7 Ekim 2009 Çarşamba

Disiplinler Arası Düşünce: Bir Bilgi Estetiği1

Jacques Rancière

Çev. Kutlu Tunca

Bir ‘bilgi estetiği’ isteminden anlaşılması gereken ne? Bu açıkça bilgi biçimlerinin estetik bir boyut yüklenmesi gerektiğini söyleme meselesi değildir. İfade, böylesi bir boyutun bütünleyici bir motif olarak eklenmek zorunda olmadığını, her anlamda bilginin içkin bir verileni olarak zaten orada olduğunu önvarsayar. Geriye bunun ne anlama geldiğini anlamak kalır. Ortaya koymak istediğim tez basit: Bilginin estetik boyutundan sözetmek, bilginin kavram ve pratiğini ayıran bir bilgisizlik boyutundan sözetmektir.

Bu önerme açıkça ‘estetik’in anlamıyla ilgili bir önvarsayımı gerektirir. Tez şu: Estetik, sanatın ya da güzelin teorisi olmadığı gibi, bir duygululuk teorisi de değildir. Estetik, tarihsel olarak belirlenmiş, özgül bir görülebilirlik ve anlaşılabilirlik rejimini gösteren, duyulur deneyim kategorileriyle onun yeniden anlamlandırılmasına yazılı olan bir kavamdır. Kant’ın Yargıgücü’nün Eleştirisi’nde sistemleştirdiği yeni bir deneyim tipidir o. Kant’a göre estetik deneyim, duyulur deneyimin alışılagelmiş koşullarından belli bir ayrılışı gerektirir. Bu onun özetlediği bir çifte olumsuzluktur. Bir form’un estetik kavranışı kavramsızdır. Sanatçı verili bir maddeye bir bilgi işlevine göre (savoir) şekil vermez.

Bu yüzden, güzelin sebepleri sanatınkilerden ayrıdır. Ayrıca bir nesneyi arzulanabilir ya da ofansif yapan sepeplerden dolayı da ayrıdırlar. İmdi, bu çifte olumsuzluk yalnızca sanat yapıtlarını değerlendirmenin yeni koşullarınca tanımlanmaz. Olağan toplumsal deneyim koşullarının belli bir ertelenenişini de tanımlar. Kant, bunu Yargıgücü’nün Eleştirisi’nin başlangıçında saray örneğiyle açıklar; burada estetik yargıgücü sarayın boş bir zenginliğin gösterişi mi yoksa onu yapmak için çalışan insanların döktüğü alınteri mi olduğu bilgisine (savoir) bakmaksızın, biçimi tekbaşına yalıtır. Sarayın biçimini estetik olarak değerlendirmek için, bunun görmezden gelinmesi gerektiğini yazar.

Kant’ın bildirdiği bu görmezden gelme arzusu bir skandala yolaçmakta gecikmedi. Pierre Bourdieu altıyüz sayfa boyunca tek bir tezi tanıtlamaya çalıştı: bu görmezden gelişin, yansız estetik yargıgücünün, kendilerini sosyolojik yasadan—her toplumsal sınıfı onların ethos’una uygun düşen beğeni yargılarıyla, yani bir varoluş tarzıyla onun kendi koşulunu dayattığı bir duyu/izlenim biçimini bağdaştıran sosyolojik yasadan— soyutlayan (ya da soyutlayabileceğine inananların) bir ayrıcalığı olduğunu kavramak için, sosyoloji biliminin giderek daha kesinlikli biçimde bize öğrettiklerinin bilinçli bir yanlış tanınması (meconnaissance) olduğunu. Sarayın biçimsel güzelliğiyle uyumlu yansız yargıgücü, gerçekte ne saray sahiplerine, ne de saray yapıcılara geri döner. Evrensel düşünce ve yansız beğeni konumunu benimseme yoluyla kendisine yüzveren, emek ya da sermaye hakkında hiç bir tasası olmayan küçük burjuva entellektüelin yargıgücüdür o.2 Bu yüzden onların sıradışı durumu, beğeni yargılarının gerçekte toplumsal olarak belirlenmiş bir ethosu tercüme eden anonim toplumsal yargılar olduğunu, norm uyarınca doğrular.

