4 Kasım 2013 Pazartesi

Biyopolitik Yönetimsellik -2




 Direngezi Dersleri 3



" Dünya nüfusunun %1’lik kısmı dünyadaki mülkiyetin %50’sine sahip. Hatta dünya nüfusunun sadece %10’luk kısmı dünyadaki mülkiyetin neredeyse tamamını elinde tutuyor. İşte asıl soru bunu nasıl kabul edebiliyoruz.”
Alain Badiou,



Biyopolitik Emek, Biyopolitik  Üretim

Kabul etmemiz gerekir ki, Foucault’nun neoliberal yönetimsellik analizleri bize toplumsal ilişkilerin, öznellik üretiminin ekonomik doğasını ve mekanizmalarını bütün açıklığıyla sergilemesine, toplumsal ilişkileri ekonomik ilişkilere dek genişletmesine karşın, neoliberal yönetimselliği mülkiyet ilişkileri ve sermayenin değerlenme süreci ile ilişkilendirme noktasında net bir fotoğraf vermez. Maurizio Lazzarato’nun dediği gibi; “Foucault’nun analizleri bir çok sınırlılıklar taşır ve biz onlara biraz ışık tutmak durumundayız. Liberalizme geldiğinde, çok şaşırtıcı olan, asla herhangi bir para probleminin olmamasıdır. Liberalizm, ya da daha doğrusu neoliberalizm gerçekte bir finans sorunudur. Foucault’nun analizlerinde bir başka çok önemli sınırlama olan mülkiyet tartışması yoktur” (M.Lazzarato, 2013:188). Evet, bunu kabul etmemiz, Foucault’yu, neoliberalizmi (örn. M. Friedman, G. Arrighi ya da I.Wallerstein gibi) salt bir finans ya da ekonomi sorununa indirgeyen yaklaşımlardan, klasik Marksist merkezi planlamacılara kadar, her iki cenahtan da aynı ölçüde uzak durduğu için suçlamamızı gerektirmez ve haklı da kılmaz. Dolayısıyla Lazzarato’nun liberalizmi temelde ‘bir finans sorunu’ olarak ele alan görüşünü de olumlayamayız. Foucault ısrarla neoliberal yönetimselliğin, ekonomi, ideoloji, politika vb. referanslı ‘tek bir teori’ ile açıklanamayacağını vurgularken onu “temel olarak saf ve basit bir ekonomik öğreti ya da katı anlamda saf ve basit bir ekonomik-politik liberal tercihten çok daha genel bir fenomen olarak” (BB 61) ele alır. O içinde, günümüz insanının yapma, görme, söyleme biçimlerinin inşa edildiği -yönetilebilir bir öznelliğin üretildiği- bir hakikat rejimidir. Bu rejim içinde insanlar maddi, toplumsal, duygusal ve bilişsel mekanizma ya da araçlarla işleyen dispozitifler yoluyla öznelleştirilirler. Eğer neoliberal özgürlüğü, M. Lazarrato’nun aynı yerde ısrarla belirttiği gibi, parası olanların özgürlüğüyle, mülkiyet özgürlüğüyle sınırlarsak, yine Foucault’nun, neoliberalizmin özgürlük anlayışının, “önceden var olan doğal hakların keşfine değil, bizzat yönetim uygulamasına özgü belirli bir doğallığın keşfine dayandığı” (BB.61) tespitini de anlamakta zorlanırız. Foucault açıkça belirtir, liberal dünya; “Özgürlüğün şu ya da bu garantisiyle, özgürlüğün şöyle ya da böyle saygınlaştırılmasıyla tatmin olmaz. Daha derin bir biçimde o özgürlüğü tüketir. O sadece fiilen varolan bir takım özgürlükler -piyasa özgürlüğü, alım satım özgürlüğü, mülkiyet haklarının serbest uygulaması, tartışma özgürlüğü, ifade özgürlüğü olasılığına vb.- kadar işlev görebilen özgürlükleri tüketir. Yeni yönetimsel akıl bu yüzden özgürlüğe ihtiyaç duyar, yeni yönetim sanatı özgürlük tüketir. Özgürlüğün tüketilmesi onun üretilmesi gerektiği anlamına gelir. Özgürlük üretilmeli, örgütlenmelidir. Yeni yönetim sanatı bu yüzden, -buyruk anlamında değil, bu buyruğu içerebileceği dolaysız çelişkisiyle birlikte, “özgür olmak” anlamında- özgürlük yönetimi olarak görünür. … elbette, bu üretim yoluyla ortaya çıkan maliyet problemleri ve kısıtlamalar, sınırlamalar (sistemiyle) birlikte” (BB 65). Sonuçta özgürlük/güvenlik oyununa dönüşen bu süreç artık doğal haklarda keşfedilen bir özgürlük değildir, ve mülkiyet sahipliğine indirgenemeyecek ölçüde genelleşmiş ve adeta doğa yasası gibi ‘gerçeklik kabulleri’ne dayalı nesnel, everensel bir işleyiş olarak doğallaşmıştır. Bu yüzden neoliberal özgürlük anlayışı “yönetilenin bağımsızlığından hareket eder” (BB 136). Ekonomik insan tam da bu özgürlük üretimi/tüketimi içinde hem ‘bağımsız bir yönetilen’dir, yani özgürlük tüketicisidir hem de aynı anda ‘gerçeklik kabulleri’ ölçüsünde kesinlikle ‘yönetilebilir’ olan biri olarak, yönetimsellik ortağıdır. Bu neoliberal özgürlük anlayışı, o halde hem sermaye birikiminin üretim ve mülkiyetten çok ortak varoluşa el koyan dışsallıklar üzerinden oluşması (yağma özgürlüğü) hem de aşağıda tartışacağımız öznellik üretimi ve bilginin değere dönüşmesi (zorunlu özgürlük) uğraklarında can alıcı önemdedir. 

Eğer Foucault’yu çağdaş Marksizmle güncelleyen bir okuma içinde ele alacaksak,-ki evet-  yönetimselliğin aynı zamanda sermayenin değerlenme sürecini politik yönetim olarak kurgulama, kurumlaştırma ve dayatma biçimi olduğunu görmeli ve teslim etmeliyiz. Buradan bakınca, neoliberal ‘insan sermayesi’ kavramının ilk ortadan kaldırdığı kategori, çalışmanın toplumsal faaliyet’e dönüştürülmesi suretiyle emek kavramıdır. Emeğin doğrudan biçiminin çalışmanın bir faaliyete (ortak varoluşu üretici kılma, yönlendirme ve yönetme yeteneğine) dönüşmesiyle gözden kayboluşu aynı zamanda emek sermaye antagonizmasının gözden kayboluşunu beraberinde getirir. Sermaye insan olunca yatırım kişinin kendine yaptığı yatırıma, ücret de onun gelirine dönüşür. Değer tam da bu sermayenin (‘insan semaye’nin) kendini dolaşım sürecinde değerlemesi biçimini alır. Onun dolaşım süreci, toplumsal ilişkilerdir, yaşam tarzıdır, kültürel çevredir. Kapitalist üretimin biyopolitik hale gelişine paralel olarak insan ve yaşam iki ekonomik birime (sermayeye) dönüşür. Ve iki problemli alana; birincisi, gerekli emek zamanı (geçimlik için çalışma) ikincisi boş zaman. Fakat ‘boş zaman’ insanın sermaye olduğu neoliberal toplumda ekonomik bir birimdir ve ‘çalışma’nın uzantısıdır. Böyle olunca gerekli emek zamanıyla boş zamanı birbirinden ayıran sınır bulanıklaşır ve gözden kaybolur. Yani üretim fabrika dışına, tüm toplumsal ilişkilere dek genişlemiş bir ekonomik faaliyet alanını kapsar. Zaman bir değer ölçüsü olmaktan çıkınca değerin hesaplanabilirliği ortadan kalkar. O zaman ekonomik faaliyet, değeri zaman birimiyle ölçülen maddi emek üzerinden değil, herhangi bir değer ölçüsü olmayan maddesiz (biyopolitik) emek üzerinden işler. Meta üretiminde kapitalist rasyonalite, daha fazla ‘kâr’ için gerekli emek zamanını artırma oyunlarında uzmanlaşmıştı. Emeğin üretkenliğini artırma oyunları çeşitli rasyonel maddi emek hırsızlığı biçimleriydi. “Emek doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emek zamanı da onun ölçüsü ve dolayısıyla değişim-değeri kullanım-değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Kitlenin artı-emeği, genel servetin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkmıştır” (Marks, 2003: 175). Şimdi her şey tersine dönmüştür. Biyopolitik emeğin değer üretimi sürecinde, boş zaman bir çalışma zamanına, göreli biçimlerde değer üretim zamanına dönüşünce, kapitalistin temel hedefi ücret maliyetinden kurtulmak adına gerekli emek zamanını kısaltmak, müphemleştirmek hatta onu ortadan kaldırmak biçimini alır: esnek çalışma, part-time çalışma, sözleşmeli çalışma formülleri ve nihayet taşeronlaşma. Sermaye önce emekten, sonra emeğin kazanımı olan sosyal haklar maliyetinden ve nihayet gerekli emek zamanından kurtulmanın yollarını üretir. En azından (çalışma zamanı boş zaman arasındaki) müphemlik belirli bir baskı ve kontrol aracı olarak işler, biyopolitik emek gücü her zaman çalışan bir emek gücü olmasa da her zaman çalışmaya hazır olma durumunda olan bir emek gücüdür ve bu yeterince güçlü bir baskı kaynağıdır. Biyopolitik emek gücünün en temel gerçeği, çalışma, yaşam tarzı, özgürlüğü vb. her anlamda, tam bir ‘güvencesizlik’tir. O şimdi sermayenin ‘ücretli çalışma’ düzenine tedricen son verme stratejisiyle birlikte ‘girişimci’ olma özgürlüğünden başka hiçbir seçeneği olmayan biridir. Ve her şey, bütün liberal dünya onu girişimci olmaya -şirketlerin kendisi üretmek yerine iş ve hizmet alımlarını dışarıdan bireylere sipariş etme biçimleri başta olmak üzere- zorlamaktadır, tek ‘güvence’ budur; ‘özgür’ bir biyopolitik emek köleliği.

Bu sürece biraz daha yakından bakalım. İnsanın sermaye olduğu görüşü Marks’ta da vardır, ve o da benzer şekilde insan ve yaşam ikilisinin ekonomik birim haline, sabit sermaye haline geldiklerini söyler. Marks gerek ‘Dolaysız Üretim Süreci’nde (2008) gerekse Grundrisse’de (2003), gelecekteki kapitalizm bağlamında işaret ettiği sermayenin gerçek boyunduruğu aşamasında sömürünün sadece maddi emek sömürüsü olmanın çok ötesine genişlemesinden, üretimin ve fabrikanın sınırlarını aşarak tüm topluma yayılmasından söz eder. Marks, “bilimin genel düzeyi”, “genel toplumsal bilgi”, ‘genel zeka’ (genereal intellect) vb. atıflarla andığı kolektif bilginin, “nesnelleşmiş bilgi gücü” (Marks,2003:176) olduğunu belirtir. Marks’ın ‘genel toplumsal bilgi’ ya da ‘genel zeka’ dediği üretim gücüne, günümüzde bilindiği gibi, ‘bilişsel sermaye’, ‘bilişim toplumu’ ‘bilişsel kapitalizm’ vb. isimler verilmektedir. Sabit sermaye sanayi üretim sürecinde makineler ve üretim araçlarına işaret ederken biyopolitik üretim sürecinde artık bu genel toplumsal bilgiyi tanımlar. “Sabit sermayenin gelişmesi, genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar doğrudan üretken güç olduğunu, dolayısıyla da toplumsal yaşam süreci koşullarının bizzat genel bilginin denetimi altına girdiğini ve ona göre biçimlendiğini gösterir”(Marks,2003:176) (abç). Gelişen, eksiksiz ve tam bir yetenek-makine’ye dönüşen bizzat insandır. “Emek-zamanından tasarruf, serbest zamanın, yani bireyin tam gelişmesi için zamanın artması demektir ve bu da gene en büyük üretken güç olarak emeğin üretken gücü üzerinde etkisini gösterir, bu tasarruf dolaysız üretim süreci açısından bakıldığında sabit sermaye üretimi olarak görülebilir; bu sabit sermaye insanın kendisidir” (Marks,2003:180). Demek ki neoliberal ‘insan sermaye’ kavramına benzer bir kavram Marks’ta da aynen vardır. Fakat kısmen farklı bir açıdan; Marks buradan kapitalist sömürünün maddi emek, ya da insanın fiziksel kapasitesinin sömürüsünün (ki bu sermayenin emek üzerindeki biçimsel boyunduruğu idi) çok ötesine genişlediğini ve sadece emeği değil toplumsal ilişkileri ve bizzat toplumsal yaşamı sermayenin tabiyeti (boyunduruğu) altına aldığı bir aşamaya geçtiğini saptar. Birincisinde sermayenin dışında oluşan emek faaliyeti disiplin ve üretim süreci içinde eritilirken, ikincisi yani gerçek boyundurukta ise yaşam hem üretimde işe koşulandır hem de üretilendir (Negri & Hardt, 2011:151). Şimdi, hem neoliberal yönetimselliğin ‘insan sermaye’ kavramında, hem de Marks’ın ‘sabit sermaye’ kavramında, sermaye ile insan arasında organik bir ilişki var gibidir. Burada açıklığa kavuşturulması gereken iki noktadan birincisi tam da bu organik ilişki üzerinden anlaşılan bir öznellik üretimi ve öznelliğin üretici hale gelişi (ki bu sermayenin kendini değerleme sürecinin ve metaların enformatik içeriğinin üretiminin dayanağıdır), ikincisi ise biyopolitik üretimde insanın sermayeden ayrılma, hatta sermayenin organik bileşimini bozma ve dağıtma eğilimi içinde oluşuna bağlı olarak açığa çıkan bir öznellik ve o öznelliğin üretici hale gelişidir (ki bu da, biyopolitik emek gücünün kendini değerleme sürecinin, yani ‘ortak olan’ın (common) üretiminin dayanağıdır). Aşağıdaki paragraflarda bu iki hattı kavranılır kılmaya çalışacağız.



