budur. “Yusuf’un Anlattıkları”nı alalım, küçük bir
sokak köpeğini eve almakla başlayan, sonuçta bir denizatına bakmaya mecbur
kalışa dek giden bir öykü. Fakat Yusuf anlatılarında sürekli öne çıkan,
büyüyen, anıtsallaşan şey köpekten ahtapota, ahtapottan deniz atına giden yolda
bu hayvanlardan Yusuf’a geçen şey ne ise odur. Bu, onun yaşadığı insan
dünyasından kaçışını mümkün kılan bir hayvan-oluştur, yaratıcı uydurunun
anıtsallaştırdığı bir hayvan oluş. Musa da öyle, koridor boyunca hızla
koşturduğu atı kişnerken, Musa at değildir, Musa’ya (ya da tersi, belirsiz) bir
şey geçer, ve o şey Musa’yı olduğu halden başka bir hale (hayvan oluşa)
dönüştürür. “Musa kendini at sanmıyor. Musa, bütün gün koridorda şaha kalkıyor.
bağırıyor, çağırıyor, yelelerini sağa sola savuruyor. Musa, at değil. Musa, at
oluyor” (113.gün) Aynı şekilde, şimdi saymadım ama fragmanların nerdeyse
yarıdan çoğunda sözcelenen At, hayvan oluşu anıtsallaştırmakla ilgilidir. Bir
‘at oluş’ hikayesi Tabletler’i baştan
sona kuşatır ve neredeyse deli oluş’la birlikte hayvan oluşu gerçek bir kaçış
çizgisi olarak bedenleştirir. Gösteren tahakkümüne karşı semiyotik dilin dört
temel deliği vardır ki, bilinçdışı bu deliklerden fişkırarak şizo bir dil
yaratır: çocuk oluş, deli oluş, hayvan oluş ve kadın oluş ve onların dilleri.
Bu diller ekonomik, politik, kültürel, psikanalitik ve teolojik dünyalardan
kaçış çizgileridir. Erkeğin, rasyonelin ve her tür iktidarı çıldırtan,
istikrarsızlaştıran bu dört delikten özellikle deli oluş ve hayvan oluş Tabletleri’n hemen her fragmanında
karşımıza çıkar. Özetle “At”, Tabletler’de bir hayvan oluş makinesi gibi
çalışır. Öte yandan bir şeyden başka şey haline
gelişe geçişler, durmadan yemekler yapan Remzi teyze, durmadan kağıttan
yıldızlar kırpan Aylin, ceptelefonlu Sertaç, işiyle evi arasına sıkışıp kalan,
Gülay ve Berat’ı bilinçdışında yaşattığı için yaşayabilen komiser Özcan ağbi,
oğlu hapishanedeki açlık grevinde ölen Kesire’nin durmadan yemekler yapıp
hapishaneye göndermesi, bir memesini işkencede kaybetmiş ve onun yerine Arif’in
suluboya patiklerini takarak dolaşan Nurten hanımın durmadan elişi
kağıtlarından kuşlar yapması ve diğerleri, her biri, bir şeyden bir şeye geçiş
içinde (haline geliş içinde) anıtsallaşır. Bu haline geldikleri şey, sonuç
olarak deli oluş yani ‘insani olmayan insan’dır. Hepsi nihai olarak insandan
kaçış çizgisi olarak, deli oluş içinde ‘insani olmayan insan’ haline
gelişlerdir. Bu noktada klinikteki figürler artık kliniğin sakinleri değil
kliniği taşıyan bir dünyanın, bir evrenin sakinleridir. “Bu tıpkı sonludan
sonsuza, ama aynı zamanda da yurtluktan
yurtsuzlaşmaya doğru bir geçiş gibidir” (D.G. 1992,161). Dolayısıyla deli oluşu
tabletlerdeki duyumsal varlıkların deliye benzerlikleri üzerinden değil, tam
tersine ‘insani olmayan insan’ haline gelişleri üzerinden okunabilir. Deli
oluş, Akıl ve akılla yaşamanın imkansızlığını zaptetmek, zaptürapt altına
almaktır. Deli oluş’ta bilinçdışı kendi içinde çatışmalı ya da çelişkili
değildir, onun asıl derdi aklı, bilinci sorgulamak, problematize etmektir.
