1 Temmuz 2013 Pazartesi

Direngezi Dersleri -1 : Direniş Ruhu






Ders çıkarmak; ya manipülasyon içindir, ya modadır ya da ihtiyaç. Ortak dil yaratmak ve ortak kavramlar üretmek, direnişin forumlarında dile geldiği gibi birlikte yaşama çabası için bir ihtiyaçtır. Bir kodlama değil, anlama çabası olarak ‘ders’in anlamı budur.

Bu anlamda özellikle iki temel gösterge öne çıkıyor; Direnişin demokrasi anlayışı ve önerdiği politik kültür. Direniş bu iki temel başlık altında bir fark üretti ve bu fark politik bir heyecan yarattı. Ve sonuçta Olay ülke sathında ‘sokağa çıkanlar’ ve ‘evde kalanlar’ olarak iki kitlesel görünürlük kazandı. Her iki görünürlüğün kendi içinde farklı nedensellikleri olsa da temelde ‘sokağa çıkanlar’ ve ‘evde kalanlar’ ikilisinde açığa çıkan şey kategorik olarak taban tabana zıt felsefi, kültürel ve politik bir olgudur. Bu olguyu mevcut politik tarafların kendi geleneksel vizyonları içindeki anlama çabaları ve yorumları ile yetinemeyiz. Çünkü bu düzeyde bürokratik çıkar işbaşındadır ve bu -aşağıda değineceğimiz gibi- önemli bir sorundur. Öte yandan Direniş bize, her şeyden önce, son on yıldır topluma saldıran neoliberal piyasanın ve muhafazakâr islamcı politikanın alternatifini ‘anlama olanağı’nı sunduğu kadar, Direnişin yoğunlaşması, yaygınlaşması ve kitleselleşmesinin koşullarını ‘anlama (ve belki de anlatma) olanağı’ sunuyor. Bu olanağı üç başlık altında irdeleyebileceğimizi düşünüyorum: ‘Direniş Ruhu’, ‘Komünal Demokrasi’ ve ‘Melankoli ve Humor Kültürleri’.


Direniş Ruhu

I

Daha önce, “Direngezi, Saygınlık  Krizi ve Komünal Demokrasi” adlı yazıda irdelediğimiz ‘dışlanma’ (ve dışlanmanın sonucu olarak saygınlık krizi) zemininde bir kavrayışı izleyerek diyebiliriz ki; teorik sorun; Marks’ın ‘genel zeka’ dediği entelektüel emeğin sermaye tarafından öznelleştirilerek kâr’a dönüştürülmesi olgusunun hem bu direnişte cisimleşmiş olmasını hem de bu (sadece eski orta sınıfla tanımlanması mümkün olmayan) entelektüel emeğin politik davranışının mahiyetini kavramak zorunlu ve gereklidir. Hiçbir politik figür tarih sahnesine yalın ve salt olarak çıkmaz. Her yeni gelen, bugüne dek direnişi zaten taşımış olan giden çağın aktörleriyle birliktedir ve yaşama hükmedenlere karşı mücadele süreci aynı anda onun kendi öznelliğini üretme sürecidir. Gezi parkı direnişi bu tabloyu her açıdan cisimleştirmiştir. Yine tarih -fakat bu kez yenilgiler tarihi- bize şunu öğretmiştir; aynı hedefe saldıran gelenler ve gidenleri birbirine kırdırmak egemenlerin zaferinin yegane belirleyici gücü olmuştur (TV’lerde ‘gezi parkı’ ve ‘taksim’ ayrımı üzerinden coşturulan ve masum çocuklar ve vandallar ayrımını meşrulaştıran söylemin politik hedefi budur). Fakat ilk kez tarih bu oyuna gelmeyecek denli yetkin bir ‘bireyötesi’ figürü direnişin meydanlarında, sokaklarında ve forumlarında politika kulvarına sokmuştur [basit düzeyde; birey olarak bireyselleşmeyi, diyelim kitap okuyan biriyle örneklersek, internet vb. iletişim ağlarına bağlanan birinin bireyselleşmesini ilişkisel ve etkileşimsel bir tekillikle (bireyötesilikle) örneklendirebiliriz. Birincisi edilgin ve sabit ikincisi etkin ve süreçsel bir kipleşmedir (bkz. E. Balibar’ın bu blogtaki ‘Bireyötesilik’ makalesi)]. Burada esas olarak tam da bu figürün yani entelektüel emekçinin (ya da aynı kaderi paylaşacağını çok iyi hisseden eğitimli gençliğin) politikanın yeniden tanımlanmasını gerektiren politik tavrının, özellikle siber dünyada ve o dünyanın ‘sokak, meydan ve forumlar’daki cisimlenişinde, direniş taleplerini ‘ortaklaştırma’ (komünalize etme), örgütleme ve karar üretme vizyonunu öne çıkararak komünal demokrasinin (temsil sonrası demokrasinin) devrimci ruhunu kavramaya çalışmalıyız. Pratik sorun: eyleminin motivasyonunu içsel ya da dışsal, akılsal ya da ahlaki buyruk’tan alan bireylerden oluşan kolektif, yan yana duran bir bireyler toplamıdır. Onların birlikteliği ve bağ’ları dışarıdan ya da kendilerinden aldıkları ‘buyruğa’ kara sevdalı oluşlarıyla anlam ve güç kazanır. Bu noktada politika bir kara sevda politikasıdır. Oysa entelektüel emekçi için eylemin motivasyonu (ileride açacağımız üzere, kavramsız, dolayısıyla buyruksuz) bir varoluş duygusunun, bir direnme ruhunun deneyimidir. Bu deneyim içinde kolektif, bireylerin yanyanalığından oluşmaz, tersine varlıksal bir ‘başkası ile birlikte oluş’ta vuku bulur. Burada birey yoktur, ya da birey bir eşiği aşarak bireyötesi bir tekillik (dışsal bedenler yoluyla etkilenmiş bir beden) haline gelmiştir. Ve etik artık ne vicdan, ne sorumluluk, ne din ve ne de ideolojinin buyruklarına boyuneğiş konusu değil, bizzat bir varolma, varlığını koruma (kendini bir varoluş duygusu olarak hissettiren etkileşimi her an yeniden üretme) çabasıdır. Ben ve öteki başta olmak üzere her tür ayrım ve farkın geride kaldığı bir deneyim ve süreç. O halde kolektifin modern bir ‘kitle’ ve o kitlenin davranışı olarak direniş ile tekilliklerin varolma çabası olarak direniş arasındaki farka tekabül eden birey ve bireyötesi arasındaki eşik sorunu her tür kavrayış için bir hareket noktasıdır. Bu anlamda, Gezi Parkı Direnişi bütün boyutlarıyla bu eşiğin aşıldığını kanıtlar. O eşik modernitenin ‘rasyonel insan’ eşiğidir. Şimdi, belirleyici unsur olarak ‘rasyonel insan’ eşiğinin aşılmasının hem sokağa çıkanlar hem de evde kalanlar açısından taşıdığı anlamı kısaca açalım.