Marks’ın yukarıda tanımladığı anlamda bir yetenek-makine- olarak şirketin sabit sermayesini yanında taşır hale gelen öznellik, bilgiyi paraya çeviren en büyük üretici güçtür. Ve bu üretim gücünün niteliği, emeğin teknik bileşiminde meydana gelen bir değişimle, maddi emeğin yerini alan maddesiz (biyopolitik) emekle, başka deyişle Marks’ın ‘genel toplumsal bilgi’ dediği, ya da genel olarak ‘bilişsel sermaye’ denen iletişim ve bilgiyle tanımlanır. Burada söz konusu olan bilgiyi analiz edersek biri olumsuz bilgin üç haliyle karşılaşırız: hakikat bilgisi, teknik-bilimsel bilgi ve enformatik bilgi. Birincisi; dolaysız üretim, maddesiz üretim ya da biyopolitik üretim adını alan bu süreçte bilgi artık kendine içkin bilgisel değer dışında bir değersel karşılığı olmayan ‘eleştiri’ ve kuram’ olarak tanıdığımız bir hakikat bilgisi olmaktan hızla uzaklaşır (bu bilgi marjinalleşir ve toplumsal ilişkilerde ve yaşam biçimlerinde karşılığını kaybeder -ekonomik insan öznelliği bir hakikat anlatıcısı değildir, onun bir hakikat, ‘iyi yaşam’ arayışı ve dolayısıyla politika diye bir sorunu yoktur). İkincisi, genel zekanın bir bölümü olan teknik bilimsel bilgi ise, ya erişimi engellenen sır kapsamına alınır -ki bu kapitalist değerin doğrudan kaynağıdır- ya da popülerleştirilerek talep oluşturma süreçlerinde dolaşıma sokulur, ve ‘üretken tüketici’yi, yani bu bilgiyi tüketerek sermayenin hedefleri doğrultusunda üretken hale gelen tüketiciyi üretir. Kısaca ‘genel toplumsal bilgi’ bir yanıyla metaların enformatik içeriğini oluşturan bilgi olarak endüstriyel ürünlerin değer üreten asli bileşeni haline gelir, öte yanıyla ve esas olarak hizmetler sektörü dediğimiz fakat bugün kapsam ve mahiyeti kapitalist üretimin en büyük bölümünü oluşturan sektörlerde (iletişim, reklam, medya, tıp, finans, sibernetik, emlak, pazarlama vb.) büyük şirket çalışanlarının düşünce/duygulanım emeği olarak biyopolitik emeğe gönderme yapar. Üçüncüsü, kısaca iletişim akışlarında işleyen bilgi, iletişim teknolojileriyle bütünleşmiş bir enformatik bilgidir. ‘Genel toplumsal bilgi’nin bu türü hem üreticiyi hem tüketiciyi birlikte kuşatan iletişim otobanlarında üretilen, tıptan, modaya, beslenmeden, sağlığa, kültürel, sanatsal normları ve zevkleri belirleyen, ya da tanımlayan ve tüm toplumun haz kapasitesini maksimize eden enformatik bilgidir. İletişim teknolojileri ve biyo teknolojilerin ürettiği benlik bilgileri başta olmak üzere enformasyon yaşam tarzları önerir ve üretir. Reklamlar artık ürün satmaktan yaşam tarzı satarlar vb. Biyopolitik emek kavramı “iletişimin üretimi ve yeniden üretimini ve dolayısıyla en önemli içeriği olan öznelliği de içeren üretici olarak ortak faaliyeti gerektirir. Eğer Fordizm sermayenin yeniden üretim döngüsüne tüketimi entegre ettiyse, post-Fordizm de buna iletişimi entegre etmiştir” (M. Lazzarato, 2005:237).  İkinci ve üçüncü bilginin ortak niteliği biyopolitik emek yeteneğini tanımlar. Burada bilgi daha çok iletişim ve yaratıcılık yeteneği (bilgi, duygu, kod, fikir işleme hız ve performansı) olarak, hayal gücü, imgesel çeşitlilik, duygulanım ve empati yeteneği, risklerle başa çıkma, problem çözme, iletişim kurma, kendini ifade etme, eşgüdüm, birlikte çalışma, kısaca maksimum düzeyde etkilenme ve etkileme kapasitesi olarak biyopolitik emek haline gelir. Negri, bu özelliklerin emeğin teknik bileşiminde, maddesiz emeğe geçişten sonra ikinci bir değişime, emeğin kadınsılaşmasına ya da daha doğru bir deyişle biyopolitikleşmesine işaret ettiğinin altını çizer (A.Negri & M. Hardt, 2011:143). Müşteri ilişkilerinde, zor müşterileri ve itirazları karşılamada güler yüzlü çözümler üretmekten, tüketicinin ihtiyaç ve taleplerine -empati temelinde- kişisel çözüm üretme -maddesiz mal üretme- yeteneğine kadar çeşitleriyle emek artık, bir komuta altında plan, program ve zaman birimleriyle değil, alabildiğine esnek ve değişken biçimlerde ve tamamen iletişim ve yaratıcılık temelinde özerk olarak üretkendir (A.Gorz, 2011:46). Daha doğrusu edimseldir, çünkü kapitalist üretim eskiden üretkenliği zorunlu kılarken artık bugün iletişim ve yaratıcılık yeteneklerinin en üst kapasitede uygulamasını gerektiren performansla ifade edilir (şirkete bağlılık ve görev bilinci jargonu içinde bunun adı ‘motivasyon’dur). Üretkenlik yerini performansa bırakır ve performans ne zaman, ne da başka bir birimle ölçülemez, onun bir tek ölçüsü vardır o da toplumsal ilişki, yaşam biçimi (kısaca insan) üreten bir öznelliktir. Bunun neoliberal akılsallık biçimi bilgiyi paraya çevirme gücü olarak ekonomik insan öznelliğidir. Kısaca öznellik biyopolitik üretimin hammaddesidir, bu hammadde yoksa ‘ilişki’ üretilemez ya da bilgi paraya çevrilemez. Bu yüzden iletişim yeteneği ve yaratıcı performans öznelliğin temel bileşenleridir. Dolayısıyla bu yetiler kapitalist üretim sürecinde zorunlu bir buyruktur; “kendini ifade etmek, konuşmak, iletişim kurmak, işbirliği yapmak zorundasın. Buradaki ‘ton’ Taylorizm zamanında yönetici konumdakilerin tonuyla aynıdır”(M. Lazzarato, 2005:230). Bu buyrukla karşılaşan özne, Foucault’nun irdelediği ‘bağımsız bir yönetilen’ olan ve özgürlüğü bir ‘doğallık’ olarak kavrayan, özneyle aynı kişidir. Kısaca ekonomik insan hem iletişim kurmak hem de özgür olmak ‘zorunda olan’ biridir.

Biyopolitik emeğin teknik bileşiminde meydana gelen değişimin daha yeterli bir kavrayışı için, enformasyonun bu kez bilgisel değil fakat kültürel (ya da daha genelde ‘dispozitifsel) içeriğindeki bir değişimden söz edebilir ve burada -çalışma karşısındaki tutum özelinde- devasa bir dönüşüm yaşandığını gözlemleyebiliriz. Negri’nin emeğin ‘kadınsılaşması’ kavramıyla ve daha çok ‘duygusal emeğe’ atıfla düşündüğü değişimden sanırım daha temelli bir değişim yaşanmaktadır. Elbette, biyopolitik emek sadece maddi emekten maddesiz emeğe geçişle değil aynı zamanda erkeksi emek biçiminden kadınsı emek biçimine geçişle de tanımlanmalıdır. Tamam, fakat kadın emeğinin (özellikle anne ve hemşire emeklerine bakıldığında) sadece ‘duygusal emek’ olmadığını, daha temel ve belirleyici özellikleri olduğunu öne çıkarmak gerekir. Heidegger’in antik Grek poiesis analizinde (1988), ‘açığa çıkarma’yla anlattığı üretim sürecinin dayandığı dört nedenselliğin (maddi neden, biçimsel neden, ereksel neden ve etkin neden) daha modern çağa girerken ortadan kalktığını ve insan doğa ilişkisinin sadece ‘emeğe’ (çalışmaya) atıflı bir etkin nedene indirgendiğini ve bunun ‘doğaya egemen olmak’ şeklinde formüle edildiğini biliyoruz. Bu yolladır ki, (sadece etkin nedene indirgenmiş sahiplenici, mülk edinici biçiminin Grek’te -ve hatta ortaçağda da- kavranamaz olması ve bu nedenle çalışmanın, hele hele sadece para kazanmak için çalışmanın alabildiğine hor görülmesi ve aşağılanmasının tam tersine) çalışmanın modernle birlikte -özellikle Protestan etik içinde- bir erdeme dönüştürülerek adeta kutsallaştırılması ve giderek sanayi üretiminde rasyonalize edilerek acımasız usuller içinde üretkenlik biçimlerine dönüştürülmesi, ancak bir ‘erkek’ emeği olarak tasarlanabilme koşuluna bağlıydı. İşçi sınıfının demir yumruğu erkek yumruğudur. Bu da kaçınılmaz olarak çalışmayı bir komuta altında plan, program, zaman ve disiplin unsurlarıyla doğallaştıran soğuk ve katı bir akılcılıkla sonuçlandı. Eğilimsel olarak, kadın emeği böylesine katı koşullara tabi tutulamazdı, bu yüzden daha çok hizmet sektörlerinde istihdam edildi ya da biyolojik yeniden üretim göreviyle tanımlandı. Bu bir fizik güç eksikliği fazlalığı meselesi değil, kadın emeğinin -rasyonalistlerin hiç sevmediği- daha başka özellikleri yüzündendir. Grek poiesisinde, Heidegger’in deyişiyle (doğaya) bakım, itina ve ihtimam göstermek yoluyla açığa çıkarmak/gizini açmak fakat asla açığa çıkanı (ürün ya da enerjiyi) depolamamak, dolaşılama sokmamak ve sahiplenmemek var. Heidegger için, insanın buna hakkı yoktur çünkü dört neden birbirine borçludur. Biyopolitik emeğin hem kadınsı duygulanım emeğini, hem açığa çıkanın sahiplenilmemesi unsurunu hem de poiesisdeki açığa çıkarmanın yaratıcılık yani estetik ve sanatsal bir vizyona (ki techne Grek’te bu özelliğe başlı başına sahiptir) sahip olan bir emek türü olduğunu görebilmeliyiz (hem anne hem hemşire emeği, zihinsel/teknik bilgi ve duygusal/empatik bakım yapar, ihtimam ve itina gösterir, yetiştirir/sağaltır ve sonuç üzerinde sahiplenme talep etmez, ve en estetik formlar içinde onu yaşam ilişkilerine terk eder). Kısaca biyopolitik emek sadece plan, program, zaman, disiplin ve aynının sürekli tekrarı olarak erkek emeğinin karşısına, duygusal, esnek, değişken, asla tekdüze ve bıktırıcı olmayan etkilenme ve etkileme kapasitesiyle kadınsı emeği çıkarmakla kalmaz aynı zamanda kadın emeğinin hem bakım, itina ve ihtimam göstermek, hem güzelliğin yasalarına göre üretmek anlamında yaratıcı ve estetik boyutta üretmek ve hem de ürettiğini mülk edinmemek özelliklerini birlikte ifade eder (erkek emeğini ise sahiplenme ve mülk edinme dışında düşünmek neredeyse imkânsızdır). Dolayısıyla, biyopolitik üretim sahiplenmekten çok paylaşmayı gerektiren, ortak olana ait olan ve bu yüzden de mülk edinilmesi zor olan ilişkiler ve çözümler üretir. Bu biyopolitik emeğin, işin/çalışmanın reddini tanım gereği içerdiğini ve çalışma anlayışının Grek orijinindeki kavrayışa geri dönme eğiliminde olduğunu gösterir -ki biz bunu günümüz biyopolitik üretimde çalışanların (ya da genel olarak ortak olan’ın) kendini değerleme biçimlerinde görebiliriz-. Kısaca biyopolitik emek dünün rasyonel esaretinden sonra bugün emeğin teknik bileşiminde meydana gelen, zeka, düşünce, duygulanım, iletişim, yaratıcılık ve estetik haz bileşenleriyle komuta üretiminden özerk üretime, özgür ve elbirliği halinde çalışmaya geçişe işaret eder. Çünkü biyopolitik üretim kolektif üretimdir ve sadece ortak varoluş alanında meydana gelebilir. Fikirler, duygular, kodlar, imgeler sadece tek bir kişi tarafından değil, ancak işbirliği ve elbirliği içindeki bir ortak olan (common) tarafından üretilebilir.