Problematize etmek, ille de bir benzerlik aranıyorsa, Hegel’in çelişkilerine
değil daha çok Kant’ın antinomilerine benzer. Dolayısıyla paradoksaldır, hem
düşünce hem de düşünülemezi düşünen düşünce paradoksu gibi, hem insan hem
insani olmayan insan paradoksallığı gibi problemler yaratarak düşünmek. Deli
oluş aynı zamanda zamanı ve onun katı anlamda biçimsel ve durağan düzenini
zıvanasından çıkarmaktır. Tam da, Tahir Hoca’nın anlattıkları’nda (258. gün)
olduğu gibi. Ve mekânı lamekan haline getirmek -yersizyurtsuzlaştırmak- ve
dilin küstah buyurganlığını ve despotizmini imha etmektir. Geçişlilik (transdüksiyon) budur. Akıl gidimli
düşüncede, anlama, ya endüksiyon (tümevarım) ya
da dedüksiyonla (tümden gelim, çıkarım) ulaşır. Oysa burada işleyen hale
gelişin, oluşun ve çağrışımın mantığı transdüksiyona (aktarım-yayılım) dayanır.
Bu psikolojik bir aktarım değildir, bir geçişlilik, dilden bedene, bedenden
dile ya da bir halden başka bir hale geçişliliktir. Bir enerji akışının bir
durumdan başka bir duruma geçişi gibi, elektrik enerjisi ampulde ısıya dönüşür,
ya da hayvan oluş durumunda hayvandan insana, insandan hayvana bir geçişlilik,
akışsal bir aktarım anıdır ve sonra kaybolur. (Simondon transdüksiyonu ‘genetik
bilgi aktarımı’ olarak tanımlar). Aktarım mantığı, çağrışımın mantığıdır. Tabletlerde ne endüksiyon vardır, ne
dedüksiyon baştan ayağa transdüksiyon. Çelişkilerle değil paradokslarla
çalıştığı için bir diyalektik de yoktur. Bütün, imalar, bir oluş dilini,
yaratıcı uyduruyu mantığın ötesine, özellikle gerilime, gerginlik ve yoğunluk
yaratan kolektif sözecelem düzenlemelerine taşır. Ve İbrahim ve onun ‘deli
oluş’u devleştirmesi. ‘Ben sizin babanızım çocuklar’ edasıyla kendini peygamber
ilan ederek başlaması bile başlı başına teolojiden ödünç alınmış bir tanrı
statüsü değil mi? Uyduruculuğun daha ötesi var mı? (Burada peygamber İbrahim’in
çocuk katli arzusunun sorunsal yapısını ele almayacağım ve sadece bizim
İbrahim’in devleştirilmesi için bir araç olarak kullanılması boyutunda
kalacağım.) Evet İbrahim özne değildir, kişi ya da anlatıcı olarak özne değildir. O
bir işlevdir, kendi üzerinden çoğalan, fragmanlarda parçalanan ve bir parçadan
ötekine geçerek/geçen/geçerken ortadan kaybolan yani sözcelemede başkası
devreye girerken sıvışan ve bunu Tabletler
boyunca sürdüren bir işlev. İbrahim sözcüklerden yararlanır evet ama onları
duyumsatan, olağan gündelik dili yolundan saptıran bu yüzden de kimi zaman
kekeme kimi zaman anlamsız tekrarlarla agramatikleştiren, kahkaha atan, bağıran
çağıran, münazara eden ve hatta kişneten bir söz dizimi yaratarak, tıp,
politika, adalet vb. kurumsallıkları tiye alan bir mizah yaratarak, ya da
politize ederek yapar bunu. Bu üsluptur, tarzdır, yüreğiyle anlayan duyumların
dilidir, ya da Türkçe’nin içindeki yabancı dildir. Klinik halkını kalkıp
gelmeye kışkırtan dil. Balkon Konuşmaları dizisi: “ Ey Halk, Ey kalabalık, Ey
kargaşa! Beni dinleyin! … Yeleler, atların ülkesinde olan bir şeydir ki aşk
damarlarında dört nala koşar!” (92. gün), “Kardeşlerim, yetiştikçe yetişiyoruz,
bitsek de tükenmiyoruz; yıkılıyoruz ama yenilemiyoruz! Öyle bir belayız ki yok
hükmünde! Azız ve talebiz! … Tarım sanayi girdileri yeterince girdi mi?
…Hüsranları yaşamak olan güzel kalabalık!”(136. gün) ,”halka hizmet
sürüyor! Halk soyulmakla bitmiyor..