Bourdie’nun ve estetik yanılsamayı açıkça suçlayanların yargıgücü basit bir alternatife dayanır: biliyorsunuz ya da bilmiyorsunuz [on connaît ou on méconnaît]. Eğer bilmiyorsanız [méconnaît], nasıl bakmanız ya da bakmamanız gerektiğini bilmediğinizden [sait] dolayıdır. Filozof yada küçük burjuva, bunu reddeden ve estetik yargıgücünün yansız niteliğine inananlar, göremediğinden dolayı görmeyi istemez, çünkü belirlenmiş bir sistemde işgal ettikleri yer, başka herkes için olduğu gibi onlar için de bir yanlış-tanıma [méconnaissance] biçimini belirleyen bir konaklama/uyum modeli kurar. Kısaca, estetik yanılsama, nasıl işlediğini anlamadıklarından dolayı öznelerin bir sisteme tabi olmasını sağlama bağlar. Ve eğer anlamıyorlarsa, sistemin gerçek işleyişi yanlış tanındığı içindir. Fikir adamı, bu sistemik nedenlerin kimliğini ve onun yanlış tanınma nedenlerini anlayan kişidir.

Bu bilgi yapılanışı basit bir alternatife bağlıdır: Farkında olan bir doğru bilgi [savoir]vardır, bir de görmezlikten gelen bir sahte bilgi. Sahte bilgi baskı altında tutar, doğru bilgi özgürleştirir. İmdi, bilginin estetik tarafsızlaştırılması, bu şemanın fazla basit olduğunu akla getirir. Bir değil iki bilgi olduğunu, her bir bilgiye (savoir) belli bir bilgisizlikle eşlik edildiğini ve dolayısıyla bastıran bir bilgiyle, özgürleştiren bir bilgisizliğin de olduğunu gösterir. Eğer (saray) yapıcılar eziliyorsa, bu durum üzerlerindeki sömürüyü sarayda oturanların hizmetine soktuklarını görmezlikten gelmesi nedeniyle değildir. Aksine, görmezlikden gelemedikleri içindir, çünkü onların durumu, onları ezen durumdan tamamen farklı gövdeyi ve bambaşka bir görme tarzını yaratma gereğini kendilerine dayatır, çünkü ezici/zulmedici olan, onların sarayda yatırılımış emeğin ürünüyle, bu emekten temellük edilmiş bir aylaklıktan/başıboşluktan başka bir şey görmelerini engeller. Başka deyişle bir bilgi daima bir çifttir: bir bilgiler topluluğu [connaissances] ve ayrıca konumların örgütlü bir dağılımı (partage)3. Bu nedenle yapıcının bir bilgi çiftine [savoir] sahip olması gerekir: teknik hareket biçimlerine ilişkin bir bilgi ve sonra gelen koşulların bilgisi. İmdi, bu bilgilerin herbiri belli bir bilgisizliği içerir. Ellerini nasıl kullanması gerektiğini bilenlerin, yaptıkları işin yüce bir amacın eşiti olarak değerlemek bakımından bilgisiz olduğu varsayılır. Rollerini oynamayı sürdürmeleri gerektiğini tam da bu nedenle bilirler. Ama “bil”diklerini [sait] söylemek, gerçekte onların bir roller sisteminin ne olması gerektiğini bilmediğini söylemektir.

Platon, bunu tam olarak açıklamıştı. Sanatçılar iki nedenle şehrin ortak meseleleriyle meşgul edilemez: birincisi iş beklemez olduğu için, ikincisi, tanrı şehri yönetmesi gerekenlerin ruhlarına altın katarken, sanatçıların ruhuna demir kattığı için. Başka deyişle onların mesleği (uğraşları) yetenekleri (ve yeteneksizlikleri) tanımlar ve karşılığında kendi yetenekleri onları belli bir mesleğe havale eder. Sanatçılar için varlıklarının derinliklerinde, tanrının kendi ruhlarına demir ya da yöneticilerinin ruhlarına altın kattığına kanaat getirmek zorunlu değildir. Gerçeklik buymuşçasına hergünkü olağan temelde davranmak onlar için yeterlidir. Kolları, bakışları ve yargılarını know-how’ları [savoir-faire] yapmak ve durumlarının bilgisini bir diğeriyle uyumlu hale getirmek yeter. Burada hiçbir yanılsama ya da yanlış tanıma yoktur. Platon’un dediği gibi, bu bir ‘inanç’ meselesidir. Ama inanç, bilgiye karşıt ve gerçekliği gizleyen bir yanılsama değildir. İki ‘bilgi’nin ve onlara denk düşen iki ‘bilgisizlik’in belirli bir dayanışık ilişkisidir.