Biyopolitik emeğin teknik bileşimi üzerinde yeterince durduk, Şimdi soru şu olmaldır: temel üretici güç olarak bilgi, ya da onu paraya çeviren biyopolitik emek ne üretir? Andre Gorz ya da M. Lazzarato’nun belirttiği gibi öncelikle metaların enformatik içeriğini üretir. Gorz için tablo çok nettir; “Ürünlerin maddesiz boyutu onların maddi gerçekliklerine baskın çıkar; sembolik, estetik ya da toplumsal değerleri de pratik değerlerine (ve elbette ki sildiği değişim değerine). Kârların önemli kısmı metanın maddesiz boyutu sayesinde gerçekleşir”(2011:37). Örneğin basit olarak, Jean kot giysilerini sadece bir meta olarak mı yoksa bir yaşam tarzının ya da toplumsal ilişki biçiminin işaretleri, gösterenleri olarak mı anlarız, sorusunun yanıtı, jean’ın pratik değerinden, hatta değişim değerinden bağımsız olarak ‘bir yaşam tarzının göstereni’ olduğudur. O zaman ortaya çıkışı itibariyle bir yaşam tarzı kurgusu olan jean simgesi bir toplumsal değer haline, kurgu da gerçek haline gelmiştir. Ve bu noktadan itibaren Jean’in kullanım değeri ile onun maddi üretim ve değişim değeri arasında bir ilişki kalmaz (bu örnek moda’nın bütün alanlarına genişletebilir). Aynı şekilde cep telefonunun kullanım değeri ile onun yaşam tarzı içinde bir proteze dönüşen kullanım yaygınlığı arasında da bağ kurmak imkansızdır. İşsizi, yoksulu, köylüyü, kentliyi herkesi kuşatan ‘cep telefonu’ edinme arzusu (cep telefonunun simgesel içeriğini oluşturan bir toplumsal ilişki, bir yaşam biçimi) telefon tüketiminin temelinde yer alır. Ebeveynlerine bir cep telefonu aldırmak için çocuk ya da gençlerin yaptıkları baskı ve ısrar; kredi kartı borcu gelirini kat kat aştığı halde, eski (olsa olsa bir jenerasyon öncesi) telefonunu en son teknoloji cep telefonuyla değiştirmek için kişinin gözünü kırpmadan astronomik rakamlarla borçlanması vb. tutum ve davranışların, cep telefonunun kullanım değeriyle ya da maddi üretim değeriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu noktada yaşam tarzı tam da cep telefonu adlı metanın içeriği haline gelir ve fiyatları (farklı öznelliklere karşılık gelecek şekilde) özelleştirir. Mobil bilgisayarların kullanımında da, neredeyse bir patlamayı ifade edecek şekilde son birkaç yılda ulaşılan kulanım yaygınlığı; evde, işte, trafikte, kafede, ziyaretlerde, arkadaş toplantıları vb. fırsat bulunun her yer ve durumda ‘makineyi adeta bedenin, düşünme ve algılamanın bir protezi olarak kullanan toplumsal davranışı, sosyalleşme ve insani ilişkinin sosyal ağlara taşınmış olmasını dayatan bir yaşam biçiminden [uyku zamanından bile çalan gündelik yaşam zamanı boyunca çeşitli oyunlar oynamanın ya da sosyal ağlara, kişisel bilgi ve görüntüleri yüklemenin temel işlev haline geldiği -ev kadınının ve gençlerin kullanımında maksimize olan- bir yaşam biçiminden] nasıl ayırabiliriz? O halde fiyat oluşumunun o ürünün maddi üretim süreciyle- ya da yazılımın yeniden üretimde sıfıra yaklaşan maliyetiyle- ilişkisi nerdeyse yok ölçüsündedir. Dolayısıyla bu metanın değerini niceliklendirecek bir değer ölçüsü kalmamıştır. Marks’ın yukarıda aktardığımız alıntıda belirttiği gibi “emek doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emek zamanı da onun ölçüsü ve dolayısıyla değişim-değeri kullanım-değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.” O zaman ekranlı makinelerin fiyatını belirleyen şey, yaşam tarzı üretimi, yani, ‘yaşamın genel toplumsal bilginin denetimi altına girişi’nden başka bir şey değildir. Başka deyişle, meta üretimindeki, ‘toplumsal emek zamanı’ olarak niceliklendirilebilir değer ölçüsünün yerini, biyopolitik üretimde, üretim ve tüketimin arayüzü olarak işleyen iletişim akışı, yaşamın özelleştirilmesi, kişiselleştirilmesi demek olan öznellik üretimi alır. Öznellik bu noktada tam anlamıyla değerin üreticisidir. Ve fiyatlar artık arz ve talep yoluyla oluşmaz. Örneğin sağlık ve beslenme enformatiğinde çok rastlandığı gibi, bir prof çıkıp TV’den, ‘bağışıklık sisteminizin çökmesini istemiyorsanız tereyağı yiyin’ diye bağırır, ardından tereyağı üzerine hummalı bir enformasyon akışı sonucunda tereyağı fiyatları tırmanışa geçer ve beraberinde şirketin borsa değeri tavan yapar (bu işleyiş simgesel içeriğinin –bu genellikle marka ve markaya yüklenen simgesel anlamlardır- eklentisi haline gelen bütün endüstriyel ürünlere dek genişletilebilir). Bu süreci başlatan ne arzdır ne de talep, bizzat enformasyon akışı ve (sağlıklı) yaşam tarzı üretimidir. Negri’nin de belirttiği gibi, eskiden standart metaların kitlesel üretim ve tüketiminde fiyat oluşturan arz ve talep sisteminin yerini neoliberal düzende biyopolitik emeğin ürünü olan enformasyon akışı, toplumsal ilişki, iletişim ve yaşam tarzı ve bütün bu sürecin taşıyıcısı olan öznellik üretimi almıştır. Biyopolitik emeğin meta değil öznellik üretmesi, başka deyişle bilginin değer üretmesi karşısında hem klasik iktisat hem de Marksist değer teorisi çökmüştür.  

‘Genel toplumsal bilgi’nin denetimini, yani güvenilirliğini, meşruiyetini ve ‘normal’ini, teknik ve bilimsel bilgi oluşturur ve bu bilgi İletişim akışı yoluyla kişiselleştirilir, özelleştirilir. İlaç endüstrisinden bir örneği alırsak, bir hap’ın, bilgi olarak üretimi aşamasında bir anlamda belki bir ilk maliyetten söz edilebilir, oysa üretim ya da yeniden üretim (ki artık aralarında bir fark kalmamıştır) aşamasındaki sayısız üretim onun maddi değerini sıfıra yaklaştırır. Öte yandan tasarım ürünü bir ambalaj içinde sınırlı sayıda kutulandığındaki fiyatı, üretim maliyetini defalarca katlayacak ölçüde oluşur. Ya da, maddi üretim maliyeti değişim değeri karşısında kıyaslanamaz ölçüde önemsizdir. Şimdi bu aradaki farkta cisimleşen değerin kaynağı, sadece erişimi engellendiği ölçüde değerli olan teknik-bilimsel bilgi ve biyopolitik emeğin üretkenliği ya da performansıdır. Bu yüzden neoliberal sermaye birikimi, ‘genel toplumsal bilgi’ ya da genel olarak ‘bilgi’ye ancak onu kontrol edebildiği ölçüde dayanır. Değer burada (elektronik, biyoteknik, genetik, tıbbi  vb.) bilginin denetim altına alınmasına, paylaşılmamasına, telif, patent vb. yollarla mülkiyet haline getirilmesine, kısaca bilgi tekeline dayanır. Değerin kaynağı bilgidir evet, fakat ‘kontrol altına alındığı, mülkiyete çevrildiği ve paylaşılmadığı ölçüde. Bu sermayenin bilgiye dışsal olarak el koyma tarzının en bilinen ve kullanılan biçimidir. Aynı süreç bütün endüstriyel ürünler için geçerlidir. Öte yandan biyopolitik üretim tam anlamıyla açık ve paylaşılabilir, ortak bir üretimdir. Büyük şirketlerdeki biyopolitik emek gücünün görevi bir yandan ‘normal’in bilgisini üreterek iletişim otobanlarında servis etmek, aynı anda (özellikle sosyal ağları izleyerek ya da kullanarak) talep toplama teknikleriyle kişiselleşmiş hizmet ya da ürün talep bilgisini, şirket hedefleri uyarınca yine kişiselleştirilmiş çözümler ve ürünler olarak tüketiciye ulaştırmaktır. Hizmet/ürün alıcısı sürecin başında üretici sonunda tüketicisidir. Yani üreten de tüketen de öznedir. Yoksa birileri şirkete kapanıp belirli özneler için belirli nesneler üretiyor değildir (bu Fordist anlamda, kitlesel tüketim için kitlesel üretim mantığıydı). Neoliberal ekonomi-toplum bir tüketim/iletişim aygıtı yaratır ve onu iletişim yoluyla etkinleştirir. Talebi karşılayan da yaratan da, iletişim ve yaratıcılık etkinliği maksimize olan kolektif biyopolitik emek gücü ve öznellik üretimidir.  “Bütün sorun öznellik üretimiyle sermayenin değerleme sürecini eşanlı olarak görebilmektir. … İletişimin üretim süreci doğrudan değerlenme sürecine dönüşme eğilimi taşır”(Lazzarato, 2005: 241). Bu iletişim akışı içinde her şeyin, kişiselleştirilerek alınıp satılabildiği (en mahremin bile iletişime sokulduğu) bu ekonomide artık bir meta üretimi ve meta mübadelesi söz konusu değildir çünkü hüküm süren daha çok iletişim otobanlarında yeniden ve yeniden üretildiği, özelleştirildiği ve öznelleştirildiği sürece bir yaşam tarzı üretimidir; meta tam da bu yaşam tarzının taşıyıcısıdır, fakat değerin kaynağı mata değil yaşam tarzıdır. Kapitalist üretim tarzında biyopolitik bir dönemeçten söz etmemizin anlamı da budur. “Bu dönüşümün merkezinde canlı varlıkların sabit sermaye haline gelmesi yer alıyor ve yaşam biçimlerinin üretimi katma değerin temeli haline geliyor” (Negri&Hardt, 2011:142).

Aslında biyopolitik emeğin ne ürettiği, büyük ölçüde nasıl ürettiğiyle, üretim süreciyle ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiştir. Yine de ‘nasıl üretir’in açık bir yanıtı vardır, kolektif olarak üretir. Biyopolitik üretim sadece ‘ortak olan’ın alanında meydana gelebilir. Ve biyopolitik emek bireysel değil kolektif bir emek biçimidir. Simgeler, kodlar, imgeler, duygulanım, ya da fikirler -deha bile olsa- bir kişi tarafından değil işbirliği içindeki geniş bir üreticiler ağı tarafından üretilen bir ‘ortak olan’dır. Neoliberal çağda, sermaye nasıl gayri şahsi akışlar halinde birikiyor ve merkezileşiyorsa, neoliberal yönetimsellik nasıl gayri şahsi bir hakikat rejiminin iktidarıysa, biyopolitik üretim de aynı şekilde gayri şahsi bir ortak faaliyet, gayri şahsi bir elbirliğinin üretimidir. Biyopolitik emek bireysel kapitalistin el koyabileceği bir değer üretmez, sermayenin dışsallıklar (ortak zenginlik, doğal kaynaklar, yaşam tarzları, toplumsal ilişkiler vb.) yoluyla el koyabileceği ekonomik değer üretir. Ayrıca biyopolitik üretim sürecinde üretimin ‘kapitalist’ karakteri tanım gereği üretimden çıkmaz ve hatta üretim üzerinden okunamaz. Biyopolitik üretim bir toplumsal ilişki üretimidir evet, fakat bizzat Marks’ın sermayeyi bir ‘toplumsal ilişki’ olarak tanımladığı anlamda bir toplumsal ilişki üretimidir. Fakat öte yandan aynı zamanda, biyopolitik üretimin sabit sermaye olmaktan çıkma eğilimi göstermesi nedeniyle, yani bizzat kolektif üretim biçimi nedeniyle sermayenin organik bileşimini bozan bir ‘açık’ toplumsal ilişki üretimidir. Biyopolitik üretim doğası gereği kapitalist bir üretim değildir, o bir ‘ortak olan’ın üretimidir. Kapitalist değer ve sömürü bu üretime tamamen dışsaldır ve üretimin dışından, ‘dışsallıklar’ olarak bu üretime ve ürününe (bilgiye/ilişkiye) el koyma biçimlerine dayanır.

Bu argümanları kavramak açısından Negri ve Hardt’ın ’dışsallık’ ‘fazlalık’, ‘toplu çıkış’, kavramları ufuk açıcı açıklamalardır. Ancak burada öncelikle Marks’ın elbirliği tanımına başvuracağız: “Burada gördüğümüz şey, sadece elbirliğiyle çalışma yoluyla bireyin üretici gücünde bir artma değil, yepyeni bir gücün, yani kitlelerin ortak gücünün yaratılmasıdır. Birçok kuvvetin tek bir kuvvet halinde kaynaşmasından doğan bu yeni güç yanında, doğrudan toplumsal temas, birçok sanayide, tek tek her işçinin etkinliğini yükselten bedensel canlılığın rekabetine ve dürtüsüne yol açar. Böylece bir arada çalışan bir düzine insan … tek tek çalışan kişiden çok daha fazla ürün üretir”(Marks, 1975:353). Sadece, meta üretimindeki bedensel canlılığın yalnızca fizik güce atfen anlaşılması yerine, bedensel canlılığın aynı zamanda zihinsel ve duygusal canlılık demek olduğunu, Spinoza katkısıyla anlamak şartıyla, Marks’ın üç temel özellik verdiğini söyleyebiliriz; yepyeni bir güç, performans artışı ve ürün fazlası. Neoliberal ekonomide bir şirket, çalışma (proje, sunum, teklif, tasarım, yazılım vb.) birimlerine (bunlar ekiplerdir), hedefleri veriyor ve geri çekiliyorsa, yani meta üretimindeki gibi bizzat komuta etmiyorsa neye güveniyor? Ya da meta üretimindeki verimlilik tekniklerinin yerini burada ne almış olabilir? Eğer verili üretim yöntemlerini organize etmek, ya da farklı bileşimlerde devreye sokmak yeterli olsaydı, çalışma birimine komuta etmek belki daha üretken sonuçlar verebilirdi. O halde sorun varolan veri, yöntem, prosedür, teknik her ne ise bunların farklı kombinezonlarda kullanımı meselesi değil, bizzat olmayan bir şeyin, yeni bir yöntem, usul ya da tekniğin, çözümün, yazının icat edilmesi, bulunması, yaratılması gerekliliğidir. Sadece bu gerekliliktir ki biyopolitik emek gücünü özerk ve özgür kılar, uygun bir iletişim ortamı (üretim ortamı) yaratmayı zorunlu kılar. Bu ekip, yani işbirliği, elbirliği ve heyecan, yeniyi ortak olarak üretir. Eğer ‘ortak olan’ ve onun kolektif zihinsel ve duygusal emeği yoksa, ürün yoktur (not: kapitalistin bu üretim sürecinde mutlak anlamda hiçbir yeri ve rolü yoktur). Burada üretilen biyopolitik, maddesiz bir üründür, bir eylemdir, bir duygudur bir ‘ortak kavram’dır, bir çözümdür kısaca yaşamın içeriğidir. ‘Ortak olan’ın yozlaşmış biçimlerinden biri olan şirket özelinde bu, ya maddesiz bir üründür ya da bir endüstriyel ürünün enformatik, kültürel ya da simgesel içeriğidir. Bütün bu süreçteki sermaye nedir? İmgeler, hayal güçleri, alışkanlıklar, kültürel kodlar, duygular, tutkular, tek tek her bireyde cisimleşen fakat orijini o bireylerin ürünü oldukları toplumsal, kolektif bilgi havuzu ve dispozitiflerdir, kısaca hepsini kuşatan ‘genel toplumsal bilgi’. Bu bilgi bir üretim birimindeki her bireyin zihinsel ve duygusal emeği olarak cisimleşir ve iletişim, işbirliği ve örgütsel ağlar oluşturma yeteneği olarak ürüne ya da çözüme dönüşür. Peki bu ürünün sahibi kimdir? Hiç kimse ya da bizzat ‘ortak olan’ın kendisi. Çünkü onu üretenler aynı zamanda onu paylaşanlardır. Bu üretim sürecinin neresinde kapitalizm var? Hiçbir yerinde. Biyoplitik emek gücü için, bu özerk ve açık toplumsal ilişki üretimi, bir ‘ortaklık’ üretimidir. Kapitalizm bu ürüne üretim aşamasında değil ancak ‘el koyma’ aşamasında -bir dışsallık olarak- devreye girer. Aynen Asya Tipi Üretimde despotun üretimde (ekimde ve hasatta) değil, el koyma aşamasında devreye girdiği gibi, teknolojik ve gayrişahsileşmiş güç biçimleri de üretimde değil ‘el koyma’ aşamasında devreye girer (örn, bankaların işleyişi, parlamentodan çıkan bir kanun, özelleştirmeler, patentler, borsa, kısaca her tür rant kaynağı). Üretime dışsal olan biyopolitik sömürü, yani kontrol, denetim ve el koyma biçimlerine aşağıda değineceğiz.