İhtiyar modernitenin sancak direği E. Kant ‘Aydınlanma nedir?’ diye sorar ve şöyle yanıtlar;  'Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin-olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır'. Kant’ın ‘ergin olmayış durumundan kurtulma’ ya da ‘olgunluk’la kastettiği şey, kişinin ‘aklını kendisinin kullanması’dır. ‘Olgun’ kişinin aklını kendisinin kullanması teması Batıda, J. Locke’dan geçerek, J. Bentham ve J.S.Mill ile birlikte 20. yüzyıl kapitalist refah toplumu çerçevesinde pragmacı bir ‘rasyonel öz-çıkar’ (kendi çıkarı) güdüsü olarak tecelli etmiş ve ‘mutluluk’ tanımına dönüşmüştür. Aklın araçsal denetiminin, öznenin ötekini bir düşman, amacının/çıkarının ne olduğu bilinmeyen bir yabancı olarak algılamasına yol açtığı, dolayısıyla birlikte yaşamayı, ötekini kendi amacı için araç kılabildiği ölçüde ve rekabet içinde yaşamak (didişmek ve galip gelmek) olarak kavradığı araçsallık eleştirisi noktasında, Frakfurt Okulu’ndan Postmodern’e dek muazzam genişlikteki külliyatı hatırlamakla yetinelim. Öte yandan sorunun Marksizm içindeki mahiyeti de önemlidir çünkü aklını kullanma/rasyonel çıkar güdüsü aynı zamanda ortodoks Marksizm tarafından da benimsenmiştir; “proleterlerin bir kez kapitalist sistemi devirmenin kendi çıkarlarına olduğunu bilmeleri yoluyla, kolektif amaçlarını gerçekleştirmek için hareket edeceklerini varsayan, başarılı devrimci eylemin basit bir ‘devrimci motivasyonun rasyonel öz-çıkar kuramı’ denebilecek bir kavrayış da benimsenmiştir. Devrimci önderliğin rolü (Marx onlara komünistler diyor) proleterleri, çıkarları doğrultusunda eğitmek ve onlara taktik ve stratejik kılavuzluk sağlamaktır” (A.Buchanan, 1986:129-134). Solun tarihöncesinden bahsettiğimizi, ve o tarihöncesinden bugüne sarkan bir probleme (‘evde kalanlar’ nasıl politik özne olacak?) işaret ettiğimizi unutmadan Marksist devrim kuramının, aslında her tür kamusal çıkar eylemi için geçerli olduğu gibi rasyonel öz çıkarcılığın ‘bedava yararlanma/serbest takılma’ (free-rider) blokajı sorunuyla karşı karşıya kalmış ve tarihsel olarak güven sorununu aşamamış olduğunu hatırlayalım. Çünkü rasyonel öz çıkar (kendi-çıkarı) güdüsünü ‘başkasına güven’ sorunuyla uzlaştıracak (her ne kadar Habermascı liberallerin iddiası bu olsa da) akılcı hiçbir çözüm ya da ikna prosedürü yoktur. Her halükarda modernite dünyasının temel sorunu rasyonel öz-çıkar ile kamusal çıkar arasında bir seçim sorunu olarak düğümlenir. ‘Kamusal çıkar’ burada, kamusal yarar üretecek şekilde evinin önünü süpürmekten, doğa ve çevre duyarlığı, temiz hava, enerji tasarrufu, tüketici hakları, kadın sorunu vb. somut sorunlar özelinde kamusal yarar üreten etkinliklere katılmaktan, bir ayaklanma, isyan ya da devrime katılmaya kadar sonsuz veçhesi olan bir genişliktedir. Allen Buchanan’ın ‘Marxism and Liberalism’ (1986:129-34) derlemesinde yer alan makalesinde verdiği, ‘rasyonel öz çıkar’ matrisini özetleyerek sorunun çerçevesini net olarak görebiliriz.

Matrisin parametreleri şunlardır: i) kamusal yararı üretmek bir grup insanın katkısını gerektirir, ii) eğer bu yarar üretilirse, o, bu yararın üretimine katılmayanları da içerecek şekilde o gruptaki herkes için ulaşılabilir, kullanılabilir ve elde edilebilir bir yarardır, iii) kamusal yararın üretimine katkıda bulunmayanları pay sahipliği dışında tutmak hem mümkün değildir hem de buna tevessül etmenin toplumsal maliyeti çok yüksek olur, iv) her bireyin kamusal yarar üretimine katkısı, o birey için bir maliyettir ve v) eğer kamusal çıkar üretilirse, her bireyin elde edeceği yarar katkısının maliyetini aşacaktır. Şimdi bu koşullar altında rasyonel insan, ya da aklını kullanan birey toplumsal yarar üretimine katkı koymaktan çekinecek ve katılmayacaktır. Çünkü, aklını kullanan birey ya başkalarının çabalarından/ mücadelelerinden bedava yararlanmak ve yararı maliyetine maruz kalmaksızın elde etmek isteyecek ya da başkalarının kendisi katkı koyduğunda katkı koyacaklarına güvenmediği için katkıda bulunmaya isteksiz olacaktır. Eğer başkasına yönelik böyle bir güven olsaydı, zaten başkalarının mücadelesiyle elde edilen yarardan bedava yararlanma niyeti de olamazdı. Şimdi Buchanan’ın karar matrisine (s.130) bakalım:



 
Aklını kullanan, yani bireysel çıkarı maksimize eden birinin ilk tercihi sol alttaki 1 no’lu kutu olacaktır; birey katılmıyor, başkaları katılıyor ve herkesin yararlanacağı gurup çıkarı oluşuyor. Bedavacı yararlanma (serbest takılma) sorunu budur. Yukarıdaki 2 no’lu sol kutu bedavacının ikinci tercihidir, ancak kamusal yarar, beklenen bireysel faydayı maksimize etmesi anlamında eğer bireyler akıllıca hareket ederlerse yine üretilmeyecektir. Denebilir ki, kamusal yarar sorunu, ille de bireysel faydayı maksimize eden bedavacı bireylerden (kapitalizmin herkesi kendi çıkarı için araç olarak gören rekabetçi bireylerinden) oluşmaz, kamusal yararı maksimize etmeyi öngören bireylerden de oluşabilir. Bu durumda aynı matris, bireysel yararı değil, kamusal yararı maksimize etmeyi arayan serbest takılma sorunu için yine kullanılabilir. Örneğin kamusal yararı maksimize etmeyi öngören birey şöyle akıl yürütebilir: “benim katkıda bulunup bulunmadığıma bakılmaksızın ya yeterli sayıda başkaları katkıda bulunacak ve böylece kamusal yarar üretilecek, ya da yeterli sayıda başkaları katkıda bulunmayacak ve yarar üretilmeyecek. Eğer yeterli sayıda başkaları katkıda bulunursa, benim katkımın maliyeti işe yaramayacak, fakat grubun yarardan elde ettiği kazanımda bir kayıp oluşmayacaktır. Eğer kamusal yararı üretmek için yeterli sayıda başkaları katkıda bulunmuyorsa, o zaman benim katkımın maliyetleri boşa harcanmış olacak ve grup yararında da bir kayıp oluşturmayacaktır. Her iki durumda da ben grup yararını maksimize etmek için katkıda bulunmamalıyım”(131).