Estetik deneyimin düzensizleştirdiği bu düzenlemedir (dispositif). Bu nedenledir ki, bu deneyim, sanat yapıtlarını değerlendirme tarzından fazla bir şeydir. Bir know-how (teknik bilgi, uzmanlık) olarak bilgi (connaissance) ile rollerin dağılımı olarak bilgi (savoir) arasındaki döngüsel ilişkileri etkisizleştiren bir deneyim tipiyle ilişkilidir. Estetik deneyim hiyerarşik düzeni yapılandıran rol ve yeteneklerin duyulur dağılımını atlar. Sosyolog, bunun sadece filozofun yanılsaması olmasını ister, çünkü filozof, işçinin varoluş tarzı ve beğenilerini belirleyen durumları görmezden gelen güzele ilişkin yargıların yansız evrenselliğine inanır. Ama burada yapıcılar, sosyolog yerine filozofa inanır: onların ihtiyaç duyduğu ve estetik deneyimin gösterdiği, inanç rejimindeki bir değişimdir; gözlerin görebildikleriyle, kolların nasıl yapılacağını bildiği şeyler arasındaki dayanışık ilişkinin değişimi.

Kant’tan elli yıl sonra, 1848 devrimi döneminde bir işçi gazetesinde okuduğumuz budur; bir işçi, işgününü anlatmayı ister, ama daha çok Yargıgücü’nün Eleştirisi’nin kişisel bir açımlamasını yazıyor gibidir. Onun yazdıklarından bir alıntı yapalım: “Yer döşemeye aravermemek koşuluyla, kendi evinde olduğunu varsayarak oda düzenlemeyi seviyor. Eğer pencere bir bahçeye açılıyor ya da eşsiz güzellikte bir ufuk manzarasına bakıyorsa, bir an için kollarını duraksatıyor ve yakındaki evlerden birine sahip olmaktan daha da iyisi, keyfini çıkarmak için ferah bir manzaraya doğru hayallere dalıyor.”4 Evin başkalarına ait olduğunu görmezden gelmek ve bakış yoluyla zevk alınan şey ona da aitmiş gibi davranmak: bu, kollar ve bakış arasında, bir meslekle ona denk düşen yetenekler arasındaki etkili bir ayrışımdır; bir miş-gibi’yi bir diğer miş-gibi’yle mübadele etmektir. Platon, teknik bilgileri ‘amaç’ların bilgisine teslim etmek için hikayeler, mitler anlatmıştı. Bu amaçlar bilgisi hiyerarşik düzeni kurmak için gereklidir. Ne ki bilgilerin [savoir] ve konumların dağılımına uygun bir temel sağlayan bu ek, temelin kendi tanıtlanabilirliği dışında yeralır. Böyle yapmak için anlatılması gereken bir hikayeye, yukarda tanımlandığı anlamda ‘inanılması’ gerektiği önvarsayılmalı.

Bilgi, der Platon, hikayelere ihtiyaç duyar, çünkü gerçekte o daima iki anlamlıdır. Ancak, Platon bu hikayeleri etik bir çerçeve içinde kavramak ister. ‘Etik’, estetik gibi anlamı özgülleştirilmesi gereken bir sözcüktür. Onu kolaylıkla tikel olguların evrensel değerlere göre yargılandığı bir uğrakla tanımlarız. Ama ethos’un başta gelen anlamı değildir. Yasa, törellik ya da değeri anımsatmadan önce, ethos, ikamet yerini (séjour) gösterir. Bundan başka bu ikamet yeriyle örtüşen bir varoluş tarzını ve her kime ait olursa olsun verili bir yeri işgal eden bir duygu ve düşünce tarzını gösterir. Gerçekte Platoncu mitte sözkonusu edilen mesele budur. Platon, bir duruma ait olan bireylerin onu yaşaması gerektiği şekli bildiren hikayeleri anlatır. Başka deyişle, derse dönüştükleri belirli bir çerçeve içindeki bir ‘poetik’ ürünler kataloğu hazırlar Platon; burada şiir, halkın, iyinin ya da kötünün bir öğretmenidir. Diğer bir deyişle, Platon’a göre ‘estetik’ yoktur.