Şimdi Marks’ın verdiği ikinci özellik olarak, elbirliği her bireyin zihinsel ve duygusal varlığında bir canlanmaya, bir motivasyona ve performans artışına yol açar. Bir komuta altında olmayan, zaman ve mekanla sınırlanmamış koşullarda yapılan üretim, özerk, hareketli, değişken ve neşeli bir üretimdir. Spinoza’yı hatırlarsak zihinsel ve duygusal emek aynı zamanda bedenseldir. Beden, duygu ve düşünce, başka bedenlerle aynı anda ve aynı etkinlik içindeyse etkilenme ve etkileme kapasitesi başka deyişle varolma ve yaratma kudreti artar. Basitçe biyopolitik üretimde iletişim estetik, ironik, humorik ve yaratıcıdır. Bu yüzden üretim yöntemi genel olarak gayri ciddi, (gırgır, şamata ve kahkaha dahil), zihin ve duygunun her an farklı hareket koşulları içinde ve sayısız algı deneyimlerine girip çıkarak, sayısız ve değişken, maddi ya da sanal uyaranlarla tetiklenerek, çeşitlenerek ve zenginleşerek düşüncenin sessiz dilini, sözcüklere, imgelere, dönüştüren bir yaratma sürecidir bu. Burası, Taylorizmden en uzak olduğumuz ve Spinoza’ya ve Nietzsche’ye en yakın olduğumuz noktadır. Hatırlayalım Nietzsche’de yaratıcı eylem, yarattığı şey haline gelme sürecidir. Bir eser yaratmak aynı zamanda o eser olmak (paylaşılır hale gelmek) demektir. Bir besteci bestesini yaratırken bir beste haline gelir, bir ressam resim haline, bir ‘ortak kavram’ ya da ‘duygu’ üreten, tam da o kavram ve o duygu haline gelir. Direnen direniş haline gelir. Bu dionizyak (hatta queer) bir varoluş anıdır. Kitlesel katılımlı konserleri hatırlayalım binlerce kişinin havaya kalkan kolları ve bedenlerinin, tene işleyen müziğin ritmiyle dalgalandığı, içten ve coşkulu duygu okyanusu içinde tekil-çoğul haline gelişleri, ister tarihsel bellekteki göçebelerde, ister otantikliğini hala koruyan Afrika kabilelerindeki şamanik ritüellerle ve İon dünyasının dionysos şölenleriyle aynı karakteri paylaşır: ortağın bir toplumsal temas ve tekil çoğul oluşla yaratımı. Ruh diyor J. L. Nancy, açığa maruz bırakılmış bir bedenin, dışarısı aracılığıyla bir “kendilik-dokunuşu”, bir “kendilik duygusu” olarak kişinin kendine ulaşmasıdır, kendini kendi dışında oluşun birliği olarak hissetmesidir. ‘Ben’ ortak olan içerisinde, bir dokunuşun tekilliğinden başka bir şey değildir (Gezi’de üretilen öznellik başka nasıl tanımlanır?). Marks, yukarıda elbirliğini tanımlarken ‘doğrudan toplumsal temas’ diyor, “tek tek her işçinin bedensel canlılığının etkinliğini yükseltir”. Ya da Bakhtin’inci öznellik, kendini genelde başka kendilikleri ya da kültürleri kat ederek tamamlayan, kendini başkasından alma biçimleri içinde oluşturan (kendini yazan) bir öznelliktir. Foucault bu ortak olan öznelliği ‘parrhessia’ başlığı altında irdeliyor vb. [bu noktada biyopolitik emeğin ürettiği bu ‘toplumsal ilişki’ artık (ne neoliberal  ‘insan sermaye’ ne de Marks’ın ‘sabit sermaye’ biçimiyle) sermaye değildir, sermaye olmaktan kaçan ‘açık toplumsal ilişkidir, -bunu belleğimize kaydedelim]. ‘Ortak olan’ın üretiminde elbette fakat onun yoz halinde bile, yani şirkette bile ortak üretim ancak dionizyak bir karaktere ulaştığı noktada yaratıcılığının ve buluşçuluğunun (aynı zamanda da engellere karşı meydan okuma gücünün) en üst noktasına ulaşır. Dikkat edersek buradaki üretim/yaratım sürecini başarısız kılacak, durduracak, işbirliği ve iletişimi imha edecek tek unsur, üretim sürecine bir komuta-kontrol yetkisinin dahil olmasıdır; “Biyopolitik üretim, şefsiz çalan bir orkestradır ve bir şef kürsüye ayak basacak olursa, orkestra sessizliğe gömülecektir. Biyopolitik ekonomik üretim modeli burada bize bir politik eylem analojisi olarak hizmet eder”(Negri&Hardt:180). İleride atıf yapacağımız bu analojiyi de belleğimize kaydedip devam edersek, ortak üretim sürecine bir şef ya da yöneticinin katılım ya da müdahalesinin -hele bir de ego banyosuna başlarsa- üretimi paralize ettiğine (medya, moda, pazarlama, vb. gibi) ortağın yaratıcılığını en çok gereksinen sektörlerde sıklıkla tanık olunur. Yine de bu ortak faaliyet biçimi ve biyopolitik emek gücünün -üretim dışında- kapitalist boyunduruk altına alınması, bu yaratıcı faaliyetin doğasında bir değişikliğe ya da özerklik kaybına yol açmaz, sadece kapitalistle biyopolitik emek gücü arasındaki çelişkiyi açığa çıkarır (aşağıda değineceğiz). Ve iki öznellik biçiminin, kontrole boyun eğen ve direnen olmak üzere iki öznellik tarzının temelinde yer alır. 

Üçüncü olarak ‘fazla’; Marks elbirliğinde maddi üretimi düşünüyor ve fazlayı bizzat maddi ürün fazlası olarak tanımlıyordu. Biyopolitik üretimde ise durum daha farklı ve Negri’nin belirttiği gibi, bir ‘kapasite fazlası’na karşılık gelir. Şirket ya da sermaye ister istihdam biçimiyle, ister koyduğu hedeflerle ne kadar sınırlamaya çalışırsa çalışsın, hatta doğası gereği işbirliğini engelleyici kısıtlar koysun, yine de biyopolitik emek gücünün üretkenliği her tür sınırlamayı aşma eğilimi içindedir. “Emek gücü sermayeyle ilişkisinde her zaman fazla verir, insanlar işte ürettiklerinden çok daha fazlasını yapma ve çok daha fazlasını üretme kapasitesine her zaman sahiptir. … duygulanımsal ve zihinsel yetenekler işbirliği ve örgütsel ağlar oluşturma kapasiteleri ve diğer biyopolitik emeği karakterize eden yetiler gerçekte çalışma ve işyeri odaklı değildir. …Kısaca biyopolitik emek gücünün kapasitesi çalışmayı aşar ve yaşamın içine yayılır” (Negri&Hardt 2011: 159). Biyopolitik üretim merkezsiz ve yatay ağlar içinde bir ilişkiler dünyası üretir. Kapitalist el koymayı kaldırdığınız anda bu ‘bolluk’ üretimi demektir. Dolayısıyla ‘fazla’ ancak sermaye açısından bakıldığında ‘fazla’dır, biyopolitik üretim doğası gereği bolluk üretimidir. Fazla’nın genel olarak üç şekilde somutlandığını söyleyebiliriz; birincisi, sermayenin  (tamamen kendi ihtiyaç ve stratejilerinin bir gereği olarak ve asla ortak olanla ilgili olmaksızın), ortağın ürettiği bu fazlayı olumlaması, başka deyişle onun (Heidegger’in terminolojisiyle) el-altında-duran olarak üretimini desteklemesidir. Heidegger’in pistte duran nakliye uçağı örneği şunu anlatır; bu uçak dışarıdan bakınca bir ‘nesne’dir, fakat hareket ettiği andan itibaren bir ihracat uygulamasını başlatacağı için, ihracat uygulaması açısından şu anda el-altında-duran olarak pistte durmaktadır. Dolayısıyla biyopolitik emeğin kapasitesi sadece değere çevrilecek içerikler ve ilişkiler üretmenin ötesine her zaman geçer ve ortağı üreten açık ilişkiler, ağlar ve bilgiler yaratır. [örneğin,  bilgi ağları içinde -Wiki’ler gibi- ‘açık kaynaklar’ tam da biyopolitik emek gücünün değer hedefli üretimi aşan kolektif üretimlerdir. Yine de, şirketlerin bu ‘fazla’ya ilgisiz olmadıkları hatta tam tersine sponsorluk vb. yollarla destekledikleri sır değil. Son zamanlarda Wikipedia’nın yaşadığı kriz (ki temelde bilgi üretimindeki nitelik kaybı olarak ifade ediliyor) ve sponsorluk arayışları gibi görünen ‘yeniden yapılanma’ dedikoduları, bu açık kaynağı da sermayenin doğrudan kontrolüne sokacak gibi görünüyor. İnternet bu durumda zaten hızla kaybolan ‘gerçek bilgi üretimi ve bilgiye erişim’ noktasında devreden iyice çıkma eğilimindedir.] Büyük şirketin, bilgiyi tekeline alma eğilimi onun varlık tarzı olmasına rağmen açık kaynakları desteklemesi, sadece kendi mevcut sorunlarına çözümler bulma ve onları kendi tedarik sitemi olarak kullanma dışında bir amaçla açıklanamaz. Çünkü binlerce kişinin aynı havuzda bilgi üretmesini bir şirket milyar dolar da harcasa sağlayamaz, ayrıca böyle bedava bir ortak zenginlik varken neden uğraşsın. O halde açık kaynakların giderek tatlı kâr havuzlarına dönüşmeleri beklenmelidir. Bu durumda açık kaynak şirket için ihtiyaç duyduğunda kullanacağı -pistte duran nakliye uçağı gibi- bir ‘el-altında-duran’dır. Özetle aynı fazlanın toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimleri üretiminde ortaya çıkması, -her ne kadar ‘fazla’nın değer üretimine çevrimi kolay değilse de, bu toplumsal ilişkiler, ağlar ya da örgütlenmeler sermaye için her zaman gerektiğinde kullanacağı bir ortak zenginlik olarak el-altında-duran’dır. Bireylerin hastane kayıtları bile gerektiğinde paraya çevrilebilir bir ortak zenginlik olarak ‘el-altında-duran’a dönüşür. Sermaye açısından, ‘sosyal sorumluluk projeleri’ de, aynı şekilde sermaye için ‘el-altında-duran’ın üretim projeleri olarak okunabilir, okunmalıdır. Aynı şekilde bilimsel bilgi üretimi, araştırmalar, konferanslar, laboratuar çalışmaları, dergiler vb. paylaşımlarla işleyen bir ortak üretimdir. Negri’nin de belirttiği gibi ‘biyopolitik üretim bilimsel bilgi alanında üretilen bilgiyi her seferinde yeni işbirlikleri, paylaşımlar ve ortak oluşlar üzerinden artıran bir ortak üretim döngüsü kurar.’ Fakat sermayenin el koyma ve ticarileştirme hedefleri bu döngüyü imha eder ve üretilen bilgiyi bir ‘el-altında-duran’a çevirir. Bütün örneklerde görüldüğü gibi,  sermayenin hedeflerini ortak üretim süreçlerine müdahale ettiği ölçüde bizzat biyopolitik üretimin engeli haline gelir. Kentler emlak piyasasının/sermayenin gerektiğinde ranta dönüştürdüğü en ideal ortak zenginlik deposu olarak bir el-altında-durandır. Aynen depolanmış petrol ya da depolanmış enerji gibi ‘muhit’ adı altında depolanmış ortak zenginliktir. Kısaca bir bütün olarak, bilgiler, ilişkiler ve yaşam neoliberal birikim ve yeni yönetim sanatı için değerin bir biçimi olarak ‘el-altında-duran’a dönüşür.