Bitmez kardeşlerim! (alkış sesleri) İnsan, maymundan gelmedi dostlarım,
gelemedi! (sürekli alkış)” (228.gün),
“Hayalleri olanın kanatları vardır dostlarım! Ve iyi ki ayakları yoktur,
Ayakları olan uçamaz…. konar! … Hayatın
Ebediliğini Güzelleştiren Güzel İnsanlar! … Kardeşten Öte İnsanlar! … Değerli dostlarım (alkış sesleri arasında)
Hepinizin Ellerinden öperim. (sürekli alkış sesleri) Bir yerlerde.. bir şeyde
süreceğiz… üzülmeyin. Eyvallah”(275.gün). İbrahim Metin algılamlar veya
görülerle ilgili olarak onları sadece kendi yapıtında yaratmaz, onları bize
verir ve bizim onlarla birlikte haline-gelmemizi sağlar. “Şizofreni yalnızca
insani bir olgu değil düşüncenin bir olanağıdır. İmgenin feshiyle açığa çıkan
bir olanağı” (FT. 202). İbrahim Metin’in edebiyatı, bellek kayıtları ya da
geçmişin tekrarı değil, geleceğin edebiyatıdır. Parantezi kapatalım.
***
Descartes’ın
ve Psikanaliz’in öznesine (büyük edebiyatın ‘karakter’lerine) karşı yukarıdan
beri süregelen çözümlemenin sonuçlarını üç alanda somutlamamız gerekiyor:
birincisi birey öncesi ya da kişisiz tekillik nedir? İkincisi birey öncesi
tekilliğe bağlı olarak her tür öznenin yerini Tabletler’de düzenlemenin alışı,
ki bu düzenleme arzunun mekanik düzenlenişi olarak kolektif sözcelem
düzenlemesidir. “Her mekanik düzenleme, toplumsal arzu düzenlenişidir; her
toplumsal arzu düzenlemesi de kolektif sözcelem düzenlemesidir.”(D.G. 2000.
119). Ve üçüncüsü bu tekilliklerin kolektif hale gelişinden, ya da birey öncesi
tekilliğin moleküler bir çokluk oluşundan ne anlamalıyız?
Deleuze
hemen her kitabında sıklıkla üzerinde durduğu ‘bireyöncesi tekillik’,
‘bireyleşme’, bireyötesi, transdüksiyon ve yarı kararlılık (metastability)
nosyonlarını Gilbert Simondon’a atıflar ve alıntılarla adreslendirir.
Simondon’un ‘bireyleşme’ kuramından yararlandığını belirterek sadece bu
kuramdan çıkardığı sonuçlar itibariyle Simondon’dan ayrıldığını yazar. Simondon
için bireyleşme, hilomorfik (Aristoteles), tözcü (Spinoza, Leibniz vb.) ve
atomistik (demokritos, Epikür, Lucretius) birey tasarımlarına karşı ve onlardan
radikal anlamda farklı olarak, birey perspektifinden değil, onu doğuran süreç
perspektifinden düşünülür. Bireyleşme, sonucu olduğu bireyi, doğal (yani çantada
keklik olarak) varsaymayan bir süreç açısından ele alır. Simondon, bireyleşmenin
sadece bir birey üretmediğini, nihai gerçeği olan bireye ulaşmak için
bireyleşme aşamasını hızla geçmeye çalışmayan bir ontogenesis olduğunu ileri sürer
ve onu tamamen kendi gerçeğinin ilerleyişi içinde kavramaya çalışır.
Ontogenesisin kendi gerçekliği içinde kavranışı, bireyin türeyişini (şeylerin
'varlık haline geliş/oluş’) koşullarını, mutlak bir başlangıçtan değil fakat,
enerjik ve doğal koşullardan başlamak suretiyle tanımlar. Başka deyişle,
bireyle başlayan bireyleşmeden çok bireyi bireyleşme aracılığıyla
tanımak/bilmektir bu. Simondon’un temel ilkesi şudur: “Birey ... daha sonra göreli bir gerçeklik olarak, birey
öncesi gerçekliği varsayan belirli bir varlık aşaması olarak kavranacak ve
hatta bireyleştikten sonra bile tek başına mevcut olmayacaktır, çünkü
bireyleşme bireyöncesi gerçekliğin potansiyellerini bir çırpıda tüketemez.” (Varlık
ve oluş arasındaki klasik ikilem açısından, bireyleşme) "varlığın oluş
karakterine işaret etmelidir, varlık olarak olduğu kadarıyla varlığın hale
gelişi (oluşu) yoluyla, ... rehber ilke sadece oluş aracılığıyla varlığa sahip
çıkma ilkesidir" (Simondon, PPO). Şimdi varlığa oluş açısından bakmak gibi
bambaşka bir yerdeyiz: artık,
"şey"lerden değil hale gelişler ve olaylardan söz edebiliriz. Her
"şey" her uğrakta eşsiz ve yenidir. Eşsiz ve yeni oluş açısından
bireyleşmeye Deleuze, Guattari’nin verdiği ad özgünlüktür (Haecceity) (Bin Yayla
261-2 vd.) Her "şey", bu yüzden, bir olaydır. Her "şey"
oluşmaktadır.