Beklenebileceği gibi ilk elden Marksist devrim kuramının sadece bir kamusal yarar sorunu olarak görülmesine itiraz edilebilir. Peki bu itiraz ister bireysel yararı ister kamusal yararı maksimize etmeyi seçsin rasyonel öz çıkar sorununu yani ‘evde kalanlar’ olgusunu ortadan kaldırır mı? Hayır. Şimdi Gezi Parkı direnişi özelinde (ya da genel olarak her tür kamusal yarar üreten faaliyetlere katılımlarda) ortaya çıkan ‘evde kalanlar’ gerçeğine bakalım. Bunlar kategorik olarak doğrudan kapitalizmin rasyonel öz-çıkarcı bireyleridir, fakat aynı anda ve tam da bu nedenle Marx’ın yabancılaşmış insanlarıdır. Emeğe, kendine, başkasına vb. yabancılaşmış bu insanlar kendi çıkarı için tüm dünyayı ve başkalarını araç olarak gören, rekabet içinde birbiriyle didişen, güçlünün güçsüzü boğazladığı, geçerli değerin ‘para’ ‘güç ’ve ‘şöhret’ olduğu bir dünyanın insanlarıdır (uzaklarda aramaya gerek yok, gündelik insan ilişkilerine, çalışma hayatına, trafiğe, tüketim çılgınlığına ve ‘değerleri değerleme’ dedikodularına şöyle bir bakmak yeter). Bu insanların çeşitli dini ya da ahlaki inanç gruplarında, farklı kimliklerde ya da sosyolojik sınıflarda ve mesleklerde ikamet ediyor olmaları durumu değiştirmez. Kendileri ne denli ahlak, inanç ve ideolojileri yoluyla evrensel olarak haklı kılınmış biçimlerde öznelleştirilmiş olurlarsa olsunlar temelde bu öznellikler meşruiyetini (bireysel ya da kamusal) rasyonel öz-çıkarı maksimize etme ortak paydasından alır. Çünkü bu kapitalizmin ve modernitenin bahşettiği yegane ortak paydadır. Peki bu insanlar nasıl sokağa çıkacaklar, ya da sokağa çıkanlara nasıl sempatiyle bakacaklar ya da destekleyecekler? Buna yanıt vermek üzere şimdi bu paragrafın ilk cümlesindeki itirazı tekrarlayalım: Marksist devrim kuramı rasyonel öz çıkar sorununa indirgenemez. Peki neden? Çünkü proleter sınıf çıkarı -komünizme geçiş aşamasında proletarya kendini aşarak ortadan kaldıracağı için- aynı zamanda insanlığın çıkarını temsil eder. Bu kadar uzak bir yararın, (dünya deneylerini saymasak bile) bugün yaşayan ‘evde kalanlar’ın ‘sokağa çıkması’nı motive edecek (onu politik özneye çevirecek)  bir yarar/sonuç üretmediği, hem solun halktan kopukluğu olgusu hem de 70’lerden bu yana yaşadığımız hayat tarafından kanıtlanmıştır. Fakat yine itiraza devam edilebilir ve şu söylenebilir; işçi sınıfı beklenen ya da amaçlanan bu sınıf=insanlık yararına adanmışlıkları ve devrime olan inançları dolayısıyla eyleme geçerler (politik özneye dönüşürler). Bunun pratikte karşılığının olmadığını (hatta tersinin doğru olduğunu, yani işçi sınıfının sürekli dinci ve sağcı partileri desteklediğini biliyor olmamız bir yana) bu tez Marks’a bağlı kalındığı sürece savunulamaz. Bırakınız Marksizmin bir inanç figürüne indirgenmesinin teorik imkansızlığını, (özgeci-altürist) bir adanmışlık olarak ahlaki bir tercih meselesine indirgenmesine Marx birçok yerde şiddetle ve alaycı biçimlerde karşı çıkar. Marx için devrimci eylemin motivasyonunun özgeci bir ahlakçılık olması imkansızlıktır. [bütün bu pratik ve teorik gerçeklere rağmen ne yazık ki başta liberaller olmak üzere Türkiye solu, sosyalizmin bir ahlaki seçim olduğu tezini, hümanist ve ortodoks versiyonlar içinde toplumsal gerçeğe ve Marks’a rağmen savuna gelmiş ve bugün de yine -sanki Türkiye’de son elli yıl hiç yaşanmamış gibi- bir aydınlanma ahlakçılığına tutunmuştur. Oysa Aydınlanmanın eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarının 1848 ve 71 devrimleriyle ulus devletin hukuksal yurttaşlık (hukuk öznesi) modeline teslim olduğu açıktır. Aynı şekilde ‘İnsan hakları bildirgesi’ temel alınıyorsa o da 2. dünya savaşı sonrası liberal ve kapitalist refah toplumuna ideolojik bir meşruiyet (soğuk savaş içinde komünizme karşı bir zırh) sağlayan ‘insan hakları’ ideolojisi olarak bugün de iş başındadır. Demokrasi özelinde sorun eşitlikçi politika ve yönetim tarzının ne olduğu sorunu değil de bireysel haklar ve ahlaki sorumluluk (hümanist özgecilik) sorunu olarak alındığı sürece ortodoks solun Marx’ın Gotha Programı başta olmak üzere, Alman ideolojisi, vb. birçok eserindeki ahlak, hak ve hukuk vaazcılığına yönelik itirazlarını nasıl karşıladıkları bilinmeden kalır. Çünkü hala en azından Habermascı müzakere ve uzlaşma politikası karşısında bile bir fark ya da itiraz üretilebilmiş değil]. Öte yandan Marks’ın kendisi emeğin yabancılaşması kuramında, kapitalizmin işçileri rekabet koşulunda birbirine nasıl düşürdüğü ve onların özgeci davranma ve sınıf çıkarını maksimize edici motivasyona karşı nasıl korkunç engeller diktiğini anlatır. Şurası açıktır ki kapitalizmin kamusal çıkar diye bir sorunu yoktur. Ve Marks kapitalizmin toplumsal ya da kamusal çıkarı üretme yetersizliğine bir çok yerde şiddetle saldırır ve onu devrim kuramının köşe taşlarından biri olarak kullanır. Çünkü işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sömürü çelişkisinin alabildiğine alenileştiği koşullar, tam da Marks’ın kapitalizme saldırısını haklı kılan koşullardır. Aslında Marks’ın basit rasyonel öz-çıkar (sınıf çıkarı) kuramının çekiciliği, devrimin, ahlakçılık ya da sınıf çıkarını maksimize edici bir motivasyon olmaksızın nasıl gerçekleşeceğini gösterme iddiasıdır (konumuz bu değil ancak, tam da bu iddianın, sosyalist mücadele deneyiminde, işçilere sınıf çıkarını anlatan, onları bilinçlendiren -ve bu yolla eyleme geçeceklerini uman- parti içi bir elitin doğmasına neden olduğunu ve tam da bu elitin bürokratik yapılanmanın çekirdeğini oluşturduğunu hatırlayalım). Fakat serbest takılma sorunu Marksist öz çıkar kuramının da ayağına dolanır ve rekabet eden, yabancılaşmış, rasyonel öz çıkarcı insanların nasıl birlikte hareket edecekleri sorunu Marks’ı ciddi anlamda meşgul eder. Örneğin Alman İdeolojisi’nde ‘bireylerin rekabeti ve sınıfların oluşması’ başlığını izleyen satırlar Marks’ın sıkıntısını yeterince ifade eder:

“Rekabet, bireyleri birbirinden ayırır, sadece burjuvaları değil, hatta onlardan daha çok proleterleri de, her ne kadar bunları bir araya getiriyorsa da. Dolayısıyla bu bireylerin birleşmesi uzun zaman alacaktır, -eğer sadece yerel değilse- bu birlik amacı için gerekli araçlar, büyük endüstriyel şehirler ve ucuz ve hızlı iletişim ağı öncelikle büyük ölçekli endüstri tarafından üretilmek zorundadır. Böylece her gün yalıtılmışlığı (tecrit olmuşluğu) yeniden üreten koşullarda yaşayan, bu yalıtılmış/tecritte yaşayan bireyler üzerinde ve onlara karşı örgütlenmiş her tür güç, ancak uzun bir mücadeleden sonra yenilebilir.” (Marx’tan Aktaran A. Buchanan, 1986:132 / krş. Alman İdeolojisi, 1976:107-108) 

Burada çok açık olarak yabancılaşmış bireylerin nasıl birlikte hareket edecekleri sorunu ortaya konmuş fakat çözüm bulunamamış ve ‘uzun bir mücadele sürecine’ havale edilmiştir. (O zaman devrimden hala bir ‘an’ -iktidara el koyma uğrağı- anlaşılabilir mi?) Aslında bugün yaşanan tam anlamıyla Marks’ın işaret ettiği bu uzun mücadele sürecidir. Ancak ücret teorisinde olduğu gibi Marx burada da büyük bir öngörüyle -dünya pazarı analizlerini destekler mahiyette- sorunun çözümüne yönelik adresi, günümüze işaret edercesine göstermiştir; ‘büyük kentler/metropoller’, ‘ucuz ve hızlı iletişim ağı’ ve bunların kapitalizm tarafından üretilmiş olması [ileride dikkat çekeceğimiz üzere, Marks’ın devrim kuramı açısından çözümsüzlük olarak sunduğu vizyon içinde bugün bir çözüme işaret ettiği görülen üç unsur (küreselleşmenin ürettiği bir nesnel koşul olarak hızlı ve ucuz iletişim, metropol ile süreç fikri) Gezi Parkı direnişinin bir ‘devrimci süreç’ olarak algılanmasını olanaklı kılar]. Özetle Marks bedavadan yararlanma/serbest takılma sorununun kamusal yarar sağlamak için kolektif çabaları ve mücadeleyi bloke edebileceğinin farkındadır, belirgin olarak rasyonel bir çözümü yoktur, ancak yine de bu sorunu kapitalizm eleştirisi ve devrim savunusunun ana unsurlarından biri olarak kullanmıştır. Peki soru hala ortada, yabancılaşmış ve rasyonel öz çıkarıyla davranan insanlar, hani şu halk demeye alıştığımız cesameti muazzam kitle nasıl birlikte hareket edecek? Ne denli sınıf analizi yapılırsa yapılsın Marksist ‘devrim kuramı’nda bu sorunun yanıtı yoktur.

II

Gerçek ne? Gerçek, bu sorunun rasyonel çözümü ya da yanıtının olmadığıdır. Bu yüzdendir ki bugün ‘kolektif’ denen şeyin kavramlaştırılması büyük bir açmaz ya da meydan okumayla karşı karşıyadır. Gezi parkı direnişi ve izleyen eylemliliğin politikaya nasıl bağlanacağı tam da bu meydan okumayla, bu açmazla belirlenmiş bir belirsizlik içindedir. Belirsizlik, hatta şaşkınlık burada direnişi politik özne tanımları ile politikaya bağlama çabalarında iyice belirgindir. Oysa karşımızdaki vakada  -bir önceki yazıda Ranciere’e atıfla belirttiğimiz üzere bir yandan tekilliklerin politikayı, (devleti öngören) hukuksal özne ve siyasal özne arasındaki aralıkta/yarıkta yaparak, öte yandan yukarıdaki paragraflarda izlediğimiz üzere aynı tekilliklerin kendilerini bireycilik ve özgeciliğin (altürizmin) kesiştiği hümanist kaynağın alternatifi (varoluş ethosu anlamında bir onto etik) altına koyarak bu düalitelere son verdiklerini görüyoruz. Bu bambaşka bir evren ve gerçekten de modern vizyonun denetlediği bir dil içinde kalarak anlaşılamaz. Çünkü kavranması gereken temel nokta, küreselleşmenin neoliberal piyasa terörü ve devletin yapısal ve işlevsel değişimine koşut olarak inşa edilen şirket devletin egemen olduğu koşullarda (bu koşullar sadece bireysel haklar ve demokrasi uygulamasında değil politik yönetim tarzında ve kurumların başkalaşımında meydana gelen değişimleri kapsar) sanayi toplumuna ait politik özne tanımlarıyla sadece bu direnişin değil hiçbir şeyin kavranamayacağıdır. Rasyonel politik özne (işçi, yurttaş vb.) geçen yüzyılda kalmış ve göçmüştür. Dolayısıyla, hukuksal ve siyasal özne hayaletlerinin halkların üzerinde dolaştığı günümüzde işçinin yerini, entelektüel işçi ve işsiz birlikte, yurttaşın yerini başta portföy yatırımcısı olmak üzere yatırımcı almıştır. Öyleyse ilk iş böyle bir olgu yokmuş ve hala devlet yurttaş devletiymiş ve kalabalıklar da ‘Halk’mış gibi davranmaya son vermektir. Devlet denen şey bugün sermayenin çete örgütlenmesinden başka hiçbir anlam taşımıyor, ve o da kendisine para kazandırmayan hiç kimseyi (hangi kimlikten olursa olsun) saymıyor. Kitleler ise hızla, aynılaştırmak yoluyla herhangi bir kodlamaya sığmayan, dolayısıyla temsil edilemeyen çokluk konumuna yerleşiyor. Ancak bu gerçek teslim edildikten sonradır ki, ‘rasyonel insan’ eşiğinin nasıl aşıldığını ve kolektifin tam da bu eşiğin aşıldığı noktada devrimci ve direnişçi bir bedene nasıl dönüştüğünü ve en önemlisi politikanın yeniden nasıl tanımlandığını kavramaya başlayabiliriz.