Fazla’nın ikinci biçimi bu kez emek cephesindedir ve biyopolitik emek gücünün, sermaye olarak toplumsal ilişki üretiminden farklı olarak, açık toplumsal ilişki üretimi (yani ortak olan’a dahil olma) biçimleri ile ilgilidir. Gerek ürüne el koyma (bilgiyi ve üretimini kontrol etme) biçimleri, ve gerek üretim sürecindeki kısıtlar ve engellemeler gerekse özneleştirme baskısı nedeniyle olsun, şirket odaklı ‘çalışma’, çalışmanın doğasındaki neşeyi ve ‘ortak’ üretimi biçimselleştirici, rutinleştirici bir özellik kazandığı ölçüde bir bıkkınlık (burn out) yaratır. Çalışma kişi için başlangıçtaki çekiciliğini zamanla kaybeder. Ve çalışan bir noktadan sonra çalışmanın anlamsızlığı içinde bocalamaya başlar ve hayatına anlam katacak, yani kendini (ortak üretimini ve ortak varoluşunu) değerli hissetmesini sağlayacak başka şeyler yapmaya ve üretmeye yönelir. Bu çalışmanın reddi değil, çalışma üzerindeki kapitalist tahakkümün reddidir. Bir anlamda ‘kendini değerlemeyi’ kendine yatırım yapmak ve kariyerini bir girişimci gibi yönetmekte değil de, çalışma dışında başka türden bir ilişkiye, ‘ortak olan’ın üretimine giriş biçimlerinde arayabilir, arar. Bir yazılımcı salt ‘anlam’ arayışı (kendini değerli kılma gereksinimi) yüzünden çalışma dışında, yaşamın ortak üretimine katılabilir ve Hacker olabilir. Çünkü, Hacker’ın kendini/ortağı değerli kılabileceği bir estetiği ve bir etiği vardır. Örneğin Lazzarato, bunu şöyle ifade eder: “programcıyı harekete geçiren şey, hizmet alış verişi yoluyla değil, sempati ilişkileriyle iletişim kurma, birlikte hareket etme, toplumsallaşma  ve farklılaşma arzusu’ndan başka bir şey değildir”(akt. A.  Gorz : 67). Ya da bir doktor, bir medya çalışanı, bir mühendis estetik ve sanatsal üretim topluluklarına katılabilir ya da ortak olan’ı üreten başka topluluklara, çevreci hareketlere, kadın hareketlerine nükleer karşıtı hareketlere, hayvan hakları, tüketici hakları vb.. hareketlere katılır ve bunların aktivisti olabilir. Fakat mutlaka çalışma dışında bir şeylerin üretimine -bir ‘ortak olan’a- katılır. Hiçbirini yapamazsa tasını tarağını toplar, gitmese de görmese de kendisinin olan bir köye gider (tek başına değil, ‘elektronik köy’ topluluklarına katılma biçimiyle). Bunların hepsi sermayeye emek gücü sunumuna hayır diyen ve insanın insan tarafından üretilme biçimlerdir. Bütün ‘alternatif toplumsal hareketler’in ortaya çıkış mantığı buraya dayanır. Fakat bu kesin olarak çalışmanın reddi ve kendi kendini yöneten bir ‘ortak olan’ı kurma biçimi, başka bir dünya kurma biçimi değildir. İşte buna (yani ortak olanın kendini yönetme yeteneğine sahip olduğu iddiasına) ‘fazla’nın üçüncü bildirimi diyeceğiz ki bu, tam da ortak olanı kurma -hem ona erişim hem de onu kullanma yetisi- anlamında Negri’nin ifadesiyle ‘toplu çıkış’ (exodus) eylemidir. 

Toplu çıkış biyopolitik emek gücünün üretkenliğinin reddi değil, tam tersine onun üretici kapasitesine sermaye tarafından el konulmasının reddidir. Sermaye için çalışmanın, yani, kapitalist değer ve şirket odaklı çalışmanın reddidir, ve aynı anda mülkiyetin olumlu kaldırılışı olarak insanın insan tarafından üretimidir. Fakat bu ret sermaye karşıtlığında değil, kendini değerleme arzusunda temellenir. Kendini değerlemeden kasıt, çıplak yaşamına (zoe), yani biyopolitik emek gücüne -kolektif bedene- uygun bir ortak yaşam biçimi (bios) yaratmaktır [sermayenin, kendisi için bir değer üretme kapasitesinin öyle  başına buyruk sistemden çıkıp gitmesini savaşmadan kabul edeceği asla düşünülemez. Bunu düşünmek ham hayaldir, dolayısıyla sınıf mücadelesinin yeni biçimi olarak savaş kaçınılmazdır. Varolma savaşı her zaman sermayenin şiddetini karşısında bulur. Sermaye, biyopolitik emek gücünün sermayeyi değil kendini (ortak varoluşu) değerlemesinin, sistem içinden sisteme karşı çıkıştan ya da muhalefetten çok daha radikal bir ihlal, çok daha büyük bir tehlike oluşturduğunun her zaman farkındadır]. Biyopolitik emek gücünün bütün mücadelesi kendini/ortağı değerleme arzusunun önündeki engelleri ortadan kaldırmaya endekslidir. Onun kendini ‘özgürlükçü’ olarak nitelemesi en temelde bu anlamı taşır. Bunun yolu, toplumsal ilişkiyi ve yaşam biçimini bir sermaye olarak üretmeyi (ya da insanın insan tarafından sermaye olarak üretilmesini) reddetmek ve yerine açık toplumsal ilişki üretimini koymaktır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi biyopolitik süreç sermayenin bir toplumsal ilişki olarak yeniden üretimiyle sınırlı değildir, onu aşmakta ve “aynı zamanda sermayeyi yok edebilecek ve tümüyle yeni bir şey yaratabilecek özerk bir süreç için bir potansiyeli temsil etmektedir.” (Negri&Hardt, 2011: 146). Foucault için de bu, ne doğası ya da özü gereği üretilmek zorunda olan, ne de ekonomik olarak yorumlanmak zorunda olan bir üretimdir. Şöyle der; “insanın insan tarafından bu üretiminin, değer, zenginlik veya ekonomik kullanımın bir nesnesinin üretimi gibi olduğunu düşünenlere katılmıyorum; aksine bu, olduğumuz şeyin yıkılması ve tamamıyla başka türden bir yenilik olan bir şeyin yaratılmasıdır” (aktaran, Negri&Hardt, 2011: 146). Buna ‘toplu çıkış’ deriz, direniş deriz, isyan deriz önemli değil, önemli olan bu olgunun bizzat kendisi ve ‘yeni’ oluşudur, çünkü meta üreten emekte böyle bir özellik, sermayeden kaçan hatlarda yeni ve kendi kendini yöneten ortak yaşam kurmak gibi bir özellik yok. O sadece bilinçli komutanların liderliğinde ‘örgütlenebilir’ bir öznelliktir. Neoliberal ekonomik insan da buna mukabil ‘yönetilebilir’ bir öznelliktir. Oysa bahsettiğimiz ve Gezi’de cisimleşen açık toplumsal ilişkiyi üreten öznellik her ikisinden de farklı olarak, ortağın kendini yönetme yeteneğini maddileştiren bir öznelliktir.

Şimdi en başta koyduğumuz ikilem şuydu; geçimlik için çalışmanın bir ortak faaliyete dayanması ve bu ortak üretim sürecinin, sermayeye değer üreten toplumsal ilişki ve öznellik üretimi ile bu üretimin sınırlarını aşan, ihlal eden yeni türden bir ‘açık toplumsal ilişki’ üretmesi, arasındaki sınır, ayrım, görünmez, tespit edilemezdir. Biyopolitik emeğin temel özelliği nerede sermayeyi değerleyen bilgi ve ilişkiler nerede sermayeyi yok edecek açık toplumsal bilgi ve ilişkiler ürettiği arasındaki sınırın ortadan kaldırmış olmasıdır (bu da kapitalistin paçalarını tutuşturan en ciddi tehdittir). Sermayenin denetim ve kontrol çılgınlığının altında tam da bu belirsizlik yatar. Sermaye gerekli emek zamanı konusunda bir müphemliği emek gücüne dayatırken ve bunu bir silah olarak kullanırken, biyopolitik emek gücü de sermayeye, nerede sermaye için değer üretmeyi terk edebileceği noktasında bir müphemlik dayatır. İki taraf ta her iki müphemlik noktasında baskı altında kalır. Bu yüzden biyopolitik emek gücü gerekli üretim zamanı boyunca bulunduğu şirketten ayrıldığında Taksim’e akın ederek ortak yaşamın kurucu ilişkilerini üretmesi sermaye için yeterince müphem bir davranıştır. Burada olan tam da biyopolitik emeğin, ya da bizzat ‘fazla’nın (açık toplumsal ilişkinin) Taksim’de cisimlenişinden başka bir şey değildir. O halde ‘toplu çıkış’tan anladığımız, sermaye kontrolünden kaçan bir emek gücünün, başka bir dünya kurmaya yönelmesi, kendini değerlemesidir. Bu sermaye odaklı çalışmanın reddidir, evet fakat sadece o değil ayrıca bir yaşam tarzı, kendini yöneten topluluk üretimidir. Toplu çıkış, demek ki tasını tarağını toplayıp başka yere girmek anlamına gelmiyor, tam tersine bulunduğu yerde sermayenin toplumsal ilişkileri içinde değere çevrilen tüm zenginliği tersine çeviren, yani kullanım değerlerine kavuşturan ilişkiler üretmek, onun kontrolünü ve öznellik tarzını parçalamak ve zaten bizim olanı kazanmak anlamına geliyor. Ranciere örneğin buna ‘ayrılmanın gücü’ der. Sermaye için öznellik üretiminin önemini, gezi direnişçilerindeki ayrılma gücünün, ekonomik insan öznelliğinin ilişki ve değer dünyasını parçalaması karşısında ortaya konan polisiye telaş ve ‘ilkel birikimci’ refleksten daha iyi hiçbir şey anlatamaz. Sermaye üreten toplumsal ilişkilerin meşruiyetini ortadan kaldıran ortak ve açık toplumsal ilişkilerin görünürlüğünü yok etmek, sermaye açısından bir ölüm kalım meselesidir.


Biyopolitik Sömürü

Biyopolitik üretim sürecinde açığa çıkan ilk gerçek, sermayenin ortak varlığa el koymasının gayrimeşruluğudur. Yani neoliberal birikim ya da sömürü, dün üretime içsel ve onunla bağlantılı olarak kotarılan ‘Kâr’dan, şimdi daha çok rant biçiminde üretime dışsal bir ele geçirme tarzına dayanmaktadır. Bu sömürü ve ortak zenginliğe el koymanın iki biçimi “hem kamusal serveti hem de ortak varoluşta toplumsal olarak bulunan zenginliği özel mülkiyete dönüştürerek, mülksüzleştirme aracılığıyla işleyen yağmacı bir süreç”tir (Negri & Hardt, 2011: 147). Biz bu yağmacı karakteri, Ekim 2011 tarihli ‘yeni Türkiye yazıları-3’de, Marks’ın ilkel birikim modelinin (zenginliğin üretim süreçleri dışında birikme modelinin) bugünkü kapitalizmin temel el koyma tarzı haline geldiği tespitiyle irdeledik. Son on yıl içinde bir çok düşünür ve araştırmacı da benzer tespitlerde bulundu. Bu yağmanın en bilinen biçimlerinden biri özelleştirme stratejileriyle kamusal servete el konmasıdır. Eski kuşakların yoksullukları, sömürülmeleri ve ezilmeleri pahasına üretilen dev kamu işletmeleri ve onların varlıkları özellikle toplumsal-ekonomik kriz, çöküş ya da şoklardan sonra engelsiz bir uygulama alanı buldu. Kuramcıların ‘felaket kapitalizmi’ adını taktıkları bu el koyma biçimi Türkiye’de, 2001 kriziyle birlikte yaşanan şoku izleyen yıllarda, tüm kamusal ortak servetinin yerli yabancı sermayeye ‘özelleştirme’ adı altında peşkeş çekilmesiyle sonuçlandı. Türkiye’de bu dönemde yaşanan yağmaya ‘Felaket kapitalizmi’nden daha uygun bir ad bulunamaz. Özelleştirmeleri aynı zamanda ortak zenginliğe el koymanın bir diğer biçimi olan doğal kaynakların, suyun, havanın, bitki örtüsünün, madenlerin (özellikle altın madeninin), denizlerin, yağmalanması izledi. Uygulamaya konan sistem Marks’ın tüm vahşetiyle sergilediği ilkel birikim modelinin tam bir adaptasyonu oldu. Negri ilginç bir cümle kuruyor; “neoliberal birikimin  doğal kaynaklar biçimindeki ortak varoluşa el koyma yoluyla yürütüldüğü örnekler … egemen devletlerin ve güçlü hukuksal yapıların olmadığı, savaştan bitap düşmüş bölgelerde gelişir”(Negri & Hardt, 2011:147). Türkiye’de uzun yıllar boyunca sahneye konan savaş koşulları ve parlamento, ordu, yargı, eğitim vb. kurumların imhası, özgürlük ya da demokrasi için mi, kapitalist yağma için mi kotarıldı sorusunun yanıtı sanırım bu cümlede içerilidir. Türkiye neoliberal birikimin yağmacılığını 21. yüzyıl başlarında en barbar ve en vahşi biçimlerde uygulamaya konduğu dünyadaki tek ülkedir. Aynı dönemde Brezilya ya da Güney Afrika’daki neoliberal yağmanın bu denli imha edici ve vahşi olduğu söylenemez. 21. yüzyılın ilk on yılında Türkiye’nin tüm insanlarına ait olan ‘ortak zenginlik’ sermayenin eline geçtiyse, bunun birinci dereceden sorumluları kendilerini ‘demokrasi havarileri’ olarak sunan, liberal solcular, müslümanlar ve kürt milliyetçileridir. 