Simondon'a
göre, Varlık, radikal olarak bireyöncesidir; o kendisi "bir" değildir
ve sadece her mevcut tekil varlıktan ayrı
bir "ilke" olarak anlaşılmalıdır. Varlık, tanım gereği, verili
bir bireyde bütünüyle gerçekleşemeyen saf bir potansiyelliktir. Bu nedenle,
bireyler hayatlarını hem bireyöncesine (pre-individualtiy)
hem de bireyleşmeye (individuality)
ait olarak yaşarlar. Ve belli bir olgunluğun gelişimiyle başkalarıyla toplumsal
ilişkiler temelindeki eylem oluş anlamına gelen bireyötesiliğe (transindividuality) ait olarak yaşarlar.
“Simondon'un düşüncesinin teorik çekirdeği, statik varlık kavramı yerine,
oluşun dinamik gücünü temel alan ilişkinin içkin ontolojisini otantik olarak
tanımlar gibi görünür. … Bireyleşme teorisinin tüm varsayımı, ilişkinin Varlık
statüsüne sahip olduğudur. … onun amacı, ilişkinin iki töz arasında gerçekleşen
şeylerle değil fakat ilişkiselliğin bizzat gerçeklik "olduğu"nu göstermektir.
Varlığın "dır" (ve sonuçta ilişkiler biçiminde olup bitenler)
olmadığını; Varlığın ilişkisellik aracılığıyla ve ilişkisellik içinde "oluştuğunu"
(hale geldiğini) görür”(J.W.2007). Dolayısıyla Simondon için ontogenesis
(bireyoluş) ontolojiyle değil ilişkisel ontolojiyle (relational ontology) düşünülmelidir. Öyle ki, Hegel’in ‘rasyonel
olan gerçek, gerçek olan rasyoneldir’ önermesinin karşısına (ki bu rasyonele
gerçeklik karşısında bir öncelik verir) sanki “ilişkisel olan her şey gerçek,
gerçek olan her şey ilişkiseldir" demektedir. Ve burada bir öncelik sonralık
sorunu yoktur çünkü ilişki sadece varlığa ait olan değil, fakat aynı anlamda varlığı
oluşturandır. Bireyöncesi kararsız bir bağdaşmazlık, ontogenetik bir
uyumsuzluk, bir gerilim alanıdır (Ve İbrahim Metin bütün bir Tabletler’i bu alana konumlandırmış
görünüyor) fakat aynı anda bu uyumsuzluk, gerilim vb’leri bu alanın potansiyeller
zenginliğidir. “Bu nedenle olumsuzluk bir töz olan bir olumsuzluk değildir.
Birey öncesi asla bir adım veya bir aşama değildir çünkü bireyleşme sentez
değil, birliğe dönüştür, fakat daha çok, kendi birey-öncesi merkezinin
bağdaşmazlıklarının potansiyelleşmesi yoluyla varlık kendi ayağıyla bir adım
öteye geçer." (Simondon, IGB).
Simondon’un çizdiği hattan giderek şöyle düşünelim. Urla bağları belirli
türden bir üzümün ve ona özgü şarabın üretildiği bir doğadır. Şimdi Urla şarabı
gibi özel bir gerçeklikten/varlıktan söz ediyor olmamız, onu ifade etmemiz, onu
ancak oluş içinde, yani toprağı, toprağın bileşimlerinin kimyasal, fiziksel,
iklimsel, basınç, sıcaklık vb değişkenlerin raslantısalığı olarak, hatta üzümün
hasat edildiği anın sıcaklık, nem, ışık vb. kimyasal, fiziksel unsurlar gibi
bir karmaşıklığı ifade etmemiz demektir. Bu karmaşıklığın bireyleşmesi için
belirli bir doygunluğa yani raslantısal olarak birliğe (örn. üretim sürecinde,
depolama koşullarında, bekleme sürelerinde vb. süreçlerde) yönelmesi gerekir.