Estetik, gerçekte ‘amaçsız bir ereklilik’ (finalité sans fin), amaçlı her bilimden kopuk bir arzu demektir. Mış-gibi’nin statüsünde bir değişmedir. Sarayın biçimine bakan estetik bakış, onun işlevsel mükemmelliğiyle, toplum düzenindeki kaydıyla ilişkisizdir. Sarayın yapımına yatırılmış bilgi (savoir) ve onun bağlamını sağlayan toplumsal düzen; bakış bu iki anlamlı dayanışık ilişkiden kesip çıkarılabilirmiş gibi davranır. Sanatçılar, tam da bu nedenle başka bakımlardan kendilerine ait olmadığını bildikleri bir evde kendi evlerindeymiş gibi, sanki bir bahçe perspektifine sahiplermiş gibi davranırlar. Bu ‘inanç’, herhangi bir gerçekliği gizlemez. Ama etik düzenin yalnızca bir saymak istediği bu gerçekliği ikiye katlar. Bunun sonucu olarak çalışma kimlikleri, ikiye katlanabilir; tanımlı bir rejimde kendi evindeki bir işçinin kimliğine proleter bir kimlik eklenebilir-başka bir deyişle bir öznenin kimliği özel bir duruma atanmaktan kurtulabilir ve topluluk ilişkilerine bağlanabilir.

Sosyoloğun reddettiği bu katlanmadır. Onun söyleminde miş-gibi, yalnızca bir yanılsama olabilir. Bilgi estetik olamaz, aksine, estetiğin tersi olmalıdır. Estetik, gerçekte bir bilgi ayrımı, toplumsal konum, beğeni, tutum ve bilgilerle (savoir) yanılsamaları uyumlu hale getiren duyulur deneyimin bir arayüzüdür. Bourdieu’nun estetiğe karşı polemiği belli bir sosyoloğun belli bir toplumsal gerçeklik üzerine çalışması değildir; o, yapısaldır. Gerçekte bir disiplin, ilk elde belli bir alan ya da belli bir nesne tipine uygun bir yöntemler kümesinin tanımı değildir. Önce bu nesnenin bir düşünce nesnesi, belli bir bilgi idesinin gösterimi-başka deyişle bilgi ve bir konumlar dağılımı arasındaki belli bir dayanışık ilişki idesidir.

Bir disiplinle demek istenilen budur. Bir disiplin, daima bu alanın istismarından başka bir şey ve o nedenle bir bilgi [savoir] idesinin gösterimidir. Bir bilgi idesi [savoir] iki bilgi [savoir]ve bilgisizlik arasındaki uyumun bir düzenlenişi olarak anlaşılmalı. Düşünülebilirlik idesini, bilgi nesnelerinin neyi düşünebileceği ve bilebileceği idesini tanımlamanın bir yoludur. Dolayısıyla hep belli bir uyuşmazlığın, onun etik bir düzenle ilişkili olarak yarılıp açılmasının düzenlenmesidir (écart) ve buna göre belli bir durum tipi belli bir düşünce tipini gerektirir.

Kant ne derse dersin, Bourdieu, seçkin ve popüler sınıfların kendi konumlarıyla örtüşen beğeniler edindiğini doğrulayan bir cümleler ve fofoğraflar tertibatı kurguladığında, bu düşünülebilirlik bağlamı işbaşındadır. Bu amaçla kullanılan anketlerin özellikle ‘alladoksi’ (yanlış temsil) olgusunu önlemek amacıyla yapıldığını biliyoruz. Örneğin, halktan insanlara şu yargı önerilir: ‘klasik müziği seviyorum, örneğin Straus’un valslerini.’ Yargı formülasyonu, Straus’un bir klasik müzik bestecisi sayılmadığından habersizce klasik müziği sevdiğini söyleyerek yalan söyleyecek olan işçiler için, onları eleveren bir tuzaktır.