Şimdi çapulcuların direnişiyle son günlerde yaygın olarak kullanılır olan ‘Halk hareketi, Halkın direnişi’ gibi adlandırmalar arasında anlamsal hiçbir benzerlik yoktur. Çapulcular kendilerine ‘Halk’ derken -sanayi toplumunda olduğu gibi-  bir öznenin hukuksal ya da siyasal (türk, kürt vb.) kimliği altında aynılaşmış bir kitleden söz etmiyorlar. Tam tersine Ranciere’in, Negri’nin belirttikleri üzere, toplumu oluşturan tüm öznellikleri kapsayan ve oluşturdukları toplumda hiçbir şeyde hiçbir payı olmayanlar olarak (sermaye ya da şirket devlet tarafından sayılmayanlar olarak) çokluktan, yani jenerik adıyla Halk’tan söz ediyorlar. Bu çokluk bir kimlik üzerinden ne kodlanabilir ne de temsil edilebilir, çünkü Aynı ancak ve ancak farkın olumsuzlandığı yerde mümkündür, farkın olumlandığı yerde aynı olumlanamaz, öyleyse  çapulcular ‘bir özne’ adı altında aynılaştırılamaz, onlar sadece farklı ve tekildirler, bu yüzden de kodlanamaz ve temsil edilemezler. Yine bu yüzden Gezi’dekilerin yarısı hiçbir partiyi desteklemiyor. Burada çapulcu derken tam da bu maddi olmayan emek mensuplarından ve onların jenerik adı olan Halk’tan söz ediyorum. Gezi parkından yükselen haykırış her şeyden önce ‘Birlikte yaşamak bugün mümkündür’ çığlığıdır. Ve bu bir ‘Aynılık çağrısı değil, farklılığın olumlanması haykırışıdır. Bu komünal (siyasal komünizm dememek için -çünkü olgu bu değil- komünal diyorum) bir öznelliktir ve yeni bir devrimci sürece evrildiğimizi anlatır. Bireyden bireyötesi tekilliğe, rasyonel Ben’den, bir varoluş duygusu olarak kendiliğe geçişi mümkün kılan şey bu isyan, bu direniş ruhu, bu etkin varoluştur. Çokluğun neşesi, humoru, zekası ve yaratıcılığıdır. Öğrenci gençliğin barikatlarda flamalar altında politik özne Gezi parkında çapulcu olması tam da gezi direnişinin ürettiği komünal öznelliğin eseridir. Komünal ethosun (onto etiğin) ürettiği geri dönüşsüz sonuçlardan biri ‘birlikte yaşama’ arzusunun cisimleşmesi ise diğeri de bunun ayrılmaz koşulu olan (canlı cansız) Varlığa saygıdır. Israrla tekrarlarsak bu ‘birlikte yaşama’ arzusu duygusal, hümanist ya da ahlakçı bir vizyona bağlanamaz, çünkü çapulcu (bireyötesi tekillik) iktidara ve topluma dönüp ‘ben sizin bildiğiniz/tanıdığınız kişi’ değilim derken, bir yandan faklı olduğunu söylemekte fakat bunu söylerken aynı anda farkı olumlamaktadır. Farklı olduğunu farkı olumlayarak, (ahlakçı olumlamayla değil, komünal öznelliğin cisimlenişi olan birlikte yaşamayı örgütleyerek) üretmektedir. Oysa bizim modern vizyonumuz içinde fark her zaman ötekinin olumsuzlanmasına dayanır, Örn., “ben  o (“Kadın”, “Kürt”, “Kemalist”, “Alevi” vb.) değilim” derken her zaman değillenen olumsuzlanır/ötekileştirilir. (Başbakan’ın ‘bunlar’ sözcüğünü aşağılamanın ve dışlamanın mottosu haline getirmesi gibi). İşte çapulcuların mevcut politik kültürde geri dönüşsüz olarak (bu yüzden süreç devrimcidir) yarattıkları en önemli dönüşüm, birlikte yaşamanın, farklılıkların (olumsuzlanmasına değil) olumlanmasına dayandığını -direniş süreci içinde- göstermiş olmalarıdır. Bu olumlamanın komünal bir öznellik dışında olanağının olmadığını göstermiş olmalarıdır. Bu hiçbir hukuksal ya da siyasal özne politikasının yapabileceği bir şey değildir, çünkü hepsi bir ‘düşman’dan beslenir. Bu rasyonel öz çıkar, dolayısıyla ‘güven’ probleminin tam da dinamiğidir. Tüm modern politik özneler için, düşmanlarını alın ellerinden, kendi başına, kendi içinde, kendine içkin hiçbir değeri, amacı, hatta varlığı kalmaz. O haklılığını mutlaka düşmanının kötülüğünü göstererek kanıtlamaya mahkumdur. Bu yüzden aklı sürekli olarak ‘kötülük icat etmeye’ koşulludur (bu Modern Kelt aklının en veciz tanımıdır). Çünkü egemenlerin dünyasında, kendileri ve uşakları dışında kimseye yer yoktur. Direnişin yaratmaya soyunduğu çapulcuların dünyasında ise herkese yer var. Bu yüzden, bana göre direnişin bir diğer adı arayıştır, bütün farklılıkların yaratıcı gücünü ortaya çıkarma yollarının arayışı. Çok net olarak, ekonomik, politik, kimlik vb. temelli tüm sorunların çözümü bu komünal öznelliğin devrimci mücadele sürecinin ürünü olacaktır. 21. yüzyıl eşitlik ve özgürlük mücadelesinin tarihi sınıf mücadelesinin değil, jenerik Halkın isyan ve direniş tarihinin eseri olacaktır.  Evet, Marks’ın dediği gibi ‘uzun bir mücadele süreci olacaktır’ ama devrimci olan süreç budur. [Devrimi artık bir ‘an’ olarak anlamak, ve ‘gerçekten’ bu devrim anı yoluyla yeni bir toplum kurulacağını düşlemek, doğrusu ya bu yeni gelen ve siber dünyaya hakim kuşakların zekalarıyla alay etmekten başka bir anlam taşımaz.]

Öte yandan, şunu kabul edelim ki, gezi direnişi bir kez başladıktan sonra, kitleselleşmesi bizzat direnişin içsel kazanımlarıyla -birliktelik duygusu, komünal yaşam, saldırılar karşısında dayanışma, direnenlere güven vb’leriyle-  motive olan rasyonel öz-çıkarcı bireyler (işizler, ev kadınları, esnaf, işçiler, aydınlar, sanatçılar, çeşitli ‘politik özne’ler vb. ve rasyonel öz çıkarla tanımlanması imkânsız olan eğitimli gençlik) gezi parkı süreci içinde direnenler topluluğunun direnişiyle özdeşleşen bireyötesi komünal bir varlığa dönüşmüşlerdir. (Aslında, özdeşleşecek içsel kazanımlar üreten bütün kitlesel eylemler için geçerli doğru olarak bu insanlar bir kere hareket başladıktan sonra kolektifin bedenini oluştururlar ve bu koşul altında tarih (geri dönüşsüz sonuçlar üreten süreç anlamında) yazılmaya başlar. Marks’ın ısrarla belirttiği gibi, mücadele dışında ne sınıf ne de proletarya vardır. Fakat kuşkusuz direniş süreci içinde komünal varlığa dönüşenlerden hiçbiri, direnenlerin gezi parkı direnişini başlatmaları için nasıl motive olduklarını açıklamaz. Öyleyse eylemin taşıyıcısı olan çapulcular ‘kim’dir ve motivasyonları nedir?