Yani, bu birey öncesi koşulların (tekillikler, tekil noktaların) aralarındaki
diferansiyel ilişkilerin (hatta moleküler düzeyde ve yine raslantısal bir
biçimde) belirli bir doygunluğa ulaşması, şarabın tat olarak bireyleşmesini
mümkün kılan süreçtir. Fakat tat olarak bireyleşme varlığı boyunca bu
bireyöncesi tekilliğe yine de ait olacak ve onunla ilişki içinde varolacaktır.
İçilme aşaması, başka varlıklarla/bedenlerle çoklu ilişkisi (çevresel, eylemsel
varlığı) şarabın bireyötesi gerçekliğine aittir ki o da hem bireyleşme hem de
birey-öncesi tekilliklerden bağımsız düşünülemez. Bu oluş süreci yoksa ‘Urla
Şarabı’ diye bir şarap yoktur, ve onun ifadesi de yoktur (simondon’un varlık
anlayışı aynı zamanda bilgi ve ifade anlayışıdır). Özetle bu şarabın doğası
onun birey-öncesi tekilliğinin bireyleşmesidir. Şimdi bu örnek organizma için
elbette farklılık arzedecek ve karşımıza daha başka tablolar çıkaracaktır.
Deleuze’u dinleyelim: “Kendisine karşılık gelen ampirik alanlara benzemeyen,
ama farklılaşmamış bir derinlikten de ibaret olmayan, kişisiz ve birey-öncesi
bir aşkınsal alanı belirlemeye çalışıyoruz….
ne bireysel ne de kişisel olan şey tekillik yayılımlarıdır. Bunlar bilinçdışı
bir yüzeyde meydana gelirler ve bilinç sentezlerinin koşulları olan sabit ve
yerleşik dağılımlardan radikal şekilde ayrılan göçebe bir dağılım sayesinde içkin ve hareketli bir öz-birleşme
ilkesi kazanırlar. … Tekillikler bireysel ya da kişisel olmaktan uzaktırlar,
ama bireylerin ve kişilerin oluşumuna yön verirler”(Deleuze, 2015, 124). “Her
şey her zaman "birey-öncesi" alanda başlar. Bireyöncesi, kimliğin yok
olduğu bir durum değil, -farklılaşmamış bir kaos değil - fakat, daha çok
"bir kimlikten/özdeşlikten çok daha fazla ve bir birlikten çok daha
fazla" bir koşuldur: olumsuzluktan ziyade, radikal bir gizilgüç, fazlalık
ya da "aşırıdoygunluk"tur (Simondon, IGB). Özetle birey-öncesi
tekillik, bir aşama ya da bir etap değil, bireyin hem bireyleşme (fiziksel
birey) hem bireyötesi (eylem) oluş sürecinin, psişik, ekolojik ve sosyolojik
çeperleri kuşatan, örten, eşlik eden çoklu ilişkiler anlamında bir önkoşuldur.
Simondon’un Anaksimander’in Aperion’unu birey-öncesi tekillik için bir sıfat
olarak kullanması bence son derece
öğretici bir değere sahip, çünkü birey-öncesi tekilliklerden bağımsız hiçbir
bireyleşme ya da bireyötesilik olamaz. “Simondon için, asla aynı olamayan ve
sonsuza dek hareket eden şey, aperion'un türetici gücünden doğacak olan ve
olmuş olandır. Aperion herşeyi örter, kuşatır (periékhei) ve niteliksizdir, çünkü o tamamen belirlenimsizdir (ékkrisis). şeyler ondan ayrılma (apókrisis) ve tahliye/fırlama (ékkrisis) yoluyla türerler.” (J.W.2007).
Artık bu noktada, tekilliklerin gerçekleşmesi, bir özne varsayımıyla çalışan
bilgi öznesi ve nesnesi ayrımını ortadan kaldıran varlık ve oluş
kavramlaştırması temelinde aynı anda ifade edilmek anlamına gelir; gerçekleşmek
demek ifade edilmek demektir. İfade bağlamında eğer bir öznenin ifadesinden
artık söz edemiyorsak, yani artık cogito gibi, psikanalizin öznesi, gramer
öznesi gibi bir özneden söz edemiyor, etmiyorsak, öznenin yerini alan şey Düzenlemedir.