Açık ki, sosyolojk yöntem burada kurmanın gerekli olduğunu önvarsayar. Başka bir deyişle bilim-ortodoksi (egemen ya da genel-geçer yorum biçimi) ve allodoksi olgularını araştırma yöntemi olmadan önce- ortodoksi ve allodoksiye karşı bir savaş makinasıdır. Ama onun allodoksi adlandırması gerçekte estetik bir uyuşmazlık, marangozun bakışıyla kollar arasındaki bir açılma, bir bedenle onun bildiği-bilginin çifte anlamında- arasında farkedilebilir bir yırtılmadır. Kant ve sosyolog arasındaki çok sayıdaki çökelti, evvela bizim ağaçişçimizin durumuna ilişkindir. Sosyoloji, üniversitede öğretilen bir disiplin olmadan önce, başka bir anlamda, bir demokratik devrimler çağı da olan bir estetik çağında icat edilmiş ve bu çağın sorunlarına yanıt olan bir savaş makinasıdır öncelikle.

Sosyoloji “toplum bilim’ olmadan önce, tarihsel olarak toplumun kendini yeniden düzenlemesi projesiydi. Sözde felsefi soyutlama, protestan bireycilik ve devrimci biçimçilikle bölünmüş toplumu yeniden bir beden yapmaya gerek duydu. Toplumsal örgüyü yeniden oluşturmak istedi. Böylelikle belirli bir konumdaki birey ve gruplar, kendi konumları ve kollektif uyumla örtüşen bir ethos’a, duygu ve düşünce tarzlarına sahip olacaktı. Sosyoloji bugün kesinlikle kendini bu organikçi toplum görüşünden ayırdı. Ama toplum yararına, bilimin iyi bir toplum için istediği şeyi istemeyi, toplumsal koşullar, tutumlar ve ona bağlı olanların yargıları arasındaki örtüşme kuralını yorumlamaya [savoir] devam ediyor. Yargılar allodoksisine karşı bilimsel savaş, davranış anomisine karşı politik savaşı, kendi içinde bedenin bölünmesiyle ilgili estetik ve demokratik kargaşaya karşı savaşı sürdürüyor.

Böylece sosyoloji Platon’cu etik projeyle polemiksel bir suçortaklığına girer. Onun reddettiği ve filozofların ilan ettiği şey, eşitsizliğin bir yapıntı, dayatılan bir hikaye olduğudur. Eşitsizliğin toplumsal davranışla birleşik ve bu davranışın anıştırdığı yargılarla yanlış tanınmış bir gerçeklik olduğunu savlamayı gereksinir o. Ve bir savlamayı daha: bilimin bildiği, nesnelerinin bilmediğidir.

Bir sosyoloji örneği aldım. Bir tarih örneği de almış olabilirdim. Tarihsel disiplinin yüzyılı aşkın süredir kendisini nasıl devrim halinde tebliğ ettiğini biliyoruz. Böylelikle önemli kişiler hakkındaki gerçeklerle, vakanüvisler, yazıcılar ve elçilerin yazılı belgelerine bağlı vakayiname bir tarihten kopuşunu ve bir halkın ortak yaşamındaki uzun dönemlerle maddi olgulara döneceğini duyurdu. Bunlar, tarihin bilimsel statüsünü belli bir demokrasiyle bağdaştırdı. Ama açıktır ki, bu demokrasi bir diğerine karşıt bir demokrasidir. Uzun hayat çevrimlerinin maddi gerçekliği, bir yapıcının bakışını çevirmesi ve bunun hikaye edildiği geçici bir günce gibi dış görüntüyü bozan çalkantılara karşı çıkar. March Bloch’a göre tarih, zamandaki insanın bilimidir. Ama bu “zamanda”, gerçekte zamanın örgütlü bir dağılımıdır. Yapıcının gerçek zamanının, yaşamın kendisini yeniden üreten uzun zamanı olduğunu doğrular o, estetik deneyimin askıya alınmış zamanını, kamusal alandaki aktörlerin ‘gündelik’ zamanı olan ve estetik deneyimin zamanı ona doğru saptırdığı ‘kısa zaman’ı değil. Belli bir zaman ve uzamı işgal edenlerce neler hissedilebildiği ve düşünülebildiğini tanımlayan etik bir bağlılık ilkesi olma işlevini görür. ‘Yeni tarih’, maddi hayatın ve zihinsel-kümelerin tarihi, sosyolojinin de iştigal ettiği bir savaşa aittir.

Savaştan sözetmek, sözkonusu disiplinleri ehliyetsizleştirmek değildir. Bir disiplinin verili bir nesneler alanını düşünmeye elveren bir usuller topluluğundan hep daha fazla birşey olduğunu anımsatmaktır. Başta gelen bu disiplinsel alanın bizzat oluşumu, dolayısıyla düşünülebilirin belli bir dağılımının kurulmasıdır. Gerçekte bu, dil ve düşünce ortak örgüsünde bir kesintiyi gerektirir. Disiplinler kendi alanlarını, ağaç işçisinin ifadeleriyle, bu ifadelerin demek istedikleri arasında, onun bize yaptığı betimlemelerle, bu betimlemenin gerisindeki gizli gerçek arasında bir yırtılma yaratarak kurar. O nedenle disiplinler kendi mevkilerine ait olandan bir başka bilgi ve bir başka bilgisizlik olduğu iddiasına karşı savaşa kalkışmak zorundadırlar. Başka deyişle, işçinin bizzat dövüştüğü savaşa karşı bir savaş. İyi düzenlenmiş bir toplum, algılamalar, duyumsamalar ve onlarla örtüşen düşüncelere sahip olmak için onu oluşturacak bedenler ister. İmdi, bu örtüşme sürekli olarak bozulur. Serbestçe dolaşan, efendisi olmayan ve bedenleri hedeften başka yöne çeviren, onları belli yakın sözcüklerle manevralarda kullanan sözcükler ve söylemler vardır. Disiplinsel düşünce , bedenin halleri ve algılama modelleriyle onlarla örtüşen anlamlandırma arasında kararlı ilişkiler kurmak için bu kan kaybını aralıksız gizlemelidir. Savaşı aralıksız yürütmelidir, ama bir asayişi sağlama harekatı olarak.

Bu nedenle disiplin-siz (in-disciplinary) düşünüş5 bir savaş bağlamını, Foucault’un deyişiyle savaşın uzaktan kükremesini çağrıştırır. Böyle yapmak için belli bir bilgisizlik çalışmalı. Disiplinsel sınırların görmezden gelinmesi ve dolayısıyla onların statüsünü mücadeleci silahlar olarak yeniden kurulması gerekir. Örneğin, bir marangozun ifadelerini kendi olağan bağlamları dışında alarak yapmak istediğim bu. Bu olağan bağlam toplumsal tarihin bağlamıdır ve onları bir işçinin durumuna özgü ifadeler olarak düşünür. Bu ifadeler, bir durumla ona iliştirilen görünürlik biçimleri ve düşünce yetileri arasındaki ilişkiyi yeniden icat eder. Farklı şekilde söylersek, bu anlatı [récit] Platoncu anlamda mittir: anti-Platoncu bir mit, yazgının bir karşı hikayesi. Platon’cu mit durum ve düşünce arasındaki karşılıklı bir doğrulama ilişkisini gerektirir. Marangozun karşı miti çemberi kırar. Disiplinsel-olmayan yordam, böylelikle bu mit’e-mit ilişisinin görünebilir ve düşünülebilir olduğu anlamlandırma uzamını ve metinseli yaratmalıdır.

Bu durum, sınırları olmayan ve aynı zamanda bir eşitlik uzamı da olan bir uzam yaratımını önvarsayar; burada marangozun yaşam anlatısı, güç ve yazgının örgütlü dağılımına ilişkin felsefi anlatıyla bir diyaloğa girer. Bu dolaylı biçimde bir diğer-disiplinsel olmayan- felsefe pratiğini, onun insan bilimleriyle ilişkisini gösterir. Klasik anlamda felsefe, insan bilimleriyle toplumsal bilimlerin yöntemleri üzerine düşünen ya da onlara temel sağlayan bir üst-disiplin türü olarak düşünülmüştü. Böylelikle söylem evreninde bir hiyerarşi kurulur. Şüphesiz bu bilimler bu statüye karşı çıkabilir, onu yanılsama gibi düşünebilir ya da kendini felsefi yanılsamanın gerçek bilgisi olarak konumlandırabilir. Bu, bir başka hiyerarşi ve söylemlere haddini bildirmenin bir başka yoludur. Ama üçüncü bir hareket tarzı daha vardır: söylem düzenini kurmaya yönelik felsefi savın tersyüz edildiği aralığı kavrayan ve eşitlikçi bir anlatı dili içinde, bu düzenin saymaca doğasını açığa vuran bir tarz.

Platoncu mitin özgüllüğü, hikaye (conte) konusundaki tamanen keyfi bir diretme aracılığıyla, bilgi [savoir] nedenlerini başaşağı döndürme yoluyla oluşturulur. Tarihçi ve sosyolog, belli bir yaşamın, bir yaşamı ifade eden belli bir düşünüşü nasıl ortaya çıkarttığını bize gösterirken, filozofun miti bu zorunluğu gelişgüzel ve aynı anda çoğu insan için yaşamın gerçekliği olan bir “güzel duruş”a havale eder. Bu zorunluluk ve olumsallık özdeşimi, duruşun gerçekliği, gerçeği yanılsamadan ayıran bir söylem biçimi içinde rasyonelleştirilemez. O yalnızca hikaye edilebilir, başka deyişle söylem hiyerarşisi ve ayrımını askıya alan söylemsel bir biçimle ifade edilebilir. Bu nedenle felsefenin ayrıcalığı-genelde ondan değerli ya da müessif istenen soyutlamanın aksine- söyleminin literal açıklığıdır: bu açıklıkla felsefe, nedenler ve anlatılar arasındaki bu asli özdeşim durumunu nasıl ifade etmesi gerektiğini anladı. Bu açıklık tek başına ona, yaşamların örgütlü dağılımından sözetme imkanını verir.

Tam da bu noktada Platon, Phaedrus’da, doğru’dan (vérité) sözettiğimiz yerde doğru konuşmamız gerektiğini önesürer. Üstelik burası en radikal hikayeye (conte) başvurma noktasıdır da: doğrunun basitliği, savaş arabası sürücüsü ya da bazılarını gümüş rengi insanlara, bazılarını atlet, sanatçı veya şaire dönüştüren düşüşün hikayesine. Başka bir deyişle Platon, koşulların örgütlü dağılımını en acımasızca ifade ettiği anda, etraftaki nesneleri farklı bir şekilde alarak, son derece radikal biçimde reddettiği şeye, söylem hiyerarşisi ve bunun sağlama aldığı öteki hiyerarşileri yıkan ortak dilin ve hikayenin gücüne başvurur.

Disiplinsel düşünce şunu söyler: bizim alanımız ve onlara denk düşen nesnelerimiz var. Sosyolojinin ya da tarihin, siyasalbilimin ya da edebiyatın söylediği budur. Kendisini bir disiplin varsayan felsefenin de. Ama kendi statüsünü disiplinlerin disiplini olarak temellendirmek istediği anda felsefe, bir tersinme üretir: temelin temeli bir hikayedir. Ve felsefe yöntemlerinden emin olan bu bilgilere [savoir] göre konuşur: yöntemler hikaye edilen öykülerdir. Bu, onların boş ve değersiz olduğu anlamına gelmez. Bir savaştaki silah oldukları anlamına gelir: bir alanın açıklanmasına olanak tanıyan araçlar değil, onun hep belirsiz olan sınırını belirleme işlevi gören silahlar.

Sosyolojinin alanını felsefenin alanından ya da tarihçilerin alanını edebiyatın alanından ayıran güvenli bir sınır yoktur. Bilinen hiçbir sınır bilimin bir nesnesi olan bir ağaç işçisinin söylemini bilimin kendi söyleminden ayırmaz. Sonuçta bu sınırları izlemek, bu sorunu düşünmüş ve düşünmemiş olanlar arasındaki sınırı izlemektir. Bu sınır bir hikaye biçimi dışında izlenemez. Yalnızca hikayelerin dili, disiplinlerin nesnelerinden ötürü nihai bir nedenin yokluğu çıkmazını zorlayarak sınırı izleyebilir.

Bir defasında ‘bilgilerin poetikası” kavramını [savoir] önermiştim. Bilgilerin poetikası şiddetli usavurma denemelerinde hep edebiyatın varolduğunu söylemenin basit bir yolu değildir. Böylesi bir tanıtlama boş bir demistifikasyon mantığına aittir. Bilgilerin poetikası disiplinlerin sahte bilgiler olduğunu savlamaz. Bilgilerin poetikası, onların, eşitliğin nedenleriyle eşitsizliğin nedenleri arasındaki bitmek bilmez savaşta, bir bedenin yapabileceği şeyleri bildirmenin yolları arasındaki bitip tükenmez savaşta müdahil yollar olduklarını savlar. Bu disiplinlerin hükümsüz olduğunu savlamaz, çünkü tüm bu disiplinler hikayeler anlatır. Bir bilgi poetikası, bu disiplinlerin nesneleri gösterimlemelerini, etkileşim yordamlarını, argüman biçimlerini dilden ve ortak düşünceden ödünç almaları gerektiğini söyler. Bilgi poetikası, tasvir ve argümanların gücünü, ortak dilin eşitliğiyle, nesneler, hikayeler, argümanlar yaratmaya özgü ortak yeti kapsamında yeniden kaydeder. Bu anlamda o, bir eşitlik metdolojisi olarak adlandırılabilir.

Kaynak: http://www.parrhesiajournal.org/parrhesia01/parrhesia01_ranciere.pdf

Notlar

1 İngilizce’ye çevirenin notu:Bu deneme boyunca ‘bilgi’ sözcüğü (örneğin başlıkta), kuramsal anlamda bilgi sözcüğünü anlamlandıran ‘connaissance’ sözcüğü ve onun fiil biçiminin-connaitre- bir çevirisi olarak alınmalı. Çeviri içinde “sovair” sözcüğü ‘bilgi’ anlamında çevrildiğinde bir notla [savoir] bu belirtilecek. Bu metnin çevirmeni (Jon Roffe), çeviriyle ilgili yazışmalardaki cömertliği nedeniyle Jacques Rancière’ye teşekkür eder.

2 Cümlenin fransızcası:“Il est propre à cette petite bourgeoisie intellectuelle qui prend son séjour
entre les deux chaises du travail et du capital pour le siège de la pensée universelle et du goût
désintéressé.”
3 İngilizce’ye çevirenin notu: Rancière’nin bu metinle yakınen bağlantılı olan 2000 tarihli Le Partage du sensible (La Fabrique, Paris) başlıklı çalışmasının ana kavramlarından biri olan ‘partage’yi ‘örgütlü dağılım’ olarak çeviriyorum.

4 G. Gauny, “Le Travail à la tache”, akt. Jacques Rancière, La Nuit des prolétaires (1981: Fayard, Paris),
91; burada John Drury çevirisinden alındı, The Nights of Labour (1989: Temple University Press,
Philadelphia), 81.

5 İngilizceye çevirenin notu: Rancière’nin yeni sözcüğü “in-disciplinaire(disiplin-siz”) olduğu gibi muhafaza edildi. Bir parça kulak tırmalayıcı olmasına karşın, değiştirilmiş disiplin biçimlerine indirgenemez o: ‘disiplinsel-olmayan’, onun anlamını bütünüyle disiplinlerden koparır ve ‘anti-disiplin’, Rancière’nin projesini, kendisine rağmen disiplinlerin savaş alanına döndürür. Ayrıca indisciplinary (‘disiplin-siz’ sözcüğü), Rancière’nin buradaki temel ilgisi olan bilginin merkezindeki bilgisizlikle bir bağı sürdürme üstünlüğünü içeriyor.