Yanıt basittir, eylemin taşıyıcıları alt orta sınıflarda yoğunlaşan ve büyük ölçüde eğitimli gençlikle iç içe geçmiş entelektüel emekçilerdir ve motivasyonları sadece birlikte yaşamayı mümkün kılacak şekilde iyi bir hayatı ya da var olmayı sürdürme gayreti ve çabasıdır (conatus) [bu tanım direnişçileri ‘sınıf’, ‘halk/kimlik’, ‘gençlik’ vb şekillerde ‘aynılaştırma’ ve bu yolla onları ‘temsil etme’ ve ‘onlar adına konuşma’yı haklı kılma sonucunu yaratmayı amaçlayan kodlayıcı bir tanım değil, bir gözlem ifadesidir ve ben sadece kendi adıma konuşuyorum]. Bu gayretin -direniş eylemlerinde- cisimleşmesi aynı anda ‘rasyonel insan’ (birey) eşiğinin aşılarak komünal varlığa (birey ötesi tekilliğe) geçiş sürecidir. Aslında direnenlerin kim oldukları (nasıl öznelleştikleri) ancak bu geçiş/mücadele süreci içinde ve bu süreç tarafından direnenlerin kendi üretecekleri bir öznellik olacaktır. Çünkü önceden atfedilmiş sosyolojik tabaka betimlemeleri ve klasik sınıf analizlerinin şablonları bu mücadele süreci içinde parçalanmış ve anlamsızlaşmıştır. [Ne bu şablonlara dayalı sosyolojik gevezelikler ne de sınıf analizleriyle ilgilenmiyoruz. Direniş yukarıdan beri söyleye geldiğimiz gibi bambaşka bir öznelliğin, -komünal öznelliğin- üretildiğini göstermekle gözlerimizi kamaştırmıştır.] Gezi direnişinden çıkarsanacak en büyük ders, eylemin sonuçları itibariyle kazanılanlar -Erdoğan’a haddi bildirildi, diktatörlüğü tescillendi, iktidar sarsıldı vb. vb.- değil, neoliberal düzenin tüm zenginliğini yaratanların, yani bizzat kendilerinin, varolmayı sürdürme gayretlerinin kudretine yine kendilerinin tanıklık etmiş ve öğrenmiş olmalarıdır. Kendi güçlerinin (elbirliği halindeki komünal kudret ve zekanın) ve kendilerini yönetme yeteneğinin farkındalığına ulaşmaları ve yarattıkları kültür, Gezi direnişinin en kıymetli ve en önemli kazanımıdır. Devrimci öznellik tam da bu kazanımın ürünü olarak kavranabilir. Ve bu direniş her şeyden önce yarattığı geri dönüşsüz sonuçlar açısından -Deleuze-Guattari’nin isabetli adlandırmalarıyla- bir moleküler devrimdir. “O halde, bir süreci, eğer tersine çevrilemez bir gidişat alıyorsa ve bundan ötürü, buna onun tarihi emsalsiz şekilde yazdığını da ekleyebiliyorsak,  devrimci olarak adlandırabiliriz. (…) Eğer bir kültürel devrim ve insanlar arasında bir tür mutasyon yoksa daha önceki bir toplumun yeniden üretimini geçersizleştirmeksizin, olası herhangi bir rejimin devrimci bir dönüşüm olduğuna inanmıyorum. Benim moleküler devrim dediğim şey, hayat tarzındaki değişimin belirli pratiklerine dair tüm olasılıklar yelpazesidir ki bu herhangi bir toplumsal dönüşümün koşuludur. Bunda ütopyacı ya da idealist hiçbir şey yok.” (Guattari, 2008)

Çok temel bir soru soralım: bir parkı kurtarmak ya da korumak üzere eyleme geçmek, isyana kalkışmak, ne tür bir çıkar adına eyleme geçmektir? Kişisel çıkar? Sınıfsal çıkar? Örneğin, ben, birlikte yaşamaktan, başkalarından daha üstte, güçlü ve saygın olduğumu o başkalarına göstermeyi anlıyorsam, araba almalıyım, eşyalar, mallar almalıyım, ünvanım, şöhretim olmalı vb. öyleyse şöyle davranmalıyım… bu anlaşılırdır, eylemini rasyonel kendi çıkarını maksimize etmek üzere seçen birey. Ya da, devrim gerçekleştiğinde sömürü sona erecek ve ben de artık sömürülmeyeceğim dolayısıyla ihtiyacım olan refaha kavuşacağım, öyleyse devrimci eyleme katılmalıyım. Bu da -imkansız da olsa- rasyonel olarak anlaşılırdır. Fakat bir parkı kurtarmak üzere isyan etmeliyim, bu başka bir gerekçe, çünkü eylemin sonucunda doğrudan kendime indirgeyebileceğim rasyonel bir çıkar yok. Çünkü park ortağın hayat alanıdır ve ortağın kullanımındadır. Eğer bir çıkar varsa o, rasyonel olarak bana indirgenemez bir biçimde ortağın çıkarıdır. Üstelik ben belki de o parka hayatım boyunca hiç gitmedim, şunca uzak bir ilden kalkıp da her gün gidecek halim de yok. Ayrıca bugün ‘Gezi Parkı’ dün Kaz dağlarıydı, Karadeniz’deki HES yağmasıydı, yarın Sinop’taki Nükleer santral, ya da Üçüncü köprü, Kanal İstanbul, Haliçport, Galataport vb., olabilir, olacaktır. Yada bizzat bankalar, borsa, portföy yatırımcıları hedef tahtasına konabilir, konacaktır. Tüketici hakları, kadın sorunu, üniversite özerkliği, cinsellik sorunu vb. için ayağa kalkılabilir, kalkılacaktır. Bunların hepsi yok sayılan ortağın hayat sahasını anlatır. Bu sahaya her müdahale bundan böyle karşılığını da göze almak durumundadır, çünkü ortak, Gezi’den bu yana artık var olduğunu -direnen bir beden olarak- ortaya koyuyor ve iddia ediyor, bu mevcudiyet ve bu iddia geri dönüşsüz bir süreçtir. Öyleyse ‘Her yer Taksim her yer Direniş’e dönüşen bu eylem tercihi, bu direniş rasyonel çıkar ya da yarar sözcükleriyle ifade edilemez. Direnişte üretilen bir duvar yazısı: “ben, gezi parkında kanat çırpan kelebeğin Kızılay’da yarattığı fırtınayı istiyorum”. İşte bu, anlamak zorunda olduğumuz bu istek, bu motivasyondur. Bu nedir?

Bu ruhtur, dibine kadar battığımız rasyonel çıkar, şan şöhret ve mal dünyasında varlığı unutulmuş, acı içindeki inlemelerini duymamak için kulaklarımızı tıkadığımız ya da hayatın tekno müzik ritmiyle sesini boğduğumuz, kötürüm ruhumuzun özgürleşme çığlığıdır, var olma gayretidir. Bu ortak dil, direnme ruhunun ve birlikte yaşama özleminin müştereğidir, her hangi bir dininin, kimliğin, ya da rasyonelin iddialaşmacı konuşması değil.  Oysa bakıyoruz, direnenleri aynılaştırmaya, temsil edilebilir kılmaya yönelik kodlama seferberliği son hızla devam ediyor. Bütün liberal kurum, kuruluş ve aydınlardan, politik sola, kimlik siyasetçilerine kadar herkes, direnişi kendisinin temsil ettiğine dair zımni iddianın büyüsüne kendilerini öylesine kaptırmışlar ki, -tabirim mazur görülsün- adeta körleşmişler. Bir yanda bu direniş ruhunu kekeleyerek de olsa ifade etmeye çalışan çapulcular (ki kimse bu ruhu onlardan daha iyi ifade edemez) bir yanda kodlayıcı ideologlar ve politikacılar. Hiçbir şey söylemeye gerek yok. Sadece çapulcuların konuşmalarını dinlemek (ki lütfen dinleyin: http://taksimdayanisma.org/capulcular ve http://youtu.be/dvCUnKFaSKk) bize bu direnişin, istisnasız hiçbir kodlayıcı (politik özne ve partiler) tarafından, neredeyse hiç anlaşılmadığını gösterir.  


III

Liberallerin, uzlaşma, demokrasi, müzakere, çevrecilik zırvalarını buraya taşımak istemiyorum. Yeterince deşifre oldular, yine de direnişi kendi siteleri ve medya aracılığıyla manipüle etmeyi sürdüreceklerdir. Kimlik siyasetçileri de bu direniş karşısında iştahları kabarmış durumda. BDP eş başkanı S. Demirtaş Gezi parkı direnişi için ‘bu bir ‘demokratik özerklik isyanıdır’ buyurmuşlar. S.S. Önder ise ‘Gezi parkı direnişinin yaratıcısının Kürt siyasi hareketi olduğunu’ söylemiş. Ne büyük bir tahlil! Rasyonel öz çıkar politikasının ideal örneklerini sergileyen kürt politikacılara rağmen, kürt türk vb. eğitimli gençlik, kürt türk çapulcuları, direnişte, farklı kimlikler, inançlar, politik tercihler vb. tüm farklılıkları olumlayan bir ruhu ürettiler, hissettiler ve yaşadılar. Bu yeter bir kazanımdır ve o gençler harikalar yaratarak sergiledikleri ve kendi eserleri olan bu ‘birlikte yaşama ve varolma’ isyanını yaşadıkça unutmayacaklardır. Farklılıkları, ikiyüzlü ahlakçılığın ‘kardeşlik’ masalıyla değil, onto etik olarak olumlamak yoluyla yarattıkları bu komünal öznellik, tüm kimlik ve inançlardan çapulcuların tüm aşağılanma ve yoksayılmalara karşı varlığa saygı temelinde inşa ettikleri bir onur, bir direniş destanıdır.

Öte yandan politik sol, direnişin dolaysız sömürüye bir başkaldırı olmadığı anlaşıldığı anda şöyle bir soruyla karşılaşır: özgürlük ve eşitlik, bir düşmana karşı haklı olmak üzerinden yürütülen bir direnişin mi, yoksa varoluşun kendi haklılığı üzerinden yürütülen bir direnişin mi eseri olacaktır? İki direniş biçimi; maruz kalınan zulüm ve haksızlığa başkaldıran politik öznelerin eylemi; iktidar ve sermaye tarafından yok sayılan ve aşağılanan tekilliğin varolma gayretini dünyasal bir hak olarak dayatan eylem (ayrışması öylesine zordur ki çoğu durumda her iki eylem türü aynı kişide somutlanır). Ya da şöyle diyelim her ikisi de meşrudur (çünkü çalışan ya da işsiz insanların hangi araçla olursa olsun baskıcı yönetimlere karşı direnişleri meşrudur) fakat hangi eylem mevcut olmayan bir şeyi (komünal bir politik kültürü ve öznelliği) üreten ve sıradan insanlarda gözle görülür bir başkalaşıma (komünal varlığa dönüşüme) yol açan geri çevrilemez olan devrimci bir süreçtir? İktidarı ele geçirme histerisine kapılmış devleti yeniden üreten birincisi mi, iktidar ve devletli çözümlerden ‘kaçış çizgisi’ üzerinde önceden planlanamayan bir yaşamın mümkün olduğunu savunan direniş mi?

31 Mayısı izleyen birkaç hafta içinde hemen herkes direnişte bu ikili eylem türünün cisimleştiğini gördü. Direnişin hikayesini, etaplarını hatırlayalım ve soralım, bu fotoğrafı politik sol nasıl okudu? Kitlesel desteğe sahip, ortaya koyduğu yeni devrimci öznellikle heyecan yaratan, hakim biçimde entelektüel emekçiler ve eğitimli gençliğin bu direnişini politik sol neden ‘işçi sınıfı’nın bir ‘alt bölmesi’ olarak tanımlamış olabilir? Direnişi ‘İşçi sınıfı’yla kodlayarak direnenleri temsil ettikleri ve adlarına konuşma yetkilerinin olduğu iddiasını geçerli kılmak için olabilir mi? Son dönem bazı değerlendirmeler, Örn, İlker Belek, “Yani: Orta Sınıf olarak tanımlanan kategori işçi-emekçi sınıflarının bir alt bölmesinden başka bir şey değildir.”1  Ya da K. Boratav’ın değerlendirmesi2 önce kapitalizm onlara işsizlik vaad ettiği için “ilk aşamada yedek emek ordusunun saflarına girecekler ve nesnel konumlarıyla en genel anlamda işçi sınıfının öğeleri olacaklardır” diyerek gençliği işçi sınıfının ögeleri olarak saymakta, ardından, Marks’ın ‘genel zeka’ dediği ve direnişte görülen bilim insanları, sanatçılar, tasarımcılar, vb. entelektüel emeği ‘nitelikli ve niteliksiz hizmet sektörü ve uzantıları’ olarak tanımladıktan sonra, sermaye tarafından öznelleştirilerek kâr’a dönüştürülen bu maddi olmayan emeğin taşıyıcıları için “kendiliğinden işçi sınıfının içinde yer almaktadırlar ve bu sınıfın niceliksel olarak önemli bir öğesini oluşturmaktadırlar” demektedir. Sayın Boratav için sonuç olarak bu direniş “Sınıfsaldır; zira, burjuvaziye ve onun devletine karşıdır.”

Ne diyebiliriz ki, yedek işsiz ordusunun sanayi kapitalizminde emeğin üretkenliğindeki artışın bir sonucu olduğunu, küreselleşmede ise emeğin üretim sürecinden (otomasyon vb.) tasfiyesi olduğunu dolayısıyla iki işsizlik kategorisinin karşılaştırılamaz olduğunu, ikincisinin ‘yedek ordu’ falan değil doğrudan dışlanan, aşağılanan ve yok sayılanlar olduğunu –H.Arendt’in bir yerlerde dediği gibi ‘sömürülmeye bile layık görülmeyenler’ haline geldiklerini; bu yüzden gençliğin geleceğinin işçi sınıfının ögesi olmak falan değil, zeka ve yaratıcılığını değer üretiminin kölesi yapmadığı, sermayeye para kazandırmadığı sürece yok sayılmak olduğunu;  maddi olmayan emeğin işçi sınıfının bir alt bölmesi olduğu ya da ‘kendiliğinden işçi sınıfı içinde yer aldığı’  argümanıyla ilgili olarak, günümüz toplam değer üretimine çıplak gözle bakıldığında bile maddi olmayan emeğin ürettiği değerin toplam büyüklüğün yarıdan çoğunu oluşturduğu, kalanının ise tarımsal ve sanayi üretimi arasında paylaşıldığı koşullarda  entelektüel emeğin nasıl olup ta ve hangi ölçüyle ‘kendiliğinden’ işçi sınıfının içinde yer aldığının anlaşılamadığını; direnişin dolaysız sömürüye bir başkaldırı olmadığı açık olduğuna göre bu varsayımın bir yandan yeni alt orta sınıfı eski orta sınıfla karıştırmaya (ki onlar da yeni proletaryaya hızla dahil olmaktadırlar) bir yandan da ticaretin hala sanayi üretiminin denetiminde bir ticaret olduğunu varsaymaya dayandığını, oysa ticaretin bugün sanayi mamulü ticaretinden kendini hızla kurtararak asli, özsel vasfını, yani ‘hırsızlık vasfını’ üstlenerek para ticareti ve rant ticaretine dönüşmüş olduğunu; direnişin tam da bu para ve rant ticaretinin ortak servete saldırısına karşı direnme olgunluğunu gösteren entelektüel emekçinin isyanı olduğunu; direnişçilerin burjuvaziye ve onun devletine karşı olduğuyla ilgili olarak, baştan beri anlatmaya çalıştığımız üzere direnişçilerin komünal özelliğinin kendini ‘bir şeye karşıtlıkla’ tanımlamadığını, ‘iyi bir hayat arzusu ve varolma gayreti’nin cisimlenişinin, şirket devletin hakim olduğu koşullarda isyandan başka kipleşmesinin mümkün olmadığını, ayrıca bu para ve rant ticaretiyle uğraşan yerli yabancı hırsız tüccarlara sanayi mamul üreticisinin adı olan burjuvazi denmesinin manipülatif olduğunu; vb. daha bir çok karşı argümanı sıralasak bir anlamı olur mu? 

Brecht’in valiz örneği geliyor akla. Her şeyi içine karga tulumba tepiştirdiği valizi kapatmaya uğraşan birinin oradan buradan sarkan pantolon paçalarını, gömlek kollarını eline makası alıp kestikten sonra hah, tamam, kapattım, demesi gibi, muazzam ölçüde karmaşık ve hızla değişen pratiği tanımlamaya uğraşan teori de, tanıma uymayan değişim ve fazlalıkları elde makas kesip atar. Valiz kapandı mı kapandı, gerçeği tanımladım mı tanımladım. Peki neden böyle yapılır? ‘İktidar seçeneği üretmek’ için mi? Peki bu popülizmin egemen olduğu dünyada daha önce iktidarı ele geçirenlere benzemeden iktidarı ele geçirmek mümkün müdür? Dünya’da mümkün oldu mu? Memleket nüfusunun nerdeyse tamamının başında sanki bir bireycilik ve bir rasyonel öz çıkar belası yokmuş gibi, islamcı ve Kürt politikalarının rasyonel ya da değil çıkarcılık dışında hiçbir ölçülerinin olmadığı ortadayken, politik solun sınıf çıkarı ile başlayan örgütle devam eden zincirdeki özdeşliklerin gayet anlaşılır olduğunu ve bu yüzden güven sorununun geniş kitleler düzeyinde birtürlü aşılamadığını artık öğrenmiş olmaları gerekmez mi? Oysa kısa sürede kitlelerin güvenini kazanan çapulcular (bireyötesi tekillikler) için politik solu yoksaymak gibi bir duruş düşünülemez. Tam tersine, onlar için politik sol ‘iyi ki vardır’, ve bütün bürokratizmine rağmen mücadelenin yaratıcı güçlerini geliştirmek adına ‘elbirliği’ gereklidir. Guattari’den mülhem örnek güzeldir; diyelim büyük bir fırtınanın içindeyiz ve çatıyı desteklemek için bir mertek kullanıyorsun, o aşamada merteğin gürgen mi, çam mı olduğu seni o kadar ilgilendirmez, o anda temel sorun çatının başımıza çüküp çökmeyeceğidir. Dolayısıyla bugün sorun politik solun devrimci olup olmamasından çok çatının başımıza çökmesini elbirliğiyle engelleme sorunudur. Fakat politik sol için temel sorun “Marksizmi/toplumsal mücadeleyi/sendika mücadelesini moleküler devrimlerin karşısına, birbirlerini dışlayıcı alternatifler olarak kuran düalist, ikici mantıktan kaçınmaktır.” (Guattari, 2008). Devrimci mücadele, olmayan bir şeyi yaratmak üzere verilen mücadeledir. Bu belirsizlik değildir tam tersine son derece belirlidir, politikanın geri dönüşsüz değişimler yaratma süreci olduğu ve komünal demokratik bir toplumun nasıl şekilleneceğinin önceden planlanamaz olduğu (mücadele içinde, mücadele yoluyla şekillenir) son derece belirli ve kesindir.  Badiou’nun sözleriyle bitirelim; “Yaşasın Türk gençliğinin ve yoldaşlarının başkaldırısı! Yaşasın gelecek siyasetinin yeni kaynağının yaratılışı!” 3

hç.


Kaynaklar


Buchanan, Allen (1986), ‘The Conceptual Roots of Totalitarian Socialism’ in Marxism and Liberalism,Ed. E.F.Paul, Jeffry Paul, F.D.Miller, J.Ahrens, Basil Blackwell, Oxford England (yayımlanmamış Türkçe çevirisi: Sevim Öktener)
L. Althusser (2002) Marx İçin, Çev.Işık Ergüden, İthaki yay. İst.
Marx, K.(1976)  Louis Bonoparte’ın 18 Brumaire’i, Çev. Sevim Belli, Sol yay. Ank. s. 14
Marx, K. (1976) Alman İdeolojisi, Çev. Sevim Belli,  Sol yay. Ank


Notlar

1. İlker Belek, ‘Şu, “Orta Sınıf” denilen yapı: küçümsemeden önce anlamak gerekir’ http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/su-orta-sinif-denilen-yapi-kucumsemeden-once-anlamak-gerekir-75217 / 24 Haziran 2013

2. Korkut Boratav, Gezi Direnişi’ni değerlendirdi: “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”


sol defter Badiou'nun beyanatını kaldırmış, şu adresten ulaşılabilir: http://yarinhaber.net/news/3977  (03.07.2013)