Düzenleme
Nedir? Deleuze, Guattari Kafka
kitabının dokuzuncu bölümünün girişinde düzenlemenin “hem kolektif sözcelem
düzenlenişi, hem de mekanik arzu düzenlenişi” olduğunu ifade ediyor. “her tür öznenin yerini
düzenleme alır. Fakat bu, ya aşkın özne biçimini koruyan, aşkın ve şeyleşmiş
bir makinedir; ya da özne sorununu zaten ortadan kaldırmış, ama yalnızca
düzenleme işareti rolünü oynayan bir hayvan-oluştur; ya da hayvanın özellikle
belirttiği, ama hala kolektif özne olarak işler gözüken moleküler kolektif
oluştur”(2000, 121). Tabletler’de tıbbi bir makine olarak teknik makine,
toplumsal alan (klinik halkı) için geçerli olan içerik biçimi için bir model
sağlar. Ve Tabletler tam da bu makinenin sökülmesidir. “Dertlerimle hemdert
olup ilk kez ruhun doktoruna gittiğimde çok gençtim. Doktor babama: ‘siz lütfen
dışarı çıkın.’ dedi. Babam dışarı çıktı. İyileştim. Boşalan yerlerime annemi soktum”(114. gün).
Psikanaliz’in mizahi bir sökümü. Tabletler’de Toplumsal sorunlar üzerine yorum
ya da eleştiri yoktur fakat daha somut olaylar vardır (Olay, dile
indirgenemeyen fakat onu var edendir, dilin olanağıdır. Deleuze.) Hayır, büyük
romanlar gibi eleştiriyi içsel olarak yürüten öyküsel sayfalar yok. Bir öteki
nefretini, ya da cinselliği, ya da tarihsel, kültürel, sınıfsal kutupsallıkları
alttan alta idealleştiren bir söylem düzeni yok. Başka bir şey var. Sözcelem düzenlemelerini
ve makinesel düzenlemeleri, toplumsal temsillerden çıkarma ve sökme
yükümlülüğünü üstlenmek ve sürekli kaçış çizgileri çizmek. Kaçış çizgileri
temsilleri kaçırtır ve bu çizgiler
boyunca sürükler. Tabletler ‘normal’in
sökümünü onu imleyen temsilleri bir ‘Eleştiri’den çok daha etkili
biçimde kaçırtır. Ve en etkili yersizyurtsuzlaşmasını gerçekleştirir. Düzenleme
bu sökümden, bu yersizyurtsuzlaşmadan
doğar. Bu yersizyurtsuzlaşma işlemi
temsile ait olan, yerli yurtlu olan ‘eleştiri’yi kullanmaz. Daha çok
toplumsal alana zaten nüfuz etmiş olan bütün bir hareketi (doğa ve çevre
hareketi, kadın hareketi, emek hareketi, sosyal medya vb. hareketleri) sürdürür
ve hızlandırır. Edebiyatın anlamsal değil edimsel oluşundan anlaşılan budur.
Kolektif sözcelem düzenlemesi aynı zamanda bir toplumsal arzu düzenlemesidir.
Böylece, birey-öncesi tekillikler her zaman bir çokluğa bağlıdır. Deleuze, tekillikleri bazen bir çokluğun yoğun boyutları olarak
nitelendirir ve “yoğunluklar”, “etkiler”(affect) ya da özgünlükler
(haecceities) olarak adlandırır (Anti Ödip, s. 444 dipnot 29, 458), bazen
de, zar atımı olarak ifade eder.
“Nietzsche kişisiz ve bireyöncesi tekilliklerin dünyasını, artık Dionysos’un ya
da güç istencinin dünyası olarak adlandırdığı dünyayı, serbest ve bağlanmamış
enerjiyi keşfeder. Artık sonsuz Varlığın sabit bireyselliğinde (Tanrı’nın
meşhur değişmezliğinde) ya da sonlu öznenin yerleşik kalıplarında (bilginin meşhur sınırlarında) hapsolmayan
göçebe tekillikler. Bireysel ya da
kişisel olmadığı halde tekil olan bir şey.