Bu yağmacı el koymaların dışında neoliberal birikim ve sömürü esas olarak biyopolitik üretime ve ortak varoluşa el koyma yoluyla kendini yeniden ve yeniden üretmektedir. Ortak varoluşun bu biçimi başta dil olmak üzere sosyalleşme tarzlarımız, törel, kültürel alışkanlıklar ve dispozitifler gibi, doğaya değil, toplumsal doğaya ait olan dünyadır. Bu zihinsel ve duygusal ortak varoluşa el konulması, biyopolitik emek sömürüsünün yeni biçimlerini anlamak açısından anahtar niteliktedir (Negri & Hardt, 149).  Ancak yukarıdaki paragraflarda gördüğümüz gibi buradaki temel sorun, biyopolitik emek gücünün sermayenin bir organı olmaktan ya da bizzat bir insan sermaye ya da sabit sermaye olmaktan giderek özerkleşmesinde düğümlenmektedir. Sermayenin değer üretim sürecinde yer almamasından kaynaklanan biyopolitik emeğin bu özerkleşmesi karşısında sermaye, bir yandan bu üretimin (biyopolitik yeteneklerin değer üretmesinin koşulu olan) özgürlük koşullarını desteklemek, bir yandan da hem üretime hem de onun ürünü olan değere el koymak ve aynı anda da biyopolitik emeğin özerk üretimi olan ve sermayeden kaçan ortak varoluş biçim ve ilişkilerini kontrol altında tutmak gibi bir açmaz içindedir. Bu da sömürünün ancak sermayenin sürekli krizleriyle birlikte kotarıldığı anlamına gelir. Tarihsel olarak emeğin teknik bileşimindeki her değişimde ortaya çıkan krizin ardından sermaye o emeği ve ürününü denetim altına almanın yollarını yeniden üretmiştir. İlkel birikimden sanayi üretimine ve günümüzde de biyopolitik üretime dek emeğin geçirdiği her değişim sermayenin yeniden örgütlenmesini ve kontrol aygıtlarını geliştirmesiyle sonuçlandı. İlkel birikimde el koyma sürecinde devlet ve hukukun yerini sanayi üretiminde nasıl bizzat üretim sürecine bağlı rasyonalizasyon teknikleri aldıysa, bugün de emeğin biyopolitik yeteneklere dayanması karşısında, sermaye bu kez ‘dışsallıklar’ yoluyla ortak olan’a el koyma biçimleri üretmiştir. İlk ve en önemli dışsalık öznellik üretimidir -aşağıda ele alacağız-. İkinci olarak, hem öznelliği değer üretimine mahkum edecek denetim koşulları yaratmak hem de sermayeden kaçan ortak varoluşun gücünü parçalayacak, etkisizleştirecek ve boyunduruk altına almayı kolaylaştıracak denetim aygıtları, gözetleme teknolojileri ve çeşitli ağlar üzerindeki teknolojik kontrol biçimleri (yazılımları) gelmektedir. Foucault’nun pan-optikonu akıl almaz bir biçimde, ortağın yaşam alanlarını denetim altına almanın teknolojilerine dönüşmüş, atılan her adımı, konuşulan her cümleyi saptar hale gelmiştir. Sermayeden kaçan ilişkilerin, iletişim biçimlerini, iletişimin taraflarını, iletişim sıklıklarını, mesajların içeriğini, mesajlaşan kişileri, yüz tanımlarını, adres ve kimlik bilgilerini, ilişkinin nerede ne zaman nasıl üretildiğini vb. saptayan, tanımlayan, kimliklendiren yazılımlar, her ne kadar, ticari vb. amaçlarla veri tabanı oluşturma gerekçesiyle bilgi topluyor görüntüsü verilse de, ortak varoluş biçimleri üreten ya da muhalif olan bilgiler-duygular, ilişkiler, ağsal örgütlenmeler vb. üretimi daha doğarken saptayan ve kriminalize eden bir teknolojidir. Mobese’lerin yaşamın bütün alanlarına yaygınlaştırılmasının ve çözünürlüklerinin her geçen gün artırılmasının, ortam dinleme teknolojilerinin vb güvenlik gerekçelerinin çok ötesinde amaçlara hizmet ettiği biliniyor. Özgürlük ve güvenlik ikilemi, gayrimeşru denetim ve gözetleme teknolojilerinin tüm yaşama hakim olması sürecini meşrulaştıran bir gerekçeye dönüşmüştür. Ortak varoluşun gücünü zayıflatan bir diğer gelişmeyi son on yıldır en vahşi biçimleri içinde izledik, izliyoruz: cehalet üretimi. Kamu okullarının başarısızlığını efsaneleştiren liberal söylemin dershaneler, özel okullar ve özel üniversiteler propagandası, sonuç olarak yaşamsal ve işlevsel bilginin kesinlikle üretilmediği kurumlar yaratmış, toplumsal cehaletin boyutları her geçen gün derinleştirilmiştir. Sermayenin ortak varoluş üzerindeki tahakkümünü ve onun yaşam biçimini denetleme ve ürettiği değere el koyma tarzları içinde finans sektörünün rolü, borçlandırarak denetlemek biçiminde belirleyicidir. Aynı şekilde yaşam biçimlerini kontrol etmenin en bilinenlerinden bir diğeri de kent tasarımıdır. Kentsel dönüşüm, özelleştirmeler vb. yollarla bireyin gündelik yaşamını ve eylemlerinin koşullarını üreten biyopolitik kent, kentsel ve kültürel çevreyi bir sabit sermayeye dönüştürür ve biyopolitik emek gücünü ve onun yaşam biçimini kontrol altına alır ve hatta formatlar.

Özetle, on sekizinci yüzyılda Modern teknoloji ve bilim, fizik bilimlerdeki gelişmelere bağlıydı ve sanayi devrimiyle karşılıklı bağımlıydılar. Dolayısıyla bilimlerdeki (özellikle makinelerdeki) icatlar ve yenilikler doğrudan fabrika üretim sürecine aktarılıyor, emek gücü karşısında, ona dışsal bir üretici güç haline geliyordu. Fordist üretimde makine dünyası zirve yaptı ve standart malların kitlesel üretimine ve giderek otomasyona yol açtı. Buradan da kitlesel tüketime ve kitlesel tüketim için üretime geçildi. Bu noktada dünyanın on sekiz ve on dokuzuncu yüzyılların modernizmi içindeki doğabilimsel algılanışı yerini tüketim açısından bir algılamaya ve tüketim toplumuna bıraktı. Teknoloji ve bilim tüketimi geliştiren bir yapıya endekslendi. 1920’lerden itibaren zirve yapan bu süreç 1950’lerden sonra hızla değişmeye başladı fizik teknoloji yerini ‘elektronik devreler’ teknolojisine bıraktı. Bu bilişim çağı, iletişim çağı da denen devrimsel dönüşümle birlikte tüketimin yerini iletişim aldı. Arz talep sistemi de yerini iletiştim ve yaratıcılık yeteneğine ve onunla işleyen öznelliğin üretici gücüne bıraktı. Öznelliğin sabit sermaye haline gelişi, tam da bu tarihsel sürecin bir çıktısı olarak, yaşam biçimi ve toplumsal ilişki üretiminin temelini oluşturdu. Fakat biyopolitik üretimin yaratıcı ve üreyici karakteri sadece sermaye olarak toplumsal ilişki değil, tam da sermaye kontrolündan kaçan açık toplumsal ilişki üretme yeteneği ve kapasitesi ile tanımlanan bir üretimdir. Eskiden bilimin işlevi olan yenilik, keşif, icat şimdi biyopolitik üretimin özelliğidir ve giderek özerk bir üretim sürecine dönüşmektedir. Sermaye dışarıda kaldığı üretim sürecinden boşalan yeri hırsızılık, sahtekarlık ve yalan üzerinden işleyen ve adına ticaret denen bir ekonomiyle doldurdu (bu süreçte finansal işlemler ve bankalar dünyasının ve bizzat politik iktidarın yalana dayalı uygulamaları doğallaştı, sahtekarlık ve yalancılık toplumsallaştı vb.) Bu noktada sermaye hızla ve çılgın bir biçimde yağmacı, dolandırıcı ve denetleyici, gözetleyici bir kapitalizme dönüştü. Kamu idaresi aynı yolda sermayeyle bütünleşti; ’MERNİS’den, ‘UYAP’dan, nüfus cüzdanı yenileme, ehliyet yenileme, hastane kayıtları, ilkokul çocuklarının kimlik bilgileri (ortak zenginlik) üzerinden, ‘halka hizmet’ yalanıyla yürürlüğe koydukları veri tabanı oluşturma uygulamalarının nasıl şirket kârlarına dönüşen sabit sermaye haline geldiklerini izledik, izliyoruz. Ne zaman halk, hizmet, demokrasi, medeniyet sözcükleriyle başlayan bir proje ilan edilse hemen ardından onun ya kent rantı biçiminde ya da yaşam tarzına el koyma biçiminde ortak zenginliğin sermayeye aktarılma projesi olduğunu görüyoruz. Kısaca neoliberal birikim bilinen anlamda bir kapitalist üretim tarzına dayanmamaktadır, kapitalizmin bugün -hele de Marks’ın analiz ettiği türden- bir üretim tarzı yoktur. Sermaye değer üretiminin dışındadır dolayısıyla sanayi kapitalizminde olduğu gibi üretim araçlarını geliştirme vb. bir durum da söz konusu değildir. O halde Marks’ın Manifesto’da çoşkuyla selamladığı kapitalizmin ‘ilerici, devrimci’ karakteri bugün mutlak anlamda ortadan kalkmış ve neoliberal birikimin klasik kapitalizmle hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Ne üretim, ne tüketim, ne sömürü, ne değerleme vb. anlamlı parametreler özelinde karşılaştırılabilir tek bir unsur gösterilemez. Küresel kapitalizm, özellikle bizim coğrafyamızda keşif, gelişme, buluşların dünyası olan bilimle olan bağıyla değil, ancak bir yağma bilincinden ibaret olan islamla bağıyla kavranabilir. Nihayet bu yazının epigrafında Badiou’nun söylediği gibi dünyanın yüzde onu dünya toplam servetinin neredeyse tamamını ele geçirmiş durumdadır. Türkiye’de de son on yılda aynı şey en katı biçimde yaşanmıştır. Bunu nasıl kabul edeceğiz? Ya da başka deyişle sermayenin kontrolüne ve yağmasına boyun eğmek ve direnmek dışında seçenek var mı? 


Öznellik Üretimi

Diyojen, güneşini keserek önünde duran ve ne istediğini soran Büyük İskender’e ‘gölge etme başka ihsan istemem’ derken ortaya koyduğu tavır, bir hakikat skandalıdır. Yani gerçeğin ritüelistik, ayinsel bir travması olarak göreneklere (yönetimsel hiyerarşi ve biat biçimlerine) zıt bir yaşam biçiminin özgün bir ifadesidir. Gezi direnişçileri de başbakan’a ‘gölge etme başka ihsan istemeyiz’ derken aslında aynı şeyi söylediler ve aynı şekilde davrandılar. Fakat başbakanın bireylerin zihinleri, duyguları, bedenleri ve ruhlarına gölge etmekten başka seçeneği olmadığını, buna yazgılı, buna zorunlu olduğunu bilmek gerekir. Ekonomiyi, toplumu paramparça eden piyasa saldırılarını ve yarattığı toplumsal ilişkileri yönetme yetkisi olmayan biri, yönetemediğini yönettiğini göstermek için ne yapar? Farklılıkları, tarih boyunca zaten denenmiş baskı ve şiddet yoluyla bastırmaktan fırsat bulduğu ölçüde,  ‘gündemi ben belirlemezsem başbakanlığım nerde kalır’ diyerek, her gün başbakan olduğunu kanıtlamak ve hatırlatmak zorunda kalır. Oysa geleneksel politik toplumun yerini neoliberal yönetimselliğin ‘ekonomik gerçekler’inin aldığı bir ‘yönetim işi’nde yönettiğini kanıtlamak zor hatta imkânsızdır. Şirketlerin fiyat ayarlamalarına karışabilir mi? Karışamaz. Şirketlerin özellikle bankaların giderek vahşileşen insanların kanını emen sömürü politikalarına karışabilir mi? Karışamaz. Buna yetkisi yok. 2002’de bu koşulla başbakan oldu. Merkez bankasına karışabilir mi? Borsaya karışabilir mi? Bağımsız Kurullara, Kalkınma Ajanslarına? Hiçbirine karışamaz. DB, AB gibi çeşitli küresel kurumlarla yapılan anlaşmalar, taahhütler ve reform yasaları ile küresel şirketlerin tayin ve tarif ettikleri çizginin dışına çıkmaya cesaret edebilecek partiye ait bir tarım politikası, bir ticaret politikası, bir sanayi politikası var mı, olabildi mi? Yok ve olamadı. Partiye ait bir Enerji politikası var mı, enerji üretim ve dağıtım politikalarına ve fiyatlama sistemlerine karışabilir mi? Yok ve karışamaz. Doğalgaz, su, elektrik, petrol fiyatlarını belirleyen şirketlere söz geçirebilir mi? Geçiremez. Ülke yararına bir gümrük politikası var mı? Yok. Bu saatten sonra bütün bunların alternatiflerini üretebilir, ya da süreci tersine çevirebilir mi? Üretemez ve çeviremez. Peki bu adam neyi yönetiyor ve gündemi neyle belirleyecek? İşte onun çelişkisi bu noktada açığa çıkar: bir yandan yönettiğini gösterme zorunluluğu nedeniyle ruhlara ve yaşam biçimlerine -kürtajdan, etek boyuna kadar yaşam biçimlerinin sınırsız tezahürlerine- musallat olması (gündem belirlemesi) fakat aynı anda ruhların yönetilmeye isyan etmenin kadim zeminini oluşturmasıdır. Ateş kendini yanmakla tanımlar, onu yok etmeden söndüremezsiniz. İşte başbakanın çelişkisi ateşi yok etmek dışında söndürememesidir. Bu da ateşin her yandan yeniden alev almasından, yok edilmeye karşı var olma mücadelesinin her yerden fışkırmasından başka bir sonuç vermez. Başbakan inatçı, ısrarlı, dediğim dedik biriymiş, hayır yaşam biçimlerine ve ruhlara musallat olmak zorunda olan, buna mecbur ve eli kolu bağlı olan biridir (buna bir de ‘müslüman’ maskesi takmıyor mu, tam bir ‘şark kurnazlığı’) Bu yüzden AKP bu temel çelişkinin, yani ruhları formatlama ve ruhların formatlanmaya isyanı çelişkisinin çözümü olarak tarih sahnesinden silinecektir. Çünkü intikam hedefe ulaştıktan sonra devam ederse sahibine/ piyasaya yönelir ve onu da formatlamaya kalkar. Oysa kendi ruhsatıyla işbaşına gelen infaz memurunun, yargıç rolüne soyunamayacağının gayet farkında olan neoliberal yönetim sanatı (piyasa aklı) hali hazırda ve AKP’yi kaale almaksızın ve üstelik sessiz ve derinden ruhları ve yaşam biçimlerini gayet başarıyla üretmekte ve yönetmektedir. İşte bizim ilgi alanımız, yönetimselliğin şu anda tam da bunu nasıl başardığı, ruhları ve yaşam biçimlerini nasıl yönettiğidir.  

Önceki başlıklar altında bir çok kere değindiğimiz gibi, buraya kadar Foucault, Negri ve başkalarının aydınlattığı zeminde, iki ayrı hakikat rejiminin, -biyopolitik yönetimsellik ve Direniş’in- iki ayrı öznellik, -ekonomik insan öznelliği ve komünal öznellik- ürettiğini gördük. Biyopolitik emek gücünde bir bölünmeye işaret eden ve aslında sınıf mücadelesinin yeni biçimini oluşturan- bu hetoronom öznelliklerden birincisi sermaye üreten toplumsal ilişkiler üretirken, ikincisi ortak ve açık toplumsal ilişkiler üretmektedir. Bu bölünme ya da karşıtlığın burada bireysel üretim/yaratıcılık ile kolektif üretim ve yaratıcılık bölünmesini ya da karşıtlığına tekabül ettiğini de belirtelim. Biyopolitik üretim hem komünal öznelliğe hem de ekonomik insan öznelliğine dayanır. Şu farkla ki; ekonomik insan öznelliği yaşam biçimi yoluyla değer üretiminin/sermayenin üretici gücüyken, komünal öznellik değer üretmeyen, paraya çevrilebilir olmayan bir ortak zenginlik üretir. Bu anlamda ekonomik insan zaten varolan bir ortak zenginliğin sayısız kombinezonları içinde ‘yeni’yi değil, ‘yeniden’i üretirken, komünal öznellik yeniden üretime ilave olarak, zenginliği çoğaltan, bolluk yaratan, yeni bilgiler, ilişkiler ve yaşam biçimleri üretimi anlamında ortak zenginlik üretir. Kısaca ekonomik insan sermayenin üretici gücü, komünal öznellik ortak varoluşun üretici gücüdür.

Öznellik kısaca nihai olarak zihin, duygu ve ruh (beden) üçlüsünün bildirimleri-tecellileridir. Şu ana kadar neoliberal yönetimselliğin, öznelliğin beyin kapasitesini artırmak için onu elektronik protezlerle donatma, yani iletişim teknolojisiyle bütünleşmiş enformasyon akışları ve bilgi ağlarıyla donatma biçimlerini ele aldık. Onun beden politikalarını henüz irdelemedik. Beden politikalarına geçebilmek için, ekonomik insan öznelliğindeki bir yarılmayı, ya da iç çatışmayı betimlemek gerekir. İnsanı ekonomik insan olarak özneleştirmenin temel varsayımı onun ‘rasyonel bir varlık’ olduğudur. Birey açısından bu geçimlik için çalışma zamanına işaret eder. Burada geçerli olan değerler, çıkar, fayda-maliyet rasyonalitesi ve rekabettir. Kişisel çıkar hariç, her şey, değiş tokuş edilebilir ve fayda maliyet konusudur. Bunun da tek anlamı vardır: bu çıkar öznelliği dünyasında ‘başkası’ diye bir kavram yoktur. Ya da çıkar üretmediği sürece, kişisel çıkar için araç olmadığı sürece yoktur. Bu radikal bir ‘gerçeklik kabulüdür’ ve bu yüzden doğaldır. Fakat birey akıldan ibret değildir aynı zamanda bedendir. Beden hisseder, yani bir etkilenme ve etkileme kapasitesidir. Bu da kabaca bireyin boş zaman faaliyetlerine denk gelir. Fakat gördüğümüz gibi, biyopolitik üretim çalışma zamanıyla boş zaman arasındaki sınırı bulanıklaştırmış ve boş zamanı da çalışma zamanına katmış ya da onun uzantısı haline getirmiştir. Birey bu noktada ikiye bölünür. Bir yanda ekonomik insan öznelliği olarak fayda maliyet rasyonalitesiyle yaşamak, bir özne yaratmak zorundadır ve öte yandan ancak bedeni ve başkasının bedeniyle ilişkisinde (yani her tür insan ilişkisinde) açığa çıkan duygusal ve ruhsal kendiliğini, benliğini yaratmak zorundadır. Birincisinde ‘başkası’ diye bir kavram bile yokken, ikincisinde ’başkası’ kendini bırakınız kavram olmayı bizzat beden olarak dayatır. Duygulanımın (affectus), hissetmenin, sezginin, kısaca ruhun mekanı bedenlerdir. Bireydeki ekonomik insan öznesinin çıkarcı aklıyla, benliğinin (ruhunun) hisseden varlığı arasındaki çatışma, temel bir baskı ve stres kaynağıdır. Dolayısıyla sinir sitemini sakinleştirmek ve stresi önlemek için kimyasal protezler onun yaşam biçimine dönüşür. Beden politikası hatırlanacağı üzere sanayi kapitalizminde bedenler üzerinden işleyen disiplinci biyoiktidar tahakkümüne karşılık gelir. Disiplinci biyoiktidar, kendilik oluşumuna daha çok hijyenle ve sağlıklı beden uygulamalarıyla müdahale ederdi. Şimdi hijyenin yerini stres almıştır. Stresle başa çıkma teknikleri, sağlıklı beden enformatiği ve teknolojileri giderek kendilik yönetimi tekniklerine dönüşür. Yani neoliberal yönetimsel akıl bu açmazdan ve yarattığı stresten çıkışın çözümünü üretir ve bireye sunar: sağlıklı yaşam teknolojileri. Yönetim sanatı bu noktada bedeni reklamlardaki bütün organlarıyla tam ve güzel beden olarak değil, hücreler, genom dizileri, enzimler, proteinler, nöronlar vb. yoluyla mikrobiyolojik gözlüklerle görür ve gösterir, TV’lerden, gazeteler ve internete dek tüm bir enformatik akış buna göre biçimlenir. Artık biyoteknoloji bedenin (ruhun) kendiliğini üretmesinin hizmetindedir. Bu durumda bireyin benlik inşası ‘başkası’ dolayımına hiç ihtiyaç duymadan sadece kendi bedeni üzerindeki eyleme biçimlerine dayanır. Zayıflar, şişmanlar, koşar, yürür, bisiklete biner, spor salonuna gider, beslenme bilgisi edinir, gıdaları ve vitamin değerlerini ezberler, kalori hesaplama uzamanı haline gelir, diyet uygular, rejimlere girer çıkar, dövmeler, takılar, reklam panosuna dönüşen giysilerin ve markaların taşıyıcısı bedenler vb. kısaca enformatiğin sunduğu ‘normali kişiselleştirerek’ bir benlik yaratır. Bu süreç neoliberal yönetim sanatının kişinin sağlıklı bedenini sağlıklı kılma yollarını özelleştirerek bir yaşam biçimine dönüştürüp tekrar ona satması şeklinde bir yaşam döngüsü kurar (böyle bir akıl karşısında şapka çıkarılmaz da ne yapılır!). Bu döngünün en önemli sonucu, önceki bölümlerde gördüğümüz gibi özellikle biyoiktidar tipinde devletin, bireyin kendiliğini yarattığı alandan çekilmesiyle birlikte bu alanı ekonominin doldurmasıdır. Rekabetçi, girişimci ekonomik insan modeli sermayenin üretici gücünü, onun sabit sermayesini oluştururken, biyoekonominin yarattığı benlik teknolojileri de onu yaşatma, yaşamını iyileştirme, güçlendirme, sağlıklı kılma adına biyopolitik bir işleyiş içindedir. Kısaca bireyin kendilik üretimi sağlıklı yaşam, uzun yaşam, iyi ve güçlü yaşama adanmıştır. Bu noktada eskiden ideolojilerin iş gördüğü alanın biyoteknoloji, mikrobiyoloji ve biyoteknik uzmanlar tarafından işgal edildiğini görmek gerekir. Eski ideolojik insanın yerini bugün -görünen o ki,- sağlıklı yaşam bilinci ve bedeni peşinde koşan insan almıştır [ideolojilerin statü ve işlev kaybı bu noktadan (cinselliğin yerine ikame olan ‘sağlık’ problematiğinden) hareketle anlaşılmalıdır]. Öyleyse neoliberal aklın, öznelliğin beyin kapasitesini artırmak için iletişim teknolojilerini, ve beden sağlığını artırmak için de biyo teknolojileri -Marks’ın yaşamın genel bilginin denetimine girdiği tespitini harfiyen doğrulayacak şekilde- kullandığını ifade edebiliriz. Burada da ‘uzmanlar’ devrededir, ekonomi alanında ‘gerçeklik kabulleri’ üreten uzmanlara karşılık burada da biyoteknik uzmanlar beden üzerinden onun kendiliğini, ruhunu üretirler. Her iki ‘uzman’ tipinin de düşmanı ‘başkası’dır. Onların dünyasında tek bir kutsal vardır, kendine yeterli ‘atomik’ birey. Ve bu gerçeği, sanki yokluğundan şikayetçiymişler gibi bir sloganla dile getirirler; ‘kimse kimsenin umurunda değil’.

Temelde, ekonomik insan olarak öznelleştirilmiş girişimci bireyin eylem havuzu belirlidir, eylem tarzları belirlidir, eylem türü, zamanı, eylemin şiddeti, dozu, talebi vb. her şey belirlidir ve Foucault’da gördüğümüz gibi kesinlikle yönetilebilirdir. Çıkar gibi bir endekse ve ‘gerçeklik kabulü’ne dayalı ekonomik insan, Foucault’nun derslerinde irdelediği gibi, neoliberaller açısından, ‘çevresel değişkenler karşısında her zaman sistematik olarak tepki veren insan’dır. Yönetilebilirliğin ölçüsü budur. Dolayısıyla sistematik tepki ekonomik insanın rasyonel davranışlarının çeşitlemeleri olarak cisimleşir (biz bunu daha önce direngezi -1’de Buchanan’ın diyagramı özelinde ele almıştık). Yönetim bu anlamda rahattır çünkü ‘gerçeklik kabulü’ne dayalı bu rasyonalite, kendi ortağıdır. İslamcı tip de bunun dışına düşmez. Çıkara endeksli aynı sistematik tepkileri verir, ekonomik insan rasyonalitesiyle davranır. Ekonomik insandan farkı, ekonomik insan ‘bağımsız bir yönetilen’dir. İslamcı tip ise ‘lidere ya da şeyhe bağımlı bir yönetilen’dir. Birincisi biyopolitikle ikincisi biyoiktidarla yönetilir. Şeyh iktidar olduğu sürece bu bir artı yönetilebilirlik faktörü ve rekabet avantajı iken, şeyh iktidarda değilse sadece rekabet avantajını kaybeder fakat normal ekonomik insan moduna çekilir ve yönetim için bir sorun yaratmaz. O, simgeselini kaybetmiş reayadır.   Komünal öznellikte ise, biyopolitik üretim sürecinde gördüğümüz gibi, yeni olanı, olmayan şeyi (ortak varoluşu ve onun zenginliğini) yaratma kapasitesi (beyin, beden ve ruh üçlüsünün eşanlı etkinliğine dayalı bir kapasite), onu bu kapasiteye uygun bir yaşam arayışına yöneltir. Bu yönelim, özgürlüğü kolektif olarak üreten tekil-çoğul bir varoluş kipiyle sonuçlanır.

Ekonomik insan ekranlar başta olmak üzere ışık, renk, görüntü yansıtan tüm parlak yüzeylerin yaşam üzerindeki membran tahakkümünü özgürlük olarak yaşar. TV, cep telefonu, her tür bilgisayar ve ekranlı makinelerden, tower fasadlarına, AVM ve Bankaların parlak granit yer karolarına, vitrinlerine, otel ve büyük binaların kalın camdan giriş ünitelerine, döner kapılarına, otomobillerin ve eşyaların camlarına, parlak nikel kaplamalarına dek… sermaye olarak toplumsal ilişki biçimlerinin uzamı haline gelen tüm ‘parlak yüzeyleri’n yaşamın hücrelerine ve kılcal damarlarına nüfuz eden akışları. Bu tahakküm, kibir ve küstahlığa özgürlük elbisesi giydiren cool yalnızlıklar üretir. Birbirleriyle, başkasız kalmış ego yıkamalarının haşarı çığlıklarıyla konuşan ve birbirini duymayan, duyurmak için daha yüksek sesle bağırarak konuşma ihtiyacı duyan, neşesini kahkahaları yırtarak dışa vuran cool yalnızlıklar. Kendini çalıntı kahkahalarla parlak yüzeylere gömen insan fasadları. Arkadaş bulmanın lüks haline geldiği koşullarda, yüzyüze iletişimlere ‘arkadaş’ ya da ‘sevgili’ görüntüsü vermek için, ilişkiyi gösteriye çeviren,  konuşmayı görselleştiren, aşkım aşkım laflarının iki dakika sonra ana avrat küfürlere dönüşmesini kanıksayan ilişkilerin mekânı; kalın camlar ve ekranlardan fışkıran parıltılardır (Andy Varhol ‘elmas tozları’ demişti, buna). Fayda maliyet hesaplarını çocuk masumiyeti ile maskeleyecek kadar vahşileşen reklamlar ve benliğini aldığı reklamlardan fırlayarak AVM’leri, sokakları, işyerlerini, okulları dolduran atomik bireyler. Bu bireyin toplumsal ilişki ürettiğinden emin miyiz? Hayır, bu bireyler sadece sermaye üretir fakat asla bir toplumsal ilişki değil.

Eğer toplumsal ilişki üretimini aynı zamanda insanların birbirini üretmesi olarak anlarsak, o zaman ortaya şu soru çıkar. İnsanlar birbirini nasıl üretir? Fakat bu soru ekonomik insan ya da atomik birey için anlamsızdır, çünkü orada bunun karşılığı ‘insanlar birbirini nasıl yönetir, ya da birbirine nasıl hükmeder?’ biçimini alır. Rekabet ve çıkar ilkesel olarak ‘başkası’nın varlığı kavramını yok eder. Gerçek olan tek şey ‘Ben’, ‘ben’in çıkarı’ ve toplumsal ilişkinin ‘fayda maliyet rasyonalitesine tabi oluşudur. Türkiye’de özellikle son beş altı yıldır, toplumsal ilişkilerin vahşet halinde güç ilişkilerine dönüşmüş olması gündelik yaşamın en açık gerçeği. Başta ailede olmak üzere, okullarda, trafikte, toplu taşımda, iş yerlerinde insanlar arası ilişkiler vahşi güç ilişkileri olarak neredeyse doğallaşmış durumda. Paraya tapan insan tipi kentsel yaşamın kılcal damarlarına vahşet pompalamaktadır. ‘Kimse kimsenin umurunda değil’, başkası’na, başkasının varlığına ve saygınlığına olan duyarsızlık hızla başkasını ret biçimlerine dönüşür. Eğer biyopolitika gerçekten de bedene göndermeli olarak okunursa sermaye üreten atomik birey özelinde bu biyopolitik beden, kendini, kendi bedeni üzerindeki eyleme biçimleriyle tanıyan, et ve kemik yığını bir bedendir (komünal öznellik için beden, ruha göndermelidir). Yönetimsel aklın biyoteknik beden politikaları bağlamında bu mutasyon, insan bedeninin bir ‘el-altında-duran’a dönüştürüldüğü en nihai, en uç noktadır. Toplumsal ilişkiyi sermaye olarak üretmek, tüm iletişim sürecini kendini pazarlama, kendini dolaşımda değerleme dışında bir ölçü kabul etmez. Böylece sadece bencil, narsist ve çıkarcı bir rasyonel, tüm toplumsal ilişkilere çöker. Ve ister internet, ister medya, ister kültür pazarı olsun ya da hepsi birden uzmanların ‘kabul edilmiş gerçekler’inin birey tarafından temellükünü sağlayan öğretici bir şebeke olarak çalışır. Açık toplumsal ilişkinin uzamı ise en basit formları içinde canlı ya da cansız ‘doğa’yla, taş, toprak, tahta, bitki, hayvan ve insanlardır. Ortak oluş içinde dışarıdan ‘kendilik dokunuşları’yla kendine ulaşan ruhun tekil-çoğul hale gelişleri ve şenlenmeleriyle işler. Bu karnavalesk, dionizyak, queer varoluşun mekânı bizzat varlıkla birlikte olma yoluyla, elbirliğiyle, ortak varoluşu üreten ve çoğaltan ortağın zenginlikleridir. Burada elbirliği modeli sadece ürün üretmez aynı anda bir yaşam tarzı, yaşam değerlerinin ne olduğunu öğretir. Bireye topluluk olarak nasıl yaşayacağını öğretir. Komünal öznelliğin biyopolitik yetenekleri paraya çevrilebilir bir değer üretmez, toplumsal ilişki ve yaşamı üretir. Üstelik biyopolitik emeğin teknik bileşiminde yaşanan değişikliği hatırlarsak, komünal öznellik ürettiği ürünü, ilişkiyi, çözümü sahiplenmez. Üretirken, üretimini geçimliğiyle (ücretle) ilişkilendirmez. Üretimde, biyopolitik emek yeteneğinde ücret dahil, çıkar ve sahiplenmenin hiçbir biçimi yoktur. Yaşamın, ya da ‘toplumsal ilişki’ dediğimiz, insanın insanla ilişkisinin üretimi kolektifin eseridir, asla atomik bireyin değil.  Atomik bireyin ‘merhaba’ diyecek kimsesi yoktur, çünkü o başkasının yüzüne sadece orada ‘para ya da çıkar’ görürse döner bakar. Ekonomik insan bir parazittir, bir asalak. Kolektifin yarattığı değerlerin tüketicisi bir parazit. Kolektif  ‘genel zeka’yı ürettiği için, ve o bu ‘genel zeka’nın bilgilerini çalarak yaşadığı için hala insan zannedilen bir parazit. Şaka yapmıyorum, kolektifin yozlaşmış biçimi şirkete ve oradaki biyopolitik üretim sürecine bakalım, atomik birey yaratıcılığı kendi mülkü olarak algıladığı için, yaratıcılığının, kolektifin eskiden beri yarattığı mevcut bilgi havuzundan kopyala-yapıştır yaratıcılığı olduğunu sürekli örtbas eder. TV’lerde ya da Grafik üretimde örneklendiği gibi, varolanı tekrarlayan, efektlerle süsleyen ve tüketicin haz kapasitesinin sınırsız versiyonlarına oynayan bir uyanıklığın adı bireysel yaratıcılıktır. Yaratıcılık bu olamaz, olursa yeni hiçbir şey yaratamaz, ancak kolektif zeka dediğimiz ortak zenginliğin şurasını burasını teknoloji yoluyla didikleyen ve gerçekten de kopyala yapıştır dışında hiçbir seçeneği olmayan bir asalaktan başka bir şey değildir. Şirketlerdeki (ya da kurumlardaki) ekip çalışmalarını, birbirinin kuyusunu kazan, birbirine hükmetme biçimlerine çeviren, bütün enerjisini rakibin ayağını kaydırma tekniklerine harcayan insan tipinin yaratıcılıktan anladığı ile, üretim bahsinde irdelediğimiz biyopolitik üretim sürecindeki ‘yeni’nin yaratıcılığı arasında ne bir ilişki ne de bir benzerlik vardır. Açık toplumsal ilişki üretiminde insanlar birbirini üretirken, sermaye olarak toplumsal ilişki üretiminde insanlar çıkar, hiyerarşi, dışlama ve düşmanlık üretirler. Ekonomik insan bu çerçevede gerçekten de mevcut neoliberal yönetimsel aklın hem ‘ortağı’ hem de amansız savunucusu ve taşıyıcısıdır. Bu iki öznellik neoliberal toplumda sınıf mücadelesinin aldığı yeni görünürlük biçiminin ta kendisidir. Gayri şahsi sermaye bir bulut bir buhar değildir, vahşi bir güç biçimi olarak bizzat ekonomik insan öznelliğidir. 

Komünal öznellik tam da bu nedenle biyopolitik yönetim aklı için bir sorun oluşturur. Felsefi terimlerle koyarsak sorun, belirlenebilir bir dünyadaki belirlenemezliklerdir. Yani rasyonalitenin kadim sorunu; tesadüfi olan, raslantısal olan, doğa, beden, duygulanım, arzu: sorun bunlardır. Bu yüzden sorun başta gençler ve kadınlar olmak üzere, entelektüel kapasitesi en gelişmiş kesimi oluşturan biyopolitik emek gücüdür. Yönetilebilirliğe sadık olan rasyonel ekonomik insan patrimonyal bir dünyanın insanıdır. Onlar çevresel değişkenler karşısında ‘sistematik tepki’ verirler. Oysa beden hisseder ve ‘hisseden bedenleriyle tepki veren bu biyopolitik işçiler değişkenler karşısında beklenmedik ve sistematik olmayan tepkiler verebilirler, yani yönetilemezler, çünkü beden yönetilebilir değildir. “Bedenin neler yapmaya muktedir olduğunu kimse bilemez”(Spinoza). Doğa, beden, duygulanım, heyecan (yeninin ve icadın olmadığı yerde heyecan yoktur) ve arzu kadim suçlulardır. Dinler ve akıllar tarafından ilan edilmiş evrensel suçlular. İşte sorun budur, tehlikeli olan bu yönetilebilir olmama halidir. Bu hal, neoliberal aklın genelde özneleştirmeye muktedir olamadığı bir haldir (ancak bu liberal yönetimsel ehliyetsizliğin biyoteknoloji tarafından -telafi edici biçimde- ikame edilmeyeceği ya da edilmediği anlamına gelmez). Fakat bu insan (yani ne ‘hukuk insanı’ ne de ekonomik insan’ olmayan insan) bir türlü amaçlara göre formatlanamamaktadır. Ne zaman, nerede, neye, nasıl tepki vereceği öngörülememekte dolayısıyla yönetilememektedir. O halde düşmanın kim olduğu, kimin ‘tehlikeli’ olduğu apaçık ortadadır; komünal öznellik. Bugün geniş kitlelerle buluşma ve onları komünalize etme yeteneğinin bu emekçilere özgü bir öznellik olduğunu Gezi Direnişinde gördük.  Komünal öznellik vasatlık, vasıfsızlık ve cehalet üretimine boğulmuş bir toplumda, yeni, farklı ve evrensel olanı yaratmaya muktedir ortağın yegane üretici gücü ve en nitelikli biyopolitik güçtür. Onu aşağılayan ve yok edilmesi gereken bir düşmana çeviren tam da onun yönetilememe olasılığıdır. Matematikleştirilemeyen insan, yönetimsellik için tam anlamıyla bir beladır.  Ne inançları, ne ideolojisi, ne politik tercihleri, hiçbiri önemli değildir, çevresel değişkenler karşısında hisseden bedene, doğaya, etkileme ve etkilenme kapasitesine göre davranma yeteneğine sahip olması onu yönetilemez kılar. Oysa ekonomik insan kesin olarak yönetilebilir bir insandır, ‘yönetimin ilişiği, irtibatı’ diyordu Foucault. [Bir an gerçekliği paranteze alarak şunu soramaz mıyız; yönetilebilirliğin endeksi ‘çıkar’ ise, yönetilemez olanın endeksi nedir? Başka deyişle, bilgi işçileri gençler ve kadınlar ‘bios’dan ne bekler? Ya da neden düşünce ve hisseden beden paralelizmiyle (hissettiğini düşünen, düşündüğünü hisseden insan olarak) harekete geçer? Sanırım buna verilecek tek yanıt, onların da toplumsalı antik Grekler gibi aynı biyopolitik adrese göndermeli olarak okumasıdır; oikos’un (evin) sağladığı bakım, ihtimam, güvenlik, sağlık, huzur ve hane halkının riskleri birlikte alt etmesi, sevinci birlikte paylaşması yani birlikte yaşaması (Grek’ler bu değerleri bios’a aktarma rüyası görürken bir yandan da (Platon hariç) ‘aile’nin varlığını öngörmüşlerdi. Bugün de geçerli olan bu öngörü sürdüğü sürece bu referans değerleri bios’a aktarmanın neredeyse imkânsız olduğunu öğrendiğimiz gün, kendini yöneten topluluk olarak yaşamayı da öğrenmiş olacağız). Yine de Grek biyopolitikası bugünün bireyleşmiş ve ekonomikleşmiş toplumsal yaşam tarzının ortaya çıkardığı somut bir ihtiyaca karşılık gelir. O zaman genel olarak sorarsak, olası bir toplum kimin eseri olacaktır; çıkardan başka tanrı tanımayan, ‘özgür’ ve kendine yeterli bir atom olan ekonomik insanın mı; kolektif aklın cisimleşmesi olan ve kendine yeterli olmadığını kabul eden komünal bir varlığın mı? Peki bu ikiliden hangisi isyan potansiyeline sahiptir?  Parantezi kapatalım.]



hç. 04.11. 2013



Kaynaklar,


Foucault, M. (2008) The Birth of Biopolitics, Trans. Graham Burchel, Palgrave Macmillan, New York                  http://asounder.org/resources/foucault_biopolitics.pdf  (metin içinde BB olarak  gösterilmiştir)

Gorz, A. (2011) Maddesiz,  Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı yay. İst.

Heidegger, M. (1998) Tekniğe İlişkin Soruşturma, Çev. Doğan Özlem, Paradigma, İst.

Hardt M. & Negri A. (2011) Ortak Zenginlik, Çev: Efla-Barış Yıldırım, Ayrıntı yay. İst.

Lazzarato,M. (2005), İtalya’da Radikal Düşümce, içinde, ‘Maddi Olmayan Emek’, Çev. Selen Göbelez-Sinem Özer, Otonom yay.  İst.

Lazzarato, M. (2013) ‘Roundtable’ in, Foucault, Biopolitics, and Governmentality,  ed. Jakob Nilsson & Sven-Olov Wallenstein, Södertörn University, Printed by E-print, Stockholm, pp. 53-72, http://sh.diva-portal.org/smash/get/diva2:615362/FULLTEXT03.pdf

Marks, K. (2008),  Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çev.Mustafa Topal, Ceylan Yay. İst.

Marks,K. (2003) Grundrisse C.II, Çev. Arif Gelen, Sol Yay. Ank.

Marks, k. (1975) Kapitalş C.I, Çev. Alaattin Bilgi,  Sol yay. Ank.