Farklılaşmamış uçurum değil, bir tekillikten diğerine sıçrayan, hep bir
zar atımı yayan, durmadan her atımda parçalanıp tekrar biçimlenen aynı tek
atışın parçası olan bir zar atımı yayan bir şey. Anlamsızlıkla anlamın artık
basit bir karşıtlık içinde olmadığı yeni bir söylemde birlikte-mevcut olduğu Dionysosçu bir anlam
üretme makinesi.” (Deleuze 2015, 129). Alıntıları uzun tuttuğum için beni
suçlayabilirsiniz fakat, Tabletler’deki, anlamlıyla anlamsızın
birlikte-mevcutluğu, coşku, alay, mizah kısaca Dionysos’cu anlam üretme
makinesi Deleuze’un bu sözlerinden daha iyi nasıl anlatılır? Ve elbette
yoğunluklar. Dolayısıyla Deleuze’un tekillikleri hem yoğunluklar hem zar atımı
olarak nitelemesinin birbirinden çok ayrı ve çelişik olmadığını, tersine
birbirini tamamladığı düşünüyorum. Bir tekillikten çok sayıda tekilliğe kolayca
geçiş aslında bir çokluk oluşturan tekilliklerin başkalarına nüfuz ederek, her
boyutu (hem yoğunluğu hem göçebeliği), tüm tekilliklere kendi düzeyi ve
derecesinde dağıtmasıdır. “Nefesimde daima bir başka nefes, düşüncemde bir
başka düşünce, sahip olduğum şeyde bir başka sahip olma, karmaşıklığımda saklı
binlerce şey ve binlerce varlık vardır: her gerçek düşünce bir saldırıdır. Söz
konusu olan, maruz kaldığımız etkiler değil, olduğumuz, iç içe geçtiğimiz üflemeler, çalkantılardır. Her şeyin
bu denli “karmaşık” olması, Ben’in bir başkası olması, başka bir şeyin
düşünceye özgü bir saldırganlık içinde, bedene özgü bir çoğalma içinde, dile
özgü bir şiddet içinde bizde düşünmesi: Sevinçli haber buradadır işte. … Bedenler birliklerini, benlik özdeşliğini
yitirirken, dil de işaret etme işlevini (kendine özgü bütünlük tarzını) yitirip
salt ifade edici ya da Kollokowski’nin deyimiyle “duygulanımsal” bir değer
kazanır. Kendini ifade eden ve duygulanan birisiyle ilişkili olduğu için değil,
saf bir ifade-edilenle, saf hareket ve saf “ruhla” ilişkili olduğu için – birey
öncesi tekillik olarak, başkalarından geçerek kendine dönen yoğunluk olarak anlam.”(Deleuze, 2015, 328-329). “içimden
bir ses dışıma sesleniyor”(155.gün).
‘Çukur
yükseliyor”(85. gün). Türkiye’nin son on beş yılını bu iki sözcükten başka
hangi sözcüklerle bu denli yoğun anlatabilirsiniz? İçindeki kuyuya düşen sadece İbrahim değil,
biz, hepimiziz ve hepimiz çukurun yükseldiğini görüyor, duyuyor ve hatta
yaşıyoruz. 23. gün’de “Deli misin
kardeşim, Deli misin!”diyen bir sesin, İbrahimi geçerek, Kayıt kabul duvarına,
saatli öksürük şurupları takviminin üstünde saplanması ve Hemşire Nimetin “Alın
şu cümleyi ordan.. alın! daha yeni boyattık duvarı’ çığlığını atarak bayılması
ve Ti-re-li Tan-zer bey’in duvar çatlak
efendim duvar, tespitiyle başlayan… çatlağı, 56. Gün’de sayın prof. Cemil
bey’in analiz ettiğini görürüz. Cemil
bey bu çatlağa “internal cleavage” yani yarılma demeyi tercih ediyor. Cemil bey
bu yarılmanın, dikeyde derinliksiz, yatayda uzunluksuz bu yarılmanın acının,
acı çekmenin bir izi olduğunu ve bu izin hastanın yakınlarında da devam ettiği
gözlemliyor. Acının çekildiği ve
itildiği durumları irdeleyen prof cemil, bu yarılmanın şahıstan başlayarak tüm
çevresini sarabilecek kadar derin ve mühim
bir kalkışma olduğunu saptar ve sabah kalktığında pencereden baktığında
koca bir çatlağın bahçeyi, ormanı enine boyuna yarıp, denize kadar uzandığını
görür. 75. gün’de çatlağın koridor boyunca uzayıp gittiğini gören Ahmet Hamdi
Bey bu çatlağı “Türkiye doğuya giden bir gemide batıya doğru büyüyen bir
çatlak” olarak saptar ve “Huzur”suz olur. ve 255. gün’de bu yarık artık
görünmez olur. “Derin bir yarık var. İtsek de kabuk tutuyor gitmiyor..
Koridordaki çatlak bunu biliyor. Keskinleşiyor. Öyle büyük ki artık görünmüyor”
Bu yarılma Tabletleri baştan sona acının izi olarak kat eder. Ve tüm
tekillikler bu iz boyunca acının bedenleşmeleridir. Acı, bir yaradır, bir
çizik, düşüncelerin acıması; “ ‘düşüncelerin acıması’ saydamın kanaması bu diyorum. Kan akıyor ama
yeri belli değil.. saydam bir acı, arkası görünüyor, önü yok..”(63.gün). Bu
kanama, bu yarılma, düşünme olanağı olarak, yani şizofrenik olarak yarılmış,
çatlamış düşüncenin her acıması bedene atılan bir kesiktir. Bu kesik bir olayı
oluşturan düşünce yaralanmasıdır. Fakat neden bu yara, bu kesik ille de acı,
zulüm ve felaketle ilgilidir? Tabletler’de saç traşından, meme vb. uzuv
kayıplarına, iş cinayetlerinden
katliamlara kadar işkence, acı ve
şiddetin her türü, acının sonsuz oluşunu teyid etmek istercesine bütün
bedenleri kuşatan bedensiz bir nitelik, bir sıfattır. Anlam tam da bu sıfat ile
beden arasındaki farktır. İki ile üç arasındaki farkın karekök iki olması gibi,
görünmeyen, saydam fakat duyumsanan ortada (in between) bir varlıktır anlam.
Görünmeyen ve algılanmayan bir ayrım, bir fark. Hem anlam hem de fark tam da
bedende (sözcüklerin saplanmasıyla, kolektif sözcelemle, yoğunluklarla) açılan
bir kesik, yarık, çatlak üzerine kuruludur. Ve yara bere içindedir. Kesik,
bedendedir ve bedenin bir kesiğidir, ve aslında beden anlam içinde kesilir.
Bedenler Tabletler’de kesilmiş, çizilmiş olmanın tinsel ifadeleridirler. Yeter..
duralım artık “Dokunsanız ağlayacak bir
neşem var”(104.gün).
hç.
03-2018
Kaynakça
Ferdinand
Saussure (1976), Genel Dilbilim
Dersleri-1, Çev. Berke Vardar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
F.Guattari (2013), Kaçış Çizgileri, çev. Işık Ergüden,
Otonom Yayıncılık, İstanbul.
Fredric Jameson, Marxism and dualism in Deleuze,
|The South Atlantic Quarterly. Durham: Summer 1997. Vol. 96, Iss. 3; pg. 393, 24
pgs | http://proquest.umi.com
G.Deleuze,
(2015), Anlamın Mantığı, çev.Hakan
Yücefer. Norgunk, İst.
G.
Deleuze, (2017), Fark ve Tekrar, çev.
Burcu Yalım, Emre Koyuncu, Norgunk. İst.
Gilles Deleuze,
Felix Guattari (2014), Anti-Ödipus Kapitalizm ve Şizofreni,
çev. Fahrettin Ege, Hakan Erdoğan, Mustafa Yiğitalp, Bilim ve Sosyalizm
Yayınlan, Ankara
Gilles Deleuze,
Felix Guattari (2005), A thousand Plateaus Capitalism and
Schizophrenia, trans. Brian Massumi, University of Minnesota Press
Minneapolis London
Gilles
Deleuze-Felix Guattari (2000), Kafka Minör Bir Edebiyat İçin, Çev.
Özgür Uçkan-Işık Ergüden, YKY, İstanbul
Gilles Deleuze,
Felix Guattari (1992), Felsefe Nedir, çev. Turhan Ilgaz, Yapı Kredi Yayınları, İst.
Jean-Luc
Nancy (2008), The Inoperative Community, Trans.
Peter Connor, Lisa Garbus, Michael Holland, and Simona Sawhney, University Of
Minnesota Press, Minneapolis, London
Jean-Luc
Nancy (2008b), Corpus, trans. Richard
A. Rand, Fordham University Pres, New York
(*) G. Simondon’la ilgili olarak
yararlanılan kaynaklar: